29 Şubat 2004
Karayip yolculuğunda, hem tembelliğin tadını çıkarmak hem de ilginç yerler görmek mümkün. Ben de öyle yaptım. Jamaika’da bilmediğim bitkilerle tanıştım, Grand Cayman adasında da zenginlikler karşısında yutkundum, dev kaplumbağaları, dev vatos balıklarını sevdim... Dönüş yolunda ise güvertede yatıp Karayip düşleri kurdum.
Çıkan kısmın özeti: ‘Florida’nın Fort Lauderdale limanından kalkan otelim Costa Atlantica, acelesiz, telaşsız, sıcak rüzgarların okşadığı Karayip denizindeki seferine devam ediyordu. Önce ABD’nin en güneyindeki Key West adasında Hemingway’e kadeh kaldırdım, daha sonra da Meksika’nın Cosumel adlı minicik adasında, beyaz kumlu plajın keyfini çıkardım...’
Gemi Cosumel’den sonra Jamika’ya doğru dümen kırdı. Bu, bir gün boyunca dur durak bilmeden yolculuk yapacağımız anlamına geliyordu. Bunu fırsat bilip, size biraz gemi yaşamından söz etmek istiyorum. İşe yeme-içmeden başlayacağım.
Costa Atlantica, boğazına düşkün olanlar için adeta bir cennet mekandı. Sabah kahvaltısında bir kuş sütü eksikti -belki o da vardı-; çeşit çeşit peynirler, salamlar, sosisler, beykınlar, türlü çeşitli omletler, isteğe göre pişen yumurtalar, sevenler için soğuk balık çeşitleri, isteyenlere diyet yağlar, peynirler, çeşit çeşit ekmekler, tatlı hamur işleri, rengarenk tropikal meyveler... Herhangi bir kısıtlama olmadan -Yağma Hasan’ın Böreği misali-, isteyen istediği kadar yiyebiliyordu.
Öğle yemeklerinde de insanlar -özellikle Amerikalılar-, buğday ambarına düşmüş aç eşek gibi davranıyorlardı. Öylesine çok çeşit vardı ki, yolcular hangisini alacağına karar vermekte zorlanıyordu. Biraz ondan biraz bundan derken, tabaklar tepeleme doluyor ve bu yemeklerin yarısı, birer ısırıktan sonra çöpe atılıyordu. Gemi İtalyan orijinli olduğu için, restoranın bir köşesi de İtalyan mutfağına ayrılıyordu. Orada çeşit çeşit makarnayı, rizottoyu, tepsi tepsi pizzayı bulmak mümkündü. Akşam yemekleri ise iki katlı büyük restoranda yeniyordu. Burada yemekler mönüden seçiliyor, garsonlar servis yapıyordu.
Mönüyü beğenmeyenler için ayrıca açık büfeler kuruluyordu. Bir de paralı bir restoran vardı. Buraya rezervasyonla giriliyor ve kişi başına 10 dolar ödeniyordu. Aslında gemide insan elini hiç cebine atmıyordu. Gemiye binerken verdikleri kart, hem kamaranın kapısını açmak için, hem limanlarda kimlik yerine, hem de harcamalarda kredi kartı niyetine kullanılıyordu. Hesap, yolculuğun sonunda, toplu olarak size fatura ediliyordu ki yolculuğun en tatsız anı bu andı.
MEŞGALENİN HER TÜRLÜSÜ
Gemide çeşitli manzaralara sahip 5-6 tane bar vardı. Her barda canlı müzik çalınıyor, şık şıkıdım hanımlar ve saçları jöleli beyler, bu müzikler eşliğinde içkilerini yudumluyorlardı. Hoşça vakit geçirmek için her şey düşünülmüştü. İsteyen sanat müzayedesine fiyat artırıyor, isteyen tombalada çinkoları kovalıyor, isteyen film seyrediyor, isteyen havuz kıyılarında güneşliyor, isteyen spor salonunda ter döküyor, isteyen lüks mağazalarda alış veriş yapıyor, isteyen sessiz bir köşede kitabıyla baş başa kalıyordu. Yemekten sonra ise bir grup tiyatro salonunda gösteri izlerken, diğer bir grup da kumarhanede şansını deniyordu.
Bana gelince; doktorum Tuğrul Okay’ın tembihleri içimi karartıyordu. Bu yüzden sabah erkenden kalkıp, soluğu spor salonunda alıyordum. Yürüyüş bandı, kondisyon bisikleti ve diğer aletlerle bir saate yakın kavga ediyor, kan ter içinde kalıyordum. Daha sonra kahvaltı salonuna gidiyor, onca lezzetli gıdanın önünden yutkunarak geçip, bir tabak yağsız, tuzsuz yulaf lapası ile yetiniyordum. Öğle yemeklerinde de pek lezzetli şeyler yemiyordum. Bir tabak salatanın yanına ya bir tavuk budu koyuyor veya sadece salata ile yetiniyordum. Akşamları ise rolümü değiştiriyordum. Doktorumun bütün tembihlerine kulaklarımı tıkayıp, önce barlardan birine tüneyip, içkilerin tadına bakıyordum. Daha sonra da restorana geçip, şarabıyla, makarnasıyla, midyesiyle, karidesiyle tüm zararlıları mideme indiriyordum. Yani akşamları ‘kurt adama’ dönüyordum.
Gündüzleri genellikle sessiz bir köşede kitap okuyor veya boş gözlerle denizi seyrediyordum. Gemi yolculuğu beni hep tembelliğe teşvik ediyordu. Öyle zaman oluyordu ki, kitabın sayfalarını bile çevirmeye üşenip okumaktan vazgeçiyordum.
YEŞİL CENNET
Bütün gün süren bir yolculuktan sonra, gemi ertesi sabah Jamika’nın doğu kıyısındaki Ochos Rios -Sekiz Nehir- kentine halat attı. Jamaika’ya 5 yıl önce de geldiğim için, bu yeşil cennetin pek yabancısı sayılmazdım. Karaya ayak basar basmaz, rutubetli sıcak havayı ve kulağıma gelen sesleri hemen tanıdım. Jamika’nın, insanı sırılsıklam eden bir havası vardı.
‘No women, no cry...’ Kıyıdaki bir kahvenin yarı açık penceresinden, Bob Marley’in bu ünlü şarkısı sızıyordu. Reggea, rom ve Ganja otu... Bunlar Jamaika’nın vazgeçilmez üçlüsünü oluşturuyordu. Dread denen lüle lüle saçlarıyla Bob Marley de, bu ülkenin yarı tanrısıydı. Onun seslendirdiği reggea öyle sıradan bir müzik değildi. Bir başkaldırı, toplumsal hoşnutsuzluğu ifade eden, Afrika’ya dönüş özlemini dillendiren bir müzik türüydü.
Jamaika’yı reggea’siz düşünmek, dünyayı havasız düşünmekle eşdeğerliydi. Ülkenin bütün radyo istasyonlarında, 24 saat kesintisiz bu müzik çalıyordu. Herkes yürürken, yemek yerken, çalışırken, koşarken, sevişirken hep bu ritme ayak uyduruyordu.
Dört bir yandan uçuşan kıvrak nağmelere kulak verip, kıvrak adımlarla -tıpkı onlar gibi- iskeleyi terk ettim. Aklımda botanik bahçesi vardı. Önce oraya gittim. Kalabalığın içine karışıp, bir komedyeni andıran rehberin anlattıklarını dinledim. Rehber işe, kendini tanıtmakla başladı. Söylediğine göre Afrikalı bir kölenin torunuydu. Geçekten de 1655 yılında adayı işgal eden İngilizler, ağır işlerde çalıştırmak için Afrika’dan binlerce köle getirmişti. Jamaikalılar işte bu kölelerin torunlarıydı. 1838 yılında özgür insanlara dönüşen dünün köleleri, bugün de farklı bir yaşam sürmüyorlardı. Ülkenin sanayii ve toprakları birkaç zenginin elindeydi. Jamaika halkı da bunların yanında boğaz tokluğuna çalışıyorlardı.
Her şeye rağmen Jamaikalılar, gördüğüm en neşeli, en tasasız insanlardı. Bunun sırrı sanıyorum rom, reggae ve ganja otunda -bir tür esrar- yatıyordu. Gerçeklerden uyuşarak kaçıyorlardı.
SIRILSIKLAM TURİZM
Botanik bahçesi oldukça ilginç bir mekandı. Tropik bahçede ülkedeki bitki türlerinden birer ikişer örnek vardı. Burada hayatımda hiç görmediğim ağaçları ve çiçekleri gördüm. Gezideki ikinci durağım şelale oldu. Kentin ismini oluşturan sekiz nehir bir tepede buluşuyor, sonra tek bir şelaleye dönüşüp, küçük tepeyi aşarak denize kavuşuyordu. Jamaikalılar bu şelaleyi kazanç kapısına dönüştürmüşlerdi. Parka yüksekçe bir ücret karşılığında giriliyordu. İsteyenler mayolarını giyip, nehrin içinde yürüyor, şelalenin döküldüğü tepeyi düşe kalka tırmanıyorlardı.
Ben turistlerin çığlık çığlığa tırmanışlarını seyretmekle ve onların fotoğraflarını çekmekle yetindim. Ochos Rios turunu bitirip gemiye dönerken, tepemde sabahtan beri dönüp dolaşıp duran bulutun azizliğine uğradım. O bulut adadan topladığı nemi, sağanak yağmura dönüştürdü ve beni iliklerime kadar ıslattı. Buluta kızmadım. Sığınacak bir saçak altı bulamadığım için kaderime razı olup, tropik yağmurun tadını çıkardım.
Gemi Jamika’nın bu küçük cennetinden ayrılıp dönüşe geçti. Yolumuzun üstündeki son durak Grand Cayman adasıydı. Bu adanın boyutları küçük olmasına rağmen şöhreti oldukça büyüktü. Söylendiğine göre, dünyanın kara parası burada aklanıyordu. Bu küçük İngiliz kolonisinde tamı tamına 550 banka, 325 sigorta şirketi, 29 bin şirket faaliyet gösteriyordu. Ben kara para işlerine aklımı erdiremediğim için, adanın bu şöhretiyle ilgilenmedim.
Cayman zengin bir ada olduğunu, saklamadan gözler önüne seriyordu. Başkent George Town’ın sahiline birbirinden lüks evler, oteller ve kulüpler sıralanmıştı. Duyduğuma göre burada arsaların metre kare fiyatları 3500 dolardan başlıyordu. Hindistan cevizi, ekmekağacı, muz, mango, portakal, limon, maun, palmiye, bambu ağaçlarının arasına gizlenmiş evler -daha doğrusu saraylar-, 8-10 milyon dolara müşteri buluyordu.
KAPLUMBAĞA CENNETİ
Bindiğim arabayla önce ‘8 Mil Plajlarına’ gittim. Sahil göz alabildiğine beyaz kumla kaplıydı. Boncuk mavisi denizle beyaz kumların birlikteliği, tahrik edici bir görüntü oluşturuyordu. Oradan kaplumbağa çiftliğine geçtim. Cayman adası aslında bir kaplumbağa cenneti idi. 1503’te bölgeye son yolculuğunu yaparken adayı keşfeden Kristof Kolomb, her tarafta kaynayan kaplumbağaları görünce adaya ‘Las Tortugas’ adını vermişti.
