12 Ekim 2003
Geçen hafta cenazeden sonra bilmediğim yollardan bildiğim yörelere doğru gittim. Bin pınarlı İda Dağı'nda şimdiki adı Tuncel Kurtiz olan Homeros'un torunuyla tanıştım. Zeytinbağı'nda dağın sessizliğini dinledim, ziyafet masasının baş köşesine oturdum, dağın efsanelerini bir kez daha dinledim. Dağ tepelerinde yaşamın keyfini çıkardım.
Yaşam sürüyor... Kısa bir ayrılıktan sonra yine buluştuk. Sizlerle buluşmak öyle kolay bir iş değil. Buluşmak için önce gitmek lazım. Sonra gelip, o kadar bilgiyi harf harf dökmek gerek. Kendimi bir 'bilgi toplayıcısı'na benzetiyorum. Dağ, bayır, kent, kasaba dolaşıp, önemli önemsiz bilgileri önce deftere, sonra bilgisayara yükleyen, eleyen, kelimeleştiren bir 'toplayıcı'... Yine gittim, topladım, geldim. İşte bu hafta torbadan çıkanlar.
Bir belgesel çalışması için yollara düşmüştüm. Hedefte bildik bir adres vardı: Kaz Dağları. Veya antik çağlardaki adıyla İda. Bildik adrese, bilmediğim yollardan gitmeye karar verdim: Bandırma, Biga, Çan, Bayramiç, Ezine üstünden. Neden böylesine uzun bir rota? Yol boyu lezzet durakları arayacaktım -bu da başka bir çalışma.- Çok umudum yoktu ama şansımı denemekle ne kaybederdim ki!..
Çanakkale yolundan Biga'ya saptım. İlçenin ana caddesini bir baştan diğer başa adımladım: Pideciler, köfteciler, bol kepçe lokantaları... Hepsinin kapısından tek tek girdim, aşçıları sorguya çektim, mutfakları, ızgaraları kontrol ettim. Hep bildik yemekleri pişiriyor, bildik tatları ızgaraya koyuyorlardı. Biga'da lezzet adına her hangi bir sürpriz yoktu. Israrcı olmadım. Bir sonraki durak Çan'da da durum aynıydı. Midemin baskısına dayanamayıp, bir kahvede, havuzun kenarında, çift kaşarlı tost ile yetinmek zorunda kaldım. Bayramiç'te de her hangi bir sürprizle karşılaşmadım.
TALEP OLMAYINCA
Aslında suç bendeydi. Yola çıkarken aklımda fikrimde Toscana yolları vardı. Sağlı sollu üzüm bağlarının arasından giden virajlı yollar, küçük köylerdeki çiçeklerle bezenmiş eski küçük lokantalar, şaraphaneler, tezgahları tabloyu andıran manavlar, insanı tahrik eden şarküteriler... Tüm bu görüntüler gözümün önünden geçip gidiyordu. Onlarınki de kasabaydı bizimkiler de. Ama onlar da yaşam gustosu daha gelişmişti. Yemeyi içmeyi seviyorlardı. Sevmenin ötesinde müthiş bir keyif alıyorlardı. Biz de ise dışarıda yemek yeme kültürü, büyük kentler dahil pek gelişmemişti. Tabii bu ekonomik nedenlerle açıklanabilirdi. Ama ben yoksul Doğu'da değil, zengin Marmara kasabalarında lokanta arayışındaydım. Bu, paradan çok, yaşamdan keyif alma beceriksizliğinden kaynaklanıyordu. Lezzete talep olmayınca, onu arz edecek lokantanın bulunmayışı da normaldi. Ben de aramaktan vazgeçtim.
Ezine'de ise beyaz peynirin peşine düştüm. Bir torba dolusu lezzetli lor, küçük bir teneke keçi sütünden beyaz peyniri yüklenip yoluma devam ettim. Adını çok duyduğum ama bir türlü gidemediğim Zeytinbağı Oteli'ne doğru yol alıyordum. Dağdan inerken önce, kentliler tarafından işgal edilmiş olan Yeşilyurt'a uğrayıp, köyün 'aslına sadık kalınarak' nasıl bozulduğunu bir kez daha izledim. Daha sonra Küçükkuyu'yu, taş yığını Altınoluk'u geçtim. Tahtakuşlar sapağından içeri girip, döne döne Çamlıbele tırmandım. Zeytinbağı Oteli'ni bulmakta hiç zorlanmadım. Sekiz odalı küçük otel, zeytin, incir, badem, fıstık ağaçlarının, katır tırnaklarının, mevsiminde pembe mor çiçekler açan anemonların arasına saklanmıştı. İda'nın yükseklerinde serin bir nefes gibiydi.
İDA'NIN SESLERİ
Önce otelin hem baş aşçısı hem de her şeyi olan Erhan Şeker'le karşılaştım. O bana odamı gösterdi. Böylesine temiz, böylesine şirin bir odaya çok az otelde rastlamıştım. Arka kapıdan, badem ağacının gölgelediği küçük bahçeme çıkıp, İda'nın seslerini dinledim. Üstümü değiştirip, üst bahçeye doğru bir gezintiye çıktım. Bahçenin ortasındaki masada, otelin sahibesi Menend Kurtiz'i salça karıştırırken yakaladım. Bir çay kaşığı ile taze salçanın tadına baktım. Havadaki nefis kokuyu izleyerek arka bahçeye geçip, Erhan Şeker'in incir pekmezi kaynatmasını seyrettim.
Mutfakta akşam yemeğinin ip uçlarını araştırırken, birden sahneye kafasında mor bandanası ile Tuncel Kurtiz'in çıktığını gördüm. İki eski dost gibi sarıldık, öpüştük. O beni bilmese de ben onu yıllardan beri tanıyordum. Sahnede alkışlamış, beyaz perde de izlemiştim. Beni otelin barına götürüp, malt viskileri gösterdi ve buyurdu: 'Seç'... Buyruğa uyup oyumu is kokulu Talisker'den yana kullandım. Tuncel hoca şişeyi, bardakları kaptı, Miles Davis'in trompetini serbest bıraktı. Hep beraber bahçede, zeytin ağacının altındaki masada oturup, ilk kadehler bitinceye kadar sessizce İda'dan Ege'yi seyrettik. O an göz ucuyla masadakilere bakınca, antik çağın tanrılarına benzediğimizi gördüm.
Sonra hoş beş başladı. Tuncel ve Menend çifti kendileri için yaşamaya karar verince, kentten kaçıp Çamlıbel'e yerleşmişlerdi. Şimdi, otelin sekiz odasını doldurup boşaltan dostlarıyla birlikte, huzur içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı.
UNUTULMAZ ZİYAFET
Konuşmalar sırasında, yaz aylarında yemek kursları düzenlendiğini öğrendim. Erhan Şeker konuklarına bu kurslarda yöre mutfağının inceliklerini, yöre otlarını lezzetli yemeklere çevirmeyi öğretiyordu. Menend Kurtiz sözü aldığında -Tuncel Hocadan sözü almak hiç de kolay değildi- otellerinde yemeğin bir şölene dönüştüğünü, sofralarının yeşilin her tonundan nasibini aldığını söyledi. Bunun doğruluğunu yediğim akşam yemeğinde gördüm: Kabaklı börülce, tahinli patlıcan kızartması, susamlı çipura, zeytinyağlı yeşil domates, kabaklı çırpma, arap saçıyla enginar kavurması, zeytinyağlı kabak... Yıldızların da seyrettiği bu ziyafetin bitmesini hiç istemedim.
Sabah kuş sesleriyle uyandım. Kurtiz çifti çoktan uyanmış, kahvaltı masasını bir tabloya dönüştürmüşlerdi. Kahvaltıdan sonra Tuncel Kurtiz projelerini anlattı. Tiyatro atölyesi kuracağı yeri gösterdi, düzenlediği Çamlıbel Şenliği'nin kasetlerini seyrettirdi. Gitmeden önce Menend hanımın mini butiğine uğrayıp, kendisinin yaptığı buram buram İda kokan renkli sabunlardan aldım. Dağdan aşağı inerken, Tuncel Kurtiz'in Homeros'un torunu olduğunu keşfettim. O da dedesinin dedesi gibi bin pınarlı bu dağlara gelmiş, çoluğa çocuğa dağın masallarını anlatmaya koyulmuştu. O, bu dağlardan yaşam almıştı, bunun karşılığında da etrafına bilgi dağıtıyordu.
Zeytinbağı Oteli, yüreğimde ayrı bir köşeye yerleşti. O güzellikleri biraz daha uzun yaşamak, lezzetleri bir kez daha tatmak için 'bir daha gidilecek'ler listesine Zeytinbağı'nı da yazdım.
ORMANDA YÜRÜYÜŞ
Edremit'e gelince Kalkım istikametine saptım. Kızılçam ormanlarının içinden geçen bu yol, Kaz Dağları'nın çevrelediği yeşil çanağa doğru gidiyordu. İçlere doğru ilerledikçe termometrenin derecesinin hızla aşağıya indiğini gördüm. Sahilde 26 derece olan sıcaklık, iç kesimde 14 dereceye kadar düşmüştü. Yine de pencere kapatmadım. Zirvelerde efsanelerle oynaşan soğuk rüzgarın okşamalarıyla ürperdim.
İlyada Otel'e daha önce gelmiştim. Ormanın içinde kaybolmuş bu küçük ve şık otel, daha çok Avrupa'dan gelen domuz avcılarını ağırlıyordu. Bu sefer otelde kimsecikler yoktu. Üstüme bir kazak giyip, nereye gittiğini bilmediğim orman yoluna kendimi emanet ettim. Ağaçkakanların gaga darbelerini, adını bilmediğim kuşların seslerini dinleye dinleye ormanın derinliklerine doğru yürüdüm.
Bir süre sonra kendimi bir böğürtlen tarlasında buldum. En olgunlarını özenle toplayıp, böğürtlenin mayhoş tadını damağıma sıvadım. Öylesine keyiflendim ki arada bir gelip geçen yeşerti yağmurlarına bile aldırmadım.
Otele döndüğümde gözlerimin yeşile, kulaklarımın kuş seslerine, ciğerlerimin de çam kokulu temiz havaya doyduğunu hissettim. Geriye bir tek midem kalmıştı. Onu da lezzetli bir akşam yemeği ile susturdum.
Ertesi sabah erkenden dönüş yoluna çıktım. Tarlaların kenarında durup, küçük bir çuvalı kırmızı çarliston biber, yeşil domates, taze fasulye, ilk defa gördüğüm yarım metre uzunluğundaki börülceyle doldurttum. Dalından toplanan bu sebzelerin parasını öderken, kentte ne kadar kazık yediğimizi veya üreticinin nasıl kandırıldığını fark ettim.
Gelmişken bir de Manyas'a uğrayayım deyip yolumu uzattım. Ama tatlı kelle lorunun, Mihaliç peynirinin buna değeceğini biliyordum.
Kısa ama keyifli bir yolculuk yapmıştım. Kentin hercümercine, Tuğrul'un yokluğuna bir süre daha katlanabilirdim.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2003
Tuğrul Şavkay aceleci değildi. Yazılarını hep son dakikada verir, havaalanlarına hep en son dakikada gelir, randevularına hep gecikirdi. Ama nedense son yolculuğuna çıkmak için çok erken davrandı. Herkesi şaşırtıp vaktinden önce gitti. Tuğrul Şavkay'ın arkasından yazı yazacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Öyle çok şey daha aklımın ucundan geçmezdi ki. Örneğin onun adını andıktan sonra ‘Allah rahmet eylesin’ demek, onun tabutunun karşısında saf tutmak... Bunları rüyamda görsem, biliyorum ki ter içinde yatağımdan fırlardım. 20 yıllık bir arkadaşımın, hele hele Tuğrul Şavkay'ın ölümüne hiç inanasım gelmiyor -ölüm doğum kadar gerçek olsa da. Zaten inanmak da istemiyorum. Onun yaramaz çocukları andıran hınzırca gülüşünü, ‘Müdür dinle’ diye söze başlayıp ağzından bal damlatmasını, iki elini arkada birleştirip kent sokaklarında kalender kalender yürüyüşünü, Şerlok Holmes'i andıran paltosunu ve şapkasını ne kadar sevdiğini, lezzetli bir yemeğin karşısında kendinden geçmesini, hatalı Türkçe kullananlara ne kadar öfkelendiğini ve diğer meziyetlerini -o kadar çok ki- hep hatırlayacağım.
