Şimdinin gezginleri şanslı

Eskiden gezginlik oldukça zahmetli bir işmiş. At sırtında aylarca süren yolculuk, bitli, pireli han odaları, yiyeceklerden içeceklerden geçen hastalıklar. Alman bilim adamı Friedrich Sarre'nin, 1895 tarihinde Anadolu'da yaptığı geziyi anlatan kitabı okuyunca halime şükrettim. O zaman gezgin olsaydım, ilk seferden sonra pes ederdim.

Birkaç haftadan beri ‘kem küm’ ettiğimin farkındasınızdır. Eski gezilerimi, anılarımı ısıtıp ısıtıp önünüze koyuyorum. Çeşitli nedenlerden dolayı uzun süre İstanbul'dan uzaklaşamayınca, doğal olarak konusuz kaldım. Konu torbası iyiden iyiye boşaldı. Her hafta değişik bir yeri yazmanın zorluğundan daha önceleri de yakınmıştım. Gerçekten de gitmek, dolaşmak, okumak, notlar almak, sonra dönüp tüm bu bilgileri, düzgün cümlelere dökmek, hem çok zaman alıyor hem de insanı çok yoruyor. Yazıyı teslim eder etmez, yeni bir yazı için tekrar aynı -soluk soluğa- koşuşturma başlıyor. Başka sorumluluklar olmasa bu tempoya belki dayanılabilir. Diğerleri de sıkıştırınca insanın nefesi kesiliyor. Neyse yine de halimden memnunum. Nefesim elverdiğince -ve sayfalarda yer bulduğumca- bu koşuşturmayı sürdürmeyi düşünüyorum.

Bu hafta size, Alman bilim adamı Friedrich Sarre'nin, 1895 yılının haziran ve temmuz aylarında, iç Ege, göller bölgesi ve Konya civarında yaptığı gezinin anlatıldığı kitaptan bazı bölümler aktaracağım. Türkiye'de ‘Küçük Asya Seyahati’ adıyla yayınlanan kitabın bir bölümünde, Sarre kendisinden sonra aynı bölgeye yolculuk edecek Batılı gezginlere, birtakım pratik bilgiler veriyor. Bu satırları okurken, zamanımız gezginlerinin -başta ben- ne kadar şanslı olduğunu gördüm. At sırtında saatlerce süren zahmetli yolculuklar, şimdi arabayla birkaç saatte gerçekleşiyor. Tahtakurularının, pirelerin cirit attığı han odalarının yerini ise tertemiz otel odaları aldı. Bir tek o dönemin yemeklerinde aklım kaldı. Grubun aşçısının, yolculuk sırasında vurduğu kekliklerden, çulluklardan yaptığı yemekleri bu devirde bulmak imkansız...

AYLIK BEŞ LİRA

Siz Friedrich Sarre'nin yolculuk anılarını okurken, ben İstanbul'dan çok uzaklarda, dağlarda, bayırlarda, belki de deniz aşırı ülkelerde olacağım. Torbam dolunca da dönüp, gördüklerimi, yediklerimi, yaşadıklarımı sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Şimdi sözü Alman bilim adamı Sarre'ye devrediyorum:

‘İzmir'de yanımıza aldığımız Rum aşçı, anadilinin yanısıra biraz Fransızca ve su gibi Türkçe anlıyor ve konuşuyordu. Bu nedenle de hem aşçılık hem de tercümanlık yaptı. Ücret olarak ayda 5 Türk Lirası (yaklaşık 90 Mark) aldı. Kendimiz ve hizmetkarımız için gereken binek atlarının dışında eşyamızın taşınması için üç yük beygirine ihtiyaç vardı, ama onları satın almadık, belli aralıklarla kiraladık.

Konya'dayken, herhalde Doğuluların adetleri yüzünden çok uzun zaman alan, hatta bazen birkaç gün süren pazarlıklara uygun olarak, biz de uzun pazarlıklar sonucunda altı at kiraladık. Birçok gezginin yaptığı gibi at satın almayı tavsiye etmeyeceğim. Gezginin, seyahatin sonunda, hele bir de zamanı kısıtlıysa, uzun bir yolculuk yüzünden yorulan ve kuvvetten düşen hayvanları zarar etmeden elden çıkarması zor olur.

İç bölgelerde seyahat etmiş olan arkadaşlarımızın tavsiyesine uyarak yanımıza daha çok bozuk para almıştık. Çünkü buralarda büyük para bozdurmak neredeyse imkansızdır. Ayrıca sadece çil gümüş para kullandık, çünkü buralardaki insanlar yıpranmış paraya güvenmiyorlar ve reddediyorlar. Hatırı sayılır miktarda altın parayı da göğsümüzde ve küçük bir deri torbada taşıdık.