Çiftlikteki dev havuzlar tıka basa dev kaplumbağa ile doluydu. Bunlardan her yıl 9 bin tanesi denize salınıyor, geri kalanın ise eti hem marketlerde satılıyor hem de ihraç ediliyordu.
Adanın bir başka turistik gösterisinde de Stringrayler -dev vatos balığı- başrolü oynuyordu. Bir tekneye atlayıp, bu balıkların bulunduğu sığlığa gittim. Denizin içinde yürürken onların bana dokunmasından, etrafımda dolaşmalarından ilk başta ürktüm. Ama sonra alışıp, koca kanatlı, uzun kuyruklu balıkları kucağıma alıp, bir kedi yavrusu gibi sevdim.
Sonra limana dönüp, gemiyi gören bir restoranda -adada 200 restoran var- kendime bir ziyafet çektim: Buz gibi bira eşliğinde, kaplumbağa kıyması ile yapılan Batabano, marine edilmiş deniz salyangozu, tuzlu yeşil domates turtası, rum keki afiyetle mideme indirdim. Demir alma vaktine doğru gemiye bindim.
Costa Atlantica limandan ayrılırken üç uzun düdük çalıp Grand Cayman’ı selamladı. Sonra hiç durmadan son durak Miami’ye doğru yol aldı. Sıcak Karayip macerasında değişik mekanlar gördüm, tembelliğin tadını çıkardım. Yaşam akülerimi yeniden doldurup, kendimi İstanbul’un soğuk kucağına attım.
Size anlattığım gemi yolculuğunu ‘Cerrahgil Turizm’ firması pazarlıyor. Daha geniş bilgi almak isteyenler şu numarayı arayabilirler: (212) 232 4700
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2004
Florida eyaletinin en güney ucundaki Key West Adası ile Amerika bitiyor, buradan Karayip Denizi'nin sıcak ve renkli yaşamına yelken açılıyor. Bir zamanlar korsanların, kanun kaçaklarının barınağı olan ada şimdi sanatçıların, eşcinsellerin ve zenginlerin en rağbet ettiği kentlerin başında geliyor. Geminin ilk durağında ünlü yazar Hemingway'e bol bol kadeh kaldırdım.
Miami yakınlarındaki Forth Lauderdale limanından kalkan Costa Atlantica, ben uykuya çekildiğimde, rotasını Karayip Denizi’nin ılık sularına doğru çevirmişti. Saat ve ısı farkları, aktarmalar, beklemeler... Öylesine yorulmuştum ki, kamaramın balkonundan yatağıma adeta sürüklenerek gittim.
Uyandığımda gün çoktan ağarmış, koca gemi ilk durak olan Key West adasının limanına bağlanmıştı.
Key West, Amerika'nın en güney noktasındaki bir adacıktı. Amerika burada bitiyor ve tropikal ‘cennet’e buradan yelken açılıyordu. 1513'te keşfedilen adanın geçmişi maceralarla doluydu. İnsan ayağının ilk bastığı yıllarda korsanların, batık avcılarının sığınağı olan ada, her türlü kanunsuzluğa yataklık yapmakla ünlüydü. Bölgenin tüm bıçkınları, cehennem kaçkınları, hırlısı, hırsızı bu adayı mesken edinmişti. Aradan yıllar geçti ve Key West şimdi sanatçıların, eşcinsellerin, zenginlerin yaşadığı, Florida'nın en varlıklı -en moda- kenti haline geldi. Eğer benim gibi gemi yolcusu değilseniz, buraya varmak için denizin üstünden giden, yaklaşık 200 kilometre uzunluğunda bir yolu ve tamı tamına 42 tane köprüyü geçmeniz gerekiyor.
Key West aslında Küba'ya Amerika'dan daha yakındı. Onun için Küba'dan kaçanların rotasında ve rüyasında, buranın beyaz kumlu sahilleri vardı.
İki, üç katlı ahşap evlerin süslediği caddelerde dolaşırken, terden sırılsıklam kalmıştım. Daha iki gün önce soğuktan iliklerime kadar donarken, şimdi sıcağın öfkesinden kaçmak için serin bir gölgelik arıyordum. Key West ilk bakışta, zengin ve bohem bir kent olduğunu gözler önüne seriyordu. Evler, ormanı andıran bahçelerin içindeydi. Muz, hindistancevizi, kauçuk ağaçları, çeşit çeşit palmiyeler, dev bambular, rengarenk begonviller, mor çiçekler açmış gündüz sefaları... O kadar çok bitki çeşidi vardı ki, bunları adlandırmaya benim fakir botanik bilgim yetişmedi!.. İlgimi en çok, diğer adalarda da gördüğüm Banyan ağaçları -meraklısına: Ficus Benghalensis- çekti. Ben bu ağaçları bazen hayaletlere, bazen de soyut heykellere benzettim. Ağacın dallarından çıkan kökler, aşağı doğru sarkıp tekrar toprağa gömülüyor ve yeni gövdeler oluşturuyordu. Yani bir süre sonra tek bir ağaç görünümünde bir ağaçlar kümesi oluşuyordu.
Sıcak iyice dayanılmaz hale gelince bir kahvenin gölgeliğine sığınıp, yeşil limondan -lime- yapılan adanın ünlü limonatasından -kana kana- içtim. Gemi yolculukları, uzun tembelliklere elverişli değildir. Gemiden sabah çıkılır, akşamüstüne kadar ne gezilirse, ne görülürse onunla yetinilir. Onun için limonatayı bitirip, turuma devam ettim.
Önce Whitehead caddesindeki Hemingway'in evine gittim. Bir zamanlar onun gibi olmak için yanıp tutuştuğum yazar, 1931-40 yılları arasında bu evde yaşamıştı. Küçük bir ormanın içindeki bu büyük, ahşap evi nedense daha mütevazı bir ev olarak düşlemiştim. Evi gezdikten sonra, hemen karşısındaki tarihi deniz fenerine geçtim. Yaklaşık 150 yıl önce yapılan ve okyanustan gelen gemilere yol gösteren fenerin 88 basamağını tırmanmaya nefesimi yetiremedim. Bekçinin dediğine göre, bu basamakları tırmanmadığım için, okyanusun sunduğu muhteşem manzaraları göremedim.
HEMİNGWAY’İN PEŞİNDE
Görülecek yerler az, evler ve mağazalar çok olduğundan, öğleden sonra Key West turunu bitirdim. Epey yorulmuştum. Yorgunluğumu gidermek için, Hemingway'in içip içip kavga çıkardığı Sloppy Joe's'un barında mola vermeyi planlamıştım. Grenn Caddesi ile Duval Caddesi’nin kesiştiği köşedeki beyaz badanalı barın, caddeye bakan bir masasına oturdum. Garsona sıkı bir martini söyledim. Niyetim Hemingway'i, onun sevdiği içkiyle anmaktı. Martini gelince bir yudum aldım ve hayal kırıklığına uğradım. Kötü bir votka kullanılmış, vermutun ölçüsü kaçırılmış, üstelik buzun suyu da içkiye karışmıştı. Halbuki ben Luis Bunuel'in öğrencisiydim. İyi bir martininin nasıl olmasını, onun yazdıklarından öğrenmiştim. Ünlü sinemacı beni uzun süre martini tutkunu yapan metninde, martini hakkında şunları yazmıştı:
‘Düş gücünün uyanması ve bunun sürmesi için barda İngiliz cini gereklidir. Martini en sevdiğim içkidir. Esas olarak, cin ile birkaç damla vermutun -özellikle Noilly Prat'ı yeğlerim- karışımından oluşur. Sek martiniyi çok sert seven meraklıları, cini bardağa koymadan önce, Noilly Prat şişesinin biraz güneş ışığı görmesi gerektiğini ileri sürmeye dek vardırırlar işi. Başka bir öneri de şu: Kullanılan buz çok soğuk, çok sert olmalı ve suyunu asla bırakmamalı. Sulandırılmış martini kadar berbat bir şey olamaz çünkü.
Bir de kendi tarifimi vermeliyim. Gerekli her şeyi -bardakları, cini, kokteyl karıştırıcısını- konukların gelmesinden bir gün önce buzdolabına koyarım. Ertesi gün dostlarım geldiğinde, bana gereken her şeyi önüme koyarım. Çok sert bir buzun üstüne, önce bir kaç damla Noilly Prat, ardından yarım kahve kaşığı angustura koyarım. Hepsini çalkalar, sonra da boşaltırım. Sadece buzları bırakırım. Buzların üstünde bu karışımın hafif bir izi kalmıştır. Sonra da bu buzların üstüne saf cini ilave ederim. Yine biraz çalkalar, sonra bardaklara koyarım...’
Kötü martiniyi yarım bırakıp, bir tekila sunrise ısmarladım. Tuzun, buzun ve limon suyunun tatlandırdığı tekilanın yumruğunu yememek için tedbiri elden bırakmadım. Aslında niyetim Sloppy Joe's'un barında çakırkeyif olmak, oradan Mallory Meydanı'na gidip güneşi batırmaktı. Bütün adanın gün batımında burada toplandığını, ellerde kadehler, güneşin okyanusta kaybolmasını sessizce izlediklerini, sonra çılgınca alkışlayıp -tıpkı Santorini adasında olduğu gibi- gecenin sürprizlerine hazırlandıklarını biliyordum. Ama gemi güneşin batımından önce halat alacaktı. Dudaklarıma bir gülümseme ve bir de ıslık oturtup, rıhtıma doğru yalpalaya yalpalaya doğru bir yürüyüş tutturdum.
Ertesi gün sabahın ilk ışıkları ile birlikte balkona çıkınca, Costa Atlantica'yı bir başka adaya yaklaşırken gördüm. Burası Meksika'nın Cozumel Adası'ydı. Bütün gün bu adayı arşınlayacak, buranın tadına bakacaktık. Tanıtım kitapçığında okuduğuma göre, Yucatan Yarımadası'nın 16 km. açığında bulunan bu ada, İspanyol işgalci Herman Cortes'i ağırlamakla övünüyordu. Cortes bu adada soluklandıktan sonra işgallerine -veya fetihlerine- başlamıştı.
TEMBELLİK HAKKI
Nedense Maya medeniyetinden kalma harabeleri görmek istemedim. Daha önceki gelişlerimde, Orta Amerika'da bir sürü kalıntıyı gezmiştim. Bu kez tembellik hakkımı kullandım. Cip safarisine katılıp, ormanların içinden hoplaya zıplaya bir kumsala gittim. Orada beyaz kumların üstüne yattım, maviden turkuvaza degrade olan denizde kulaç attım. Kumsalda dev deniz salyangozlarının kabuklarını aradım. Şezlongda uyuklarken, birden bastıran ve oluk oluk yağan ılık yağmura aldırmadım. O gün Cozumel'de tarihsiz, coğrafyasız, telaşsız bir Meksika tembelliği yaşadım. Hatta küçük çakımla bol bol tahta bile yonttum.
Akşamüstü geminin kıç barında bu kez Cozumel'e veda ettim. Gemi Jamaika'ya doğru dümen kırarken, Yucatan'ın ardından kaybolan güneşin kızıllığında, rengarenk hayallere daldım.
Haftaya Jamaika'nın Ochos Rios kentini, dünya kara para yıkama merkezi Grand Cayman adasını anlatacağım.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2004
Birkaç yıldan beri uzun deniz yolculuklarına çıkıyorum. Öyle dur durak bilmeden giden gemileri pek sevmiyorum. Ama her sabah başka bir limanda demir atan yüzer otellerle dolaşmanın keyfine de doyamıyorum. Geçen haftada Miami'den böyle bir gemiye binip, Karayip Denizi'nde sıcağın tadını çıkarttım.
