Geçen hafta iç Karadeniz'in rengarenk ormanlarında sonbaharı yolcu ettim.
Kış beyaz örtüsünü örtmeden doğanın rengarenk boyanmasını, ıssız yolları, kış hazırlığındaki ormanları, sakin akan dereleri, yalnız gölleri seyrettim. Tabii her zaman olduğu gibi, yol üstündeki lezzetleri tatmayı da ihmal etmedim.
İnsanlık dışı saldırıların hemen sonrasında, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar telefon etti. ‘Kalk gidiyoruz’ dedi. Yazdan kalma bir gündü. Veya sonbaharın kışa karşı son çırpınışlarını yaşadığı bir gün. Biz yola çıktığımızda tan yeri fuşya rengine boyanmıştı. Pembeli morluklardan yükselen güneş, eflatun bulutların arasından mahmur bakışlarla bize bakıyordu. Havada ısırmayan bir serinlik vardı ve kıvamında bir lodos esiyordu.
Düzce'den Akçakoca'ya dönünce, doğa birdenbire çıldırdı. Ormanlar birkaç renge boyandı. Meşeler kızardı, kavaklar sarardı. Çamlar ise yeşile olan tutkularını sergilemeyi sürdürdüler. Yazlık misafirlerini uğurlayıp kendi başına kalan Akçakoca, biz oraya gittiğimizde sabah mahmuruydu. Akçakoca düzgün, temiz, şirin bir Karadeniz sahil köyü görüntüsü sergiliyordu. Zeki ile birlikte kıyı kıyı yürüdük. Modern çizgilerin hakim olduğu camiyi gezdik. Henüz açılmamış balık lokantalarını inceledik. Yemek vakti gelseydik, bu lokantalardan birinin önüne atılmış bir masada, hamsi yemeden asla Akçakoca'yı terk etmezdim. Bir dahaki sefere yemek üzere hem balıkları hem de ünlü mancarlı (pazılı) pideyi defterime yazdım.
Antik çağdaki adı Diapolis olan Akçakoca'ya, eski dönemlerden miras bir Ceneviz kalesi kalmıştı. 14. yüzyıla ait yıkık kalenin olduğu tepe parka dönüştürülmüştü. Parktaki patikalarda yürüyüp, kıyıya dik yarlarla inen sahili seyrettim. Karadeniz'in beyaz köpüklü dalgalar bıraktığı tabii plajlardaki, yaz çığlıklarını hayal etmeye çalıştım.
KIYIR KIYIR PİDE
Akçakoca-Alaplı arasında, bir yanına Karadeniz'i diğer yanına rengarenk tepeleri alıp, kıvrıla kıvrıla giden yolda, manzaranın keyfini çıkardım. Karadeniz Ereğli'sinin girişinde önce tersaneler selam sarkıttı. Ardından demir-çelik fabrikası, upuzun bacalarıyla görüntüye girdi. O bacalardan gökyüzüne tırmanan beyaz duman yaşamın belirtisiydi. Sahile doğru inerken içimden, bacaların dumansız kalmamasını diledim.
Karadeniz Ereğlisi, Yunan kolonistler tarafından kurulan Herakleia Pontika antik kentinin yerine kurulmuştu. Dünyanın kendi ekseni etrafında, Merkür ve Venüs gezegenlerinin dünyanın etrafında döndüğünü söyleyen Pontoslu Herakliedes bu kentte doğmuştu. Yükünü bekleyen gemileri rıhtıma emanet edip, mahalle aralarından kıvrıla kıvrıla Cehennem Ağzı mağaralarına gittik. Kapısı demir parmaklıklarla örtülü mağaranın, antik çağdaki adının Hades Mağarası olduğunu okumuştum. O dönemi anlatan kitaplarda yazdığına göre, Herakles, Cehennem Köpeği Kerberos'u almak için yeraltı dünyasına bu mağaradaki tapınaktan gitmişti.
Aslında aklımda fikrimde Ereğli'nin ünlü 'kıyır pidesi' vardı. Bundan önceki gelişimde bu pidenin tadına bakmış, bir daha da unutamamıştım. Geçmiş dönemlerle işimizi bitirip soluğu, Erdemir Caddesi'ndeki 'Meşhur Pideci'de aldık. Masaya oturmadan önce fırına pide süren Hasan Kuru'ya selam saldık. Hasan usta işi babası Ali Kuru'dan öğrenmişti. Arka kısımdaki masalardan birine oturduk. İki tane birer buçuk söyleyip beklemeye başladık.