Tuğrul'la yaklaşık 20 yıl önce tanıştım. Ben Hürriyet'in bir ilavesini yönetiyordum, o da haftalık yazılar yazıyordu. İlk tanışmamızda bana ‘müdür’ dedi, sonra hep öyle seslendi --ölünceye kadar. Tuğrul yazılarını son dakikada verirdi. Her defasında yazı gelmeyecek endişesine kapılırdık. Onun için elimizde yedek bir konu bulunurdu. Ama son saniyede Tuğrul, yüzündeki hınzırca gülümsemeyle kapıda görünür ve yazısını teslim ederdi.
Tuğrul hep geç kaldı. Randevularına yetişemedi, yazılarını geç verdi, uçakları kaçırdı... Ama çıktığı ebedi yolculukta bu kuralı bozdu ve ilk defa vaktinden önce gitti. Keşke bir kez daha geç kalsaydı. Nasılsa onun bu huyuna alışmıştık.
Tuğrul'la sık sık, iç ve dış gezilere giderdik. Bu ekteki sayfalarımız genellikle karşılıklı geldiği için, aynı şeyleri yazmama konusunda özen gösterirdik. Uçakta veya otobüste yan yana oturup konuları bölüşürdük. Yeme-içme ona kalır, coğrafyayı ise ben üstlenirdim.
Bu gezilerde onun bilmediğim birçok yönünü öğrendim. Örneğin din konusunda uzman denecek kadar bilgiye sahip olduğuna, bu gezilerin birinde şahit oldum. Kuran-ı Kerim'i, Eski ve Yeni Ahit'i birkaç kez okumuştu. Okumakla kalmamış, neredeyse sure sure, bab bab ezberlemişti. Konuşmalarını dini metinlerle süslemeye bayılırdı. Bu bilgisiyle insanları şaşırttığını bilir, bu da çok hoşuna giderdi. İşte o zaman dudaklarına çocuksu bir gülümseme otururdu -yaramaz çocuk gülümsemesi.
RAHİBİN GÖZYAŞLARI
Bir keresinde, Ren Nehri'nin kıyısındaki bir lokantada yemek yiyorduk. Rehberimiz eski bir din adamı idi. Tuğrul'la dinler üstüne koyu bir sohbete daldılar. Şavkay Kuran'dan Eski Ahit'e oradan İncil'e geçiyor, sureleri, babları ezbere okuyup eski din adamına adeta ders veriyordu. Yemeğin sonunda rehberin yerinden kalkıp, gözyaşları içinde Tuğrul'a sarılışını hiçbir zaman unutamayacağım. Aynı şey Amerika'da, Nashville kentinde de başımıza gelmişti. Orada da dini bütün bir Amerikalıyı İncil yorumlarıyla şaşkına çevirmişti.
Tuğrul'un keyif aldığı bir başka alışkanlığı da, Divan edebiyatından şiirler okumaktı. Konuşmalarını bu ağdalı Osmanlıca dizelerle süslemeye bayılırdı. Yine bir gezimiz sırasında, bindiğimiz gemi Loreley kayalıklarının önünden geçerken, güvertenin ortasında durup, Heinrich Heine'nin ‘Loreley Kayalıkları’ adlı şiirini Latince söylemeye başlamıştı. Güvertedeki herkes susmuş, şiir bitince Tuğrul'u alkışlamışlardı. O an arkadaşımla çok gururlanmıştım.
Şavkay, kadınlara karşı oldukça nazikti. Onlara her zaman ve her yerde şövalyece yaklaşmak gerektiğini sık sık dillendirirdi. Kadın tanıdıkları ile karşılaştığı zaman onların elini sıkmaz, nazikçe parmaklarının ucundan öperdi. Beğendiği şeyleri güzel kadınlara benzetmekle ünlüydü. Örneğin şarabı...
CLAUDIA SCHIFFER
Tuğrul, içinde benim de bulunduğum bir grup arkadaşla Şarap Dostları Derneği'ni kurmuştu. Ayda bir bu dernekte toplanıp, şarabı öğrenmeye çalışıyorduk. Güzel bir şarap içtiğimizde Tuğrul hemen söz alıp, bu şarabın o zamanların ünlü mankeni Claudia Schiffer'a benzediğini söylerdi. Bu benzetme yıllar boyu devam etti. Geçen yılın son tadımlarından birinde bir arkadaşımız, Claudia'nın artık yaşlandığını, genç bir manken bulmanın zamanı geldiğini hatırlattı. Tuğrul yaz boyu bu konuyu çalışacağını ve bu yılki tadımlarda yeni bir manken ismiyle karşımıza çıkacağını söyledi. Ve sözünde durmadı. Şimdi onun yerine biz, şarapları benzetecek güzel bir manken bulup, Tuğrul'un ruhunu şad edeceğiz.
Tuğrul Şarap Dostları Derneği'nin kurucusuydu. Vefatından kısa bir süre önce de, damıtılmış içkilerle ilgili bir dernek kuruluşu için çalışıyordu. Derneğin henüz adını bulamamıştı. Soranlara ‘Ağır Alkol Derneği’ diye yanıt veriyordu. İçki ile bu kadar yakınlığı olan Tuğrul aslında pek içki içmezdi. Belki bir iki kadeh iyi bir şarap, bir duble malt viski... Ama yemek konusunda boğazını tutmayı beceremezdi. Onun Dublin'de, koca bir tencere Irish Stew'e kaşık sallamasını, Kahramanmaraş'a giderken yol üstündeki bir ocak başında, şiş kebaplara nar ekşili soğanı katık ederek yemesini, can dostu Osman Serim'le, İstanbul-Bodrum arasında yaşadıkları yemek macerasını ve diğer yemek serüvenlerini hiçbir zaman unutmayacağım.
YESEK DE YEMESEK DE
En son birlikte Selanik'e gitmiştik. İpsala sınır kapısında pasaport muameleleri yapılırken ortadan kaybolmuştu. Bir süre sonra bir köşeden başını çıkartıp beni çağırdı. Yanına gittiğimde, elinde koca bir tostu yerken gördüm. Eşi Esen haklı olarak yemesine karşı çıktığı için, karnını gizli gizli doyuruyordu. Tostun bir parçasını kopartıp bana verdi. İtiraz etmeden aldım, sonra Tuğrul'a dönüp, ‘Yiye yiye öleceğiz’ dedim. Tuğrul dudaklarındaki hınzırca gülümsemeyle, ‘Aldırma be müdür, yemezsek bu sefer de açlıktan öleceğiz. Bari karnımız doysun’ dedi. Sonra iki gün boyunca Selanik'te, onun önerdiği Girit zeytinyağlarına ekmek bandık, doya doya ‘komşu’nun tadına baktık.
Tuğrul yeme-içme konusunda alakalı alakasız hemen her şeyi bilirdi. Örneğin dünyanın en pahalı yemeğinin, Çin'de pişirilen ‘Kuş Yuvası’ olduğunu ondan öğrendim. Bu yemek Malezya'da, deniz kıyısındaki falezlerde yuva kuran kaya kırlangıçlarının etiyle yapılıyordu. Ağırlıkları 15-20 gram olan bu kuşları yakalamak uğruna, her yıl onlarca insan ölüyordu. Yemek masaya getirilince garsonlar yemeğin kokusu uçup gitmesin diye, müşterilerin üstünü büyükçe bir bezle örtüyorlardı.
Et güvercinlerini şişmanlatmak için kuru bezelye yedirildiğini, kuşların 70-80 derecelik alkol içirilerek öldürüldüğünü, alkolle karışmış kanından yemeğin sosunun yapıldığını ve dünyanın en lezzetli ve kaliteli kayısısının Nepal'de yetiştiğini, diğer bütün garip -ama faydalı- bilgileri hep Tuğrul'dan öğrendim. Nepal'e giderken bana kayısı ısmarlamıştı. Aramış taramış ama bulamamıştım. Dönüşümde çok kızmıştı bana. O muhteşem kayısıya bu kadar çok yaklaşıp onu bulamayışımı uzun süre affetmemişti. Tuğrul öğrenmeyi ve öğretmeyi çok severdi. Şimdi ben de çoğu kişi gibi öğretmensiz kaldım.
DİL UZMANI
Tuğrul'la iki şeyde anlaşamazdık. O, çayın İngiliz usulü demlenmesini savunurdu. Yani çay, sıcak suda 4 dakika bekletilip servis edilmeliydi. Ben ise bizim usulü savunurdum. Bir de Tuğrul, Jamaika'nın ünlü ‘Blue Mountain’ adlı kahvesine bayılırdı, ben ise onun tadının bulaşık suyuna benzediğini söylerdim. Anlaşamazdık ama kavga da etmezdik -Tuğrul kavga bilmezdi.
Tuğrul yeme-içme konusunda ünlenmişti ama, onun iyi bildiği konuların başında Türkçe gelirdi. Doktora tezinin konusu da dil devrimi idi. Daha sonraki yıllarda bu tezi kitap haline getirmişti. Bu değerli eseri çantasından çıkartmasını, kapağına uzun uzun bakmasını, benim için imzalamasını seyrederken, yüzünün tüm hatlarına oturan gururu gördüm ve böyle bir arkadaşım -kardeşim- olduğu için gururlandım.
Tuğrul için ne yazılsa, ne kadar yazılsa yazı yine yarım kalır. Çünkü Tuğrul bitmek bilmez. Onun için yazmayı hiçbir zaman aklımın bile ucundan geçirmediğim bu yazıyı burada bitirmek istiyorum. Güle güle Tuğrul. Kadehleri senin için kaldırıp, her lokmada adını anacağız.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2003
Eğer havalar iyi giderse İstanbul'da eylülün tadına doyum olmaz. Yaz kaçakları kente dönüş yapar. Hasret giderme bahanesiyle akşam kaçamakları başlar. Kahveler, restoranlar, meyhaneler canlanır. Esas heyecan ise denizdedir. Çünkü palamut balıkçı tezgahlarını doldurmaya başlamıştır. Geçen hafta bir yere gitmedim. Günlerimi İstanbul'un ıslak sokaklarında geçirdim. Özellikle de Boğaz'ın kıyılarında. Aslında sonbaharda İstanbul'u çok severim. Yağmurun yıkadığı yeşil tepeler -az kalsa da- bir başka güzel görünür. Gökyüzünde tatlı bir telaş başlar. Bulutlar küme küme Karadeniz'den Marmara'ya, Trakya'dan Bolu'ya doğru bir gider bir gelir. Leylekler Adalar'ın üstünde sözleşir. Döne döne toplanıp, gitme vaktinin geldiğini bildirirler. Bu aynı zamanda İstanbul'la vedalaşmadır. Onları görünce yazın sonunun geldiğini anlarım. Yaşamımda bir mevsim daha bitmiştir artık.
Esas önemlisi İstanbul'da balık mevsimi başlamıştır. Zaten İstanbul'da her ayın bir özelliği yok mudur?.. Her yeni ay bir olayı işaret etmez mi?...' Her İstanbullu az çok şairdir' diyen Ahmet Hamdi Tanpınar, 'Beş Şehir' adlı eserinde bununla ilgili şöyle yazar:
'Teşrinler geldi lüfer mevsimi başlayacak yahut nisandayız Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı. Takvim onlar için Heziod'un Tanrılar Kitabı gibi bir şeydi. Mevsimler ve günleri, renk ve kokusunu yaşadığı şehrin semtlerinden alan bir yığın hayal halinde görürdü.'
Balık mevsiminin başlangıcında İstanbul'da bulunmaya nedense dikkat ederim. Sanki ben olmazsam Boğaz'dan balık geçmezmiş gibi... Aslında balık mevsiminin açılışından sade vatandaşın pek haberi olmaz.