Kış önümü kesmekte inat edince ben de yaza kaçtım. Geçen hafta soluğu Karayip Denizi'nde aldım. Costa Atlantica adlı gemiyle -yüzer otel demek daha doğru olur- o ada senin, bu ada benim dolaşıp durdum. Son yıllarda denizle pek sıkı fıkı oldum nedense... Önce İngiltere'nin Southampton limanından 'Queen Elizabeth 2' transatlantiğine binip New York'a gittim. 6 gün boyunca çalkantılı okyanusa bakmaktan sıkıldım. Ama Atlantik Okyanusu'nu gemi ile geçenlerin listesine adımı yazdırmaktan da başka türlü bir keyif aldım.
İkinci uzun deniz yolculuğumu geçen yıl, Pasifik Prenses adındaki bir yüzer otelle Akdeniz'de gerçekleştirdim. O gezi liman liman olduğu için daha keyifliydi. Pire, Napoli, Monako, Barcelona... Her limanda o ülkenin tadına baktım, rıhtımlarında aylaklığın keyfini çıkardım, arka sokaklarda kentlerin gerçek yüzünü gördüm... Güzel bir geziydi. İnsanın oteli ile birlikte gezmesinin ne kadar zevkli olduğunu bu gezide keşfettim... Akşama kadar taban tepip yoruluyor, akşam gemiye dönünce iki dirhem bir çekirdek giyinip, bardaki yerimi alıyordum. Gemi limandan ayrılırken kente el sallayıp, batan güneşe karşı kadeh kaldırıyordum.
Üçüncü yolculuğumu da geçen hafta Karayip Denizi'nde yaptım. Cerrahgil Turizm şirketinin organize ettiği yolculuğu, Costa Atlantica adlı diğer bir yüzer otelle gerçekleştirdim. Kıskandırmak gibi olacak ama siz burada soğuktan donarken, ben oralarda -veya cennet adalarda- sıcaktan bunalıp, gölgelik serin kuytular aradım.
Bu unutulmaz yolculuğu anlatmadan önce, biraz deniz yolculuğunun geçmişinden bahsetmekte yarar görüyorum. O zamanlar sadece çok meraklıların -macera düşkünlerinin-, tüccarların, çoğunlukla da misyonerlerin çıktığı bu yolculuklara katlanmak her babayiğidin harcı değildi. Alman tarihçi Winfred Löschburg'un, 'Seyahatin Kültür Tarihi' adlı kitabında anlattığına göre, ilk deniz yolcuları gemiye binmeden önce sıkı bir alışveriş yapıyorlardı. Aldıkları yolculuk için gerekli eşyalardı: Keten pantolonlar, içine kum girmesin diye küçük halkalarla büzülebilen uzun konçlu çizmeler, mendiller, hasır döşekler, kusma kabı, susuzluğa karşı nöbet şekeri, yetecek kadar yiyecek, insana güç veren koku maddeleri, yeşil zencefil, veba hapı ve diğer ilaçlar... Deniz aşırı yolculuklarda fırtınada geminin batmamasına yardımcı olmak, korsan saldırılarına karşı koymak da yolcuların göreviydi.
Fransa'dan kalkan bir gemi, yaklaşık 650 günde Çin'e varıyordu. Amerika'ya doğru yola çıkan her on yolcudan biri, hedefine hiçbir zaman ulaşamıyordu. Buhar gücünün bulunması deniz yolculuğunda bir devrim yarattı. 'Clermont' adındaki buharlı gemi, 1807'de Hudson Nehri üzerinden New York-Albany arasındaki ilk seferini yaptığında, Robert Fulton nehir ve deniz gezileri tarihinde yeni bir çığır açmış oldu.
YANDAN ÇARKLI SARAYLAR
Yazının başında bahsettiğim 'yüzer otellerin' ilk örneklerini 'City of Memphis' ve 'Golden Dust' isimli, yandan çarklı, devasa beyaz gemiler oluşturdu. Bir zamanlar ünlü Mississippi dümencisi Clemens -namı diğer Mark Twain- bu yandan çarklılara 'yüzen saraylar' diyerek onları ölümsüzleştirdi. Gemilerdeki dans salonlarından ve güvertelerden müzik sesleri yükseliyordu -tıpkı bugünkü gibi. Bu nehir gemileri, yolcularla birlikte New Orleans blues'unun hüzünlü nağmelerini de tüm Amerika'ya yayıyorlardı.
Okyanusu geçen ilk buharlı gemi olan 'Savannah', 1819'da Amerika'dan İngiltere'nin Liverpool limanına tam 25 günde gitti. Gemide yeterince yakacak odun bulundurulamadığı için makine sadece durgun havalarda çalıştırılmış, diğer zamanlarda yelkenler imdada yetişmişti. 1840 yılında, İngiliz armatör Samuel Cunard, Atlantik'teki ilk buharlı gemi ağını kurdu. 1852-1857 yılları arasında Thames Nehri’nde inşa edilen yandan çarklı ve uskurlu vapur 'Great Eastern', 207 metre uzunluğunda, 25 metre enindeydi. Saatte 14,5 deniz mili hıza erişebilen bu ilk okyanus devi dünyada hayranlık uyandırmıştı.
Deniz yolculuğunun kaba özeti böyleydi. Aradan geçen yıllar -veya asırlar- gemileri süper lüks otellere dönüştürmüştü. Ama gemilerin hızı bir o kadar artmamıştı.
UÇAĞIN TADI KAÇTI
Costa Atlantica'ya ulaşabilmek için epey bir yol yaptım: İstanbul, Milano, Miami, Fort Lauderdale. Oldukça sıkıntılı bir yolculuk oldu. Bir defa uçaklar içine düştükleri '11 Eylül Krizi' nden kurtulabilmek için her şeyden kısmışlardı. Yemekler yenmeyecek kadar lezzetsizdi. Hosteslerin davranışları kabalaşmış, ikramlar en alt düzeye indirilmişti.
Uçakların sıradanlaşmasına bir de, havaalanlarındaki abartılmış arama taramalar eklendi. Her havaalanında -hele Amerika'da- uzun uzun kuyruklarda bekledim. Her seferinde cüzdanımı, kalemimi, gözlüğümü, saatimi, kemerimi, ayakkabılarımı çıkartıp, güvenlik kapısından geçtim. Her seferinde de alet bipledi. Bipledikçe de iyice didiklendim. Amerika'ya girişte pasaport kuyrukları bildim bileli uzundur. Bu kez daha da uzadığına şahit oldum. Sıra bana gelince -yaklaşık yarım saat sonra- önce pasaportum sayfa sayfa incelendi. Sonra önce sağ, ardından sol işaret parmağımın izi alındı. Fotoğrafım çekilip fişlendikten sonra ancak giriş damgam vuruldu.
Bavulumu beklerken ise kendimi bir köpek çiftliğinde zannettim. Büyüklü küçüklü birkaç cins köpek, görevli sahipleriyle birlikte, bagajları koklaya koklaya dolaşıyorlardı. Köpek bir bavulu fazla koklayıp havlamaya başlayınca, o bavulun sahibi hemen bir odaya çekilip didik didik aranıyordu. Köpeklerden biri benim bavuluma havlayacak diye ödüm koptu... Yol boyunca onca zaman kaybı, onca hakaret, onca stres... Yolcular tatile değil de sanki esir kampına götürülüyordu. Gezim boyunca arada bir bu işin çözümünü düşündüm. Bütün dünya gezginleri -yolcuları- anlaşıp, bir süre ülkelerinden çıkmasa, iflasla karşı karşıya kalan hava yolu şirketleri, döviz geliri azalan ülkeler elele verip, bu işkenceye mutlaka bir çözüm bulurlardı.
Ben şimdiden bu çağrıyı yapıyorum: 'Bütün dünyanın yolcuları birleşin!..'
BAHŞİŞİN TARİFESİ
Devasa gemiyi görünce, bu yolculuğun her türlü zahmete katlanmaya değeceğini anladım. Güzel bir kamarada kalıyordum. Daha önceki gezilerimden edindiğim tecrübe ile, benim koridordan sorumlu Filipinli kamarota bir miktar bahşiş verdim. Bu peşin bahşişin, yolculuk boyunca bir çok sorunu çözeceğini biliyordum. Gemide çalışan çoğu Filipinli olan görevlilerin, ayda yaklaşık 50 dolar aldıklarını öğrendim. Her gün kamaralara bırakılan gemi gazetesinde, bahşiş listesi yayınlanıyordu. Kat görevlilerine, kişi başına her gün 3 dolar, diğer hizmetlilere ise 1,5 dolar vermek gerekiyordu. Barda çalışanlar ise hesaba yüzde 15 servis ücretini ekliyorlardı. Yani çalışanların ücretini de müşteriler ödüyordu.
Bahşişi kapan kamarot Jay, hemen buz kovasını doldurdu. Yedek havluları getirdi. Kamaramda her türlü konfor mevcuttu: Büyükçe bir yatak, karşısında uydular aracılığı ile yayın yapan televizyon, mini bar, küçük ama kullanışlı bir banyo, yeteri kadar gardırop ve en önemlisi manzaralı bir balkon... Duşumu aldıktan sonra bornozumu giyip balkona çıktım. Yanımda getirdiğim malt viskiden
-Highland Park 18- iki parmak doldurup, bir buz attım. Şezlonga uzanıp, yavaş yavaş uzaklaşan kıyıyı seyretmeye koyuldum.
Haftaya sırada cennet adalar var.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2004
Burdur'dan Antalya'ya giderken, İnsuyu Mahallesi veya daha ileride Çeltikçi ilçesini geçtikten sonra sola bir yol ayrılır. Mavi tabela Ağlasun'u işaret eder. Ağlasun, yaz aylarında kiraz ve ceviz ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir ova kasabasıdır. Her yaz mayıs sonu ile eylül başı arası son derece hareketli günler yaşar; sırtını dayadığı Akdağ üzerinde yedi kilometre yukarıda, yüzlerce yıldır uyuyan Sagalassos antik kentinin arkeologlarca yeniden uyandırılışına tanık olur. Kasabaya dünyanın pek çok ülkesinden gelen yerli, yabancı üniversiteli gençler ile farklı disiplinlerden bilim insanları, kendilerini dört gözle bekleyen kasabanın esnaf ve gençleriyle hasret giderir. İlk kazmanın vurulduğu 1990'ların başından beri süren imece usulü bu çalışmalar, artık bölgenin özgün gelenekleri arasına girmeye başlamıştır.
Sagalassos'un kuruluşu en erken İÖ 4 bin 200 yıllarına tarihleniyor. Yerleşmede İlk Tunç Çağı ve Son Tunç Çağı'nda da iskan olduğu biliniyor. İlk Demir Çağı'nda ise Sagalassos'un kent halini almış olması tahmin ediliyor.