Beklerken gözüm duvardaki yazıya ilişti. Her yere giden Evliya Çelebi Ereğli'ye de gelmiş, bizim gibi bu pidenin tadına bakmıştı. Daha sonra 'Seyahatname'sinde bu pideye övgüler düzüp onu tüm Osmanlı'ya tanıtmıştı. Duvardaki levhada aynen şöyle yazıyordu:
EVLİYA ÇELEBİ'DEN
‘Bender-i Ereğli'ye vasıl olduğumuzda öğle vaktiydi ve acıkmıştık. 'Bana herkesin sevdiği bir şeyi yedirin' dedim. Çarşıya gittiğimizde ise duyduğum kokuyla mest oldum. Bir fırıncı esnafının mekanına girdiğimizde, ustanın fırına sürdüğü uzun hamurları evire çevire pişirdiğine ve onları fırından çıkarır çıkarmaz bekleyen müşterilerin önüne koyduğuna şahit oldum. Sabırla bekleyen müşterinin gözlerini kapayıp, ağır ağır yemesi bende ibadet ediyor hissi uyandırdı. Adamın dış alemle irtibatı kesilmişti sanki. Biz de beklemeye başladık. Pidelerimizi beklerken ustanın yardımcılarına da göz attım. Kimi etleri satırlarla ince ince kıyıyor, kimi soğanı ayıklıyor, kimi de bakır lengerlerde bu etleri kavuruyordu. Yanımdaki yarenlerden biri bana bir açıklama yaptı: 'Az bişese mideyü şişürü, çok bişese guru olu, o sebebten ben kıyır olsun dedim. Çıkaru çıkarmaz da yımırtayı dökecek.' Ben de ne diyeyim, pekálá dedim.
Sonunda pidelerimiz geldi. Yanımdakiler hemen pide yeme vaziyeti aldılar. Bundan sonra konuşmak yoktu. Ben de aldım pideyi başladım onlar gibi yemeye. İlk ısırdığımda ağzıma hamur geldi. İkinci, üçüncü ısırışlarımda tadına varmaya başladım. Pidenin ortasına geldiğimde ağzımda tarifi imkansız bir tat oluştu. İlk bakışta bir şeye benzetemediğim pide, esrarlı bir kutu gibi açıldıkça açılıyor ve beni büyülüyordu. Hiç konuşmayan ve sadece işini yapan gizemli bir usta ve hamurun içindeki gizli nefaset...’
(Not: İstanbul'a döndükten sonra, Evliya Çelebi'nin Seyahatname’sinin üç-dört cildini karıştırdım ama bu metni bulamadım!)
Biraz sonra pideler sökün etti. Çıtır çıtır pidelerden yükselen kokular aklımı başımdan aldı. Yedikçe, hamurla kıymanın birbirlerini nasıl bütünlediğini fark ettim. Kapalı pidenin içine saklanmış lezzetin tadına baktıkça, Hasan ustaya tebrik üstüne tebrik yağdırdım.
BİTMEK BİLMEYEN YOL
Karnımız doymuş, mutlu, mesut bir vaziyette direksiyonu Devrek'e doğru kırdık. Kent bitti, orman başladı. Kavakların yaprakları limon sarısına boyandı. Dar yolun üstü, kızıl kahve yapraklardan bir örtüyle örtüldü. 45 kilometrelik kısa bir yoldu ama, biz bu mesafeyi üç saatte zor alabildik. Çünkü her virajdan sonra karşımıza başka bir tablo çıkıyordu. Sonbaharın son ışıkları, yapraklarla oynaşıp duruyordu. Çevreye renkli bir sessizlik hakimdi. Üzerinde yaprakların yelken açtığı küçük dereler, ırmaklara kavuşmanın heyecanı ile şırıl şırıl akıp duruyorlardı. Bacalardan yükselen beyaz dumanların taşıdığı odun kokusu insanın içini ürpertiyordu. Çünkü ben ne zaman havada odun kokusu koklasam üşürüm. Aklıma ıslak, soğuk günler üşüşür.
Foto safari düşkünlerine, Karadeniz Ereğlisi'nden Devrek'e doğru uzanan bu muhteşem yolu hararetle öneririm. Tabii doğru mevsimde gidilmesi kaydıyla. Yani kasımın ikinci yarısında, en geç aralık başında. Mesafe olarak kısa ama bitmek bilmeyen bu yola giderseniz, yanınıza bol bol film almayı ihmal etmeyin.
Döne dolaşa, gözlerimizdeki çirkin kent görüntülerini yıkaya yıkaya üç saat sonra Devrek'e vardık. İlçeye önce bir tepeden merhaba dedik. Devrek, Filyos Irmağı'nın iki yanında uzayıp giden kent görünümlü bir ilçeydi. DEVREK'İN SİMGESİ
Zeki'nin önerisine uyup, karanlık basmadan yatacak bir yer telaşına düştük. Sorduk soruşturduk, Ankara Asfaltı üstündeki Çınar Oteli'nde (372-556 2115) karar kıldık. Temiz, eli yüzü düzgün bir oteldi. Eşyaları odalara bıraktıktan sonra, yarı karanlıkta Devrek'i tanımaya çalıştık. Önce meydana giden yolun üstündeki Bastoncular Çarşısı'na uğradık. Yan yana sıralanmış küçük dükkanlarda ustaları, birbirinden güzel bastonları yaparken seyrettik.