BALIK ŞENLİĞİ
Halbuki ben bu açılışın oldukça tantanalı olmasını dilerim. Bütün dünyanın katılacağı şenlikler hayal ederim. Boğazın bayram yerine dönmesini isterim. Dünya Tiyatrolar Günü'nde tüm tiyatroların ücretsiz oyun sergilediği gibi, tüm balık restoranlarının bedavaya yakın fiyatlarla müşterilerini ağırlamasını arzu ederim. Hatta o gün 'bol balık' dileği ile Boğaz'ın serin sularına çiçekler atılmasını isterim.
Hayallerimi daha ötelere taşıyıp, İstanbul Müzik Festivali gibi, İstanbul Balık Şenliği'nin de tüm dünyada bilinmesini düşlerim. O hafta tüm müzisyenlerin Boğaz kıyılarında 'Hoş geldin Balık' konserleri düzenlenmesinin ne kadar hoş olacağını düşünürüm. Bu arada kaybolan balık cinslerinin tekrar Boğaz'a döndürülmesi için kampanyalar açılmasını, çalışmalar yapılmasını arzu ederim.
Hatta daha ileri gidip 'Balıkçı Güzeli' seçilmesini de öneririm. Aslında bu önerimin ilham kaynağının, Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'nde okuduğum bir madde olduğunu itiraf etmem gerekir. 'Balıkçı Güzeli' maddesinde Koçu şunları yazmaktadır:
'Balıkçı, gece ve gündüz, yaz ve kış deniz üstünde, hayatın en çetin mihnet ve meşakkatlerine göğüs geren bir kahraman tipidir. Boyu, bosu ve yüz çizgileriyle erkek güzeli bir nevcivan balıkçı, güneşin, acı deniz suyunun ve sert rüzgarların tavladığı, kızıl bakır derili bir şehbaz ve şehlevenddir. Sadi Yaver Ataman balıkçı güzeli için şu kıtayı yazmıştır:
Balıkçı güzeli salıverir ağı
Görenin erir yüreğinin yağı
Yıpratır deniz pek tez geçer çağı
Yem eder aşıkı takar oltaya...
Yukarıda yazdıklarım -düşlediklerim- hiçbir zaman gerçekleşmez. Eylül, sıradan bir aymış gibi başlar.
TAVALIK PALAMUT
Ben kendi adıma eylülün başlarında İstanbul'da kalıp, kendimin uydurduğu ritüelleri yerine getiririm. Günlerimin çoğunu Boğaz kıyısında geçirip -örneğin Bebek Kahvesi'nde, Hisar'da, Beylerbeyi'nde- milyonlarca göçmen balığın bir aşağı bir yukarı gitmesini -görmesem de- seyrederim. Murat Belge'den öğrendiğime göre, balığın Boğaz'dan kuzeye çıkışına Yunanca deyimle 'Anavasya', güneye inişine ise 'Katavasya' denir. Bebek Parkı'ndaki çingeneden aldığım beyaz karanfilleri, iskelenin yanından tek tek denize fırlatıp, Anavasya veya Katavasya yapan göçmen balıklara selam veririm.
Balıklar İstanbul'a hep birlikte üşüşmezler. Bir geliş sıraları vardır. Bunu Murat Belge 'Tarih Boyunca Yemek Kültürü' kitabında şöyle anlatır:
'Yaz ortalarında çingene palamudu ortaya çıkar. Hızla büyüyen çingene palamudunun irileşmiş hali de yağsız olduğu için en iyi tavaya gider. Ancak sonbahardan başlayarak ızgara kıvamına gelir. Büyüdükçe adı değişir. Altıparmak olur, Zindandelen olur, sonunda Torik olur; o zaman lakerdası da yapılır. Ama eskisi gibi bol torik kalmadığı için ben ızgarasını yemeye can atıyorum.
Palamudu lüfer izler. Lüfer genellikle, büyük bir balığı kovalayarak gelir. Örneğin zargananın ardındaysa, oltacılar için zargananın fiyatı adamakıllı yükselir. Lüferin adı da boyuna göre değişir: Küçükken Defne Yaprağı'dır sonra Çinekop olur, sonra da Sarıkanat. Lüfer boyunu geçince Kofana denir...'
Boğaz'ın suyu soğuk olduğu için burada oyalanan balık iyice yağlanır. Egeli balıkçı çipurasına, Karadenizli hamsisine, Akdenizli lağosuna toz kondurmasa da, ben en lezzetli balığın Boğaz'da yakalananlar olduğunda ısrar ederim. Burada yağlanan balıkların, ızgaranın üstünde lezzetin doruklarına tırmandığını çok iyi bilirim.
AYLARA GÖRE BALIK
Balıkların İstanbul'a geliş sıralaması ansiklopedilere bile konu olmuştur. Tatlı dilli tarihçi Reşat Ekrem Koçu'nun yarım kalan muhteşem eseri 'İstanbul Ansiklopedisi'nde bu sıralama şöyle anlatılır:
'Ocak: Istakoz, tarak ve istiridye iyidir.
Şubat: Balıkların ekserisi yumurtalı olduğu için yenecek halde değildir. Levrek ve kefal yumurtalı olmakla beraber yağlıdır.
Mart: Tercihen yenilecek balıklar kefal, levrek, gelincik, barbunya, tekir, karagöz, iskorpit ve mercandır.
Nisan: Boğaziçi balıkçılarının Karadeniz'de avladıkları kalkanlar pek lezzetlidir. İstiridye tavsiye edilmez.
Mayıs: Kalkanın, pisinin ve kaya balıklarının en álá zamanıdır. Barbunya ve tekir yağsız ve lezzetsiz olur.
Haziran: Barbunyanın ızgara mevsimidir, tekir yağlıdır. Kırlangıç iyidir. Levreğin bilhassa kuyruk tarafının tavası pek lezzetli olur.
Temmuz: Sardalyenin asma yaprağı içinde ızgarasının tam zamanıdır
Ağustos: Barbunya ile tekirin en álá ızgara zamanıdır. Istakoz, midye ve çağanoz da güzeldir.
Eylül: Barbunya, tekir, lüfer, kofana, ispari, izmarit, kılıç, kefal bu ayda pek lezzetlidir.
Ekim: Barbunya ve tekirin en yağlı ve lezzetli zamanıdır. Lüfer pek yağlı olduğundan yalnız ızgara yapmalıdır.
Kasım: Balıkların hepsi lezzetlidir. Istakozlar çok dolgundur. İstiridye ve midye de pek lezzetlidir. Fakat Marmara ve Boğaz mahsulü olmalarına dikkat edilmelidir.
Aralık: Balıklar yağsızdır, çoğu yenmez. Uskumru yağlı ve lezzetlidir. İstiridye ve ıstakozun en álá zamanıdır.'
BOĞAZ'DA BALIK BOLLUĞU
Bu sıralamadan da anlaşılacağı gibi İstanbul'un çevresinde bir zamanlar çeşit çeşit balık tutulabilmekteymiş. Nitekim uzun yıllar İstanbul Balıkhanesi'nde müdürlük yapmış olan Karakin Deveciyan Bey, balıkhaneye gelen balıkları şöyle sıralar: 'Levrek, kefal, barbunya, torik, gümüş, istavrit, izmarit, uskumru, kolyoz, sardalye, lüfer, kalkan, pisi, dil, hamsi, kırlangıç, öksüz, iskorpit, hani, karagöz, mercan, sarıağız, istrongilos, mezgit, mersin, çina, çamuka, köpekbalığı, vatos.'
Fransız bilgini Pierre Gilles de, 1500'lü yıllarda yazdığı kitapta Boğaz'daki balık bolluğunu anlata anlata bitiremez:
'Boğaz'da balık o kadar boldur ki, bir kimse rasgele çok sayıda balık tutabilir. Balık tutmakta hüner sahibi olmayanlar, hatta çocuklar ve kadınlar evlerinde pencerelerinden sarkıttıkları sepetlerle balık tutabilirler. Balık tutmakta deneyimsiz olanlar da yemsiz olta iğneleriyle tüm Yunanistan'a ve diğer uluslara yetecek kadar palamut tutar. Boğaz'ın üstün nitelikli istiridyeleri pazar yerlerinde yığınlarla satılır. Eğer Boğaz'da oturanlar bol miktarda ete sahip olmasalardı, eğer balıktan hoşlansalardı, serbestçe balık avlayabilselerdi, tuttukları balığın yarısını vergi olarak vermekle yükümlü olmasalardı, Karadeniz'den inen tüm palamutları hükümdara ayırmak zorunda kalmasalardı İstanbul'un bütün pazarları balıkla dolup taşardı...'
İstanbul palamuda hoş geldin derken, manav tablaları da bundan nasibini alır. Yemyeşil kıvırcıklar, kırmızı turplar, demet demet rokalar, taze soğanlar, tavandan sarkan kırmızı soğanlar, manav tezgahlarını iştah açıcı muhteşem bir tabloya dönüştürür.
PALAMUT KÖFTESİ
İstanbul eylülde böylesine şen, böylesine lezzetli, böylesine güzeldir. Onun için bu ayda kentten uzaklaşmak zordur. 'Hoş geldin palamut' yazısının burasında kalemi Selim İleri'ye bırakmanın zamanıdır. Usta yazar 'Rüyamdaki Sofralar' adlı kitabında palamutla olan ilişkisini şöyle anlatır:
'1960'larda İstanbul'un denizleri sonbahar yaklaşırken palamut akınına uğrardı. Hanımların ve beylerin, evlerin ve lokantaların değişik değişik palamut yemekleri iştahlar açar, gönüller yakardı.
Palamut yemeklerinden biri de, palamut köftesiydi. Malzemesinde büyükçe bir palamudun, bir dilim ekmeğin, bir veya iki yumurtanın, bir baş soğanın, tuz, karabiber, yenibahar, tarçın, maydanoz, dereotu, un ve bir sap pırasanın yer aldığı bir köfte. Limonu da unutmayalım.
İncir yaprağı döşeli kıpkırmızı tablalarda sergilenen palamudu seçtikten sonra, balıkçınıza dörde böldürüyorsunuz. Eve dönünce, yıkayın, hafif limonlu, tuzlu, defneli suda haşlayın. Haşladıktan sonra suyunu iyice süzün, kılçıklarını, kara etlerini özenle ayıklayın. Beyaz etleri biraz didikleyin.
Rendelenmiş soğanı, incecik kıyılmış pırasayı sıvıyağda öldürün. Sıvıyağı mümkün olduğu kadar az tutun. Köftemizi ağırlaştırmayalım. Çukur kapta balık etlerini, soğanı, pırasayı, ekmek içini, yenibaharı, tarçını, tuzu, karabiberi, kıyılmış maydanoz ve dereotunu, kırdığımız yumurtayı, tümünü karıştırıyoruz. Adeta bulamaç haline gelinceye kadar.
Bulamaçtan alıp alıp yuvarlak köfteler yapıyoruz ve köftelerimizi yassılaştırıyoruz. Tavada sıvıyağ sıcacık, kızdı kızacak. Köfteleri una, çırpılmış yumurtaya buladık ve tavaya attık. Altı üstü pembeleşinceye kadar kızarttık. Servis tabağını limon dilimleriyle süslemiştik, köfteleri döşedik. Bol yeşil salatayla yenirse hem daha lezzetli olur, hem de hazmı kolaylaşır. Benden söylemesi...'
Son söz: Siz Ankara'da, İzmir'de, Bursa'da, Samsun'da, Bolu'da, Adana'da ve diğer kentlerde oturan gezginler. İstanbul'daki balık şenliğini kaçırmamanızı öneririm. Eylül bitmeden -Ekimin ilk haftası da olur- bir fırsat yaratıp İstanbul'a yolunuzu düşürün. Pişman olmazsınız. Bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2003
Yaylalar, cennet koylar, lezzetli yemekler derken nefes nefese kaldım. Onun için bu hafta nöbeti ATLAS Dergisi'ne devrediyorum. Türkiye'nin en güzel dergisinde bu ay yine birbirinden ilginç konular var. Bunlardan biri de yıllar boyu uygarlıkların paylaşamadığı, Anadolu'nun bağımsızlık savaşının ilk adımlarının atıldığı Ardahan. Bu bakir toprakların öyküsünü Tevfik Taş'ın kaleminden okuyacaksınız.