Büyük İskender İÖ 333'te kanlı bir savaş ile kenti ele geçirir. Büyük İskender'den sonra Sagalassos'ta Helenleşme dönemi başlar. Bu dönem boyunca (İÖ 333-25) Pisidia bölgesinin en önemli ikinci kenti olur. İskender'in ölümünden sonra selefleri arasında birkaç kez el değiştiren kent sırasıyla önce Seleukosların, sonrasında Attalosların Bergama Krallığı'na dahil edilir, ardından Roma Cumhuriyeti'nin (İÖ 133/29 - 39) ve son olarak da Galat kralı Amyntas'ın (İÖ 39-25) egemenliği altında kalır. İmparator Augustus, Pisidia'yı tekrar Roma İmparatorluğu topraklarına katar. İÖ I. yüzyılın sonunda bölgenin en önemli ve büyük şehri haline gelen kentin bu yükselişi, İS III. yüzyılın başına kadar devam eder.
KENTSEL DÜZENLEME
Kentin en eski kalıntıları İÖ III. yüzyıla aittir. Ortadan geçen geniş bir araba yolu ile kent yukarı ve aşağı olmak üzere iki merkeze ayrılır. Her iki bölümünde de agoralar, kentsel düzenlemenin ana mekánlarını oluşturur.
Yukarı Şehir'de yer alan Yukarı Agora'nın ortası, Sagalassos'un en önemli ailesinin, Tiberius Cladiusların tunçtan heykellerini taşıyan, Korint düzenli dev şeref sütunları ile süslenmiştir. Hellenistik dönemin en önemli ve seçkin kamusal yapısı olan kent meclisi binası (Bouleuterion) ile 14 metre yüksekliğindeki Augustus dönemine ait kahramanlar anıtı (Heroon), müthiş güzellikte bir friz ile yer alır. Yukarı Agora’nın kuzeyinde zengin motiflerle bezenmiş Antoninler Çeşmesi ( İS. 161-180 ) en çok dikkat çeken yapıdır. Yukarı Agora’nın kuzeydoğusunda, geç Helenistik Dorik çeşme ile İS 120'li yıllara ait Neon kütüphanesi yer alır. Neredeyse bütün parçaları ortaya çıkarılan bu yapıların restorasyonu sırasında, Türkiye'de ilk kez bir anıtsal çeşmeye tekrar özgün çeşme fonksiyonu kazandırıldı. Böylece Torosların suyu yüzyıllar sonra tekrar yeryüzüne kavuştu. Kentin en yukarı kısmında, vahşi hayvanlarla gladyatörlerin mücadelesinin de izlendiği 9 bin kişilik, İS II. yüzyıla ait tiyatronun dışında kaya mezarları ve çanak çömlek atölyeleri tespit edildi.
Aşağı Şehir'in merkezindeki Agora'da da birçok antik dönem kalıntısı yer alır. Traian dönemine tarihlenen Ares, Herakles, Hermes, Zeus, Athena ve Poseidon büstleri, antik dönem heykeltıraşlığının eşsiz örneklerinden sayılır. Ancak Aşağı Agora'nın ve kentin en büyük anıtsal yapısı, içinde pek çok havuz bulunan ve günümüze iki katı korunmuş şekilde ulaşan Roma Hamamı'dır. Antoninus Pius (İS 138-161) döneminde ise Piskoposların Sagalassos'taki gücünün mimaride yansıdığı görülür. Bu güç meclis binasının (Bouleuterion) Aziz Michael adına, bazilikal bir kiliseye çevrilmesinden anlaşılabilir. Hıristiyanlık öncesi Sagalassos halkının dini yaşamı hakkındaki bilgiler ise ağırlıklı olarak Helenistik döneme tarihlenir. Luvi soyundan gelen Sagalassos halkı, doğal unsurlara dayanan bir inanç sistemine sahipken, Büyük İskender'in kenti ele geçirmesinden sonra çoğu yerli olan tanrılar, Yunanlı karşılıklarıyla özdeşleştirilir. Örneğin Zeus, Luvilerin hava-iklim tanrısı Tarkhunt'un bir devamıdır.
SONUN BAŞLANGICI
Görkemli günler yaşayan Sagalassos'ta sonun başlangıcı, İS 500 civarında yaşanan ağır bir depremdir. İS 542'de Anadolu'yu kasıp kavuran ve birçok aristokratik aileyi veya zenginliklerini yok eden veba salgınının, üretim ve ekonomideki etkileri Sagalassos'ta da görülür. Kent, İS VII. yüzyılda yeni bir deprem ile tekrar sarsılır. Kentin çevresini saran ormanların tüketilmesi, ısınma sorunlarını da ortaya çıkarır. Üstüne bir de yeni bir inanca ait askeri gücün tehlikesi, Arapların akınları eklenir. Susuzluk, soğuk ve savaşlar, salgın hastalıklar derken, Sagalassos terk edilir ve Akdağ'dan gelen topraklar tarafından üzeri örtülür.
Kentte, İS IX ve XI. yüzyıllar arasında iskán edilmiş köy kalıntıları ortaya çıkarıldı. Burası olasılıkla kentin son dönemleri için bahsedilen Sagalassos'lu piskoposların ikamet yeriydi. İS XII-XIII. yüzyıllarda ise İskender Tepesi'nde bir Bizans Kalesi kurulmuştu. İS XIII yüzyıla gelindiğinde Türkler bu kaleyi yıkacak ve Ağlasun yakınlarında bir kervansaray ve hamam inşa edilecek, ardından da Sagalassos ismi artık Ağlasun'la birlikte yaşayacaktı.
ÇEVRE VE EKONOMİ
Dönemin beslenme stratejilerinin anlaşılmasında iki buluntu grubu önemli yer tutuyor. Ele geçen hayvan kemiklerinin oluşturduğu ilk gruptan elde edilen bilgiler, Sagalassos insanlarının sığır, koyun, keçi, domuz, tavuk gibi evcil hayvanlar beslediklerini; geyik, yabani tavşan ve yabani kuşları avladıklarını gösteriyor. Ticareti kanıtlayan ve Sagalassos'ta İS I. ve VII. yüzyılları arasında en fazla tüketilen balık türü olan Sekiz Balık'ın Mısır'dan getirildiği, DNA analizleri ile anlaşıldı. İkinci buluntu grubu olan bitki kalıntılarında ise tahıl çeşitleri (buğday türleri, arpa, akdarı, çavdar ve yulaf) ve baklagiller (özellikle mercimek ve fasulye, olasılıkla nohut) ön plana çıkıyor.
Meyvecilik açısından halen zengin olan yörede, bitki kalıntıları, Romalıların da bu doğal kaynaktan yararlandığını ortaya koyuyor. Ceviz, badem ve fındık gibi sert kabuklular ile incir, zeytin, üzüm, kiraz, alıç, dut ve mürver gibi meyveli ağaçlar, diğer bitki kalıntılarını simgeliyor.
Antik ekonomiye azımsanmayacak katkısı olan çanak çömlek üretimi ve dağıtım ekonomisi üzerine ipuçları veren, bir zanaat mahallesi kalıntıları da ortaya çıkarıldı. Bu alanın keşfedilmesi Sagalassos kentini çanak çömleğin seri üretildiği yerler listesine kattı. Bulunan bu zanaat mahallesinde, şarap içmek için astarlı veya bezemeli, kalıpla yapılmış kaplar ve daha geniş yelpazeli astarlı yemek kapları üretiyordu. İS VII. yüzyılda Sagalassos'ta yemek kapları üreten çömlekçiler etkinliklerine son verdiler. Üretim yakınlardaki köy merkezlerine dağıldı ve oldukça işlevsel, yerel çanak çömlek tipleri üretildi. Maden buluntular üzerinde yapılan analizler de, metal işçiliği hakkında önemli bilgiler verdi. Geç Roma dönemine ait bir anakaya üzerindeki yanık izleri, Sagalassos'taki en eski metal işçiliğine işaret ediyordu.
Sagalassos'un geçmişinde yaşadığı deprem ve toprak kayması gibi çok acı olayları, kenti ortaya çıkarmaya çalışan bilim ekibinin şansı saymalı. Çünkü Sagalassos, Anadolu'da buluntu gruplarıyla ve mimarisiyle, antik dönemin en iyi korunan kentlerinden biri durumundadır.
Kentin geçmişi hakkındaki özet bilgi bu kadar. Daha geniş bilgiye sahip olmak istiyorsanız Atlas'ın son sayısını almanızı öneririm. Sagalassos Anadolu'da son yıllarda bulunan en önemli antik kent. Eğer yolunuz düşerse mutlaka uğrayın.
ATLASLA YOLCULUK
Türkiye'nin tek ve en güzel coğrafya dergisi Atlas bu ay da okurlarını Anadolu'da ve dünyanın dört bir yanında ilginç coğrafyalara taşıyor. Siz de benim gibi kent mahkumu olduysanız Atlas'ın sayfalarına sığınabilirsiniz. Her zaman olduğu gibi bu ay da ilginç yolculuklar sizi bekliyor.
UZAKDOĞU'NUN BOYNUZGAGALARI
Yuvalarını yağmur ormanlarının saklı kalmış ağaçlarının yüksek kovuklarına yapıyorlar. Dişi, yavrusunu düşmanlara karşı korumak için dışkısı ve ağaç parçalarıyla yuvanın girişini örüyor ve haftalarca kendini içeri kapatıyor. Ona bir tek eşi besin sağlıyor. Asya'nın güneydoğusunda yirmi yıl boynuzgagaları
inceleyen biyolog Pilai Poonswad, onların kapalı hayatlarını gözlemleyen ilk araştırmacı oldu. Bu ilginç hayvanların öyküsü Atlas'ın son sayısında.
LENİNGRAD KUŞATMASI
Altmış yıl önce, yani 27 Ocak 1944'te, o zamanki adıyla Leningrad, şimdiki ismiyle Petersburg şehri halkı, dokuz yüz gün süren Alman kuşatmasını kırmayı başardı. Dünya tarihinin bu en uzun ve en korkunç kuşatması, bir milyona yakın sivil insanın, açlık ve soğuktan ölümüyle sonuçlanmıştı. Bu müthiş kuşatmanın öyküsü Atlas'ta.
NDEBELE KABİLESİ
Bereketin, mutluluğun ve sadakatin çizgileri duvarlarda gülümsüyor. Evlerin dışı da içi de oya gibi işleniyor. Güney Afrika'da başkent Pretoria yakınlarında yaşayan Ndebele kabilesinin kadınları, sadece evlerini değil, kendi bedenlerini de süslüyorlar. Bu ilginç insanların öyküsü birbirinden güzel fotoğraflarla birlikte Atlas'ta sizi bekliyor.
GÖKIRMAK BOYU
'Bu toprağa adam eksen, adam çıkar' diyor eski muhtar. Çeltik üreticisi yakarır gibi: 'Ah be oğul benim derdim pirinç değil! Bu toprak ürün vermek ister!' Sarımsakçı ise çok derinden sesleniyor: 'Hakikat, şeyleri olduğu gibi görmektir.' Kızılırmak'ın en büyük kolunun geçtiği Gökırmak Vadisi'nin bir ucu Kastamonu'da bir ucu da Sinop'ta. Bilge insanların yaşadığı bu vadide Atlas ekibi alabalıklar gibi kaynağa doğru ilerledi. Tüm öykü son sayıda.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2004
Girit mutfağının dünyanın en sağlıklı mutfağı olduğu iddia edilir. Bu mutfağın baş aktörleri otlar, sebzeler ve zeytinyağıdır. Ben Girit'te köşe bucak aramama rağmen bu mutfağın gerçek tatlarını bulamadım. Restoranların artık turistik tatlara yöneldiğini üzülerek gördüm.