Meydana geldiğimizde hava kararmaya yüz tutmuştu. Meydandaki parka, ilçenin simgesi olan baston heykeli dikilmişti. Meydanın çevresine sıralanan çeşitli mağazalar, dükkanlar yavaş yavaş kepenklerini indiriyorlardı.
Kepenkler inince etraf ıssızlaştı. Devrek tüm Anadolu'da olduğu gibi erkenden evine çekildi. Biz de otele döndük. Restoranda bizden başka kimsecikler yoktu. Önden Bolulu aşçının yaptığı mantar çorbasını içtik, ardından köy tavuğu ile hazırlanmış kebabı yedik. Aslında her yerde olduğu gibi burada da yerel tatları tatmak istedim ama, hiç bir yerde bulamayacağımı öğrendim. Halbuki kitaplığımdaki kaynaklardan buranın yemeklerini okumuş, ağzımı sulandırmıştım. Buraya gelirken beyaz baklavanın, mısır unuyla yapılan malayın, cevizli gömecin, pastırmalı kabalağın, mısır çorbasının, etli yaprak sarmasının, uğmaç çorbasının, mancar yemeğinin tadına bakacağımı düşleyip heyecanlanmıştım.
Yemekten sonra otelin müdüriyet odasında Devrek konulu bir sohbete daldık. Devrek'te
-tüm Anadolu'da- gece erken bitti. İstanbul'un yemek saatinde biz odalarımıza çekilip, bedenimizi uykuya teslim ettik.
BASTONUN SIRRI
Ertesi gün erkenden, Cumhuriyet Meydanı'na açılan dar bir sokaktaki ünlü bastoncu Münteka Çelebi'nin dükkanına gittik. Hukuk okumasına rağmen babasının mesleğini tercih eden Rüştü Çelebi'ye Devrek bastonunu sorduk. O, en iyi bastonun Devrek ve civarında yetişen kızılcık ağacından yapıldığını söyledi. Bu yöredeki ağaçların daha esnek olduğunu, o yüzden de bastonun kolay kolay kırılmadığını belirtti. Aslında çevrede yetişen akçaağaç, döngel, yemişken, ceviz ve yabani gülden de baston yapıldığını, ama hiçbirinin kızılcığın yerini tutamadığını sözlerine ekledi.
Ustanın tavsiyesine uyarak, gövdesine iki yılan sarılmış, kezzapla boyanmış bir baston satın aldım. Gelecek yıllarda belki lazım olur diye, şimdilik kitaplığımın kapısına astım.
Devrek'ten direksiyonu Yedigöller'e doğru kırdık. Karşımıza yine 'rengarenk' bir doğa çıktı. Doğa sanki bir şenliğe gidecekmiş gibi, süslenmiş, boyanmış, takmış takıştırmıştı. Halbuki birkaç hafta sonra kış gelecek -ki geldi- bütün renklerini çıkartacak, yapraklarını soyunacak, çırılçıplak kalacaktı. Soğuk rüzgarlardan korunmak için, beyaz karlarla örtünecekti. YAPRAKLARDAN HALI
Yedigöller'e tırmanan yol hálá bozuktu. Ama sunduğu görüntüler öylesine muhteşemdi ki, insanın gözü çukurları, taşları, virajları görmüyordu. Bazen yolun sağına, bazen soluna düşen deli ırmağın çağıltısı bütün diğer sesleri bastırıyordu. Ağaçların dibi kızıl kahverengi yapraklardan bir halı ile kaplanmıştı. Bir karış toprak görmek imkansızdı. Göller ağaçların yansıması ile rengarenk bir tuvale dönüşmüştü.
Dönüşte zirvede kar yolları tutmuştu. Buzları yara yara Yedigöller'in en tepesine çıktık. Aşağıdaki renkli vadilere bir de kartal bakışı fırlattık. Sonbaharı yolcu edip, kışa merhaba demek için bir acele İstanbul'a döndük. Bu rotayı bir kenara yazmanızı öneririm. Önce ilkbaharda doğanın uyanışını seyretmek, sonra da sonbaharı renk cümbüşü içinde uğurlamak için en doğru rotalardan biri.
DÜZELTME
Geçen haftaki yazımda, arşivimdeki bir karışıklık nedeniyle Sultan Hanı'nın yerine Doğu Beyazıt'taki İshak Paşa Sarayı'nın fotoğrafı kullanılmıştır. Bu yanlışlık nedeniyle okurlarımdan özür dilerim.