Bedenleri bugün bile güvenlik duygusu verecek denli güçlü görünen Ardahan Kalesi'nin yanı başında, taş evlerin oluşturduğu Halil Efendi ve Kale mahalleleri kentin tarihi çekirdeği. Ancak zamanla kent, çekirdeğini bırakıp Kura Nehri'nin öte yakasında serpilmiş. Türkçe tarihi kaynaklarda adı Kür diye geçen nehre bugün Kura deniyor. Yıkık dökük de olsa tarihi evlerin kimisi burada ve Alabalık Deresi'nin kenarında hálá yaşıyor. Ama semtteki evlerin çoğu, mimarisiz basit taş yapılar; yoksul ve toprak damlı.
Osmanlı'nın Rusya sınırındaki üç sancağı Ardahan, Kars ve Batum birçok bakımdan kader ortağıdır ve ‘Elviye-i Selase’ diye geçer tarihe. ‘Ardahan’ ve ‘tarih’ sözcüklerinin yan yana geldiği hemen her yerde duyulabilecek ikinci cümle ‘93 Osmanlı-Rus Harbi’ olacaktır. Öteki bütün uygarlıklar, bütün seferler ve savaşlar unutulmuştur. Tarih, bu savaşla başlar ve yine bu savaşın sonuçlarıyla da sona erer.
Hicri takvime göre yıl 1293 olduğu için, çoğunlukla ‘93 Harbi’ denilen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın sonunda Ardahan, savaş tazminatı olarak Rus İmparatorluğu'na bırakılmış. Tam kırk üç yıl. Ruslar, Ermeni Taşnaklar, Gürcüler... Direklere çekilen ve indirilen farklı bayraklar. Karşılıklı kıyımlar, göçler, gidip dönenler, gidip dönmeyenler.
Kura Nehri'nin iki yakasını birbirine bağlayan demir köprünün ucundan başlayan Atatürk Caddesi, Ardahan tarihinin hem bu kasvetli yanını gösteren yerlerden biridir, hem de kentin gelişim planını kavramak bakımından önemlidir. Ruslar, burada kalıcı olacaklarını düşündüklerinden olacak, Atatürk Caddesi'ndeki karşılıklı yapılmış tek katlı taş dükkánlar o dönemden kalma. Bu yapılar, insana Rus sınırında, oranın yapı kültürünü yansıtan bir kasabada olduğunu duyumsatıyor.
IŞIK YATAĞI POSOF
Kış aylarının yazdan çaldığı, Ardahan'ın iklim bakımından en şanslı ilçesi Posof. Şimdi, gökte delişmen bahar mavisi, yerde toprak içten içe cıvıldıyor. Posof, bir kasaba değil, rengárenk bir vadidir, ışık yatağıdır. Gürcülere, Selçuklulara ve Osmanlı'ya korumalık etmiş Kol Kalesi'yle aynı adı taşıyan Kol Köyü’nün yanında doğan Posof Çayı, Gürcistan'ı geçip Hazar Denizi'ne giderken, bölgeyi yıkayıp arındırıyor, vadileri ışıtıyor.
Özlem Özyurt ‘Arıcılık buranın tarihinde bakırcılık, bıçakçılık gibi başka zanaatlar kadar yer tutar. Bugün saf Kafkas arı ırkının mekánı olarak yine Posof seçildi. Çünkü doğa hem korunaklı hem de çok zengin’ diyor. Ardahan bir zamanlar, başka illerin karşısında övünecek denli büyük ormanlara sahipmiş. Dahası bütün Kars Havzası böyle. Bölge hakkında izlenimler yazan Türk Hukukçu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ormanı yağmalayanların işgalcilerden de aşağı olduğunu sezdiren, bir yaşlının şu sözlerini aktarıyor: ‘Moskof gelince ‘Herkese yakacağı odunu ben vereceğim. Ormandan keseni öldürürüm’ diye emir çıkarmış. Kırk yıl içinde eski ormanlar büyüdü. Fakat biz yine kaçak kesip duruyoruz. Ormanlarımız neredeyse bitecek.’ Ormanların böyle savunmasız olması mı, mülkiyet hırsı olanları cesaretlendiriyor acaba, bilmiyorum. Ama, Posof civarındaki ormanlar da dur durak bilmeden yağmalanmış.
Posof'tan yola çıkıp Ilgar Dağı'nı aşınca orman bitiyor. Damal'ın düz çayırları başlıyor, ağaçsız yamaçlar; geleneksel giysileriyle bezedikleri bebekleri kadar saf, çocuksu insanların toprağı başlıyor. Evliya Çelebi, eski adını ‘Bortekerek’ diye yazıyor buranın; Feridun Ababay, Kuzeydoğu Anadolu'nun Tarihi Coğrafyası adlı çalışmasında ‘Pertekrek’ diye. Damal ilçesi, neredeyse bütün köyleriyle Alevi inancına bağlı. Ardahan da bu özelliğiyle biliniyor. Onların da, Alevi inancından aldıkları yaşama tarzıyla övünmedikleri söylenemez. Ama, bence bundan çok, burayı diğer yerlerden ayıran, giyimi kuşamı ve bütün bunu dünyanın çeşitli yerlerinde temsil eden bebekleridir.
DAMAL'IN BEBEKLERİ
Damal'da bebek imal edilmiyor. Bebekler giydiriliyor. Damal bebekleri denildiğinde akla gelen ilk isim Fidan Atmaca oluyor. Burada doğup büyüyen Atmaca, çocukluğunda tahta parçalarını giydirerek kendi bebeklerini yapıyormuş. Gün gelmiş yerel giyim söz konusu olunca, herkes Fidan Hanım'dan yardım istemeye başlamış; genç kızların çeyizleri, tören giysileri için...
Derken, Atmaca'nın aklına otuz yıl sonra yeniden kendi yaptığı bebekleri giydirmek gelmiş. Tanımadığı bir adam 1990 yılında, bebeğini satmasını istemiş. O da satmış. Bebek, İzmir'de katıldığı bir yarışmada birincilik almış. Aynı bebek 1996'da Japonya'daki bir yarışmada da el emeği kategorisinde birinci olmuş. Ancak, Fidan Atmaca'nın bütün bunlardan hiç haberi olmamış.
Evliya Çelebi, Hanak ilçesinin eski adı ‘Haçerek’ diyor; Ababay ise ‘Haçrek’. İlçe olmadan önceki adıysa Orta Hanak. Buranın coğrafyasını, asıl olarak Cin Dağı'nın doğusundaki Karakale'den bakınca seviyor insan. Hanak Çayı, Komer köyünde doğuyor ve Cot Suyu'yla birleşinceye dek daracık yeşil vadilerden geçiyor. Zamanı olan, Vel Köyü’nü güneye doğru aşıp bir de Sevimli Kalesi'nden bakmalı Hanak'a. Aşağıda, akarsu bir yarımada çiziyor. İnsan bir kayanın ucunda hem yalnız, hem güvenli bakıyor.
BÜYÜLÜ ÇILDIR GÖLÜ
Çıldır'a gitmek için ara yollar var. Ama bir ilçeden ötekine araç bulmak her zaman olanaklı değil. Olanlar da bazen gitmeyebiliyor. Kimi kaynaklarda adı Zurzuna'dır Çıldır'ın. Bulutlar güneşin kaynağını açtığında su boyları, çayırlar içten içe buğulanıyor. Çıldır bir eyalet adıdır geçmişte, büyük ve kapsayıcıdır; en önemli merkezi Ahıska'dır. Ama bugün küçük, elden ayaktan düşmüş bir kasaba.
Elbette bütün bu meşakkatin en görkemli ödülü, Van Gölü'nden sonra, doğunun en büyük ve büyülüsü Çıldır Gölü'dür. Ortasında 2 bin 200 metrekarelik bir ada kent var. Akçakale Adası'nda eski çağlarda kimlerin yaşadığı iyi bilinmiyor. Bugün çeşitli kuş türlerinin yavrulayıp gittiği bir arkeolojik sit alanı. Su, etrafında yaşayan insanları etkiliyor. Çıldır, Ardahan coğrafyasının son derece sarp, yoksunluklarla dolu bir yeri. Ama bu suyun kenarında yaşayanlarda tuhaf, uhrevi bir enginlik var. Dönerken, Ardahan'ın akarsular, platolar ve kanyonlar bölgesi olduğunu ve bu yanının neredeyse keşfedilmediğini düşündüm.
Ardahan'dan ayrılmadan bir gün önce, Ramazan Tabyası'ndan son kez baktım huş ağaçlarından sonra derinleşen Ardahan ormanına. Son kez baktım Kura Nehri'nin zor baharı söyleyen renklerine.
ATLAS'TA BU AY
MEVSİMLİK HAYATLAR
En fazla iki ay kalabiliyorlar kendi köylerinde kendi topraklarında. Evlerini sırtlanıp, yılın on ayı iş peşinde koşuyorlar. Giresun'da, Ordu'da fındık; Çukurova'da, Ege'de pamuk topluyorlar. Niğde'de fasulyeyi, Konya'da pancarı diriltiyorlar. Ekiyor, suluyor, çapalıyor, hasadını yapıyorlar. Atlas, Anadolu'nun verimli topraklarına konup göçen mevsimlik tarım işçilerinin kaderine tanık oldu...
İRAN ZORHANELERİ
Zerdüştilikten günümüze binlerce yıllık bir gelenek. İyiliğe, cömertliğe, kahramanlığa açılan kapı. Ak saçlı dedelerin de, civanmert gençlerin de katıldığı bir kuvvet ve saygı gösterisi. Mürşidin zarbı ve ilahileri eşliğinde yapılan zor bir spor. İran'daki zorhaneler, tasavvufi inançlarla sporu kaynaştırıyor, katılanların ruhen ve bedenen gelişmelerinin, kendi nefislerini terbiye etmelerinin önünü açıyor. Atlas son sayısında zorhaneleri anlattı.
BURDUR GÖLLER HAVZASI
Güneybatı Anadolu'da dağların kuşattığı; suların, kuşların birbirine kavuşup kucaklaştığı bir havza. Derin göllerindeki tuzun beyaza boyadığı tarlalar haşhaş, anason ve kokusuz güllerle bezeli. Dünyanın dikkuyruk popülasyonunun yarısından fazlasını kendine çeken Burdur Göller Havzası'nda doğa da, insanlar da hayatı kendi içlerinde paylaşarak sürdürüyor. Birbirinden güzel fotoğraflarla havzanın öyküsü.
BEDEN
Ben bir bedenim. Benim bir bedenim var. Ve benim, başkasının gördüğü bir imge bedenim var. Avrupa'da, Türkiye'de, spor salonunda, Afrika'da, Sibirya'da, Ortaçağ'da, Lara Croft'ta, Amazon'da beden. Atlas son sayısında bu ilginç konuya yer veriyor.