Dünyanın en sağlıklı veya içinde uzun yaşamın sırlarını barındıran Girit mutfağını anlatmaya, bir kalamarlı pilav tarifiyle başlamak istiyorum. Bu tarifi Ahmet Yorulmaz'ın ‘Girit'ten Cunda'ya’ adlı kitabından aldım. Tarifin sahibi Giritli Kaptan Spiridakis. Kaptan, her şeyin yolunda gittiği seferlerde mutfağa girip, bu pilavı hazırlar, tayfalara ziyafet çekermiş. Bu yemek sanırım artık pişmiyor. Yani Girit'te yemeniz pek mümkün değil. Meraklı birinin, eski bir balıkçının evinde belki. Tarif -belki yaparsınız diye- şöyle:
‘Ahtapotu geminin güvertesinde -veya benzer bir yerde- iyice döveceksiniz. Sonra su katmadan, kendi salgıladığı suyla pişene kadar haşlayacaksınız. Daha sonra küçük küçük parçalara böleceksiniz. Tenceredeki ahtapot suyunun fazlasını döküp ahtapot parçalarına, pirinci ve yeteri kadar -bolca- zeytinyağını ekleyip pilavı pişireceksiniz. Ahtapotun suyu tuzlu olduğu için, tencereye ayrıca tuz atmaya gerek yok. Pişen pilavı ateşten indirdikten sonra, tavını bulması ve pirincin tane tane olması için üstüne bir gazete koyup, kapağı kapatacak, bir köşede yarım saat dinlendireceksiniz. Daha sonra pilavı sofraya koyup, kaşık çalabilirsiniz. Bazen de döverek yumuşattığınız ahtapota bol soğan, baharat, portakal kabuğu koyup güzel bir yahni yapabilirsiniz. Bu yahninin sosuna taze ekmek banmanın tadına doyum olmaz...’
On beş-yirmi dakika fırında bekletilen domatesli taze pırasa, sübye balıklı semizotu, nohut veya kuru fasulye ile pişirilen, tuzlanıp kurutulmuş bakalaryos (mezgit) yemeği, dana etiyle pişen son aşamada fırına atılan kara erikli pırasa, papatya katılarak yapılan tarator, has zeytinyağında kızartılmış turna balığı... Bu yemekler de artık Girit'teki lokantalarda pişirilmiyor. Veya ben nerede piştiğini bilmiyorum.
ZEYTİNYAĞI VE OT
Yazıya başlamadan önce bir de, Giritlilerin otlara olan düşkünlüğünü anlatan fıkrayı aktarmak istiyorum:
Çocuk koşarak eve girip, ‘Baba bahçede bir inek bir de Giritli var ne yapayım’ demiş. Babası hiç düşünmeden: ‘İneği bırak otlasın, karnı doyunca çeker gider. Giritliyi ise hemen kov, bahçede ot namına bir şey bırakmaz’ diye yanıt vermiş.
Aslında Girit gezimde, haşlandıktan sonra zeytinyağı ve limonla tatlandırılmış o meşhur otlardan da yiyemedim. Çünkü gittiğimde kış başlamış, bağda bahçede ot kalmamıştı. Orada bulunduğum süre içinde, bir iki porsiyon radika ve yoğurtlu semizotu salatası ile yetinmek zorunda kaldım. Zeytinyağlı enginarı, kabak çiçeği dolmasını, arapsaçını, hardal otunu, istifnoyu, ebegümecini ve diğer otları bir dahaki gidişime bıraktım. Aslında bu otları Türkiye'de de, özellikle Ege kıyılarında bulmak mümkün. Önemli olan bunları tanımak ve toplamak. Cunda'nın, Tire'nin pazarlarında bu otları satan kadınlara çok rastladım. Bu otları pişirmek de öyle çok maharet isteyen bir şey değil. Kıvamında haşlanacak, üstüne limonlu, sarmısaklı, zeytinyağlı bir sos dökülecek... Ben ot mevsiminde mutlaka Tire'ye gidip, Kaplan Restoran'da, Lütfü ile Hürmüz'ün hazırladığı ot yemeklerinin tadına bakarım. Veya Cunda'da Nesos'a gider, 40-50 çeşit Ege mezesiyle masamı süslerim. Bu konuda, ‘Neden Girit'in otu meşhur?’ diye sorarsanız, yanıtını tam olarak bilemem. Ot aynı, pişirmesi aynı... Belki adanın havası, bir de zeytinyağının tadı bu farklılığı yaratıyordur. Kim ne derse desin ot denince herkes gibi benim de aklıma nedense hemen Ege, özellikle de Girit gelir.
MUTFAĞIN SIRRI
Yaygın inanışa göre Girit mutfağı -kaybolmaya yüz tutan-, Akdeniz türü beslenmenin en tipik örneğini oluşturur. Adada tüketilen yiyeceklerin, yaşamı uzattığı öne sürülür. Bunda da gerçek payı oldukça fazladır. Çünkü çeşitli dönemlerde yapılan araştırmalar, Giritlilerin kalp damar ve diğer öldürücü hastalıklara yakalanma açısından, hep en son sırada yer aldıklarını göstermektedir.
Bunun sırrı sadece mutfakta mıdır?.. Bence buna, ‘Ada Faktörü’nü de eklemek yerinde olacaktır. Bana göre adalılar daha kalender, daha az telaşlı, daha az dertli, daha az hırslıdırlar. Giritliler ayrıca, yaşamdan zevk almasını bilen insanlardır. Onun için içki masasına hiçbir zaman tek başına oturmazlar. Rakıyı veya şarabı, efkarlanmak için asla içmezler. Giritlilerin içki masası hep kalabalıktır. Oradan şen kahkahalar yükselir. Şarap servis edilmeden önce bir iki yudum yere dökülür. Bu ölülerin hakkıdır. Ölüler bile neşeyle anılır.
İçki masasının mezeleri basittir. Domates, roka, kuru soğan, kalamarla yapılan, üstünde mutlaka kalınca bir dilim keçi peyniri bulunan salata masaların demirbaşıdır. Onu, Girit zeytinyağı ile yumuşatılmış, üstüne taze kekik, domates ve beyaz peynir konmuş peksimet izler. Mevsimine göre zeytinyağlı otlar ve sebzeler masada mutlaka yerini alır. Tabii ki ahtapot salatası ve kalamar tava da eksik olmaz. Aslında Girit yemekleri yabancımız değildir: Yoğurtlu semizotu salatası, zeytinyağlı pırasa, terbiyeli karnabahar, karnabahar omleti, kabak çiçeği dolması, lahana ve yaprak sarması, kabak ve domates dolması, patlıcanlı pilav, zeytinyağlı enginar, enginarlı omlet, kabak çiçeği köftesi, fava, pilaki ve diğerleri.
EKMEKSİZ ASLA OLMAZ
Balık Girit'te daha çok sahil kesimlerinde yenir. Barbunya, kaya balığı, mezgit, ahtapot ve kalamar en rağbet edilen balık türleridir. Özellikle ahtapot ve kalamar içki masalarının değişmez mezeleri arasında yer alır. Kakavia (balık çorbası) sahil kasabalarının en lezzetli yemeklerinin başında gelir.
Ekmek Giritlilerin en favori gıdasıdır. Onsuz sofraya oturulmaz, onsuz hiçbir yemekten tat alınmaz. Ekmekler daha çok kepekli esmer undan yapılır. Bir de Girit'in peksimeti meşhurdur. Bu peksimet için, kepeği alınmamış buğday, arpa, çavdar unları veya bu üçlünün karışımı kullanılır. Bu lezzetli peksimet salataların içine konduğu gibi, üstüne bol zeytinyağı dökülerek de yenir.
Tahmin edilebileceği gibi, zeytinyağı Girit mutfağının en baş köşesinde yer alır. Adanın hemen her tarafı zeytin ağaçları ile kaplıdır. 35 milyondan fazla zeytin ağacı olduğu öne sürülmektedir.
Beni Girit zeytinyağı ile Tuğrul Şavkay tanıştırmıştı. Onun ısrarı üzerine Selanik'ten bir kutu zeytinyağı almış, tadına doyamamıştım. Adaya yaptığım geziden dönerken, bavulumu teneke teneke Girit yağı ile doldurdum. Giritliler için zeytinyağsız bir hayat düşünülemez. Kahvaltıda, yemeklerde, meze olarak, tatlılarda hep zeytinyağı kullanılır. Hem de bol bulamaç.
Girit yemeklerinin pişirme biçimleri çok basittir. Tatlandırıcı olarak baharata rağbet edilmez. Aynı yemek her evde veya restoranda ayrı lezzetlere bürünür. Çünkü bu yemeklerde kullanılan malzemelerin belirli bir ölçüsü yoktur. Malzemenin miktarını, evin kadınının veya restoranın aşçısının göz kararı belirler.
BİLDİK YEMEKLER
Adada asla hayvansal yağ ve tohum yağı kullanılmaz. Et her gün tüketilen gıdaların arasında yer almaz. Daha çok koyun ve kuzu eti tüketilir. Genellikle hafta sonları sofraları süsleyen et, tencere yemeklerinde kullanılır. Girit'te mutlaka tadına bakılması -bulabilirseniz- gereken etli yemeklerin en meşhurlarını şöyle sıralayabilirim: Güveçte etli nohut, etli taze fasulye, etli ve sebzeli börek, köfte, kıymalı musakka, kuzu etli bamya, kuzu etli şevketi bostan, kuzu etli enginar, enginarlı ve yoğurtlu kuzu eti, limon soslu ciğer, ayvalı domuz eti, kerevizli domuz eti... İsimlerinden de anlayacağınız gibi, bu yemekler bizim yabancımız olmayan yemeklerdir.
Baklagiller de Girit mutfağının baş köşesinde yer alır. Özellikle kış aylarında hemen her mutfakta ya nohut, ya fasulye, ya mercimek, ya bezelye pişer. Adalıların bakliyata düşkünlüğü antik çağlara kadar uzanır. Baklagiller çoğunlukla et veya tuzlanmış balıkla pişirilir. Pilav, bizde olduğu gibi Girit'te de baklagillerin değişmez eşlikçisidir. Ispanaklı kuru fasulye, fava, limon soslu nohut çorbası, mercimek çorbası, fava köftesi en favori kış yemekleri arasında yer alır.
Girit mutfağı anlat anlat bitmez. Adada kaldığım beş gün süresince bu özel mutfağın tadına varabilmek için, öğle ve akşam lokanta lokanta gezdim. Gitmeden önce bilenlerden önemli restoranların adreslerini almıştım. Gittiğimde çoğunu kapalı buldum. Açık olanlarda da düşlediğim yemekleri yiyemedim. Orada sorup soruşturdum. Önerilen yerlere gittim ama yine bildik tatların ötesine geçemedim. Benden önce oraya giden hikayeci ve televizyoncu Başar Başarır, Girit mutfağı konusunda biraz hayal kırıklığına uğrayacağımı söylemişti. Ben pek inanmak istememiştim ama Girit'te tüm uğraşlarıma rağmen, Selanik'te, Atina'da, Cunda'da, Çeşme'nin Dalyan Köyü'nde, Tire'de yediklerimden farklı tatlara rastlayamadım.