YOL BOYU AVCILIK

Elbise olarak yanımıza yün iç çamaşırı, İngiliz binici pantolonları, sarı deriden yüksek hafif çizmeler, alçak deri çizmeler ve tozluklar, su geçirmez Yukarı Bavyera ceketleri, beyaz hafif ve siperlikli kasketler almıştık. İnce plastikten paltolarımızı ise çok seyrek kullandık. Eyerlere, atları yönetmekten ziyade büyük çoban köpeklerini uzaklaştırmak için kullanmak üzere kırbaçlar bağlamıştık ve yanımıza küçük bir Amerikan revolveri almıştık.

Sadece keklik, yaban kazı, ördek, toy kuşu ve çulluk avlayabileceğimiz av partisinden çok zevk aldık. Tavşan çok azdı. Bana İzmir'deki Konak tarafından verilen avlanma izni tabii ki hiçbir yerde asla sorulmadı. Biz silahlarımızı çoğunlukla hizmetkarımıza taşıttık ve o da silahtarlık yapmaktan çok zevk aldı. Kendisi kervanın önünde yol aldı ve avlanacak bir hayvan gördüğü zaman bizi bundan haberdar etti. Biz sık sık ona da keklik vurma zevkini tattırdık. Boz Dağ'ın ve Anamas Dağı'nın eteklerinde olduğu gibi bazı yerlerde o kadar çok keklik vardı ki, avladığımız bütün hayvanları tüketemedik.

Avladığımız hayvanların yemek listemize yeni tatlar katmadığı hallerde, mönü iyice yeknesaktı. Sabahları yola çıkmadan önce çay, yumurta ve marmelatlı bisküviden oluşan bir kahvaltı yedik. Mola verme durumuna bağlı olarak saat 11 veya 12'de, bir gece önce pişirilmiş söğüş tavuğu İngiliz sosuyla tatlandırarak yedik. Akşamları da kaldığımız yere vardıktan bir saat sonra temel öğünümüzü yiyorduk. Bu öğün konserve çorba, pişirilmiş veya kızartılmış tavuk ve yumurtalı bir yemekten meydana geliyordu. Av etinin, yumurtanın ve tavuğun olmadığı yemek hemen hemen hiç olmadı. Taze sütten ve yörük köylerinde bulunan ekşi sütten (ayran) hoşlanmadım.

KONUK EVLERİ

İçki olarak çay veya içine biraz konyak koyduğumuz sıcak suyu içiyorduk. Mataralarımızı sabahları soğuk çayla dolduruyorduk. Çay son derece rahatlatıcı bir içkidir. Çünkü öğle güneşinde mataraların içinde ısındığı için tadını kaybetmez. Bir damla konyak da damlatılırsa gerilen sinirleri yumuşatır.

İnsan, en küçüğü de dahil olmak üzere, bütün köylerde konukları kabul eden evler buluyor. Ondan sonra da konuk zaten bütün köyün misafiri oluyor. Bu evlerin genellikle bir ya da iki boş odaları var ve yoksulluklarına rağmen sürülerce hain, sinsi misafirleri oluyor. Bunlar gece oldu mu kana susuyorlar ve bütün koruyucu örtülerle veya öldürücü tozlarla alay ederek, kurbanlara saldırıyor ve uykuyu sürgüne gönderiyorlar. Bu eziyetin pek az konuk evinde var olduğunu söylemem gerekir. Evler genellikle temiz sayılır. Her ne olursa olsun şehirlerdeki hanlara tercih edilir. Pisliğin yanı sıra, sürekli merak içerisinde olan ve rahatsız eden kalabalık yüzünden hanlarda kaldığımıza pişman olduk.

İnsan bazı hanlarda bir alay yabancıyla aynı odayı paylaşmak zorunda kalıyor. Varlıklı bir şehirlinin konukseverliği de her zaman rahatlatıcı olmuyor. Çünkü Türk usulüne göre hazırlanan ve Avrupalılar için hazmı zor olan yemeklere katılmak zorunlu hale geliyor. Ve insan bir oteldeki gibi kendi kendisinin efendisi olamıyor, çünkü ev sahibi konuğunu hoş tutmayı ve onu görev olarak bellemiş bulunuyor.

Anadolu köylüsü yabancıya, sosyal açıdan eşit konumda ve eşit haklara sahip olarak, asil bir sükunetle yaklaşıyor. Yabancıyı ciddiyetle ve ölçülü bir biçimde buyur ediyor ve yabancıyı evinde ve köyünde rahat ettirmeye özen gösteriyor.

Resmi yetkililer bizim bilimsel araştırmalar yapacağımızı bildikleri için hiçbir sorun çıkarmadıkları gibi, çalışmalarımızı kolaylaştırmak üzere her alanda destek verdiler.

Dağlık arazi gibi zor olan yerlerde rehber aldık. Böyle durumlarda rehberi sadece kısa mesafelerde, mesela bir sonraki köye kadar olan yolda kullanmayı öneririm. Çünkü yerli halkın yöre bilgisi son derece sınırlı ve insanlar genellikle kendi köylerinden başka bir yeri tanımıyorlar. Her yerde küçük bir ücret karşılığında zevkle rehberlik yapmaya hazır insanlar bulunuyor...’
Yazarın Tüm Yazıları