Herkes düzgün, az çok kaslı bir bedene sahip olmak ister. Ama modern kültür bizi ‘mükemmel’ bir tipe, tüketime daha yatkın olmamızı sağlayacak bir ‘ideal’e benzemeye çağırıyor. İnsanoğlunun hayatına geçtiğimiz yüzyıl giren beden fantezisi, kadınlara ‘ince’, erkeklere ‘kaslı’ olmalarını öğütlüyor. Nedeni, nasılı Atlas'ın son sayısında.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2003
Geçen hafta hızlı ama keyifli bir yolculuk yaptım. Gökova'nın cennet koylarında maviye boyandım, lezzet duraklarında damak çatlatan yemekler yedim. Bol duraklı bu yolculuk sayesinde zahmetli yolculuklar için epey enerji topladım.Dağ, tepe, yayla derken birden denizi unuttuğumu hatırladım. Yaz bavulunu toplayıp gitme hazırlığında, ben ise ayağımı bile henüz denize sokmamışım. Aslında denizsiz yazlarım çok oldu. Ama ben denize girmeden, güneşe doymadan sonbaharı özleyemiyorum. Güneş altında, saatlerce kavrulan cinsten değilim. Sabahın erken saatlerinde, deniz çarşaf gibiyken girip, uzun uzun yüzerim. Daha sonra bir gölgeye sığınıp, güneş insafa gelinceye kadar kitap okumaya çalışırım. ‘‘Deli bellediğini beller’ hesabı, huyunu suyunu bildiğim yerleri tercih ederim. Kötü sürprizlerle karşılaşıp, kısacık keyif gezilerimin kabusa dönüşmesine asla izin vermem. Onun için yıllardan beri hep aynı yerlere giderim. İşi şansa bırakmam.Bu yıl da yolumdan sapmadım. Yayla turundan sonra ilk durağım, Marmaris-Datça arasında, Gökova'nın cennet körfezlerinden birinde, Bördübed mevkiinde, ormanların içinde kaybolmuş ‘Golden Key’ tatil köyü oldu. Orada, daha önce yola çıkan eşim ve dostlarımla buluşacaktım. ‘Golden Key’e tatil köyü dediğime bakmayın, orası küçücük bir sığınak. 12 saat süren 'sıcak' bir yolculuktan sonra vardığım köyde her şey yerli yerindeydi: Yani deredeki sazanlar, yılan balıkları, kaplumbağalar, kurbağalar, ağaçların arasında koşturup duran tavus kuşu, arada bir görünüp kaybolan tavşanlar, tabii ki çeşit çeşit kuş -çünkü orası kuşların yatağı. Ağustos böcekleri de nefeslerinin yettiğince bağırarak, tüm çevreyi cızırtıya boğmuşlardı. Odama çantaları atıp, kızıl çamların arasına gerilmiş hamaklardan birine uzandım. Akşam yemeğine kadar, yorgunluğun vücudumdan süzülüp gitmesini bekleyecektim. Hafif hafif sallanırken uyuya kalmışım. Rüyasız bir uyku... Eşimin sesiyle uyandığımda, alacakaranlık ormanı sarmıştı. Benim gibi buranın hayranlarından olan Mustafa ile Nazan, köyün yöneticilerinden Erdal ve Kudret ile anlaşıp, bana hoş bir sürpriz hazırlamışlardı. Akşam yemeğini, gündüzleri plaj olarak kullanılan yarımadada, denizin hemen kıyısında yiyecektim. Yemeğe dalga sesleri de katılacaktı. GÖKYÜZÜNDE DOLUNAYYarımadaya vardığımızda yemek masası hazırlanmış, meşaleler yanmıştı. Ada'nın yıllardan beri değişmeyen koruyucusu Yusuf'la hoş beşten sonra yemeğe geçtik. Gecenin ana yemeği, orta büyüklükteki deniz çipurasıydı -sarı yanaklarından anladım. Has zeytinyağı ile tatlandırılmış yeşil salata, ızgara sebzeler, tadımlık deniz börülcesi, yine tadımlık semizotu salatası. Bir tabak da, usta bahçıvan Beytullah'ın bahçeden topladığı taze incir... O gün ayın 14'ü idi. Gecenin geç saatlerine doğru karşı kayalıkların üstü aydınlandı. Gümüşi aydınlık daha sonra, Gökova Körfezi'nin karanlık sularında yansıdı. Denizin üstünde yakamozlardan ışıl ışıl bir yol oluştu. Sonra ay yüzünü gösterdi. Portakal rengini Marmaris üstünde soyunmuş, buraya çırılçıplak gelmişti. Lezzet şölenine bu görsel şöleni de katık edip geceyi bitirdim.Ertesi gün, yüzerek, kitap okuyarak -Kralın Kervanları-, deredeki balıklara ekmek atarak, hamakta sallanarak, gökyüzüne bakarak tembellik hakkımın tadını çıkardım. Akşamüzeri, Datça Yarımadası'nı gören bir tepede güneşi batırdık -bunu her yıl yapıyordum. Bu noktadan sessizliğin eşliğinde, güneşin batışını seyretmeye doyum olmuyordu. Çeşitli renklere boyanan gökyüzü, mor ve siyaha bürünmüş kat kat dağ silueti, altın yakamozların üstünden bir gölge gibi süzülen tekne, kızıllıklar arasında kanat çırpan beyaz bir martı, ‘renkahenk’ tabloyu daha büyülü kılıyordu.KOY KOY DATÇAO akşam yemeği Bozburun yolunda Selimiye'de, yat limanının hemen yanındaki Zuhal Hanım’ın restoranında yedik. Bir lezzet düşkünü olan Zuhal Hanım, mönüsünde yine en leziz yemekleri sıralamıştı. Ben seçim yapmakta her zamanki gibi zorlandım. Kendi tabağımı silip süpürdükten sonra, çatalımı masa arkadaşlarımın tabaklarına daldırıp çıkardım. Bir sonraki günün programında ‘mini mavi tur’ vardı. Hisarönü'nde Turgut Köyü'nden kalkan teknenin ilk uğrak yeri Tavşanlık Koyu oldu. Sordum soruşturdum, tavşan yaşamayan adaya neden bu adın verildiğini öğrenemedim. Daha sonraki uğrak yeri olan Dişlice Koyu'nda, suların rengini tarif etmekte zorlandım. Açıkta boncuk mavisi olan su, kıyıda cam yeşiline dönüşüyordu. Biraz ötedeki küçük kumluklarda ise turkuvaz havuzlar oluşuyordu. Azı dişini andıran kırımızı kayalar, Akdeniz'den gelen rüzgara siper olmuştu. Fazla dayanamayıp bu renk cümbüşünün kollarına kendimi bıraktım. Nefesim kesilinceye kadar kulaç attım. Nefesim kesilmek bilmedi.Bir sonraki durak, mavi yolcuların cennet sığınağı Belcik Koyu idi. Ağaçların gölgesindeki yeşil sular da bir önceki koy gibi davetkardı. Cır, cır, cır... Ağustos böcekleri ağız birliği etmiş, ağustos sıcağını seslendiriyorlardı. Serin sudan çıkıp, teknenin gölgesine sığındım. Yattığım yerden, Gökova'nın renklerini düşündüm. Ana renk olan lacivert, zemindeki yosunun, kumun, çakılın etkisiyle bir tondan başka bir tona atlıyordu. Kamelya Adası'nda küçük bir koyda öğle yemeği molası verdik -taze nane, fesleğen ve domates soslu penne. Teknelerin hücumuna uğramış olan Manastır koyunu kıyı kıyı geçip, son durak olan Amerikan Koyu'nda demirledik. Bir işadamı bu adada Amerikalı eşine, taştan bir malikane yaptırdığı için koy bu adı almıştı. Uzun süre denize hasret kalacağımı bildiğim için, koyun şırıl şırıl suyunda uzun uzun yüzdüm. Tekneye çıktığımda, tüm benliğimin maviye boyandığını hissettim. Yolculuğun başladığı Turgut Köyü'nde, istemeye istemeye tekneden ayrıldım. Ama ruhum orada kaldı. İki gün sonra ‘Golden Key’e veda ettim. Bahçıvan Beytullah, konserve kutularına ektiği begonyaları, boru boru mavi çiçek açan zakkum fidanlarını, bahçeden topladığı meyvelerle dolu sepeti bagaja itinayla yerleştirdi. Hedefimizde Çeşme ve Alaçatı vardı.Selçuk'ta otoyolu terk edip, direksiyonu Tire'ye doğru çevirdim. Niyetim Mustafa ile Nazan'a, Kaplan Köyü'nde ziyafet çekmekti. Kıvrıla kıvrıla çıkan dağ yolu baharda daha güzeldi. Çünkü o mevsimde yeşil daha parlak, papatyalar diz boyu idi. Şimdi ise acımasız sıcak, dağı taşı sarartmıştı. Kaplan Restoran'da bizi Hürmüz Hanım karşıladı. Lütfü Tire'ye inmişti. Otun en az olduğu dönemde Hürmüz'ün neler hazırlayacağını merak ettim. Biraz kabak çiçeği dolması, biraz marul yemeği, soya soslu küçük kabak -Girit kabağı-, zeytinyağlı sarma, yoğurtlu pazı, karpuz büyüklüğünde domates dilimleri, tabii ki keşkek, domates soslu Tire kebabı, biraz soğanlı köfte. Bu nefis yemeklerin üstüne de kıtır kıtır karpuz reçeli ile karadut marmeladı ile tatlandırılmış lor peyniri geldi -Tire'nin tatlı loru insana parmaklarını yedirir. Muhteşem manzara eşliğinde yediğim bu yemeklerden sonra direksiyona oturmaya cesaret edemedim, bu zor görevi eşime devrettim.ÇEŞME'NİN GÜRÜLTÜSÜÇeşme ve Alaçatı, tatil dönemlerinde hiç ihmal etmediğim ikili. Çeşme'nin medeni görünümü, Dalyan'ın balık restoranları, birbirinden güzel koylar gelenleri kendine aşık eder. Bu gidişimde gürültünün biraz arttığını gözledim. Yol kıyısına sıralanan ilan panolarına bakınca, ünlü ünsüz bütün şarkıcı türkücü takımının Çeşme'ye akın ettiğini gördüm. Bodrum'dan sıkılanların, Çeşme'yi ‘Bodrumlaştırmaya’ çalıştıklarını gözledim. Onlar ki, cennet Bodrum'u gürültüye boğmuş, dağı tepeyi binayla kapatmış, güzelim koylarını kirletmiş, gürültüyü ayyuka çıkartmış, gerçek Bodrum severleri kaçırtmış, sonunda orayı terk edip, bozacak yeni yerlerin peşine düşmüşlerdi. Yeni adres Çeşme ve Alaçatı'ydı. Dalyan'da kaldığım Ontur Oteli pek hoşuma gitmedi. Binanın mimarisi, deniz kıyısı otelinden daha çok bir dağ otelini andırıyordu. Başta plaj bölümündeki servis elemanları olmak üzere, çalışanlar müşterilerle iyi iletişim kuramıyorlardı. Aslında böyle büyük, bol yıldızlı otellerde kalmak adetim değildir. Ama hiçbir yerde yer bulamadığım için burada konaklamak zorunda kaldım. Eleştirimin yanı sıra, otelin denizinin muhteşem olduğunu da belirtmekte yarar görüyorum.Alaçatı'ya ne zaman gitsem, daracık sokaklardaki taş evlerin bir kaçının daha minik bir otele, restorana veya kahveye dönüştüğünü görürüm. Bu sefer de öyle oldu. Yeni açılan küçük otellere hayran oldum. Hele zevkle döşenmiş birkaç restoran gördüm ki, sahiplerini bulup kutlamak istedim. Alaçatı yeni görünümüyle Bodrum'un ilk yıllarını andırıyordu. İçimden böyle kalmasını diledim.Hava ne kadar sıcak olursa olsun ne Çeşme'de ne Alaçatı'da bunalırım. Püfür püfür esen rüzgar, sıcağı hissettirmez. İnsan kendini burada, bir teknenin içinde yolculuk ediyormuş gibi hisseder. Bu güzelim beldede iki gün kaldıktan sonra, Mustafa ile Nazan'ı taş evlere emanet edip direksiyonu Cunda Adası'na - veya Alibey- doğru çevirdim. Çünkü Cunda'da Papalina mevsimiydi.Çeşme-Cunda arası hemencecik bitti. Erkenden adada oldum. Bilen bilir, Cunda'nın kıyısında sıra sıra lezzet durakları vardır. Onlar meze çeşidi konusunda birbirleriyle yarışırlar. Yaz akşamları hepsi de tıklım tıklımdır. Kadeh seslerinden, şen kahkahalardan geçilmez. Ben onlardan biri olan Nesos'a giderim -yıllardan beri. Sahipleri, Ahmet ile Murat adlı adalı iki kardeştir. Babaları da ünlü tostçudur. Arabası Taş Kahve'nin duvarına bitişiktir. Kardeşler bu yıl Rum evlerinin arasında, ada mimarisini bozmadan küçük bir otel yaptırmışlardı. Onun adını da Nesos koymuşlardı -ilgilenenlere: 266-327 1748. Ada manzaralı, temiz, konforlu bir oteldi. Odaya çantayı atıp, kıyıya indik. Sıkı bir pazarlıkla, Yakamoz'un kaptanını ikna ettik. Yakamoz, yeni Volvo Penta motoru ile bizi adaların arasında uçurdu, akvaryum gibi koylara götürdü.Benim aklımda fikrimde akşam vardı. Güneş elini eteğini çekerken denizin kıyısında bir masaya oturduk. Ardından mezeler sökün etti. Deniz kestanesinden, kalamar yumurtasına kadar. Say say bitmez ki... Her tabakta ayrı bir damak çatlatan geliyordu. Ama ben oyuna gelip midemi doldurmadım. Çünkü Papalina denen sardalye yavrusundan doya doya yemeye niyetlenmiştim. Yemekler bittiğinde gece de bitti.Ertesi gün dönüş yoluna çıkmadan önce kahvaltı masasını görünce, akşam çok yediğimi bir anda unuttum. Çeşit çeşit siyah, yeşil zeytin -sele, kırma, çizik-, sepet peyniri, teneke tulumu, eski kaşar, Ezine'den beyaz peynir, bahçeden domates, yeşil biber, has sızma zeytinyağı, masaya gölge yapan ağaçtan mor incir, bal, çeşit çeşit ev reçeli, bir de ev yapımı nefis börek... Kendimi tuttum, birkaç şeyin tadına bakmakla yetindim.Bu kısa ama yoğun yolculukla yaz tatiline nokta koydum. Yine kent, kasaba, dağ, bayır yollara düşüp, ilginç rotalar ve mekánlar bulmaya çalışacağım.
button
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2003
Geçen hafta Bolu'yu, Gerede'yi çevreleyen ormanlarda kaybolmanın keyfini yaşadım. Zümrüt yeşili ormanların çevrelediği yaylalarda, kentin gürültüsünden ve sıcağından uzakta yalnızlığın tadını çıkardım. Tatilciler deniz kıyılarında kavrulurken ben zirvelerin soğuk rüzgárlarıyla ürperdim. Bu geziye çıkmama, gazetede okuduğum bir haber neden oldu. Bolu valiliği ormanlar içinden geçen, yayladan yaylaya dolaşan bir güzergáh hazırlamıştı. Hafta sonları küçük maceralar peşinde koşmak isteyenler bu rotalara davet ediliyordu. Güzergáhın üstündeki köyleri kasabaları, Atlas dergisinin orman yollarını bile gösteren haritasında buldum. Görmediğim yerlerdi. En azından 'kentin sıcağında bunalmaktan iyidir' dedim. Ormanlık alanda kaybolma tehlikesine karşı da yoldaş olarak yanıma, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar'ı aldım. Zeki, yılın altı ayını dağlarda, tepelerde geçirdiği için yön bulma konusunda epey ustalaşmıştı.
Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktık. TEM'de pek araba yoktu. Olanlar da bir ok gibi yanımızdan fırlayıp gözden kayboluyorlardı. Telaşsız ve acelesiz bir yolculuktan sonra, rotanın bitiş noktası olan Gerede'ye geldik. Yolculuğa tersten başlama konusunda önceden alınmış bir kararımız yoktu. Benim aklımda başlangıç noktası olarak Gerede kalmıştı. Haritaya baktığımda öyle olmadığını gördüm. Gerisin geriye dönmeye üşendiğimiz için, yolculuğa buradan başlama kararına vardık.
Biz ilçenin sokaklarında dolaşırken, esnaf yeni yeni dükkan açmaya başlamıştı. Kapı önleri süpürülüyor, vitrinler gazetelerle parlatılıyor, sıcak ekmekler cam dolaplara yerleştiriliyor, dükkánların içindeki mallar, sergilenmek için kaldırımın üstüne diziliyordu. Laf aramızda, buraya gelmeye niyetleninceye kadar, Gerede'nin geçmişi hakkında pek bilgi sahibi değildim. Kaynakları karıştırınca şaşırıp kaldım. Burası geçen yüzyıllarda, gezginlerin uğrak yeri olmuştu.
PİSKOPOSLUK MERKEZİ
Örneğin bölgeye 1800'lü yılların ortasında gelen Fransız bilim adamı Charles Texier, 'Küçük Asya' adlı kitabında Gerede için şunları yazmıştı:
'Eski adından bazı şeyler muhafaza etmiş olan Gerede, hiç şüphesiz, İmparator Konstantin'in verdiği bir ad sonucu olarak daha sonra Flaviopolis adını alan eski Kratia şehridir. Bizans imparatorları zamanında Gerede, bir piskoposluk merkezi ve eyaletin başlıca şehirlerinden biriydi... Modern Gerede şehri oldukça büyük bir endüstriyel ve ticari hareketlilik görüntüsü sergiler. Şehirde yetişen çok sayıda keçi sürüsü, kentin önemli ihraç maddesi olan derinin temel maddesini sağlar. Koyun dericiliği de oldukça canlıdır. Şehir bahçelerle çevrilidir...'
Gerede'ye gelen bir başka ünlü gezgin de İbni Batuta olmuştu. Gerede sultanı Şah Beğ için, çok yakışıklı, iyi huylu ama biraz cimri diyen Batuta, 'Seyahatname'sinde kenti şöyle anlatmıştı: 'Gerdibolu bir dağ eteğinde, güzel ve büyük bir şehirdir. Çarşı ve caddeleri geniştir. En soğuk şehirlerden birisidir. Ayrı ayrı mahallelere bölünmüş olup, her mahalle halkı kendi arasında yaşar...'
Evliya Çelebi de Gerede'ye övgüler düzdükten sonra soğuk havasından yakınmıştı. Çelebi, buranın soğuğunun, Erzurum soğuğuyla eşdeğerli olduğunu belirtmişti. Ünlü gezgin arada bir yaptığı gibi biraz abartmış mıydı, yoksa gerçeği mi söylüyordu, bunu kestiremedim ama, Gerede'nin sokaklarında eski bilgilerin peşinde koşturup dururken üşüdüğümü hissettim. Zirveden kopup gelen soğuk sabah yeli, insanı serin serin okşadıktan sonra bir acele aşağıdaki ovaya, buğday başakları ile oynaşmaya gidiyordu.
KEÇİ KALESİ'NİN KEÇİLERİ
Direksiyonu Zeki'ye verip, ön koltuğa kuruldum. Araba, Gerede'nin yaslanmış olduğu dağa tırmanmaya başladı. Epey yükseldikten sonra durup, aşağıdaki ovayı seyrettik. Tarlalar sarıya boyanmıştı. Koyu sarı, altın sarısı, kahverengi... Ova, yamalarla kaplı bir örtü gibi, Köroğlu Dağları'na doğru uzanıp gidiyordu. Yol bir süre sonra ormanların arasına girdi. Toz-duman ama yeşil gölgeli bir yoldu. Birbirine omuz veren sedir ağaçlarının oluşturduğu vahşi orman görüntüsü, her türlü fanteziye açıktı.
Ortasında bir dumdum kurşunu deliği bulunan tabelanın gösterdiği istikamete saptık. İki kilometre sonra Keçi Kalesi’ni bulduk. Ovaya hákim bir tepede, ormanların arasında, avlusu sarı çiçeklerle süslü kalenin, ne kapısında ne de çevresinde herhangi bir bilgi kırıntısı vardı. Sonradan öğrendiğime göre, kale M.S 13-14. yüzyıllarda inşa edilmişti. Geçen yıllarla birlikte yıkılan surlar, 1995 yılında yeniden yapılmıştı. Onun için tarihi Keçi Kalesi'nin yerinde, bugün yepyeni bir kale duruyordu. Eskiye ait bir görüntü bulabilmek için, surların etrafında boşuna dolaşıp durdum.
Kaynaklarda kaleyle ilgili şu efsane yer alıyordu: 'Bir düşman saldırısı sırasında Geredeliler kaleye sığınırlar. Düşman, tüm saldırılarına karşılık kaleyi bir türlü zaptedemez. Gün geçtikçe kalede yiyecek-içecek tükenir. Geredeliler zor duruma düşerler. Bir gece kaledeki tüm keçilerin boynuzlarına birer mum bağlayıp, kalenin dışına salarlar. Düşman askerleri, gördükleri manzara karşısında dehşete düşerler. Ellerinde meşale olan yüzlerce Geredeli askerin, üstlerine doğru geldiğini sanırlar. Silahlarını, erzaklarını toplamaya fırsat bulamadan dağın eteklerine kadar kaçarlar. Geredeliler bu olaydan sonra kaleye, Keçi Kalesi adını koyarlar...'
ORMANLA KUCAK KUCAĞA
Tüm bu bilgileri Keçi Kalesi'nin duvarlarında dolaşırken bilmiyordum. Bilseydim keçilerin alev alev gidişlerini hayalimde daha iyi canlandırır, Geredelilerin zafer naralarını duyar gibi olurdum. Ama her şeyi İstanbul'a döndükten sonra ögrenebildim. Keçi Kalesi’ni çiçeklerle baş başa bırakıp, geldiğimiz yoldan zirveye doğru tırmanışımızı sürdürdük. Ormanla kucak kucağa giden yolun iki yanına dizilmiş ağaçları seyrederken, onların gökyüzüne doğru yarış ettiklerini fark ettim. Bulutlara önce değebilmek için uzanıp duruyorlardı. Zirvelerin sessizliğinde, ağaçların rüzgárla konuştuğunu da duydum. Hışırhışır bir konuşmaydı. Rüzgar bir ağaçtan diğer ağaca uçuyor, onları okşuyor, sarıyor ve sallıyordu. Pamuk pamuk bulutlar ise şekilden şekile girip aşağıdaki oyunu gökyüzüne yazıyorlardı.
Geçtiğimiz yaylanın Urumşu Yaylası olduğunu, çeşme başında çamaşır yıkayan yaşlı kadınlardan öğrendik. O güzelim yaylanın derme çatma evlerine bakıp kent ukalalıkları yaptık: Neden yapılarda ahşap kullanılmıyor? Neden inşaatlar özensiz? Neden tuğlanın üstü sıvanmamış? Neden sıvaların üstüne badana atılmamış? Neden Türk insanında estetik duygular gelişmemiş? Aynı masraf yapılarak ve aynı malzeme kullanılarak daha estetik evler yapılamaz mıydı?.. Bir oturuşta bir sürü soru üretip, yanıtını öğrenmeden Urumşu'dan ayrıldık.
YÖN GÖSTEREN OKLAR
Bolu Valiliği bu rotayı çizmekle iyi yapmış da, sapaklara yön gösteren okları koymayı unutmuş. Onun için gezimiz boyunca hep kaybolduk. Önümüze çıkan sapaklarda, sağa mı sola mı sapacağımızı kestiremedik. Ya Zeki'nin yön bilgisine güvendik, ya da yazı tura attık. Tabii çoğunlukla da yanlış yönlere gittik. Ormanda yol soracak kimse bulamadığımız için, saatlerce boşu boşuna dolaşıp durduk.
Urumşu Yaylası'ndan sonra da öyle oldu. Karşımıza dört yol ağzı geldi. Ben sola gidelim dedim, Zeki sağda ısrar etti. Sağa saptık, az gittik, uz gittik ama aradığımız gölü bir türlü bulamadık. Bir ağacın altında şekerleme yapan orman görevlisini uyandırıp ona sorduk. Tarif ettiği istikamete gittiğimizde de, kendimizi otoyolun kıyısındaki bir köyde bulduk.
Köyün imamı aptesini yarıda kesip, gölün yolunu uzun uzun anlattı. Onun tarifi, orman memurlarının yardımıyla sonunda Bürmük Gölü'ne kavuştuk. Küçük, şirin, etrafı ağaçlık bir göldü. Yeşil başlı ördekler avcı tüfeklerinden uzakta, içleri rahat, nazlı nazlı yüzüyorlardı. Kaybola kaybola hem yorulmuş hem acıkmıştık. Gölün kıyısında küçük ocağımı yakıp bir çay demledim. Gerede'den aldığım köy ekmeğinin yanına, köy peynirini katık yapıp öğle yemeğini hazırladım. Yoldaşım Zeki, böylesine lezzetli bir çay içmediğini söyledi. 'Benim değil gölün marifeti' dedim. Onun huzur veren görüntüsü, çayın demine karışmıştı. Yemekten sonra gölün kıyısındaki çimenlere uzanıp gökyüzüne daldım. Bulutların şekil şekil anlattığı yol öykülerini okumaya çalıştım. Zeki'nin dürtmesiyle şekerlememi başlamadan bitirip, arabadaki yerimi aldım.
Yaylalardaki gezintim burada bitmedi. Daha epey dolaştık durduk: Mengen'den Yeniçağa'ya, Dörtdivan'dan Sarıalan'a, Aladağ Gölü’nden Gölcük'e, Abant'tan ormanların içinden Düzce'ye... Hepsi haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2003
Termessos, hem arkeolojik hem de biyolojik olarak halen sırlarla dolu. Mütevazı bir insan gibi sessizce Güllük Dağı'nın bin metre yüksekliğindeki kartal yuvasını andıran doğal platformunda duruyor. Genellikle her ayın ilk haftası Türkiye'yi ve dünyayı Atlas Dergisi aracılığı ile geziyoruz. Bu hafta bu sayfada yer alan yazıları da Atlas'ın piyasada olan sayısından özetledim. Bu hem benim soluklanmama yardımcı oldu hem de sizlerin bilinmedik köşeleri keşfetmenize olanak sağladı. Bu hafta okuyacağınız mekánlar hakkında daha detaylı bilgi almak ve bir ay boyunca keyifli bir yolculuk yapmak istiyorsanız derginin son sayısını almanızı öneririm.
Bir Pisidia kenti olan Termessos, Güllük Dağı'nın eteklerinde, bin metre yükseklikteki doğal bir platformda yer alıyor. Kentin adındaki çift ‘s’ harfi, onun Anadolu insanları tarafından kurulduğunun dilbilimsel bir kanıtı kabul ediliyor. Yunan coğrafyacı Strabon'a göre Termessos sakinleri kendilerini Slymi olarak adlandırırlardı. Yaşadıkları dağa da verilen bu isim, sonraki yıllarda Zeus'la özdeşleştirilen Anadolu Tanrılarından Solymes'ten gelir. Termessos madeni paralarında genelde bu Tanrı'nın resmi vardı.
Termessos kenti, tarihte ilk olarak Büyük İskender'in meşhur kuşatması ile birlikte anılır. Termessos'un stratejik öneminin üzerinde duran eski tarihçi Arrianus, güneyde yer alan sekiz yüz metre derinliğindeki Yenice Boğazı gibi başa çıkılamaz doğal engellerden dolayı, kentin küçük bir birlikle bile savunulabileceğini belirtir. Pamphylia'dan Phrigia'ya geçmek isteyen İskender'in yolu, Termessosluların tuttuğu Yenice Boğazı'ndan geçiyordu. İskender, boğazı ele geçirip kenti kuşattı. Fakat kuzeyde alçak ve kolay geçitler varken, Termessos'a Yenice Boğazı'ndan saldıran İskender, sarp kayalardaki siperlere gizlenen kent halkının geçidi tutması sonucu ilk yenilgilerinden birini aldı.
FİLLERE KARŞI AT
İskender 319 yılında öldükten sonra, onun generallerinden biri olan Antigonos Monophtalmos, kendisini Anadolu'nun hükümdarı ilan edip, esas destekçisi Pisidia olan rakibi General Alcetas'a karşı savaşmak için hazırlanır. Antigonos'un, 40 bin piyade, yedi bin süvari ve sayısız filden oluşan kuvvetlerine karşı, atının üzerinde savaşan General Alcetas ve arkadaşları fazla direnemeyip Termessos'a sığınırlar. Termessoslular onlara yardım etme sözü verir. Fakat Antigonos şehrin önüne gelip düşmanının kendisine iade edilmesini ister.
Yabancı bir Makedon uğruna şehirlerinin felakete sürüklenmesini istemeyen Termessos'un yaşlıları, Alcetas'ın iade edilmesine karar verirler. Ama genç Termessoslular, Alcetas ve arkadaşlarına verdikleri sözü tutmak istediklerini ve savaşacaklarını söylerler. Yaşlılar baskın çıkar. Antigonos'a bir heyet yollanır ve Alcetas'ın bırakılacağı söylenir. Termessoslu gençler kenti gizlice terk ederler. Ve yakında tutsak olacağını anlayan Alcetas, düşmanın eline düşmeyi kabul etmeyerek kendi canını alır. Yaşlılar, Alcetas'ın cesedini Antigonos'a verirler. Üç gün boyunca cesede her türlü eziyeti yapan Antigonos, onu gömmeden bırakarak Pisidia'dan ayrılır. Termessoslu gençler, Alcetas'ın cesedini alıp saygı içinde kente gömer ve anısına bir anıt dikerler.
HAZİNE AVCILARI
Kentin güneyi, batısı ve kuzeyinde, çoğu şehir duvarlarının içinde yer alan geniş mezarlar bulunuyor. Bunlardan sütunlarla çevrili bir tanesinin Alcetas'a ait olduğu düşünülüyor. Ama ne yazık ki mezar, hazine avcıları tarafından yağmalanarak zarar gördüğünden hiçbir şey kesin değil. Bu mezarın bir kısmında ata binen savaşçı betimlemeleri bulunuyor.
Türkiye'nin en iyi korunmuş antik kentlerinden birini çevreleyen Termessos Milli Parkı, sadece adını aldığı antik Termessos kentinin arkeolojik özellikleriyle değil, yaban hayatıyla da Toros Dağları'nın en iyi doğal alanlarından biri. Bunun temel nedenlerinden biri milli parktaki habitat çeşitliliği. Parkın doğusundaki kızılçam ormanlarıyla kaplı düzlük alanlarda alageyik (Dama dama) gibi ender türler barınırken, kayalık dağlar tamamen dağkeçilerinin (Capra aegagrus) hakimiyetinde.
Milli parka komşu olan 34 bin hektar alan büyüklüğündeki Düzlerçamı Yaban Hayatı Sahası'nda, 1981 yılından başlayıp 1990'lı yılların ortasına kadar dağkeçisi avına izin verildi. Bunun yanında, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu'nda belirtilen ‘Milli parklar içinde tabii dengeyi bozacak her türlü orman ürünleri üretimi avlanma ve patlatma yapılamaz’ maddesine rağmen Termessos Milli Parkı sınırları içinde bile dağkeçilerinin vurulduğu biliniyor. Aynı yıllarda, bölgede karakulakların, dağkeçilerinin sayılarını azalttığı iddia edilmiş ve Türkiye'nin de taraf olduğu Bern Anlaşması tarafından korunan bu tür yok edilmeye çalışılmıştı.
KAÇAK AVCILAR
Toplam 773 erkek dağkeçisinin 1996 yılına kadar izinli olarak avlanması, milli park ve çevresinde bulunan dağkeçisi popülasyonunu kötü yönde etkiledi. Av sahasının misafirhanesinde bir metreden uzun boynuzlu, ölü bir tekenin ve canını alanın bir fotoğrafı var. Ünlülerle çektirilen fotoğrafta aranan prestiji, avcı kurbanının yanında bulmuş gibi gülüyor. İzinli avlanan hayvanlardan ayrı olarak, bölgede kaçak avlanan dağkeçisi sayısı ise bilinmiyor.
Milli parktaki 680 bitki türünden 80 tanesi yöreye endemik. Bunun yanında, belki de Türkiye'nin en sağlıklı karakulak (Caracal caracal) popülasyonlarından birine sahip olan Beydağları'nın kuzey ucundaki Termessos Milli Parkı, keşfedilmemiş yaban hayatı ve arkeolojik yapısıyla, Pisidialılardan Bizanslılara kadar pek çok halkı barındırmış uzak bir dünya parçası.
Amazon'un uzak köşesi
Amazon Havzası, 2020'ye kadar barındırdığı türlerin beşte birini kaybedecek. Ama bu dev alan içinde küçük ve uzak bir köşe, Ekvador'daki Kapawi bölgesi kendini yıkımdan korumaya çalışıyor. Zafer Kızılkaya yerlilerle birlikte yürütülen projeyi izledi ve yazdı.
Amazon, Güney Amerika'yı bir yağmur ormanı kıtası yapan, dünyadaki bütün tatlı suyun dörtte birini taşıyan nehir. Bir zamanlar Güney Amerika, Afrika'dan kopmadan önce muhtemelen Kongo Nehri'yle birleşikti. Binlerce yıl Büyük Okyanus'a doğru aktıktan sonra, And Dağları'nın yükselmesiyle artık değişmeyecek rotasıyla Atlas Okyanusu'na yöneldi. Ölçülerini hayal edebilmek o kadar zor ki, Brezilya'da okyanusa yaklaştığı bölgede iki kıyısı arasındaki mesafenin Londra ve Paris arasından daha uzun olduğunu söylemek belki yardımcı olabilir. Altı milyon kilometrekarelik Amazon Havzası, dünyadaki yağmur ormanlarının yüzde 33'üne sahip. Bununla beraber her dakika 10 hektara yakın alan, nehrin geçtiği değişik ülkelerde kesilerek yok oluyor. Amazon'a ait istatistikler, her konuda en yüksek sayılara sahip. En fazla canlı türü ve en hızlı yok edilen yağmur ormanları.
Amazon Havzası’nın en dokunulmamış köşelerinden birisi de Ekvador'da bulunan, Peru'ya sınırı olan Kapawi bölgesi. Bu alan adını kıvrıla kıvrıla akan ve Amazon'un kollarından Pastaza'ya dökülen Kapawi Nehri'nden alıyor. Burası biyolojik çeşitlilik açısından Amazon Havzası'nın en el değmemiş ormanlarına sahip.
KEŞFEDİLMEMİŞ DÜNYA
Amazon'un coğrafi keşfi 1800'lerden günümüze büyük ölçüde tamamlanmış durumda aslında. İçlerinde ünlü İngiliz doğa bilimci Alfred Russell Wallace'ın da bulunduğu çok sayıda bilim adamı Amazon Havzası'nı en uzak köşelerine kadar keşfetmeye çalıştı. Bugün neredeyse bütün küçük nehirler, göller ve değişik orman bölgeleri isimlendirilmiş durumda. Ama herhangi bir Kapok ağacının üzerinde hálá ortalama yüz yeni tür böcek keşfediliyor. Öte yanda, Amazon ormanlarını kesmek için başlayan yarış her geçen gün daha da hızlanıyor.
Latin Amerika ülkelerinin bozuk ekonomileri Amazon'da her gün yeni bir parçanın yok edilmesine neden oluyor. Bu zengin canlı barınağında yaşayan türlerin birçoğu daha insanoğlu tarafından keşfedilmeden dünyadan siliniyor. Hesaplamalara göre 2020 yılına kadar Amazon'da yaşayan türlerin beşte biri yok olacak. Onlarla birlikte birçok bilgi de. Özellikle tıp, çok önemli olabilecek ilaç kaynaklarını geri dönüşü olmayacak şekilde kaybedecek.
Birkaç cesur girişimci olmasaydı bugün Kapawi'yi büyük bir petrol arama şirketi satın almış olacaktı. Orman canlılarıyla beraber büyük olasılıkla Achuarlar da yurtlarını kaybedecekti. Her şeye rağmen Amazon'un dünyanın en canlı köşesi olduğunu hatırlamak için çok geç kalmış sayılmayız.
ATLAS DERGİSİ'NDE BU AY
Türkiye'nin tek coğrafya ve keşif dergisi Atlas son sayısında okuyucularına birbirinden ilginç konular sunuyor. Bir ay boyunca elinizden bırakamayacağınız dergiyi tükenmeden almanızı öneririm.
Aşiretler konağı ‘Siverek’
Şeyhler, ağalar, nüfusu 20 binlere ulaşan aşiretler... Arabasının tekerleğinden fırlayan taşları öperek, şeyhlerine kutsallık atfeden köylüler... Ne üzerinde çalıştıkları arazi, suladıkları pamuk, ne de kullandıkları traktör onların. Attıkları pusu, tuttukları nöbet, verdikleri oy da onların değil. Siverek ve köylerinde doğumdan ölüme hayat, aşiret ilişkileri içinde şekilleniyor.
Karanlıktaki dil ‘Karamanlıca’
Mezar taşlarına ‘Allah rahmet eylesin’ ve ‘Ya dost, bana ziyarete mi geldin’ yazan Hıristiyanlar... Arap harfli Osmanlıcayla XVI. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar yan yana yaşayan bir dil... Yunan harfleriyle yazılan Türkçe. Rumlar mübadeleyle Yunanistan'a göçünce Karamanlıca ve bu dilde yaşayan kültür de Anadolu'dan silindi.
Son Tırmanış ‘Uğur Uluocak'
Kendine hayatta bir rota çizdi. Kilometrelerce yükseldi, milimetrelerin hesabını yaparak. Bir yol gösterdi... İşaretlenmiş, fotoğraflanmış, tarif edilip detaylandırılmış. Bir yol gösterdi; ancak tutkuyla, dostlukla, bilgiyle ve inançla yürüyebilecekler için. Ve o yolda düştü. Uğur Uluocak'ın kamerasından çıkan filmler ve tırmanışın öyküsü.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2003
İrlanda'nın başkentinde edebiyatın, viskinin ve siyah biranın peşinde koşturup durdum. Edebiyat konusunda aklıma takılan sorulara yanıt bulamadım ama viskinin ipek gibi yumuşak tadına hayran oldum. Hele siyah biranın damağıma sıvazlanan acı tadını bir türlü unutamadım.
Dublin'de gündüzleri sokak sokak dolaştım. Geceleri ise kırmızı suratlı İrlandalılarla kadeh tokuşturdum. Her geçen gün, ‘donuk zarafetin’ giderek renklendiğini gördüm. Dublin'i tanıdıkça onu biraz daha sarıp sarmaladım. Ama sorumun yanıtını bir türlü bulamadım: ‘Neden dünyanın en önde gelen yazın adamları bu kentten çıkmıştı?..’ Kime sorduysam bilemedi. Örneğin İngiliz dili ve edebiyatı uzmanlarından Murat Seçkin, ‘Onlar büyük eserlerini Dublin dışında yazdılar’ demekle yetindi. Dublin Yazarlar Müzesi'nde de herhangi bir ipucuna rastlamadım.
Kenti gezerken kendi kendimi soru yağmuruna tutuyordum: Çağdaş dünya edebiyatının en önemli yazarı James Joyce, romanlarını yazarken benim duyduğum çan seslerini duymuş muydu acaba? Çünkü bu kilise, tam 300 yıldan beri çanlarını çalıp duruyordu. Veya yazmaktan bunalıp St. Stephan Parkı'nda, at kestanelerinin gölgesinde, benim oturduğum banka oturup geleni geçeni seyretmiş miydi?.. Güzel söz avcısı Oscar Wilde, Dublin Üniversitesi'ne benim girdiğim kapıdan mı giriyordu? İrlanda'nın kaderini değiştirebilecek bir ulusal birlik yaratabilmek için kendini edebiyata ve tiyatroya adayan Yeats, Abbey Tiyatrosu'ndaki oyunu yönetmeye gelirken, köşedeki bara uğrayıp, benim gibi simsiyah Guinness birasından yuvarlıyor muydu?
Drakula ile bütün dünyanın uykusunu kaçıran Bram Stoker, Transilvanyalı vampiri Dublin Şatosu'nun karanlık koridorlarında mı kurgulamıştı? Bahçesinde oturduğum Trinity Kolej'in sırrı neydi ki, öğrencilerinin birçoğunu bütün dünya tanıyordu. Örneğin İrlandalı milliyetçilerin gözünde bir kahraman olan şair, yazar, besteci Thomas Moore, benim oturduğum okul bahçesinde gezinirken, bir gün Byron'ın el yazmalarını yakmak zorunda kalacağını biliyor muydu? Trinity Kolej'in bir başka ünlü öğrencisi de Samuel Beckett'ti. Liffey Irmağı kıyısındaki yolda yürürken hep Beckett'i düşündüm. Çünkü o da Fransızca dersi vermek için Trinity Kolej'e aynı yoldan geliyordu ve belki de ‘Godot'yu Beklerken’i bu yolda kurgulamıştı.
VİSKİNİN ATASI KİM?
Sekiz yaşında içki içmeye başlayan, IRA'nın kuryeliğini yapan, öldürmeye teşebbüsten 14 yıl hapis yatan isyankar yazar Brendan Behan, İveagh Parkı'ndaki bankların üstünde az mı sabahlamıştı. Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Bernard Shaw da bu kentin sokaklarından çıkmıştı. O'Connel caddesinde bir aşağı bir yukarı yürürken, Shaw'ın düşündüren cümlelerinden birkaçını anımsamaya çalıştım.
Sorumun yanıtını hiçbir yerde bulamadım. Bunun üzerine başka bir soru daha sordum: ‘Dublin olmasaydı, edebiyat dünyasının bugünkü çehresi nasıl olurdu?..’ Sorularıma yanıt ararken kenti sokak sokak gezdim. Ve ‘Benim Kentlerim’ listesinin baş köşelerinden birine yerleştirdim.
Ben Dublin'e aslında İrlanda viskisini tatmaya gelmiştim. Onu anlatmak fırsatını ancak bu paragraftan itibaren bulabildim: Viskiyi önce İskoçlar mı, yoksa İrlandalılar mı damıtmıştı?.. Bu soru, iki ülke arasında bitmez tükenmez bir tartışmaya neden oldu. Doğal olarak her iki ülke de, viskiyi ilk damıtma şerefini kendisine mal ediyordu. Ama dünyanın ruhsatlı en eski damıtımevinin Kuzey İrlanda'da, 1608 yılında yapılan Old Bushmills olması, ibreyi İrlanda'ya çeviriyordu.
Dublin'de kaldığım süre içinde ve günün çeşitli saatlerinde, İrlanda'nın ünlü viskisi Tullamore Dew'ün tadına baktım. Tat açıklamasına geçmeden önce, İrlanda'da bizim gibi ‘vakti kerahat’ yani ‘içki zamanı’ diye bir kavram olmadığını belirtmemde yarar var. İrlandalılar için günün her saatinde içki içilebiliyordu. ‘Şişenin dibini’ bulmadan da kimse evine gitmiyordu. Onun için Heinrich Böll'ün dediği gibi, İrlandalılar sabah 07.00 ile 10.00 arasında tüm soruları tek kelime ile, ‘sorry’ diyerek yanıtlıyorlardı. Böylesine içki sever bir milletti.
KADINIMSI BİR VİSKİ
Ünlü viski yazarı Michael Jackson İrlanda viskisi için, ‘tadını tarif etmek çok zor’ tabirini kullanıyordu. Gerçekten de Tullamore'un tadını anlatmak zordu. Burbon ve şeri fıçılarında üç yıl dinlenen viskiyi tattıktan sonra, not defterime ilk izlenimlerim için şu cümleleri yazmıştım: ‘Dolgun, gövdeli, bal çağrışımları olan, tatlı limonu anımsatan ince bir tadı var. Kadınımsı bir viski. Yumuşak, çiçeksi aromalar hissediliyor. Tadı damakta uzun süre kalıyor...’
Viskide is kokusunu ve is tadını sevmeyenler için, İrlanda viskileri daha çekici olabilirdi. İrlandalılar arpayı turba ateşi yerine, fırınlarda, kömür ateşi ile kurutuyorlardı. Onun için is kokusu olmuyordu. İrlandalılar tahıl viskisi yapımında, İskoçyalılardan farklı olarak çavdar ve yulaf da kullanıyorlardı. Ayrıca viskiyi üç kere damıtıyorlardı. İrlandalılar bu ekstra damıtmanın, viskinin tadını daha da güzelleştirdiğini öne sürmelerine karşılık, İskoçlar İrlandalıların iki kere damıtmakla adam gibi viski yapamadıklarını, onun için üçüncü damıtmaya gerek duyduklarını söylüyorlardı.
Publara gittiğimde dikkatimi çeken şey, müşterilerin içecekleri viskiyi markalarıyla istemeleri oldu. Bizim gibi, 'bana bir duble viski ver' diyerek barmenin insafına sığınmıyorlardı. Bu da onların, ne kadar bilinçli bir içki tüketicisi olduklarının kanıtıydı. Viski markalarını doğru telaffuz edemediğim için, ilk günlerde içki ısmarlamakta zorlandım. Veya yanlış viskiler içtim. Ama sonraları dilim açıldı.
SİYAH RENKLİ SULU EKMEK
İrlandalılar viskiyi genellikle sek veya bir buzla içiyorlardı. Viskiye su koyma konusu publarda oldukça hassas bir konuydu. Bir İrlanda atasözü bu işin ciddiyetini şöyle açıklıyordu: ‘Bir erkeği çıldırtmak istemiyorsan, karısına sarkıntılık etme ve viskisine sakın su koyma...’ İrlandalılar bir de viskilerinin yanında, siyah bira içmeyi çok seviyorlardı. Viskinin midede başlattığı yangını, kararında soğutulmuş bira ile söndürmeye çalışıyorlardı.
Dublin gezginlerinin ziyaret ettiği mekanların başında, Guinness biralarının fabrikası bulunuyordu. Karamelize oluncaya kadar kavrulan arpadan damıtıldığı için siyah renkli olan biranın ilk yapım tarihi, 1759 tarihine kadar dayanıyordu. Zaman içinde İrlanda'nın ulusal birası olarak kabul edilen Guinness, ülkenin en önemli ihraç ürünlerinin başında yer alıyordu.
Kentin büyük bir bölümünü kaplayan damıtımevi, uzun yıllar Dublinlilerin önemli bir ekmek kapısı olmuştu. Binalardan bir tanesi müzeye dönüştürülmüş, burada biranın tarihçesi sergilenmeye başlamıştı. Alt katları gezdikten sonra teras katına çıktım. Burada tüm kenti gören panoramik bir bar vardı. Barmenden üstü köpüklü bir Guinness istedim. Onu yavaş yavaş yudumlayarak Dublin'i seyrettim. Kentin kuşbakışı daha güzel göründüğüne karar verdim.
REKORLAR KİTABI
Bu arada Guinness Rekorlar Kitabı'nın öyküsünü de bu gezim sırasında öğrendim. Bütün dünyadaki tüm garip rekorların yer aldığı bu kitap, ilk önceleri publarda çıkan kavgaların önüne geçmek için yayınlanmaya başlamıştı. Publarda içkiye inat karışınca, ortam tatsızlaşmaya başlıyordu. Herkes kendi doğrusunda ısrarcı olunca da bardaklar, şişeler havalarda uçuşuyordu. Bunun üzerine Guinness firması, içinde publarda en çok tartışılan konuların doğru yanıtlarının bulunduğu bir kitapçık yayınlamaya karar verdi. Bu kitabın gerçekten de faydası oldu. Sarhoşların başvuru kaynağı bir süre sonra, tüm dünya rekorlarının yer aldığı ünlü bir kitaba dönüşüverdi.
Viskisinin ve birasının tadı tüm dünyada dillere destan olan İrlanda'nın mutfağı konusunda aynı şeyleri söylemek mümkün değildi. Çorba, et ve sebze suyu sofraların baş köşesinde yer alıyordu. Patates ise ülkenin kutsal gıdasıydı. Onun sayesinde birçok kıtlığa karşı koyabilmişlerdi. Ada devleti olduğu için, deniz mahsulleri de önemli gıda maddeleri arasında yer alıyordu.
Ben orada bulunduğum süre içinde genellikle balık yedim. En çok da rezene soslu somon balığını sevdim. Kolesterol korkusundan, istiridye ve diğer kabuklulara pek rağbet etmedim. Dublin'de yediğim en lezzetli yemek, İrlandalıların milli yemeği ‘İrish Stew’ oldu. Kuzu etiyle pişen yemeğin ana maddesini patates oluşturuyordu. ‘Patates yahnisi’ diyebileceğimiz bu yemek, basit malzemelerle ne kadar lezzetli yemek pişirileceğinin en iyi örneklerinden biriydi.
İki haftadan beri anlatmaya çalıştığım Dublin'de, sorumun yanıtını bulamadım ama lezzetli viskiler ve biralar tatma fırsatını yakaladım. Bu kentin kış aylarında gri, yağmurlu ve soğuk havası ile ziyaretçilerine kendini pek sevdireceğini tahmin etmiyorum. Dublin'in gerçek yüzü bu kasvetli havalarda ortaya çıksa da, sizlere yaz güneşinin ısıttığı ve aydınlattığı yaz günlerinde gitmenizi öneriyorum.
Yazının Devamını Oku