Konuyu özetlersem, ünlü Girit mutfağına 'turistik' restoranlarda rastlamak artık pek mümkün değil. Bu yemekler ya kıyıda köşede kalmış meraklı lokantalarda, ya da evlerin mutfaklarında pişiyor. Ama Girit'e gittiğinizde, siz yine de inatla gerçek Girit yemeklerini arayın. Çünkü, bulursanız çok mutlu olursunuz.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2004
Başı bulutlara değen dağların eteklerinde, Afrika'dan gelen dalgaların okşadığı sahillerde, antikçağın en önemli saraylarından biri olan Knossos'un sokaklarında dolaşa dolaşa Girit yolculuğunu bitirdim. Gezimin sonunda, Akdeniz'in bu güzel adasının yazın daha keyifli olacağına karar verdim.
Girit gezimin ikinci bölümünde, adanın Doğu ve güney sahillerine doğru yolculuk yaptım. Ayrıca iç kesimlerdeki dağlık bölgelerde, sisli yolları aşıp, dağ köylerinde dolaştım durdum. Aslında Girit'te kendimi hiç adadaymış gibi hissetmedim. Bitmek bilmeyen yollar, iç kesimden gökyüzüne fışkıran dağlar, göz alabildiğine uzanıp giden ovalara baktıkça, bir adadan çok, bir kıtanın güney sahillerinde dolaştığımı zannettim. Bence ada dediğin, yüksekçe bir yere çıkıp bakınca, dört bir yanında deniz görünen bir yer olmalıydı. Girit'te zirvelerden bakınca bile denizi göremedim.
İraklion'dan (Kandiye) Aya Nikolas kentine doğru uzanan yol da, kıyı kıyı, koy koy uzanıp gidiyordu. Bu bölümde dağlar nedense daha heybetli görünüyordu. Asfaltın koyuluğuna, şeritlerin beyazlığına bakılırsa yol yeni yapılmıştı. Hız limiti 70 ile 90 kilometre arasında değişiyordu. Ben bu limite mümkün olduğunca -biraz da korkudan- uymaya çalışıyordum. Ama beni sollayıp, bir anda gözden kaybolan arabaları görünce, adalıların limit falan dinlemediklerine karar verdim. Yollar bu mevsimde kimsesiz olduğu için, hız limiti aslında biraz zorlanabilirdi. Ama ben, yabancı topraklarda kurallara uymayı yeğledim.
Elounda'yla tepedeki bir virajı dönünce karşılaştım. Kasabanın üstünden sabah pusu henüz kalkmamıştı. Bu haliyle düşlere açık bir sahil beldesi gibi görünüyordu. Kıyıya inip, koyları dolaşa dolaşa ilerlemeye başladım. Sabah mahmuru koylar ayrı güzellikler sunuyordu. Evlerin çoğu, çivit mavisi kepenklerini kapatıp, Atina'nın taş yığını kışına dönmüşlerdi. Beyaz badanalı yazlıkçı villalarıyla oldukça yeni görünen kasabanın tarihi aslında eskiye dayanıyordu. Kuruluş olarak kitaplara düşen tarih 1579'du. Venedikliler adanın doğu kıyısını savunmak için burayı üs tutmuşlardı.
UYKUDAKİ YAZLIKLAR
Güneş yükseldikçe pus dayanamadı, dağıldı. Ortaya beyazlı mavili bir kasaba çıktı. Limana inip, ağlardan balık ayıklayan parmakları çatlak, pos bıyıkları sigara sarısı balıkçıları seyrettim. Burada da sokaklar boştu. Kahvelerin, restoranların çoğu kepenk indirmişti. Elounda'nın yaz yorgunu olduğu her halinden belli oluyordu. Dar yolu aşıp Spinolonga yarımadasına geçtim. Kıyıda durup, lacivert suyun altında, sokaklarında balıkların yüzdüğü Roma döneminden kalma kentin kalıntılarını seyrettim. Yazın bu sokaklarda balıklarla birlikte yüzmeyi düşledim.
Karşıdaki küçük ada bulunan görkemli Venedik kalesini uzaktan seyretmekle yetindim. Osmanlı'ya kök söktüren bu kale, yakın geçmişe kadar cüzzam hastalarına barınak olmuş, bu nedenle de gözlerden uzakta kalmıştı.
Döne dolaşa Elounda'yı bitirip, Girit'in en gözde tatil kentlerinden biri olan Aya Nikolos'a geçtim. Burada deniz kentin içine kadar girip, göl görünümünü almıştı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da rıhtıma kahveler ve restoranlar sıralanmıştı. Boş masaların aralarında zikzaklar çizerek kimsesiz rıhtımı adımladım. Köprünün korkuluklarına dayanıp, lacivert Akdeniz'in çırpıntılı sularını seyrettim. Rıhtımdan sonra dar sokaklardan döne döne tepelere çıkıp, Etnografya Müzesi'ni aramaya başladım. Yolu sorduğum bir bakkalda, Türk olduğumu öğrenen yaşlı bir kadınla sarmaş dolaş oldum. Sonunda müzeyi buldum ama gezemedim. Çünkü kış aylarında kapısına kilit vurulduğunu öğrendim.
AVRUPA'NIN EN GÜNEYİ
Döne döne çıktığım yokuşu yine döne döne inip, Dipsiz Göl'ün kıyısında, pervanesiz değirmenlerin fotoğrafını çektim. Kitaplara bakılırsa gölün dibi 64 metre derinlikteydi. Ama suyunun renginin karaya çalması yüzünden çevresinde oturanlar onun dipsiz olduğuna inanmışlardı. Karanlık sularda birkaç taş sektirip direksiyonu İyapetra'ya doğru kırdım.
Yarım saat sonra, Avrupa'nın en güney ucuna vardım. Avrupa Girit'in güneyindeki İyapetra'da bitiyordu. Kuzey Afrika ile Ortadoğu arasındaki ticarette önemli bir rol oynayan kent, aynı zamanda Minos ve Akha uygarlıklarının da kavşağında yer alıyordu. Kent ayrıca, Mısır seferine çıkan Napolyon'u bir geceliğine de olsa ağırlamakla övünüyordu. Aslında modernlik yönünde atılan adımlar adanın geçmişini yok etmiş, İyapetra'yı sıradan bir ‘deniz kıyısı kenti’ne dönüştürmüştü. Eski Türk mahallesine gidip, Osmanlı'dan kalma caminin ve musluksuz çeşmenin fotoğrafını çektim. Sonra kıyıdaki müşterisiz lokantalardan birinde karnımı doyurdum.
Karanlık basmadan dönüşe geçtim. Yolum bu kez iç bölgelerdeki dağlık kesimden geçiyordu. İnişler çıkışlar, zirvedeki küçük köyler, aşağılarda uzayıp giden ovalar, seralar... Dağ taş bir karış boş toprak göremedim. Zeytinin bittiği yerde bağlar başlıyordu. Bağ bitince tekrar zeytin ormanları doğayı süslüyordu. Akşam güneşi, sararan üzüm yapraklarına biraz da kırmızı çalıp, bağları turuncuya boyuyordu. Dağlar, adalı dağlar değildi sanki. Çünkü zirveleri bulutlara değiyordu. Oysa ben, adalı dağların daha ufak tefek olduklarını sanırdım. Adalar sanki büyük dağların ağırlığına dayanamaz batardı!.. Kafamda alakalı alakasız bir sürü düşünce, gözümde dağ, tepe, ova manzaraları olduğu halde Girit'i güneyden kuzeye yarıp, karanlık basarken İraklion'a geri döndüm.
KNOSSOS SARAYI
Ertesi sabah soluğu, Girit'in Minos dönemindeki başkenti olan Knossos'ta aldım. Mor salkımların tünele çevirdiği girişten geçip, İ.Ö 1700 yıllarında yapılan saraya girdim. Koca yapıda tek başınaydım. Merdivenleri ine çıka, oda oda vaktim elverdiğince tüm kalıntıyı gezmeye çalıştım. Duvarlara, sütunlara dokundum, insan büyüklüğündeki saklama küplerini seyrettim, fresklerdeki figürlerden anlam çıkarmaya çalıştım. Ama bir türlü tarihin derinliklerine gidemedim. Bunun suçunu da arkeolog Arthur Evans'a yükledim. Çünkü bu zat sarayın yıkıntılarını, 1900 ile 1929 yılları arasında kendi düş gücüne göre restore etmişti. Benim gördüklerim, gerçekten çok, bir arkeoloğun düşlerinin canlandırılmasıydı. Onun için gizemli koridorlarda kendi düşsel yolculuğuma çıkamadım.
Yine de gördüklerime şaşırmaktan geri durmadım. Örneğin Kraliçe Megaro'nun banyosundaki kilden yapılmış küvet, kanalizasyon sistemi, zambak ve kuş tüylerinden taç giyen Zambaklı Prens'in freski, ziyaretçilerin saraya girmeden önce yıkanıp yağlandıkları arınma küveti her şeye rağmen insanı şaşırtıyordu. Ama ben, her köşe bucakta, yarısı insan yarısı boğa olan Minotaur'un hapsedildiği labirenti arıyordum. Ama Evans labirenti düşleyemediği için, karışık yolları gizleyen duvarları bulamadım.
Knossos'tan sonra yine bağların arasından, kıvrım kıvrım yolları aşıp İda'nın eteklerine vardım. Buradaki İda Dağı, 2456 metre yükseklikteki zirvesiyle bizdeki adaşına benziyordu. Bu dağ da bir çok efsaneye yataklık etmiş, birçok efsaneyi bulutlu zirvelerinde doğurmuştu. 20 dakikalık yokuş yukarı yürüyüşü göze alamadığım için İda Mağarası'nı göremedim. Efsanede anlatıldığına göre annesi oğlu Zeus'u, çocuklarını yutan kocasının elinden kurtarmak için bu dev mağarada saklamış ve burada büyütmüştü.
HİPPİLERİN MEKANI
Güneyin gözde mekánlarından Matala'ya vardığımda hava bozmuş, yağmur atıştırmaya başlamıştı. Önceleri sakin bir balıkçı köyü olan Matala, 1960'larda hippilerin keşfetmesinden sonra hareketli bir tatil beldesine dönüştü. Kumsal ve çevredeki derme çatma balıkçı kulübeleri, dünyanın dört bir yanından gelen hippilerin aşk yuvasına dönüştü. Daha sonraki yıllarda ‘aşk ve çiçek çocukları’, yerlerini yazlıkçı turistlere terk etmek zorunda kalmışlardı.
Kumsala bakan tek açık restoranın terasına oturdum. Koyun bir yanında yükselen kumtaşı kayalıklardaki mağara evlerin önünde balık tutmaya çalışan adamı seyrettim. Etrafında birikmiş boş bira şişelerini görünce, balığın bahane olduğunu anladım. Kumsalda koşuşturup duran sokak köpeklerini seyrettim. Afrika'dan kopup gelen beyaz köpüklü dalgalara dalıp gittim. Canım bir duble Girit rakısı istedi. Bir derken iki üç oldu. Baktım iş uzayacak, hemen hesabı isteyip kalktım. Islak ve kimsesiz yollardan, acelesiz, tasasız, hüzünlü bir müzik eşliğinde İraklion'a geri döndüm.
İRAKLİON TOZ DUMAN
Girit'teki son günlerimi, adanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan İraklion'da (Kandiye) geçirdim. Bu kent, adanın en büyük ve en çirkin bölgelerinden biriydi. Önümüzdeki yıl yapılacak Olimpiyatlar için her taraf inşaata dönüşmüştü. Yeni stadyumlar yapılıyor, yollar genişletiliyor, altyapı için çukurlar açılıyordu. Kent toz duman içindeydi. Trafik arapsaçına dönmüştü. Eskimiş beton binalar görüntüyü iyice çirkinleştiriyordu. İraklion'un en çok alışveriş yapılan caddesini sevdim. Bu caddedeki manavlarda, Girit mutfağının gözde sebzelerini ve otlarını keşfettim. Yan yana dizilmiş açık hava kasaplarında, tellere asılmış tavşanları, kuzuları, domuzları görünce, Avrupa Birliği standartlarının Girit'e henüz ulaşmadığını anladım. Şifalı ot ve zeytinyağı satan dükkánlardan çıkmak istemedim. Birbirinden güzel sokak barlarında öğrencilerle birlikte kadeh tokuşturdum. Arka sokaklarda gerçek Girit yemeklerinin sunulduğu güzel restoranlar keşfettim.
Beş gün boyunca batıdan doğuya, kuzeyden güneye dolaşıp durdum ama yine de adanın tümünü bitiremedim. Dönüş yolculuğunda Girit'in yaz başında daha şen, daha keyifli olacağına karar verdim. Şimdilerde Girit asıllı dostlarımla gezi anılarını paylaşıp, adanın kulağını çınlatıyoruz.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2003
Osmanlı'nın adada ilk ele geçirdiği kent olan Hanya, labirenti andıran kaldırım taşlı sokakları, cumbalı evleri, aşı boyalı binaların süslediği limanı, rengarenk Kapalı Çarşısı ile tam bir Akdenizli. Komşu kent Retimno da güzellikte Hanya ile yarışıyor. Bu iki kenti gördükten sonra insan Girit'i daha çok seviyor.<br> 'Hanya'yı da Konya’yı da anlarsın!..' Bir zamanlar hem Hanya'yı hem de Konya'yı sınırları içinde barındıran Osmanlı'dan kalma bir deyim. Sözlükte bu deyimin ne anlama geldiği şöyle açıklanıyor: 'Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamakla eş anlamlı... Dünyada ne gibi dalavereler, ne gibi güçlükler olduğunu yaşayarak öğrenmek...' Girit'in kıvrımlı sahil yolundan Hanya'ya doğru ilerlerken, aklıma nedense bu deyim takılmıştı. Birkaç saat içinde Konya'dan sonra Hanya'yı da görüp, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayacaktım.
Hanya'nın bugününü anlatmadan önce, dününe bakmakta yarar gördüm; 1645 yılının 2 Haziran Pazar günüydü. Osmanlı ordusu Hanya'ya çıkmış, tepeleri işgal etmişti. Evliya Çelebi 'Seyahatname' de kuşatmayı şöyle anlatmıştı:
'Donanma sabah ezanından önce, adanın kuzey yanında, Todori adlı kalenin karşısında, süt liman bir havada demir bıraktı... Serdarın fermanı ile bütün çadırlar, otağlar Hanya kalesinin doğu, batı, güney taraflarına, top menzilinin uzağına kuruldu... Serdar otağına inmesiyle birlikte bütün amele, 40 bin kadar kazma ve kürek ile gelip, yedi koldan sıçan yolları açmaya başladılar... Hanya kalesi yedi koldan kuşatıldı. Yedi gün yedi gece dakika kaybetmeden 40 bin top, yüz binlerce tüfek, binlerce kumbara atıldı. Yedi gün içinde bin adam şehit oldu. Gaziler bu duruma o kadar kızdılar ki, kalenin yıkılmış yerlerinden içeri girip, kelleler, diller, esirler getirmeye başladılar... Serdar kelle getirene elli altın, dil getirene yüz altın ihsan etmeye başladı...'
440 yıl Ada'ya hakim olan Venedikliler kaleyi öylesine kuvvetlendirmişlerdi ki, hemen her saldırı başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Ama Osmanlı ordusu kaleyi almakta kararlıydı. Kuşatmadan 54 gün sonra Venediklilerin direnişi kırıldı. 19 Ağustos'ta beyaz teslim bayrağını çekmek zorunda kaldılar. Çünkü ortalık kan gölüne dönüşmüştü.
OSMANLI'NIN İZLERİ
İşte o kanlı savaşın yapıldığı limanın kıyısındaki bir kahvede oturuyordum. Hava ılık bir bahar gününü andırıyordu. Masmavi gökyüzünde parıldayan güneş, kış başında bile yakıyordu. Çevredeki restoranlara, hediyelik eşya satan dükkanlara, kahvelere bakılırsa burası, yaz aylarının cıvıl cıvıl mekanlarından biriydi. Limanın kıyısındaki pastel sarı boyalı evlerin mavi sularda yansıması, güzel bir görünüm sunuyordu.
Osmanlı Girit'te ilk burayı fethetmiş, uzun yıllar buraya hükmetmişti ama onlardan geriye pek eser kalmamıştı. Limanın ucundaki Yeniçeri Camii, Girit'te Osmanlı’yı anımsatan ender yapılardan biriydi.
Restore edilmiş yapının çevresinde dolaşıp, hem caminin, hem Venediklilerden kalma deniz fenerinin, hem limanı çevreleyen mor çiçekli gündüz sefalarıyla sarmaş dolaş olmuş evlerin fotoğraflarını çektim.
Sonra arada bir görüntüye giren cumbalı evlerin süslediği daracık, gölgeli sokaklarda yürüdüm. Kaldırım taşlarıyla döşenmiş o daracık sokaklarda, kendimi bir labirentte dolaşıyormuş gibi hissettim. Hálá çiçeklerini dökmemiş begonvillerin sarıldığı cumbalı evleri, oksit yeşiline boyanmış pencere kepenklerini, çivit mavisi pervazlarla süslü taş binaları görünce, gerçek Akdenizli bir mekanda olduğumu anladım.
Küçük dükkanlara girip, ölçüye göre yapılan geleneksel Girit çizmelerinin, ünlü sandaletlerin yapımını izledim. Bıçakçılar Çarşısı'nda, Bursa bıçağının atası olduğu öne sürülen, üstünde mani yazılı Girit çakısından satın aldım.
Kapalı Çarşı'da kendimi renk cümbüşü içinde buldum. Yan yana dizilmiş manavlarda bildik bilmedik birçok sebzenin sergilendiğini gördüm.
Kışın başında bu kadar sebzeyi sergileyen manav tablalarının, baharda çıkacak otlarla ne hale döneceğini düşlemeye çalıştım. Balıkçılarda, Girit denizinin ne kadar cömert olduğunu görüp şaşırdım. Onlarca şifalı otun, ünlü Girit zeytinyağının, çeşit çeşit zeytinin, şarabın, rakının, hediyelik eşyaların sergilendiği dükkanlara 'yasas-merhaba' diye diye diğer kapıdan çarşıyı terk ettim.
BİR BAŞKA GÜZEL
Çarşıdan sonra Splantzia semtine gittim. Buranın eski bir Müslüman mahallesi olduğunu biliyordum. Büyük taşlarla döşenmiş daracık sokaklarda, ferforje ile süslenmiş balkonları, ahşap cumbaları, bir işgalciden diğer işgalciye durmadan el değiştiren taş evleri görünce burada yaşayanları kıskandım. Bir yanında çan kulesi, diğer yanında ise külahı düşmüş bir minare bulunan, göçten sonra kiliseye çevrilmiş olan Sultan Camii'nin karşısında geçmişi düşlemeye çalıştım.
Hanya'yı dolaştıkça, buranın keyfine varmak için birkaç saatin yetmeyeceğini anladım. Ama ne var ki bir cahillik etmiş, bu muhteşem kente bu kadar kısa zaman ayırmıştım. 'Bir dahaki sefere tadını çıkartırım' kandırmacasıyla Hanya'ya veda ettim.
Kıyı kıyı Retimno'a (Resmo) döndüm. Buranın kuzey kıyılarının en güzel -Hanya kadar- kentlerinden biri olduğunu biliyordum. 15 Kasım 1646 yılı Deli Hüseyin Paşa tarafından anahtarı teslim alınan kent, Venedik döneminde sanat ve edebiyat merkezi görevini üslenmişti. Kent öylesine güzeldi ki bundan etkilenen Deli Rüstem Paşa, 10 bin kagir eve, 50 kiliseye ve 150’den fazla saraya dokunulmaması konusunda kesin emir vermişti. Paşa ayrıca, esir Venediklilerin tümünü de serbest bıraktırmıştı. Retimno zaferi İstanbul'da üç gün üç gece kutlanmıştı. Kent ahalisi de, bu kahraman paşanın at üstünde bir tablosunu yaptırıp Venedik'e göndermişlerdi.
İÇ LİMANDA ZİYAFET
Kenti gezmeden önce rıhtımın sonundaki iç limana gittim. Niyetim karnımı doyurmaktı. Zaten Girit'te öğle yemeği vakti -ikindi- gelmişti. Açık tek restoranın -Adı: Knossos- deniz kıyısına konmuş bir masasına demir attım. Kıyıda benden başka iki aşığın oturduğunu gördüm. Elimdeki kitapta, bu küçük limanın yazın çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Tüm kıyı ışıl ışıldı. Gördüğüm kadarıyla da tüm masalar doluydu. İç limanın şimdiki mi, yoksa yazlık hali mi daha iyiydi onda kararsız kaldım. Şimdi -kış başı- romantik bir yalnızlık, yazın ise şen ve şuh kahkahalar vardı.
Saçı usturaya vurulmuş, uçları yukarı kıvrık yeniçeri bıyıklı, kulağı küpeli 'patron-garsona' sipariş verdim. Hanya'nın yorgunluğunu gidermek için Çikudya -Girit rakısı- ısmarladım. Çevrede romantik bir sessizlik ve yalnızlık vardı. Görüntü bir fotoğraf karesini andırıyordu: Ağları toparlanmış balıkçı motorları, balıktan umudunu kesmiş birkaç yaşlı martı, biraz sonra masaya gelecekleri merakla bekleyen 4-5 kedi... Peksimetli, beyaz peynirli salataya bol Girit zeytinyağını döktüm. Biraz da ahtapot salatasıyla, papalina tava ısmarladım. Mevsim kış olduğu için zeytinyağlı otlar yoktu. Kabak çiçeği dolması da mönüden çıkarılmıştı. Küçük bir tabak da fava söyledim. Keçi peynirini de ihmal etmedim.
Aslında gelmeden önce okuduğum Ahmet Yorulmaz'ın 'Girit'ten Cunda'ya' adlı kitabından, yemek konusunda ipuçları edinmiştim. Örneğin mevsiminde gelseydim, 'Tekir'e zeytinyağı yakışır, fakat barbunu tava yapacaksan onu tuzlu tereyağında kızartmak gerek' diye garsona ukalalık yapacaktım. Ama ne tekir ne de barbun vardı. Ukalalığım kursağımda kaldı. Patron-garson servisi bitirip, bir köşede kitabına daldı. Ben de acelesiz, yudum yudum limanın sessizliğinin keyfini çıkardım.
CAMİSİZ MİNARE
Masadan kalktığımda gölgeler uzamaya başlamıştı. Dudağımda bir ıslık -melodisi meçhul- palmiyeli rıhtımda, yaz düşleri kura kura yürüdüm. Sonra bir aralıktan arka sokaklara saptım. Selam verenlerin selamlarını ala ala Nerantes Camii'nin (Turunç Camii) önüne çıktım. Eski bir kilise olan bu binayı Osmanlı camiye dönüştürmüştü. Bina son dönüşümde ise konser salonu olmuştu.
Yani duaların, ilahilerin yerini havada uçuşan şen şakrak notalar almıştı. Her şeyini kaybeden caminin bir tek minaresi sapasağlam duruyordu.
Retimno'nun sokakları boştu. Çoğu kahve ve restoran kapalıydı. Yazın omuz omuza yürünen, barların sıra sıra dizildiği Plastira Meydanı'nda dahi in cin top oynuyordu. Yazlık kent kendi kendine kalmıştı. Misafir olarak bir ben vardım bir de birkaç tane şaşkın Japon. Telaşsız gezimi gün batımına doğru bitirip, sora sora dönüş yolunu buldum.
Bu hafta da hesabım çarşıya uymadı ve Girit anlatımını bitiremedim. Haftaya diğer sahilleri, iç kesimdeki yüce dağları ve Kandiye'yi anlatmak niyetindeyim. Tüm okurlarıma sağlıklı, mutlu, barış dolu, kansız yeni bir yıl diliyorum.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2003
Yine mevsimsiz bir yolculuğa çıkıp, kışın başlangıcında, yaz aylarının sevgilisi Girit Adası'na gittim. Gitmeden önce arşivleri karıştırıp, benden önce kim ne yazmış diye bir göz atmak istedim. Bol kaynak bulacağımı umuyordum. Çünkü etrafımda kime sorsam, anadan veya babadan Giritli çıkıyor, adalı olmakla övünüyordu. Konuştuklarımın çoğu, daha dün gitmişçesine Girit mutfağını anlata anlata bitiremiyordu. Girit asıllıların sayısı çoktu ama, arşivde, ada hakkında yazılmış yazı bulamadım. Yani eli kalem tutanlar arasında, atalarının topraklarına gidip de oraları anlatan olmamıştı. Sadece Ahmet Yorulmaz, ‘Girit'ten Cunda'ya’ adlı kitabında, adanın 1940'lı yıllarını bir aşk masalıyla birlikte gözler önüne sermişti.
Aslında Girit daha çok ilgiyi hak ediyordu. Adadaki Türk izlerinin başlangıcı 1669 yılına dayanıyordu. O tarihte adayı işgal eden Osmanlı, tam 150 yıl boyunca huzurlu bir yaşam sürdürülmesini sağlamıştı. Bir rivayete göre Girit'in işgaline, Kızlar Ağası Sünbül Ağa'nın Mısır'a giderken, Girit yakınlarında Maltalı korsanlar tarafından öldürülmesi neden olmuştu. Ağanın kalyonunu ele geçiren korsanlar, malları, paraları yağmalamış, ağanın güzel cariyelerini Hanya pazarında satmışlardı. Durumu haber alan Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa Sultan İbrahim'in huzuruna çıkıp: ‘Padişahım Girit keferesinden intikam almak gerek’ demişti. Yusuf Paşa, Cinci Hoca'nın da yardımıyla padişahı ikna etmeyi başarmıştı. 106 harp gemisi, 300 Karamürsel denen nakliye gemisinden oluşan donanma Girit'e doğru yola çıkmıştı. Donanmadaki askerlerin sayısı bir rivayete göre 50 bin bir rivayete göre ise 101.000 kişi idi. Osmanlı ordusu Girit'i fethetmek için tam 24 yıl 4 ay 16 gün savaşmıştı.
GEZ GEZ BİTMEDİ
Fethin öyküsünden birkaç roman yazmak mümkündü. Anadolu'dan Girit'e gidenler, doğanlar, büyüyenler, orayı vatan bilenler ve sonunda zorunlu sürgünlükle vatanlarını terk edenlerin sayısı o kadar çoktu ki, bu önemli adanın şimdiye kadar dört başı mamur niçin yazılmadığına anlam veremedim.
Defterimde bölük pörçük birkaç not, birkaç restoran adresi, kafamda birçok soru işareti ile Atina uçağına bindim. Aslında Girit pek uzakta değildi. İstanbul'dan bir saatte Atina'ya, oradan da 35 dakikada İraklion'a (Kandiye) varılıyordu. Şengen vizesini Alman konsolosluğundan aldığım için, içimde bir tedirginlik vardı. Ama hiç sorgu sual olmadı.
İraklion'a vardığımda vakit öğleyi bulmuştu. Alandan kiraladığım arabayı ve yol tarifini alıp, kendimi Girit'in sıcak kollarına attım. Amacım kalacağım beş gün boyunca, girdisiyle çıktısıyla tüm adayı görmekti. Ama hesabım çarşıya uymadı. Uzunluğu 245, genişliği en dar yerde 12, en geniş yerde 56 kilometre olan adayı geze geze bitiremedim. Üstünde araba kullanmadığım birkaç yol, kıyısında, kahvesinde oturup hayal kurmadığım birkaç şehir başka bir zamana kaldı.
Kaybola kaybola İraklion'un 14 kilometre güneyindeki Arhenas kasabasına vardım. Avrupa Birliği'nin ‘Model Köy’ seçtiği bu şirin kasabada, 1890 yılında yapılmış bir villada kalacaktım. Turistik yerlerdeki beş yıldızlı oteller, bana çok 'plastik' geldiğinden bu villayı seçmiştim. Mevsim dışı olduğu için de çok iyi fiyat vermişlerdi.
SÜRPRİZ TAMİRAT
Kasabanın zirvesindeki 'Villa Arhanes'ı güç bela buldum. Beni kapıda yönetici Niko karşıladı. Koluma girip, avludaki havuzun kenarında küçük bir masaya oturttu. Bir yandan hal hatır sorup, bir yandan da masaya küçük bir şişe rakı, küçük kadehler, bir de mercimekten biraz büyük yeşil zeytin koydu. Bir, iki kadeh derken Niko ağzındaki baklayı çıkardı: ‘Burada küçük bir tamirat var. Gürültüden rahatsız olursun. Sana İraklion'da, deniz kıyısında beş yıldızlı bir otelde yer ayırttım. Aynı para, üstelik ful pansiyon...’ Birden keyfim kaçtı. Ama yapacak bir şey yoktu. Nasıl olsa araba kullanmayacağım diye art arda yuvarladığım rakıyı kesip Niko ile vedalaştım. Bana küçük bir kazık atmış olsa da Niko candan adamdı. Veya Girit rakısı beni hoşgörülü yapmıştı.
Hem biraz ayılmak hem de bu şirin kasabayı görebilmek için, arabayı park ettiğim yerde bırakıp dar sokaklara daldım. Neo-klasik dönem Girit ve Venedik mimarisiyle inşa edilmiş bu şirin sokaklar bana Şirince'yi, Cunda'yı, Alaçatı'yı, eski Foça'yı anımsattı. Mor, kırmızı, beyaz çiçekli begonviller burada da taş duvarlarla sarmaş dolaş olmuştu. Balkon kenarlarında, pencere pervazlarında teneke kutulara dikilmiş sardunyalar, gölgeliklerde cam güzelleri, begonyalar, balkonlarda uçuşan renkli çamaşırlar tanıdık görüntülerdi. Yaşlı bir kadın kapının önüne oturmuş, karşıdaki Kutsal Giouchtas dağını seyrediyordu.
TABLO GİBİ TABELA
Yorulunca bir kahveye oturup, sade bir Yunan kahvesi söyledim -Türk kahvesi denmiyordu. Kahveyi yudumlarken, kendimi Türkiye'nin bir sahil kasabasında hissettim. Her şey araya bir karbon kağıt konup çizilmişçesine birbirine benziyordu. Arabaya doğru yürürken, dükkanların tabelaları gözüme çarptı. Resimlerle, süslü yazılarla her biri bir tablo gibiydi. Kasabayla ilgili broşürde yörenin yaprak sarmasının, taş fırında pişen sebzeli pizzasının, beyaz şarabının çok ünlü olduğunu okumuştum. Tüm bu lezzetlerin peşine düşersem, kalacağım oteli bulmakta zorlanabilirdim. Onun için karanlık basmadan İraklion'a doğru dönüşe geçtim.
Gördüğüm bir tabela, yolumu değiştirmeme neden oldu. Tabela Girit'in en büyük yazarı
-belki de Yunanistan'ın- Kazancakis'in müzesinin bulunduğu yeri gösteriyordu. Buraya kadar gelmişken Zorba, Günaha Son Çağrı romanlarının yazarının doğduğu yeri görmeden geçmeyi vicdanıma yediremedim. Kazancakis'i sadece bu iki romanla anmak haksızlık olurdu. O, felsefi deneme, gezi, şiir, trajedi gibi bir çok türde eser yazmıştı. Birçok ünlü eseri de Yunanca'ya çevirmişti. Bağnaz Ortodoks kilisesince aforoz edilince, ‘Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm’ diyerek kiliseye başkaldırmıştı. Kazancakis'in doğum yeri olan Mirtia köyüne vardığımda, müzenin kapısında koca bir kilidin asılı olduğunu gördüm. Zamansız gezmelerin bu zararı vardı. Girit'te bu mevsimde müzelerin hemen hemen tamamı kapalı olduğu için birçok eseri göremedim.
ZEYTİNSİZ KAHVALTI
İraklion'un sahil kesiminde rutubet kokan termal oteldeki odama yerleştiğimde güneş çoktan görüntüden çekilmişti. Biraz dinlendikten sonra resepsiyona gidip, yerel yemek bulabileceğim restoran adresi sordum. Görevli hemen yakındaki bir yeri tavsiye etti. Ama saat 22.00'den önce servisin başlamadığını söyledi. Aslında Yunanlıların yaz aylarında akşam yemeklerini oldukça geç yediklerini biliyordum ama, kışın biraz daha erkene aldıklarını sanıyordum. Yanılmışım. Onlar için yaz-kış fark etmiyormuş. Keyiflerinden hiçbir şekilde taviz vermediklerini bir kez daha öğrendim. Akşam güzel bir yemek yedim. Ne yediğimi ‘Girit Yemekleri’ faslında anlatacağım.
Sabahleyin tahmin ettiğim gibi, 'plastik' bir kahvaltıyla karşılaştım. Zeytini ile ünlü Girit'te, kahvaltıda zeytin vermediklerine hayret ettim. Halbuki buraya gelmeden önce ekmeğimi has zeytinyağına banacağımı, kalamata zeytinlerinden doya doya yiyeceğimi düşlemiştim.
Sabahın erken saatlerinde Hanya'ya doğru yola çıktım. Yol bazen tepelere doğru tırmanıyor, bazen sahile doğru iniyordu. Yol boyunca sıra sıra zakkum ağaçları dikilmişti. Yazın zakkumlar çiçek açınca, görüntünün çok keyifli olacağını düşündüm. Yolun hemen kıyısından yükselen dağ yamaçları ise zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Zeytin yeşili dağlarla, Akdeniz mavisi deniz birbirini tamamlıyordu. Koylardaki küçük yerleşim yerleri kimsesizdi. Yaz konukları elini eteğini çektiği için, etrafta yaşam belirtisi yoktu. Hanya'ya yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Antik çağdan beri Girit'in en gözde kentlerinden biri olan, Romalıların, Bizanslıların, Venediklilerin, Cenevizlilerin, Osmanlıların ve Mısırlıların uğruna kan döktüğü Hanya'nın anlatımına haftaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku