27 Temmuz 2003
İrlanda viskisini tatmak için geldiğim başkent Dublin'de bir sorunun peşinde koşturup durdum: Dünyanın en önemli yazarları neden hep bu kentte doğmuştu. Bu kentin sırrı neydi? Yan yana dizilmiş publar mı, kentin üstünü kaplayan gri bulutlar mı yoksa geçmişteki acımasız yoksulluk mu bu ünlü yazarlara ilham kaynağı olmuştu... Uçak, araba, gemi derken bavul toparlayacak zamanım kalmadı. Eve, kirlileri bırakıp temizleri almak için uğrar oldum. Havada gördüğüm leyleğin böylesine etkili olacağını sanmıyordum. Bundan böyle bahar aylarında gökyüzüne bakmamaya karar verdim. Son bir aydan beri zamanımın çoğu yollarda geçer oldu. Ağaç gölgelerinde uzanıp tembellik yapmayı özledim yine. Bakalım ne zaman kısmet olacak. Neyse bu kadar şikayet yeter. Fazlasına nazar değer.
Tullamore Dew viskisini tatmak için, Dublin'e doğru uçuyordum. Rahatsız bir uçuştu. Air France ekonomi bölümünde, sıralar arasındaki mesafeyi iyice daraltmıştı. İki koltuk arasına sıkışan ayaklarımı nereye uzatacağımı bilemiyordum. Hostesin atar gibi verdiği yemekler de yenecek cinsten değildi. Allahtan yan koltuğumda Tuğrul Şavkay oturuyordu. Onun hoş sohbeti sayesinde koltuk işkencesine katlanabiliyordum. Tuğrul, her zamanki dağınıklığı ile bir yandan notlarını arıyor, bir yandan da viski konusundaki engin bilgisinden bir iki damla da bana sunuyordu: ‘Fransızlar bu viskiyi o kadar çok severler ki, onun için İngilizce'yi hafifçe çarpıtarak onu, Tout l'amour (Tu lamur-Bütün Aşk) diye adlandırırlar...’ Bu bilgiye sevindim. Çünkü kafamda yanıtını aradığım bir soru vardı: Neden tüm ünlü yazarlar Dublinli'ydi?.. Demek ki yanıtı, lezzetli bir viski eşliğinde arayacaktım.
YAZARLARIN DUBLİN'İ
O kadar niyetlenmeme rağmen bir türlü Dublin'e gidememiştim. Kenti düşlemek için elimde pek fazla ipucu yoktu. Renginin gri olduğunu, gökyüzünde inatçı bulutların dolaştığı, bu nedenle yağmurunun hiç eksik olmadığını biliyordum. Okuduğum kitaplar Dublin'in geçmişini anlattığı için, gözümün önünde bugünün fotoğrafını canlandırmakta zorlanıyordum. Örneğin Heinrich Böll, ‘İrlanda Güncesi’ adlı kitabında kentle karşılaşmasını şöyle anlatmıştı:
‘Sabah güneşi beyaz badanalı evleri ağır ağır pusun içinden çekip aldı, bir deniz feneri gemiye karşı kırmızı-beyaz parladı, gemi ağır ağır soluyarak Dun Laoghaure Limanı'na girdi. Martılar gemiyi selamladılar. Dublin'in kurşunî silueti bir görünüp bir kayboldu. Kiliseler, anıtlar, doklar, bir gazometre, birkaç bacadan titrek bayraklar gibi yükselen duman...’
James Joyce'un ‘Dublinliler’deki kahramanı Chandler de hikayede, sokakların donuk zarafetsizliğinden yakınıp duruyordu. Başarıya ulaşmak için bu kentten gitmek gerektiğini söylüyordu kendi kendine. ‘Dublin’de hiçbir şey yapamazsın’ diyordu. Nehrin aşağısındaki bodur zavallı evlere acıyordu. Aklında fikrinde hep Londra vardı... Anlaşılan James Joyce'un Dublin'i epey can sıkıcıydı. Ben de başka bir yazarın, Maeve Binchy'nin önerilerine kulak kabarttım. Onun, ‘Yalnız Kadınlar Sokağı’ adlı romanından bir paragrafı defterime not ettim:
‘Valizlerini bıraktıktan sonra Grafton Caddesi'ndeki kahvede kahvaltı et. Böylece Liffey Irmağı üzerindeki O'Connel Köprüsü'nün üzerinden, Trinity Kolej'in önünden geçip, çeşitli kitapçılar ile hediyelik eşya satan yerleri görebilirsin. Kahvaltıdan sonra St. Stephen Parkı'na gitmelisin...’
KARA HAVUZ
Uçak beyaz köpüklü dalgaların dövdüğü İrlanda sahillerine doğru alçalırken , alnımı cama yapıştırmış ilk ipuçlarını yakalamaya çalışıyordum. Gökyüzünden gördüklerimle kitaplarda okuduklarım birbiriyle örtüşmüyordu. İrlanda dilindeki adı Dubh Linn (Kara Havuz) veya Baile Atha Cliath (Çitli Irmak Geçidindeki Kurt) olan Dublin'de üç gün boyunca sokak sokak dolaştım. Her köşe bucakta, yazının başlangıcındaki sorunun yanıtını aradım: Neden bütün ünlü yazın adamları Dublin'den çıkmıştı?.. Aramakla yetinmedim. Sordum soruşturdum. Bu sorunun peşinde koşarken de kenti yakından tanıdım.
Birinci saptamam şu oldu: Dublin ne Heinrich Böll'ün ne de James Joyce'un Dublin'ine benziyordu. Wicklow dağlarından kopup gelen ve kenti ikiye bölüp denize ulaşan Liffey Irmağı'nın kıyısındaki can sıkıcı kara badanalı evler yerlerini rengarenk, sevimli binalara terk etmişlerdi. Hava şansıma kapalı ve yağmurlu değildi. Güneş, pırıl pırıl parlamasa da, pamuk pamuk bulutların arasından kente pırıltılarını gönderiyordu. Geniş caddelerin iki yanına büyük mağazalar, alışveriş merkezleri sıralanmıştı.
Ara sokakları gezerken dikkatimi evlerin kapıları çekti. Çoğu kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, maviye boyanmıştı. Bunun nedenini de yaşamının büyük bir bölümünü burada geçiren, ‘North Shield’ publarının sahibi Teoman Hünalp anlattı: Kraliçe Viktorya 1902 yılında ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra'dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenmişti. Bu emre bir tek ‘yaramaz çocuk’ İrlanda karşı çıkmıştı. ‘Biz İngiltere'nin kraliçesi için yas tutmayız’ diyerek inadına tüm kapıları rengarenk boyamışlardı...
İÇMEYİ SEVEN HALK
Dublin'de bir de pubların çokluğuna şaşırdım. Neredeyse her köşe başında bir pub vardı. Bir zamanlar kentteki binaların üçte birinin pub olduğunu öne sürenler bile vardı. Dublinliler içki içmeyi çok seviyorlardı. Hatta günün erken saatlerinden girdikleri pub’lardan, gecenin geç saatlerine kadar çıkmıyorlardı. Bu yüzden de sabahları ayılmakta epey zorluk çekiyorlardı. Böll, Dublinlilerin bu özelliğini şöyle anlatıyordu: ‘Sabahın erken saatlerinde kime sorarsam sorayım, ne sorarsam sorayım, tek hecelik bir yanıt alıyordum: Sorry... Sabahları saat yediyle on arasının, İrlandalıların tek hecelik konuşmaları yeğledikleri saatler olduğunu bilmiyordum...’
Oldum olası İrlanda Pub'larının hayranıydım. Dünyanın neresine gidersem gideyim, mutlaka bir İrlanda pub'ı bulur, tezgahına yaslanıp, siyah bira eşliğinde günün yorgunluğunu temizlemeye çalışırdım. Gördüm ki, pub’lar geçmişte olduğu gibi bugün de ülkenin vazgeçilmez sığınağıydı. Okuduklarıma göre eski dönemlerde pub'larda tek başına içenler için deri perdeli küçük bölmeler vardı. İçki içen kişi, viskisiyle ve acısıyla, inancıyla ve inançsızlığıyla baş başa kalabilmek için kendini buraya kapatırdı.
Tahmin edileceği gibi, Dublin'de kaldığım süre içinde gecelerimin çoğunu, Temple ve Merrion Row sokaklarındaki pub'larda geçirdim. Kırmızı yüzlü kalabalıklara omuz verip, anlamadığım sohbetlerine kulak kabarttım. En çok Merrion Row'daki O'Donaghue's adlı pub'ta, bir yandan kalabalıkları yarıp dayanacak bir köşe bulmaya çalıştım, bir yandan da müşterilerin oluşturduğu orkestranın, bardak seslerine karışan ezgilerini dinlemeye çalıştım. Bu bara amatör müzisyenler çalgılarını alıp geliyor, pencere kenarındaki yuvarlak bir masaya oturuyorlardı. Tek başına veya ikili üçlü gruplar halinde İrlanda ezgileri çalan bu müzisyenler, müşterilerin ısmarladığı içkilerle yetiniyorlardı.
YANITSIZ SORU
Gündüzleri St. Stephen's Green parkında dolaşıyor, kestane ağaçlarının gölgesinde dinlendikten sonra, Liffey Nehri'ne doğru uzanan Grafton Caddesi'ne gidip, şık mağazaların vitrinlerini seyrederek, Trinity Kolej'e doğru yürüyordum. Bu gezilerimde hep aynı sorunun yanıtını arıyordum: Dünyanın en ünlü yazın adamları neden Dublin'den çıkmıştı?..
Çağdaş edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düz yazı ve şiir ustası Oscar Wilde, tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula'yı yaratan Bram Stoker, şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot'nun yaratıcısı Samuel Becket, isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı Güliver'in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye'de de kapış kapış satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade... Hepsi Dublinli'ydi... Bu kentin bir sırrı olmalıydı ve ben bu sırrın peşine düşmüştüm.. Bu hafta yerim doldu. Dublin'in sırrını aramaya, Tullamore Dew viskisinin, köpüklü kahve görünümündeki Guiness Birası'nın tadını ve yemeklerini anlatmaya haftaya devam edeceğim..
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2003
Gemi yolculuklarını oldum olası çok severim. Bu yolculuklarda tembellik hakkımı sonuna kadar kullanırım. Son gemi yolculuğumu dünyanın en lüks gemilerinden biriyle yaptım. Akdeniz'de o liman senin bu liman benim dolaşıp durdum. Gemi yolculuklarını oldum olası severim. Birkaç basamak uzaklıktaki lokantalar, deniz manzaralı barlar, sırtüstü uzanıp dalgaları seyrettiğim şezlonglar, birkaç adımda kavuştuğum yatak... Gemi yolculuğu insana tembelliği sevdirir. Karadayken özlenen ama bir türlü becerilemeyen tembellik, gemide insanla sarmaş dolaş olur. Ne trafik, ne koşturmaca, ne zaman telaşı vardır. Günler sakin sakin akıp gider.
İlk uzun gemi yolculuğumu, şimdi jilet olan ünlü Ankara gemisi ile yapmıştım. İstanbul'dan kalkan gemi, Akdeniz limanlarına uğraya uğraya Barselona'ya gitmiş, oradan aynı rotayı izleyerek dönmüştü. Bu gezide o kadar çok eğlenmiştim ki, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hálá anlatıp dururum. İkinci uzun yolculuğumu bir şileple gerçekleştirmiştim. İstanbul'dan kalkan Kayseri adlı küçük şilep, Ege'yi, Akdeniz'i, Kızıldeniz'i aşıp Somali'nin Hint Okyanusu kıyısındaki Barbera limanına yanaşmıştı.
Afrika'daki açlar için yiyecek taşıyan gemide 13-14 gün geçirmiştim. Bol bol kitap okurum düşüncesiyle yanıma neredeyse bir bavul kitap almıştım. Yanıldığımı daha ilk günden anladım. Kitap okumak için şezlonga uzandığımda, gözüm denize takılıp kalıyordu. Ne yapsam bakışlarımı denizden kurtaramıyordum. Köpüklerden şekiller üretiyor, dev köpek balıklarını, batmak üzere olan kayıkları gördüğümü sanıyordum. Bu uzun yolculukta sadece bir kitap bitirebildim...
Her şeye rağmen hoş bir yolculuktu. Sıkıldıkça geminin başı ile kıçı arasında yürüyüş yapıyor, aşçıya yardım ediyor veya geminin paslanmış bölümlerini boyuyordum. Akşamları kendime mükellef bir sofra hazırlayıp, yakamozları seyrederek gecenin keyfini çıkartıyordum.
18 KATLI BİR GEMİ
Üçüncü deniz yolculuğum ise biraz sıkıcı geçti. Ünlü ‘Queen Elizabeth 2’ transatlantiği ile, İngiltere'nin South Hampton limanı ile New York arasında gerçekleşen bu yolculuğun tadına pek varamadım. Çünkü altı gün süren yolculuğun dört günü, fırtına olduğu için geminin dışına çıkamadım. Katlar arasında dolaşıp durdum. Yolcuların yaş ortalaması 80 civarında olduğu için de dostluk kurmakta zorlandım. Ben de hıncımı restoranlardan ve barlardan çıkardım.
Son deniz yolculuğumu ise Setur firmasının davetlisi olarak, Atina'nın Pire limanı ile İspanya'nın Barselona kenti arasında gerçekleştirdim. Bindiğim gemi dünyanın en lüks yolcu gemilerinden biri olan Golden Princess idi. Tabii bu koca kütleye gemi demek doğru olursa.
Gemiye sıkı bir güvenlik soruşturmasından sonra girebildim. Hoş geldiniz kokteyli, ardından gemi hakkında bilgi verildikten sonra sekizinci kattaki kamarama çıktım. Kapıyı açıp içeri girince gördüğüm karanlık oda, hayal kırklığına uğramama neden oldu. Çünkü penceremi, koca bir tahlisiye sandalı kapatmıştı. İtirazlarım fayda etmedi. Benim kaldığım katta standart kamaralar varmış ve hepsinde aynı sorun varmış. Halbuki ben kamaramda denizi seyrederek yolculuk yapacağımın hayallerini kurmuştum.
Manzara dışında odamda her türlü konfor mevcuttu: Soğutma, rahat bir yatak, uydu bağlantılı televizyon, giyinme bölümü, mini bar... Pencereden tahlisiye sandalı görünmese, kendimi lüks bir otel odasında sanabilirdim. Eğer böyle bir yolculuğa niyetlenirseniz, kamaranın konumunu iyice araştırmanızı öneririm.
HAVUZDAN HAVUZA
Golden Princess, bugüne kadar bindiğim en büyük yolcu gemilerinden biriydi. 14. katta tam dört tane yüzme havuzu bulunuyordu. Rüzgarın ve güneşin durumuna göre gireceğim havuzu seçiyordum. Havuzlardan tek şikayetim, sularının çok ılık olmasıydı. Gemide neredeyse her köşede bir bar vardı. Güneşin batışına, manzaranın durumuna göre her akşam başka bir barda yerimi alıyordum.
Gemide 5-6 tane de restoran bulunuyordu. Kimi bedavaydı, kiminde ise sembolik bir ücret alınıyordu. 14. katta bulunan restoranda ise 24 saat kesintisiz servis yapılıyordu. Geminin yemeklerini pek beğendiğimi söyleyemem. Aşçılar mönülerini hazırlarken Amerikan damağını ön planda tutmuşlardı. Onun için kızartmalar, bol soslu yiyecekler, mayonezli soslar, yağlı şarküteriler ve ağır tatlılar mutfağın favorileri arasındaydı.
Güne spor salonunda başlıyordum. Yürüyüş bandında bacaklarımın pasını giderdikten sonra, biraz pedal çeviriyor, biraz da çeşitli aletler aracılığı ile kaslarıma şekil vermeye çalışıyordum. Akşam üstleri ise koşu parkurunda 10-15 tur atıp kendimi geceye hazırlıyordum. Yemekten sonra herkese göre bir eğlence vardı. Salonun birinde konser varsa diğerinde şov oluyordu. Şansını denemek isteyenler ise soluğu kumarhanede alıyor, ya kol çekiyor ya iskambillerden medet umuyor ya da ruletin etrafında kümeleniyorlardı. Bazı barların önündeki küçük pistlerde ise canlı müzik eşliğinde danslar ediliyordu.
Aslında gemide hayat akşam 18.00'den sonra başlıyordu. Çünkü gemi genellikle geceyi yolda geçiriyor, sabahın erken saatlerinde ise bir limana yanaşıyordu. Yolcular dört bir yana dağılıyor, akşama kadar kenti keşfetmeye çalışıyorlardı. Akşamüstü tekrar gemiye dönüp, havuz kıyısında, bar iskemlelerinde, şezlonglarda günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorlardı.
LEZZETİN PEŞİNDE
Uğradığımız tüm limanlara ikinci veya üçüncü gidişimdi. Onun için diğer yolcular gibi keşfetme telaşı yaşamıyordum. Ya meydanlık bir yerde bir kahveye oturup geleni geçeni seyrediyor, ya da lezzetli yemek yenecek adreslerin peşine düşüyordum. Tabii ki anılarımı da tazeliyordum. Örneğin Napoli'ye önceki gelişimde bir kaldırım kahvesinde etrafı seyrederken, kravat satan bir seyyar satıcı dikkatimi çekmişti. Her sattığı kravattan sonra kahveye geliyor, elde ettiği hasılatla bir bardak şarap alıp, tezgahının başına dönüyordu. Garsondan bir bardak şarap istedim. Satıcının tezgahına gidip, hiçbir şey söylemeden şarabı verdim ve beğendiğim kravatı aldım. Onun şaşkın bakışları altında tekrar kahvedeki masama oturdum.
Son gidişimde kalabalık sokaklara dalıp, balıkçı tezgahlarının, rengarenk çamaşırların, ilginç portrelerin fotoğrafını çektim. Sıcak o kadar yakıcıydı ki fazla dayanamayıp gemiye döndüm. Havuzların boş olmasını fırsat bilip fazladan iki-üç kulaç attım.
Gemide en çok hoşuma limandan ayrılış anı gidiyordu. Kente genellikle güneş batarken veda ediliyordu. İşte o an limanı en iyi gören köşeye gidip, kıyıda birikenlere el sallıyordum. Onlar da karşılık veriyorlardı. Bir daha ne zaman buluşacağımızı bilmeden, sanki birbirimizi tanıyormuş gibi vedalaşıyorduk. Kaptan da üç uzun düdükle tüm kente gemidekiler adına veda ediyordu.
TAŞ YIĞINI MONTE CARLO
İtalya'nın Livarno limanı da duraklardan biriydi. Buradan otobüsle bir buçuk saat ötedeki Floransa'ya geçtim. Aslında dört ay önce oradaydım. Onun için heykelleri, sarayları, kiliseleri gezme konusunda telaşlanmadım. Tadı damağımda kalan yemeklerin peşinde koştum. Örneğin Cantinetta'nın muhteşem pizzalarının tekrar tadına baktım. İl Latini'de domates soslu ravyoli, tavşan bacağı ve tatlı şaraba batırarak yenen fıstıklı bisküvilerle damağıma bayram yaptırdım. Önceki gelişimde iliklerimin donduğu Floransa'da, bu kez sıcaktan neredeyse buharlaşacaktım.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, herkesten uzakta, deniz gören bir köşede şezlonga uzanıp yakamozları, yıldızları seyretmeye doyamıyordum. 18. katta olduğum için dalga seslerini hayal meyal duyuyor, uzaklardan görünen ışıklara bakıp nerede olduğumuzu kestirmeye çalışıyordum. Gökyüzündeki pırıltılar arasında uzaylı hayaller kurarken, bazen uyuya kalıyordum.
Gemi Livarno'dan sonra Monte Carlo'ya yanaştı. Çok katlı apartmanlar tepelerden sahile kadar her yeri kaplamıştı. Ağaç dikecek yer kalmadığı için çoğu evin teras katı bahçeye dönüştürülmüştü. Yüzme havuzları bile yersizlikten apartmanların en üst katına yapılmıştı. Kente (veya prensliğe) üçüncü gelişimdi. Keşfedilecek bir şey olmadığını bile bile karaya çıktım. Döne döne tırmanan yoldan sarayın bulunduğu epeye çıktım. Kentin kuşbakışı görünüşünü bir kez daha fotoğrafladım. Dünyanın en büyük su altı müzesinde balıkları yine merakla seyrettim.
Ağaçlık yoldan tekrar aşağıya inip, kendimi gemiye attım. Ne kumarhanede şansımı denemek, ne Alain Ducasse'ta yeni mönünün tadına bakmak, ne Cafe de Paris'te bir espresso içmek istedim. Geminin kimsesizliğinin keyfini çıkarmayı yeğledim. Havuzların en büyüğünün kıyısına kamp kurup, sırtımı kente döndüm. Bakışlarımın Akdeniz'in lacivert sularıyla oynaşmasına izin verdim.
ÇILGIN MİMARIN KENTİ
Son durakta Barselona vardı. Rıhtıma çıkar çıkmaz bir taksiye binip Gaudi'yi ziyarete gittim. Bence başka dünyalardan gelmiş olan bu dahi mimarın eserleri karşısında duyduğum heyecanın hiç eksilmediğini gördüm. Casa Mila'nın, Güell Parkı'nın, Sagrada Familla kilisesinin hayret verici çizgileri karşısında yine şaşırıp kaldım.
Öğle yemeğini limana giden yol üstündeki balık pazarında yedim. Balık tablaları, manav dükkanları arasındaki küçük lokantanın tezgahında yer bulabilmek için epey beklemek zorunda kaldım. Soğuk beyaz şarap eşliğinde ikinci porsiyon sardalye ızgarayı yerken, ‘iyi ki beklemişim’ diyerek kendimi tebrik ettim. Yolculuğum burada noktalandı. Barselona'dan uçakla İstanbul'a döndüm. Akdeniz'de yaptığım bu liman liman yolculuğun tadı damağımda kaldı. Hele bir de kamaramdan deniz görünseydi, o zaman ‘ballı badem’ olurdu.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2003
İstanbul sıcaktan kavrulurken ben soluğu Karadeniz'in yemyeşil yaylalarında aldım. Sürmene'nin bıçağı, Çayeli'nde Hüsrev'in kuru fasulyesi, Fırtına Deresi'nin uğultusu derken Kaçkarlar'ın eteklerinde yazın üşümenin keyfini çıkarttım. Anlaşıldı ki bana bu yaz dur durak yok...Lanet olası leylek. Onu uçarken gördüğümde bol bol gezeceğim diye sevinmiştim. Ama bu kadarını da beklemiyordum. Birinin yorgunluğunu atamadan bir diğeri başlıyor... Bu sefer rotamda Karadeniz yaylaları vardı. Bir belgesel çekimi için kameraman arkadaşım Cengiz Özkarabekir ile Rize'ye doğru yola çıktığımda, İstanbul alev alev yanıyordu. Bu geziyi bir kaçış olarak kabul ettim. Yemyeşil yaylaların düşüncesi bile beni heyecanlandırdı.
Yapımı hızla süren sahil yolunda ilk durağımız Sürmene kazası oldu. Burası bıçaklarıyla ünlüydü. Gerçekten de yıllar önce aldığım mutfak bıçakları, hala ustura gibi keskindi. Sürmene Bıçak Sanayii'nin yetkilileri, ‘meslek sırları’ belli olur gerekçesiyle çekime izin vermediler. Biz de Aydın Şatıroğlu ustanın çakı imalathanesinde çekimleri yaptık. Aydın usta bıçakçılığın Sürmene'de 100 yıllık bir gelenek olduğunu, geçen zaman içinde bıçak ustalarının sayısının azaldığını, bugün 5-6 kişinin bu işle uğraştığını anlattı.
Bu çekimler sırasında hamsinin bir başka kullanım alanını da öğrendim. Aydın usta çakının çeliğini yumuşatma işlemini, su yerine hamsi yağı ile gerçekleştiriyordu. Belki de bizden saklanan ‘sır’ buydu. Sürmene bıçağının kalitesinin ardında da her derde deva hamsi vardı.
Sürmene'den sonra belleğimdeki görüntüleri güncelleyerek kıyı kıyı Rize'ye doğru ilerledik. Bulutlar Gürcistan'a doğru kovalamaca oynuyordu. Bu yüzden Karadeniz'in rengi alacalı bulacalıydı. Kah mavi, kah lacivert, kah duman grisi... Of'tan sapıp, Çaykara üstünden Uzungöl'e tırmanmaya başladık.
UZUNGÖL TEHLİKEDE
Çaykara'dan sonra yol ıssızlaştı. Köpük köpük akan derenin sesi tüm lüzumsuz gürültüleri bastırdı. Yeşilin tonları belirginleşti, kırık dökük köprüler, varageleler görüntüye girdi. Zirveleri beyaz minareler, çay terasları, tahtaları kararmış konaklar süsledi... Yani gerçek Karadeniz kendini gösterdi.
Uzungöl’e doğru yağmur çiselemeye başladı. Gölü görünce birden 10 yıl öncesine gittim. Bayburt'tan, Soğanlı Dağları'nı aşarak geldiğim Uzungöl'de, akşam haberlerinde Sivas olaylarını öğrenmiş, televizyonda Madımak Oteli'nin cayır cayır yanışını dehşetle izlemiştim. Tam on yıl sonra aynı gün yine aynı yerdeydim. Gölü kuşbakışı görmek için dağa tırmanırken, yağmur damlaları büyüdü. Ayaküstü sohbet ettiğim çevre sakinleri, zehirli bir otun gölü sarmaya başladığını, önlem alınmazsa ölümün kaçınılmaz olacağını, bu muhteşem görüntünün bir bataklığa dönüşeceğini söylediler.
Uzungöl'ü arkada bırakıp, Soğanlı Dağları'na tırmanan bozuk yolda ilerlemeye başladık. Zirveye doğru çıkarken, uçsuz bucaksız uçurumları, çiçeklerle bezenmiş yaylaları tekrar göreceğim için heyecanlanıyordum. Ama olmadı. Bulutlar dağa indi. Her tarafı beyaz bir perde örttü. Uçuruma teğet giden yol görünmez oldu. Dağ sanki yaylalarını bize göstermek istemiyordu. Daracık yolda güç bela manevra yapıp, gerisin geriye döndük. Kameraman arkadaşım Cengiz benim anılarımla yetinmek zorunda kaldı.
HÜSREV'İN FASULYESİ
Of'tan tekrar sahil yoluna çıktık. Vakit öğleyi geçmişti. Cengiz'in ‘karnım acıktı’ yakınmalarına kulağımı tıkadım. Çünkü ona bir sürprizim vardı. İyidere'yi, Derepazarı'nı, Rize'yi geride bırakıp Çayeli'ne vardık. Dünyanın en lezzetli kuru fasulyesinin, buradaki 'Hüsrev' lokantasında piştiğini biliyordum. Bu işe 45 yıl önce, sokakta mangal üstünde tencere karıştırarak başlayan Fahri Hüsrev, fazla ipucu vermeden fasulyesinin neden lezzetli olduğunu anlattı. İspir'in şeker fasulyesini, Vakfıkebir'in nefis tereyağını kullanıyordu. Tepeleme bir tabak yedikten sonra ikincisini yememek için epey zorlandım. Fasulyeler insanın ağzında eriyordu. Şeker fasulyesinin tatlısı belirgin şekilde duyuluyordu. Hüsrev Usta'nın köftesinden de, sütlacından da lezzet damlıyordu.
Duvardaki fotoğraflara, iki kalın defterdeki imzalara bakılırsa, Çayeli'ndeki bu lezzet odağına gelmeyen ‘Türk Büyüğü’ kalmamıştı. Hüsrev Usta ile öpüşüp arabaya binerken, yemeğin miktarını biraz kaçırdığımı fark ettim.
Pazar'ı geçip, Ardeşen'den tekrar sahili terk ettik. Geceyi geçireceğimiz Ayder Yaylası’na doğru gidiyorduk. Solumuzda kavisler çizerek akan Fırtına Deresi'nin suları, geçen yılki gibi öfkeli değildi. Taşları, toprakları, köprüleri önüne katmadan, kendince ‘sakin sakin’ akıp gidiyordu. Bir yandan dolu bir mide diğer yandan sıcak bastırınca, dere kıyısında bir kahve molası vermeye karar verdik. Bir gölgeye sığınıp kahveleri ısmarladık. O sırada kulağıma neşeli kahkahalar çalındı. Köyün çocukları derenin üstüne gerdikleri ipte sallanıp, kendilerini akıntının kucağına atıyorlardı. Yanıma mayo almadığıma üzüldüm. Serin suların beyaz köpüklerine dalıp çıkmanın keyfinden mahrum kaldığıma üzüldüm.
KAÇKAR YOLUNDA
‘Yolcu yolunde gerektir’ deyip tekrar direksiyon başına geçtim. Çamlıhemşin'i geçip Ayder'e doğru kıvrıldım. Ormanlık yolda, bulutlarla oynaşan ağaçları seyrede seyrede yaylaya vardım. Dört yıl öncesine kıyasla yayladaki bina sayısının birkaç misline çıktığını gördüm. Bu gidişle güzelim yaylanın tüm özelliğini yitireceğini düşündüm.
Cengiz çekim için koştururken, ben çimenlerin üstüne uzandım, Fırtına Deresi'nin sesini dinleyip, zirvelerden süzülüp gelen şelalelere bakarak hayaller ürettim... Gece, beyaz bulutların, yeşil tepelerin arasından rengarenk geldi. Yıldızlar gökyüzündeki yerini aldı. Şöminenin karşısında derenin sesini ninni yapıp, derin bir uykuya daldım.
Ertesi gün erkenden Kaçkar Dağı'na doğru yola çıktık. Asfalt bitti, taşlı topraklı bir yol başladı. Bizim araba su kaynattı. ‘Ben kent için yapıldım burada ne işim’ var deyip tırmanmayı reddetti. Onu bir kenara çekip, bizi zirveye taşıyacak bir araba beklemeye koyulduk. Çok geçmeden Ayder ile yaylalar arasında sefer yapan minibüs sökün etti. Fişek ve kurşun kutularının, kavun karpuzun arasına yerleşip yola devam ettik. Uçurumlara baktıkça betim benzim attı. Ha uçtuk, ha uçacağız derken ilk yaylayla birlikte Kaçkarlar göründü.
Meydanlık bir yerde yolcular indi, çocuklar arabanın etrafını sardı, ihtiyarlar el salladı.
Şoför korna çalıp geride kalanlarla vedalaştı, direksiyonu son durak olan Ceymakçur Yaylası’na doğru çevirdi. Bu adın ne anlama geldiğini sordum, birisi biraz tereddütlü ‘tatlı su’ olduğunu söyledi. Hangi dilden geldiğini, kökünü, kökenini kimse bilemedi. Önce inek sürüleri, sonra tek tük evler derken Kaçkarlar tüm haşmetiyle karşımıza çıkıverdi. Yayla, dağın eteğini mekan edinmişti.
TABANCALAR FORA
Yayla görününce minibüs durdu. Şoför dahil üç kişi aşağıya indi. Bellerden tabancalar çekildi. Dağa doğru kurşun sıkılmaya başlandı. Onlar bir atıyorsa dağ beş sesle karşılık veriyordu. Biri susunca diğeri tetiği çekiyordu. Sonra bir genç otomatik av tüfeğinden art arda beş fişek sıktı. Dağ yirmi beş sesle yanıt verdi. Karşı tepelerden de silahını ateşleyip, ‘Hoş geldiniz’ diyenler oldu. Silahlar susunca kulağım bir süre çın çın öttü. Zirveden kopup gelen soğuk rüzgarın uğultusunu ancak dakikalar sonra duyabildim.
Nefesimiz yettiği kadar Kaçkar'ın eteklerinde dolaştık. Karlı zirveleri, çiçekli tepeleri, otlayan hayvanları, oynayan çocukları, bacalardan tüten temmuz dumanlarını, taşı, toprağı, yalnızlığı kameraya hapsettik. Cengiz bunları çekerken ben Fırtına Deresi'ni seyrettim. Onun ne kadar aç gözlü olduğunu gördüm. Yüzlerce dereyi, bir o kadar şelaleyi yutuyor, yine de doymuyordu. O, dağ sularını denize kavuşturan bir aracıydı... Uçsuz bucaksız deryalarla buluşmak özlemiyle yanan cılız dereler, sabırsızlıkla, paldır küldür dağlardan yuvarlanıp, Fırtına'nın köpüklerine karışıyorlardı.
Hava kararmaya yüz tutunca, yaylanın yakınında, bir dere kenarında kamp kurduk. Meydan ateşini yaktık. Sucukları dilimleyip, çubuklara geçirdik. Ayder'den aldığımız peynirleri dilimledik, kan kırmızısı domatesleri dörde böldük. O sırada bir çocuk, sıcak bir mısır ekmeği ile geldi. Ateşimizi gören babası göndermiş. Her şey hazır olunca, derenin buz gibi sularına sakladığım rakıdan birer kadeh doldurdum.
Etrafta ateşin çıtırtısından başka ses yoktu. Sesimizle sessizliği kirletmemek için biz de fazla konuşmadık. Bir avizeyi andıran yıldızlara baktık, karanlığı seyrettik. Uyku tulumunun fermuarını çekerken, dünyanın hiçbir otelinde böylesine keyifli bir gece geçirmediğimi düşündüm.
Ertesi gün arabayı bıraktığımız yere doğru inerken, kendimi zirveye koşa koşa tırmanacak kadar zinde hissediyordum. Karadeniz'in cennet yaylalarında üç günlük kısa yolculuk, yaşam akümün şarj olmasına yetip artmıştı bile.
Eğer yaz aylarında üşüyerek sakin bir tatil düşlüyorsanız yeşil yaylalar sizi bekliyor.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2003
Sevgili okurlar, izin zamanı geldi. Bir yıldan beri gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında koşturdum durdum. Gezdim, gördüm, yedim, içtim. Tüm bunları cimrilik yapmadan sizlerle paylaştım. Şimdi izin verirseniz izin yapacağım. Ben tatilde bir yere gitmem. Ya evde tembel tembel oturup müzik dinlerim, ya da Boğaz kıyısında aylak aylak dolaşırım. Bu yıl bir değişiklik yapıp, kendime bir olta takımı aldım. Niyetim Boğaz kıyısında balık tutmak. İçinde istavritlerin zıpladığı dolu kovayla eve dönüşümü hayal etmeye başladım bile. Saatlerce aynı yerde oturup, sadece çapariye takılacak balıkları düşünmeyi çok özlemişim. Kısa bir süre sonra yine birlikte keyifli yolculuklara çıkmak dileğiyle hoşçakalın.
Yılmabaşar'ın horozu Meksikalı olacak
İstanbul, Beykoz'daki Cam Ocağı, bir yandan kısa atölye çalışmalarına ve dünyaca ünlü cam sanatçılarının verdiği iki haftalık eğitimlerine devam ediyor. Bu arada etkinlikleri de ihmal etmiyor: 28 Haziran'da Prof. Jale Yılmabaşar, endüstriyel tasarımcı Oya Şenocak Akman ve şu anda Cam Ocağı'nda eğitim veren Meksikalı sanatçı Jamex de la Torre Cam Ocağı'nda olacaklar.
Cama ilgi duyanlar keyifli bir söyleşi ortamında, camla neler yapılabileceği ve hangi tekniklerin kullanılabileceği konusunda fikir sahibi olacak. Aynı zamanda Meksika kültürüyle beslenen Jamex de la Torre ile tanışma ve sanatçının dünya görüşünü yansıtan renkli ve çarpıcı çalışmaları izleme imkanı bulacaklar. Torre daha sonra Yılmabaşar'ın çalışmalarında sıkça kullandığı horoz motifiyle ilginç bir gösteri gerçekleştirilecek.
Bu etkinliğe katılmak için, başvuru telefonu: 0216 4333690-92-93
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2003
Sanmayınız ki bugün girdiğiniz sınavla paçayı kurtardınız. Bugünkü sınav size sadece geleceğin kapısını biraz aralayacak. Ama her şeye çözüm olmayacak. Onun için çok sıkmayın kendinizi. Kaç puan alırsanız alın, yaşam sizi önüne katıp sürükleyecek. Mimar olmak isterken bir de bakacaksınız ki gazeteci olmuşsunuz. Tıpkı benim gibi... Yaşam bir tuhaf. İstediğinizi olmaya çabalarken, aslında onu çok istemediğinizi fark edeceksiniz... Ama iş işten geçmiş olacak.
İlk önemli sınavınız bitti.... Üstünüzden büyük bir yük kalktı. Şimdi kendinizi kuşlar gibi hür hissediyorsunuz. Bir süre, sonunda soru işareti olan hiçbir cümleyi görmek istemeyeceğinizi biliyorum... Bu gün izinlisiniz. Ama bilin ki bu izin pek uzun sürmeyecek. Ucunda, geçme veya kalma notu olmayan sınavlar, yaşamınız boyunca sürüp gidecek. Ben bu tür sınavlardan bir türlü yakamı kurtaramadım. Neyse, son cümlemi unutun gitsin... Yarından sonra konuşuruz bu konuyu.
Ben genellikle sınavlardan 'çakan' bir öğrenciydim. Şimdiki gençlerin 'çakma' yerine ne kullandıklarını bilmiyorum. İşte bu 'çakmalar' yüzünden, 'Gezgin' olduğumu söyleyebilirim. Eğer bütün sınavları başarsaydım, kartvizitimde ya bir bankacı ya da bir işletmeci yazacaktı. Yani bir 'ofis mahkumu' olup çıkacaktım (bankacı ve işletmeci dostlarım kızmasın bana)... Zor soruları bilemediğim için, gazeteci oldum. Bu da bana gezginlik yolunu açtı. Bilmediğim sorular yüzünden, bütün dünyayı görme fırsatını yakaladım.
Dedim ya sınavlar hala sürüyor. Sorular artık hep yaşamla ilgili. Bu soruların yanıtlarını bulabilmek için, hala dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşıp duruyorum. Dur durak bilmeden yanıt arıyorum: Nasıl gidilir, ne yenir, ne içilir, nerede kalınır, kaça gidilir, havası nasıldır, kimler gelip geçmiştir, adetleri nedir...vs. Soruyorum, görüyorum, okuyorum ve her pazar sizin karşınıza sınava çıkıyorum. Kalıyorum veya geçiyorum. Ne kaldığımı biliyorum ne de geçtiğimi. Bugünlük sınavınız bitti. Sizler kadar aileleriniz de derin bir 'ohhh' çekti. Yarın yeni sorular üşüşmeden, günün tadın çıkartın. Birkaç saatliğine her şeye boş verin. Bu hafta sizleri bir yerlere götürmeyeceğim. Biliyorum ki yorgunsunuz. Onun yerine büyük şair Can Yücel'in bir şiirini sizlerle paylaşacağım. Her yaşta herkesin benzer pişmanlıklarını dillendiren bir şiirle.
Bu günlerde herkes gitmek
istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına, bir
başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun
olan yok ki
Kiminle konuşsam aynı şey...
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme
isteği...
Öyle 'yanına almak istediği üç
şey' falan yok.
Bir kendisi...
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün
demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse
insan...
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız
diyelim,
Öteki de olmuyor,
Ani her şeyi yüzüstü bırakmak
göze alınamıyor...
Böyle gidiyor işte.
Bir yanımız 'kalk gidelim',
Öbür yanımız 'otur' diyor.
'Otur' diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira.
İş, güç, sorumluluk, çoluk
çocuk, aile, güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz.
Kuş olup gitmek isterken, ağaç
olup kök salıyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan
alıkoyabilir.
Misal, ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp
gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek, iki
sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği
olduğunun farkında.
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?..
'Sırtında yumurta küfesi olmak'
diye bir deyim vardır;
Evet sırtımızda yumurta küfesi
var hepimizin...
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki
bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım.
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar. Ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif...
Denk olsa. Gün içinde mesela.
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 09.00, akşam 18.00.
Sonra başka mecburiyetler.
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın
bedeli bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir
ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı bir ömür yani.
Ne saçma.
Bahar mıdır bizi bu hale
getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun... İstemek de güzel.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2003
Kastamonu'dan sonra birbirinden güzel ilçeleri, yaylaları gezdim. Gittiğim her yer cennetten bir köşeye benziyordu... Vadiler, dağlar yeşil örtülere bürünmüştü. Eğer doğaya düşkünlüğünüz varsa kanyonları, mağaraları, şelaleleri ve dünyanın en güzel ormanlarıyla Kastamonu sizi bekliyor. Tepemdeki inatçı yağmur bulutuyla birlikte, iki gün boyunca Kastamonu'nun tarih kokan sokaklarında dolaşıp durdum. Camilere, külliyelere, medreselere, hanlara, hamamlara, mağazalara, yollara bakarken içiçe geçmiş birkaç Kastamonu olduğunu fark ettim. Biri Candaroğulları'nın Kastamonu'suydu. Bir diğeri Osmanlılara aitti. Daha yenisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş izleri vardı. En üst katmanda ise bugün yer alıyordu. Bütün dönemler birbirini sarmalamış, kolkola girmiş, bir bütün olup Kastamonu'yu yaratmıştı. Kentin tablosunda bir dönemden eksik kalan görüntüyü, bir sonraki dönem tamamlamıştı...
Çevre gezisine, Daday yolu üstündeki Kasaba Köyü'nden başladım. Kayıtlara bakılırsa köyün eski adı ‘Ilısu’ idi. Tarihi XIV.yüzyıla kadar uzanıyordu. Köyün o zamanki nüfusu 25 bin civarındaydı. Bu kadar kalabalık bir yere köy demek doğru olmayacağı için, kasaba olarak anılmaya başlandı. Gel zaman git zaman gerçek ismi unutuldu ve Ilısu'nun adı Kasaba Köyü oldu. Köyde şimdi, 30 hanede 400 kişi yaşıyor.
Uyku tutmadığı için erkenden kalkıp yola koyulmuştum. Bu yüzden sabahın köründe köye vardım. Evler uzun kavakların, ulu çınarların gölgesine sığınmıştı. İlk bakışta geçmişteki görkemi hakkında ipuçlarını görmek olasıydı. Buraya, 1366 yılında yapılan ve Türkiye'deki dört ahşap camiden biri olan, Candaroğlu Mahmut Bey Camii'ni görmeye gelmiştim. Daha doğrusu, Kastamonu'da Liva Paşa Konağı'nda gördüğüm sanat şaheseri kapı, beni buraya sürüklemişti. Nakkaş Mahmut oğlu Abdullah tarafından yapılan oyma kapı, önce çalınmış, sonra bulunup konakta koruma altına alınmıştı. Bir zamanlar hükümdarların Cuma namazlarını kıldıkları bu caminin, kapısı kadar taban ve tavanındaki ahşap işçiliği, kök boyadan yapılan süslemelerinin de birer şaheser olduğunu duymuştum.
KASABA'DAKİ ŞAHESER
Caminin kapısına geldiğimde, horozlar köyü uyandırmaya çalışıyorlardı. Kapıda sallanan asma kilidi görünce, onca yolu boşuna geldiğimi düşünerek bozuldum. Caminin çevresinde gezinirken, ineğini otlağa götüren bir kadına rastladım. O, anahtarın imamda olduğunu, imamın derenin kıyısındaki beyaz evde oturduğunu söyledi. Bir koşu eve gittim. Çekine çekine kapıya vurup imamı uyandırdım.
Caminin içi karanlık ve buz gibiydi. Önce bir şey göremedim. Ama gözüm karanlığa alışınca, gördüklerim karşısında ağzım adeta açık kaldı. Oymalarla süslü tavan, bindirme tekniği ile tek bir çivi dahi kullanılmadan yapılan döşemeler, kırmızının tonları, altın sarısı, çivit, gök mavisi renklerle yapılmış süslemelere hayran ve şaşkın bakakaldım. Bir ahşap yapı, tam 637 yıldan beri kırılıp, dökülmeden böylesine yepyeni nasıl ayakta kalabilmişti?.. Dıştan sade ve sağlam, içten zarif ve süslü bir yapı olan Candaroğlu Mahmut Bey Camii, döneminin en iyi örneklerinden biriydi.
Camiyi ziyaret ettikten sonra tekrar Kastamonu'ya dönüp, Devrekani'ye giden yola saptım. Bir süre sonra bir sisin içine girdim. Sisten çıktığımda, tepemdeki bulutun beni terk ettiğini gördüm. İki günden beri yağan yağmur nihayet durmuş, güneş yüzünü göstermişti. Güneşle birlikte görüntüler de canlandı. Dere tepe tekrar yeşilin tonlarına boyandı. Etrafı baharın kokusu sardı. Candaroğlu İsmail Bey'in yaz aylarını geçirdiği Devrekani'nin höyüklerine, harabelerine bir göz atıp, bereketli tarlaların, kızılçamla süslenmiş tepelerin arasından Taşköprü'ye doğru direksiyon kırdım. Haritada görünmeyen bu yolu bana, Devrekanili taksi şoförleri tarif etmişti.
MANZARA HIRSIZI
İnişli çıkışlı, virajlı yol büyüleyici görüntülerin içinden geçiyordu. Sık sık durup, fotoğraf makinemle bu tabloları doğadan çalıyordum. Azılı bir manzara hırsızı gibiydim. Sisler, bulutlar, ağaçlar, çimenler, çiçekler, kuş sesleri, küçük şelaleler, pırıl pırıl dereler... Durup, dinleyip, görüp Taşköprü'ye vardım. Aslında buraya ulaşmakta sabırsızlanıyordum. Çünkü Kastamonuluların iddiasına göre, Türkiye'de en lezzetli kuyu kebabı (veya büryan) burada yapılıyordu. Ve kuzuların kuyulara sarkıtılmasının tam zamanıydı.
1200 yılında yapılan ve ilçeye adını veren tarihî köprüyü aşıp, meydandaki ‘Ateşoğlu’ kebapçısının önünde durdum. Köpüklü yayık ayranı eşliğinde, kuyudan yeni çıkmış kuzunun bir bölümünü afiyetle yedim. Yerken kuzu etinin yağlı olduğunu, kolesterolümün artacağını, damarlarımın tıkanacağını falan düşünmedim. ‘Keyifle yenen yemeğin vücuda zarar vermeyeceği’ tezinden hareket ederek, kuyu kebabının tadını çıkardım. Kastamonu'daki yeme-içme konusunu bir sonraki yazıda işleyeceğim için, kebap hakkındaki detayları yazmadım.
Ben Gökırmak'ın kıyısındaki Taşköprü'yü, sarmısağı sayesinde tanımıştım. Türkiye'nin sarmısak ihtiyacının yüzde 19'unun buradan karşılandığını, burada üretilen sarmısağın kalite bakımından dünya birincisi olduğunu, uğruna festivaller düzenlenen bu ‘Beyaz Altın’ın tam 70 derde deva olduğunu biliyordum. Bu yüzden de evime, uzun yıllardan beri Taşköprü sarmısağından başka sarmısak sokmuyordum.
HUZURUN SESİ
Gökırmak kıyısındaki çay bahçesinde, yerel gazeteci Mehmet Salih Kartal'ın anlattıklarını dinledim. Arabama binerken, Taşköprü'nün sarmısağının ve kuyu kebabının yanı sıra ormanlarının, yaylalarının ne kadar güzel olduğunu, keşkeğinin, atarısının, terekmeğinin, ekşili bulgurun tadına doyulamayacağını öğrendim. Mehmet beni, 5-8 Eylül'de yapılacak ‘Sarmısak Festivali’ne davet etti. Tereddütsüz kabul ettim. O gidişimde tüm bu güzellikleri doya doya yaşamaya karar verdim.
Taşköprü'den dönerken, gün yerini akşama bırakıyordu. Yavaş yavaş çekilen güneşle birlikte, bacalardan beyaz dumanlar yükselmeye başladı. Mayıs başı olmasına rağmen soğuk buralarda hálá kırılmamıştı. Arabamın penceresini aralayıp, çevreyi sarmalayan odun kokusunu derin derin soludum. Etrafta sessiz bir huzur vardı. Nereden geldiğini çıkaramadığım çıngırak sesleri, köylerde gün bitiminin habercisiydi. Issız yollar iyice kimsesizleşti. Kastamonu'ya vardığımda bir gün daha sona ermişti.
Yemek öncesi dere kıyısında, bir aşağı bir yukarı yürüyüp, Kastamonu ile vedalaştım. Akşam yemeğimi, kimsesiz ve sessiz sokakları, henüz kurumamış ıslak damları seyrederek, aheste aheste yedim. Sokaklar boşalmış, karşı yamaçtaki evlerin perdeleri çekilmişti. Taşra kentlerinde akşamlar sessiz, sakin, telaşsız ve yapayalnız oluyordu.
AZDAVAY'IN ETLİ EKMEĞİ
Ertesi gün dönüş başladı. İstanbul'a varmak için bir acelem yoktu. Onun için yolu uzattım. Önce Daday'a uğradım. Daday Çayı'nın kenarındaki düz alanlığa kurulmuş olan ilçeyi, çevredeki ormanların kucakladığını gördüm. Bu yüzden de adının, orman yetiştirmeye elverişli toprak anlamındaki ‘Dadybra’dan geldiğine dair söylenceyi akla yatkın buldum.
Yollara erken düştüğüm için gittiğim yerlerde, gördüğüm eserlerin ne olduğunu soracak kişi bulmakta bazen zorlanırım. Daday'da da böyle oldu. Önünden geçtiğim muhteşem konağın kime ait olduğunu merak ettim. İlk rastladığım köylü bilmediğini söyledi. Önünü kestiğim traktör sürücüsünün de haberi yoktu. Üçüncüsünde şansım yaver gitti. Doğma büyüme Dadaylı olan Hüseyin Bey, önünde durduğum evin Köpekçioğlu konağı olduğunu, ‘Şapka ve Kıyafet İnkılabı’ dolayısıyla Kastamonu'ya gelen ve 30 Ağustos 1925'te Daday'ı da ziyaret eden Atatürk'ün, bu konakta misafir edildiğini anlattı.
Daday'ı geride bırakıp, ormanlık bir yoldan, kıvrıla kıvrıla ilerledim. Bir derenin menderesinde, kavak ağaçlarının arasından Azdavay'ı gördüm. Görüntünün bir tablodan farkı yoktu. Birisi, bir resim yapmış, getirip oraya asmıştı sanki. Fotoğraf makineme sarıldım, bu görünütüyü de çalıp diğerlerinin yanına koydum. Niyetim Azdavay'da etli ekmek yemekti. Bu işten anlayanlar, ‘Kuyu kebabını Taşköprü'de, etli ekmeği Azdavay'da yiyeceksin’ diye sıkı sıkıya tembihlemişlerdi... Maalesef ki etli ekmeği yemek kısmet olmadı. Kime sorduysam fırının yanmadığını söyledi. Aslında fırın falan bahaneydi. Burada herkes etli ekmeğini evde kendisi pişiriyordu. Bu iş için bahçelere özel ekmek fırınları yapılmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Yutkuna yutkuna Azdavay'ı terk edip, Pınarbaşı’na doğru yoluma devam ettim.
DOĞA ŞAHESERLERİ
Pınarbaşı'nın doğa sporlarıyla uğraşanlar için, adeta bir cennet olduğunu önceden biliyordum. Atlas Dergisi döneminde bir kaç kez gelmiştim. Geçit vermeyen Valla Kanyonu, dünyanın dördüncü büyük mağarası 10 milyon yıllık Ilgarini, cennetten bir parça olan Ilıca Şelalesi ve diğer güzelliklere hayran olmuş, bir çanta dolusu fotoğraf çekip dönmüştüm. Kastamonu sadece yaylalar kenti değildi. Cide'de başta cennet Gideros Koyu olmak üzere, Karadeniz'e kucak açmış sahillerinde yaz gezginlerinin de gönlünü çalıyordu.
Sözün özüne gelirsem; Kastamonu ve çevresi gerçekten görülmeye, yaşanmaya değer yerler. Bunaltıcı yaz sıcaklarında kaçacak bir adres istiyorsanız, buyurun Kastamonu'ya. Yaylalar püfür püfür rüzgarıyla sizleri bekliyor. Yörenin ‘damak çatlatan’ yemeklerinden ise haftaya bahsedeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2003
Geçen hafta tepemden bir türlü ayrılmayan bir yağmur bulutuyla birlikte Kastamonu'da dolaştım durdum. Dünle bugünün iç içe geçtiği kentin özellikle evlerine hayran oldum. Bu hafta sizi kentin içinde gezdirmeye çalışacağım. Daha sonraki yazılarda da cennete benzeyen ilçelerden, daha sonra da Kastamonu'nun ‘damak çatlatan’ tatlarından söz edeceğim. Yeni rotalar ararken imdadıma, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar yetişti. Bu mevsimde Kastamonu ve çevresinin bir cennete dönüştüğünü, yeşilin gerçek rengini burada sergilediğini, doğanın hem coşup, hem de coşturduğunu söyledi... Hatta daha ileri gidip, ‘Kastamonu'yu görmemiş gezgine ben gezgin demem’ diye de tahrik etti... Uzun zamandan beri tüfeği eline almayan, ama ‘avcı’ lakabından da kurtulamayan Zeki, tetik çektiği dönemlerde kıyı bucak çok gezdi. Bu konuda ‘Bir Bilen’ sayılırdı. Onun için dediklerini ikiletmedim. Ertesi gün, kuşlar kahvaltısını etmeden yola koyuldum.
İstanbul'da kararsız bir hava vardı. Bulutlar omuz omuza vermiş, güneşin önünü kapatmaya çalışıyorlardı. Şaşkın rüzgar kah gündoğusundan, kah poyrazdan esip yaprakları şaşkına çeviriyordu. Sevimsiz Tem otoyolunun kenarlarındaki manzaraların bile eli yüzü düzelmişti. Hele Kocaeli'nden sonra, Adapazarı'nda Sapanca Gölü'ne yüzünü dönmüş tepeleri, katırtırnakları sarıya boyamıştı. Ağaçlar dallarını iyiden iyiye beyaz çiçeklerle süslemiş, salınıp duruyorlardı. Sanki doğada düğün vardı. Manzara öylesine şenlikliydi.
Otoyolu Gerede'den terk edip, Kastamonu yönüne doğru direksiyonu çevirdim. İşte o sırada bir yağmur bulutu peşime takıldı. Ben gittim o da geldi. Kah çiseledi, kah sağanak oldu. Amasya'ya doğru uzanan bu yolu, gide gele neredeyse ezberlemiştim. Radarların nerede tuzağa yattığını artık tahmin edebiliyordum. Onun için pür dikkat, arada bir hız sınırın altında, arada bir üstünde hedefe doğru ilerliyordum. Bulutum hep tepemdeydi. Artık ona alışmıştım.
ANADOLU'NUN YÜCE DAĞI
Ilgaz Dağı'nın eteklerine varınca yine, ‘Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın’ türküsünü tutturdum. Bozuk plak gibiydim. Türkünün başka mısrasını bilmediğim için, hep aynı sözleri yineleyip duruyordum. Milli Park'ın giriş kapısına yaklaşırken, bir tilki yola fırladı. Acelesiz adımlarla karşı tarafa geçti. Çamurlu bir yola sapıp, zirveye doğru tırmandım. Kar hala kalkmamıştı. Yol kıyısına kürenen karın kalınlığına bakılırsa, dağda kış kışlığını yapmıştı. Fotoğraf çekmek için arabadan indim. Esintili zirvede üşüdüm. Bu arada bulutumun kar serpiştirmeye başladığını gördüm.
Ilgaz gerçekten yüce ve güzel bir dağdı. Doğa düşkünleri, trekinkçiler, özellikle kayakçılar için bir cennetti. Modern tesislerle süslü bu dağ, Anadolu'nun orta yerinde keşfedilmeyi bekliyordu.
Dağdan döne döne indim. Kastamonu'ya girip, kentin tam ortasından akan Karaçomak Deresi'ne paralel ilerlerken, karşı tepede kaleyi gördüm. Ok işaretlerini izleyip, zirvede bir kartal yuvası gibi duran kalenin kapısına yakın bir yerde park ettim. Bizans döneminde, zirvedeki kayanın üstüne kondurulan kalenin yokuşlu girişini, nefes nefese tırmandım. Candaroğulları ve Osmanlılar döneminde yapılan kule ve burçların üstünde soluklanıp, kuşbakışı Kastamonu'yu seyrettim. Bulutum çiselemeyi kestiği için, bunu fırsat bilip bol bol fotoğraf çektim.
GELENEKSEL TÜRK EVLERİ
Kastamonu'nun asırlar boyu çeşitli uygarlıklara kapı açtığını biliyordum. Kalenin zirvesinden gördüklerime bakılırsa burası camiler, medreseler, hanlar hamamlar kenti idi. Nitekim okuduğum kitaplarda burada, 55 cami ve cami kompleksi, 66 türbe, 26 medrese ve kütüphane, 16 halk hamamı, 10 han, biri şadırvan 42 çeşme, bir tane de bedesten olduğu belirtiliyordu. Kırmızı Marsilya kiremitli evler öylesine güzel görünüyordu ki, objektifi bir sağa bir sola çevirip, durmadan deklanşöre basıyordum.
Kenti kuşbakışı keşfettikten sonra, muhteşem eski evlerin süslediği ara sokaklara indim. Bu arada bulutum çiselemeyi yağmura döndürdü. Aldırmadım. Beyaz badanalı, ahşap, kireç ve kerpicin uyumlu birlikteliği ile yıllara meydan okuyan geleneksel Türk evlerini seyrede seyrede sokaklarda dolaşıp durdum. Bu güzelim evlere her sokakta rastlamak mümkündü. Hatta bazıları bir sokağı baştan sona kaplamıştı. Kastamonu valisinin bu eski evleri yaşatabilmek için olağanüstü bir gayret sarf ettiğini buraya gelmeden önce öğrenmiştim. Yapılanları gördükten sonra kendisini gıyabında bir kez daha kutladım.
Kırkçeşme Mahallesi'ndeki Konyalı Konağı'nı, Honsalar Mahallesi'ndeki Sepetçioğlu Konağı'nı, Hükümet Konağı'nın hemen arkasındaki yokuşta yer alan Mazlumcular Konağı'nı, İsmail Bey Mahallesi'nde yer alan Toprakçılar Evleri'ni, Eflanili, Sirkeli konaklarını üşenmeden teker teker gezdim. Hele Saylav Sokağı'nda kendimi Cumhuriyet'in ilk yıllarında dolaşıyormuş gibi hissettim.
MODERN GÖRÜNTÜLER
Yağmur hızını artırınca bulutumla inatlaşmayı bırakıp, daha önceden yer ayırttığım Mütevelli Oteli'ne sığındım. Odamda kurulanırken yorulduğumu fark ettim. Tekrar lobiye inip, cam kenarında hem yağmurun dinmesini hem de geleni geçeni seyretmeye koyuldum. Dere kıyısındaki yolda bir aşağı bir yukarı yürüyenlerin çoğu gençti. Sevgililer el ele, yanak yanağa, kol kola, yağmura aldırmadan aheste adımlarla, birlikteliğin tadını çıkartıyorlardı.
Yağmur biraz insafa gelince, otelden çıkıp dere kıyısında yürümeye başladım. Yolun iki kıyısına pastaneler, alışveriş merkezleri, birahaneler, restoranlar, beyaz eşya satan mağazalar, cep telefonu bayileri, vitrinleri moda giysilerle süslenmiş mağazalar sıralanmıştı. Kalabalıklara bakılırsa ticaret erbabının işi iyiydi. Bugünü böyle olan Kastamonu'da geçmişteki yaşam nasıldı?.. Bunu da 1300'lü yıllarda buraya gelen ünlü İslam gezgini İbni Batuta ‘Seyahatname’sinde şöyle anlatıyordu:
‘Burası büyük ve güzel şehirlerden biridir. Hayat şartları da yaşamaya elverişlidir. Bu beldede kırk gün kaldık. İki dirheme iyi bir koyunun yarısını, iki dirheme de ekmek satın alıyordum. Bunlar bize bir gün yetiyordu. On kişi idik. İki dirhemlik bal helvasıyla hepimiz doyuyorduk. Bir dirhemlik ceviz, bir dirhemlik kestane alıyorduk. Kışın en şiddetli zamanında bir yük odunu bir dirheme satın almak mümkün idi. Bu kadar ucuz bir şehir görmedim. Her gün ikindi namazını müteakip bir kabul resmi düzenlemek, Kastamonu hükümdarının adeti idi. O zaman sofralar hazırlanarak kapılar açılır, şehirli, köylü, yabancı, yolcu kim varsa hepsine yemek ikram edilirdi...’
İSTANBUL'DAN GELEN SAAT
Ertesi günümü kentteki tarihi eserlere ayırdım. Önce kalenin karşısındaki tepede yer alan Saat Kulesi'ne tırmandım. 1885 tarihinde yapılan kulenin üstündeki saat, bir söylentiye göre İstanbul'dan sürgün edilmişti. Daha önce Sarayburnu'nda bulunan ve düzensiz çalışan saat, Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa'nın ısrarları sonucu, yerinden sökülüp kulenin ortasına monte edilmişti. Yeni yerini seven saat şimdi tıkır tıkır çalışıyor ve zamanı saniyesi saniyesine gösteriyordu.
Kuleden inip kentin ortasındaki Nasrullah Külliyesi'ne gittim. 1506 yılında yapılan külliyenin şadırvanında elimi yüzümü yıkadım. Biraz ötedeki Münire Medresesi'nde, el sanatları çarşısından Kastamonu'nun meşhur tahta kaşıklarından aldım. Kente hakim bir tepenin üstünde, Candaroğulları döneminde yapılan İsmail Bey Külliyesi'nde, yağmurdan kaçmak için Deve Hanı'na sığınıp, Şükriye hanımın soğuk ayranından içtim. 1557 tarihli Yakup Ağa Külliyesi'nin, sac ağacından yapılma muhteşem kapısının karşısında uzun süre kalakaldım.
Camiler, türbeler, hanlar, kale mezarları, camiler... Akşama kadar yetiştirebildiğim kadar dolaştım durdum. Ama hepsini sindire sindire gezemedim. Kastamonu gerçekten görülmesi gereken huzur dolu bir sığınak. Bugüne kadar Kastamonu'yu görmediyseniz, ilk fırsatta bu eksikliği gidermenizi öneririm.
Kastamonu'nun çevresi de en az kent merkezi kadar ünlü. Dağları, yemyeşil ormanları, nehirleri, gölleri ve şelaleleri ile bir cennet görünümünde. Ayrıca yemekleri de ‘damak çatlatacak’ kadar lezzetli. Bu konuları da gelecek yazılarımda anlatacağım.
KENTİN ADININ ÖYKÜSÜ
Kastamonu kelimesinin oluşumu konusunda çeşitli rivayetler var. Bunlardan bir tanesine göre; yörede Gaslar'ın yaşadığı dönemlerde, Gas kelimesi ile şehir anlamına gelen Tumanna kelimesinin birleştirilip kente ‘Gas-Tumanna’ dendi. Bu ad zaman içinde Kastamonu'ya dönüştü.
Diğer bir söylenceye göre ise kentin adı şöyle oluştu: Bizanslıların hakimiyetinde olan şehir Türkler tarafından fethedilmek istenir ve kale kuşatılır. Kale komutanının ‘Moni’ isimli kızı, kaleyi kuşatan Türk beyine aşık olur ve burçlardan kalenin kapı anahtarını atar. Bunu gören kale komutanı kızına çok öfkelenir ve ‘Kastın ne idi Moni’ diyerek onu burçlardan aşağıya atar. Bu deyiş zaman içinde Kastamonu'ya dönüşür. Halk arasında yaygın olan her iki söylencenin de her hangi bir dayanağı yoktur.
NEREDE KALINIR?
Mütevelli Oteli: 366-212 2019
Rugancı Otel: 366-214 9500
Osmanlı Sarayı: 366-214 8408
Turaş Otel: 366-212 6730
Selvi Otel: 366-214 1831
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2003
Bahar geldi. Artık hafta sonları yola çıkıp, güzellikleri keşfetmenin tam zamanıdır. Geçen hafta size sevdiğim kasabaların bir bölümünü tanıtmaya çalıştım. Bu hafta geri kalanını anlatacağım. Pek tabii ki ‘Cennet Kasabalar’ın sayısı benim yazdıklarımdan daha çok. Bu sayfada yer alanlar, beni en çok etkileyenler. Gezip gördükçe ‘Benim Kasabalarım’ın sayısının daha da artacağını biliyorum. Kış aylarında zayıflayan yaşam pilini tazelemek isteyenlere, bu hafta da ilginç mekánlar önereceğim...
ÇİRKİNCE’DEN İRİNCE’YE
‘Atlarımızla Efes Hisarı'nın altından, bir buçuk saat süren yorucu ve uzun, fakat zevkli ve eğlenceli bir yoldan ve çağlayanlı bir derenin bulunduğu iki tepe arasından gittik. Her iki yanımızda sarkan mersin, zakkum, katırtırnağı, erguvan, leylak ve diğer haz verici ağaçların koyu gölgeleriyle ağırlandık...’ Bu satırların yazarı papaz Edmund D. Chishull'du. Yazdığı tarih ise 1 Mayıs 1699'du. Yani papaz Chishull benden tam 300 yıl önce Şirince'ye gitmiş ve yol üstünde benim gördüklerimin aynısını görmüştü.
İzmir üstünden güneye doğru inerken, Selçuk'a girişte sola sapıp, 25-30 kilometrelik bir tırmanıştan sonra Şirince'ye varılıyor. Şirince buraya konulan son ad. Daha öncekiler ise şöyle sıralanıyor: Kyrkindje, Kirkindche, Kirkidje, Kırkıca, Kırkınca ve nihayetinde Çirkince. Aslında burası Şirince'den önce anıldığı Çirkince adına hiç de layık değil. Nitekim İzmir Valisi Kazım Dirik Paşa da, bir gezisi sırasında uğradığı bu köyün adının asla Çirkince olamayacağına, Şirince olarak düzeltilmesine karar vermişti.
Tarihi belgelerde, dağ başındaki bu yerleşim biriminin, 1800 hanelik bir Rum köyü olduğu belirtiliyor. Rum nüfusun 1933 tarihinde zorunlu olarak burayı terk etmesinden sonra Selanik, Manastır ve Provuşta'dan gelen muhacirler buraya yerleşmişler. Aydın'da doğan Yunanlı ünlü yazar Dido Sotiriou, bir yazısında Şirince'yi şöyle anlatmıştı: ‘Köyde herkesin iki katlı bir evi vardı. Ve hiç kimse bahçesini çiçeklerle donatmayı ihmal etmezdi. Dalları ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıltılı zeytinli ağaca başka hiçbir yerde rastlayamazdınız. Köylünün kemerini altınla dolduran incirin ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Derisi var mı, yok mu anlayamazdınız. Öylesine inceydi ve Anadolu'nun o canım güneşiyle ballanmıştı...’ Dido Sotiriou'nun bu anlatımı bugün de geçerliliğini koruyor.
Bir bahane bulup yolunuzu mutlaka Şirince'ye düşürün. Büyük taşlarla kaplı dar yokuşlarda yürümeye, büyük çınarların altındaki kahvelerde çay içmeye doyamayacaksınız. Bu arada yanınıza bol film almayı ihmal etmeyin. Her köşeyi dönünce başka bir fotoğraf karesi ile karşılaşacaksınız. Kalmaya niyetlenirseniz, çok şirin pansiyonların olduğunu belirtirim. Şirince ayrıca şarabı ile övünüyor. Bana darılmasınlar ama, şaraplarının tadı öyle ahım şahım değil. Duyduğuma göre bu şaraplar, bazı imalatçıların kötü dökme şaraplarıymış. Halbuki yöre üzümlerinden geleneksel yöntemlerle üretilse, belki daha iyi sonuçlar alınabilir.
ULEMA YATAĞI: TİRE
Küçük Menderes Ovası'nın gözdesi Tire'nin önemini kavrayabilmek için, geçmişine göz atmak gerekiyor. Bizans tarihçisi Pachmeres buraya ‘Keşişler Yöresi’ demiş. Evliya Çelebi ‘Şehr-i Muazzama’yı uygun görmüş. Katip Çelebi ise ‘Eski Taht Şehri’ni yakıştırmış. Aydın Vilayeti Salnamesi'nde Tire için ‘Ulema Yatağı’ başlığı açılmış. Bunların hiç biri abartılmış yakıştırmalar değil. Çünkü XV. yüzyılda Osmanlı'yı yöneten ünlü yöneticilerin, alimlerin çoğu bu topraklardan yetişmiş. Örneğin; Hayrettin Paşa, Rum Ahmet Paşa, Sadrazam Lütfü Paşa, Lala Sinan Paşa...
Bugün, ‘şirin küçük bir ilçe’ diye tanımladığımız Tire, ilk çağ Roma yönetimi sırasında ‘Küçük Menderes Senatörlüğü’ idi. Aydınoğulları zamanında ise koskoca bir sancak merkezi oldu. Osmanlı döneminde hazine için gerekli olan mangır ve akçeler Tire darphanesinde kesiliyordu. Timur, Ankara Savaşı'ndan sonra dinlenmek için Tire'yi seçmişti. Geçtiği her yeri yakıp yıkan ünlü hakan, buranın bir taşına dahi dokunmamıştı.
Geçmişi böylesine anlı şanlı Tire'ye gitmek için, Selçuk'tan Ödemiş istikametine doğru gitmek gerekiyor. Güre Dağları'nın eteklerine yaslanmış olan Tire'nin, çınar, kavak, zeytin ve çam ağaçlarının dalları arasına saklanmış dar sokaklarında dolaşmak insana huzur veriyor. Sokaklar ve evler kadar eski olan bu ağaçlar, asırlar boyu gölgelerini buralardan hiç eksik etmemişler.
Ben Tire'ye baharın güzel bir gününde gittim. Size de öneririm. Ben gittiğimde papatyalar insan beline kadar büyümüş, meyve ağaçları çiçeklerle süslenmişti. Yani doğa insanı tahrik etmek için, varını yoğunu ortaya dökmüştü. Parke döşeli sokaklarda yürüyüp, cam önleri sardunyalarla süslenmiş eski evlerin görüntüsüne doyamadım. Eğer gidip görürseniz, bana hak vereceğinizden eminim. Tire'ye gidince camileri görmeyi sakın ihmal etmeyin. Büyük çoğunluğu XV. yüzyıla ait olan camilerin, gerek kubbelerinde, gerekse minarelerinde tuğla işçiliğinin en güzel örneklerini görebilirsiniz.
Eski Tire'nin daracık sokakları ayrıca, ‘kaybolan el sanatları müzesi’ gibi. Yavaş yavaş kaybolan semercileri, urgancıyı, keçecileri, yularcıları, nalıncıları rengarenk görüntüleriyle seyretmenin tadı bir başka oluyor. Bu sokaklarda sanırım daha önce hiç görmediğiniz sahnelere şahit olacaksınız. Eğer Tire'ye salı veya cuma günlerinde giderseniz, Tire'nin ünlü pazarını görme şansını da yakalarsınız.
Yeme-içmeye düşkünseniz, size Tire'ye 5 kilometre uzaklıktaki Kaplan Köyü'nde, ovaya kuş bakışı bakan ‘Kaplan Restoran’ı öneririm. Lütfü ve eşi Hürmüz'ün ot yemeklerinin ve ünlü Tire köftesinin lezzeti anlatılır gibi değil. Ayrıca dönerken Tire sucuğu, tatlı, tuzlu lor ve karadut reçeli almayı ihmal etmeyin derim.
VADİDEKİ TABLO: GÖYNÜK
Ankara ile İstanbul'un kuş uçuşu tam ortasında yer alan Göynük'ü, ilk olarak bir tepenin üstünden gördüm. Vadinin tabanında akan ince bir dere, derenin iki yanında ve yamaçlarda Bağdadi sıvalı eski evler, zirvede ahşap saat kulesi, ağaçlar, çiçekler... Bulunduğum yerden Göynük bir tablo gibi görünüyordu.
İlçeye, ‘Diyar-ı Akşemseddin'e hoşgeldiniz’ yazılı bir takın altından geçerek girdim. Girer girmez de Fatih'in hocası Akşemseddin'in, Göynük için ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu fark ettim. Göynük'te oturan ünlü alim, Fatih Sultan Mehmed'in daveti üzerine İstanbul kuşatmasına katılmış, fetihten sonra tekrar ilçeye dönmüştü. Fatih, 1459'da vefat eden hocası için Göynük'ün ortasında, Kefeki taşından altıgen planlı bir türbe yaptırmıştı.
Göynük'ün dar ve yokuşlu sokaklarına tırmanırken, gördüğüm evlere hayran olmamak elde değildi. Yaşları 150 yılı bulan kırımızı kiremitli bu evlerin birçoğu restore edilmişti. Giriş katlarında depo ve kiler, ara katlarında hizmetçi odaları, mutfak ve fırın, günlük yaşama ayrılmış diğer katlarda da çeşitli işlevler gören odaların bulunduğu bu evler, Türk aile yaşamının tüm ipuçlarını yansıtıyordu. Pencerelerdeki kafesler ve çıkmış cumbalar, çatılardaki alınlıklar görünüme ayrı sıcaklık ve zarafet katıyordu.
Şimdilerde adına saat kulesi denen ve önceki yıl kısmen yanan ‘Zafer Kulesi’, tüm Göynük'e tepeden bakıyordu. Bu kule, 1922 yılında Sakarya zaferinin anısına Kaymakam Hurşit Bey tarafından yaptırılmıştı. Göynük'e ‘Göller Diyarı’ diyenler de vardı. Gerçekten de ilçenin çevresinde birbirinden güzel göller yer almaktaydı. Her biri gizli birer cennet olan Çayköy, Sünnet ve Çubuk gölleri, kent stresinden kurtulmanın en doğru adresleriydi.
Bahar gezmeleriniz için Göynük'ü de size hararetle öneriyorum. Eğer önerime uyup giderseniz, Sünnet Gölü’ne uğramayı ihmal etmeyin. Gölün çevresinde yapacağınız yürüyüşün, yaşam pilinizi dolduracağından emin olabilirsiniz. Ayrıca gölün kıyısındaki restoranda, yöre yemeklerinin tadına da bakabilirsiniz. Bana sorarsanız, önden kızılcıklı tarhana çorbasını, sonra keşli cevizli mantıyı yemenizi öneririm. Ayrıca torba yoğurdun tadına bakmayı da aman ihmal etmeyin derim.
DÜNDEN BUGÜNE: BERGAMA
Bergama'yı gezip dolaştıktan sonra, burayı üç aşamada anlatabileceğimi anladım. İşe Antik Bergama'dan başlamak gerekiyor: Antik dönemden bugüne kalanlar arasında en önemli yapıt, zirvedeki Bergama tiyatrosuydu. 10 bin kişilik oturma yeri olan tiyatroda, o dönemde oyunlar bütün gün sürüyordu. Yanlarına şaraplarını ve yemeklerini alan izleyiciler, gün boyu sıkılmadan gösterileri izliyorlardı. Ayrıca Athena Tapınağı'nın bulunduğu yerde Helenistik dönem heykeltıraşlığının en başarılı örnekleri sergileniyordu.
Helenistik dönemin en büyük kitaplıklarından biri de Bergama'daydı. Kitaplıkta tamı tamına 200 bin rulo yazma bulunuyordu. Bir söylenceye göre, Antonius İ.Ö 41 yılında bu ruloları kaçırıp, Kleopatra'ya armağan etmişti. Bergama'da beni en çok etkileyen yer, İ.Ö IV. yüzyılda kurulan Asklepion oldu. Burası tıp alanında araştırma ve deneylerin yapıldığı, ünlü doktorların yetiştiği ve hastaların tedavi edildiği çok önemli sağlık merkezlerinden biriydi. Burada hastaları iyileştirebilmek için çamur banyosu, rüya yorumu, müzik, telkin, sıcak banyo gibi değişik yöntemlerden faydalanılıyordu.
Bir de Bergama'nın 16 kilometre uzağındaki Alianoi harabeleri, görenleri kendine hayran bırakıyordu. İ.Ö II. yüzyılda yapılmış olan ve dünyadaki 6 antik sağlık merkezinden biri olan Alianoi, eğer projede gerekli değişiklikler yapılmazsa, Yortamlı Barajı'nın sularının altında kalacak.
İkinci bölümde anlatacağım eski Bergama, insanı içine çekiyor, sarmalıyor ve huzur veriyordu. Antik çağ Bergaması'nın kurulduğu dağın eteklerinde yer alan bu mahallelerdeki daracık sokaklar ve rengarenk aşı boyalı evler, birer tablo görüntüsündeydi. O daracık ve renkli sokaklardaki küçücük dükkánlarda tamirciler, kuruyemişçiler, nalbantlar, küçük fırınlar, kolonya kokan berber dükkánları, terziler tevekkül içinde, mesleklerini sürdürüyorlardı.
Biraz ilerideki yeni Bergama'da ise sanki eski Bergama ile aynı dönemi yaşamıyordu. Orada hiçbir özelliği olmayan bakımlı bakımsız apartmanlar, kentlerde görmeye alıştığımız mağazalar, kuyumcu dükkánları ve bildik trafik gürültüsü vardı.
Tarihle iç içe olan Bergama'yı bugüne kadar ihmal ettiyseniz, uzatılmış bir hafta sonunu buraya ayırmanızı öneririm. İlçede kalınabilecek eli yüzü düzgün birkaç otel bulunuyor. Ayrıca çevrede Dikili, Çandarlı, Ayvalık gibi pek uzak olmayan mesafelerde görülecek yerler de var. Eğer önerime uyup Bergama'ya giderseniz, Köfteci Pala'ya uğramayı ihmal etmeyin. Kimyon ön planda olmak üzere, diğer baharatların ahenkli karışımıyla tatlandırılmış yassı köftelerin tadının, damağınızda uzun süre kalacağını garanti edebilirim.
DİĞER KASABALAR
Yersizlikten sevdiğim tüm kasabalara yer veremedim. Eğer önerilerime uyup hafta sonlarını bu güzel kasabalara ayırmaya niyetlenirseniz, size birkaç adres daha vereceğim. Bu cennet mekánları da rotanıza dahil etmekte yarar var.
Mardin'in MİDYAT ilçesinde, kendinizi bir ortaçağ labirentinde hissedebilirsiniz. Foça’da hem denizin, hem tarihin tadını çıkarabilirsiniz. Van Gölü'nün kıyısındaki yemyeşil EDREMİT'te, Doğu'nun güzelliklerine şahit olabilirsiniz. İzmir'in rüzgarı ile ünlü ALAÇATI ilçesinde, Ege'nin en güzel kasabalarından biriyle tanışabilirsiniz. Kastamonu'nun SAFRANBOLU ilçesinde bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. AMASRA'da manzaranın ve taze balığın, BİRGİ'de eski konakların ve Ege yemeklerinin, CİDE'de ahşap tekne ustalarının, CUNDA'da eski sokakların, çeşit çeşit mezelerin, ÇAMLIHEMŞİN'de yeşilin her tonunun, HARPUT'ta tarihin ve güzel bahçelerin, HASANKEYF'te Mezopotamya'nın geçmişinin, ZİLE'de lezzetleri yemeklerin, meyve bahçelerinin ve 5000 yıllık tarihin tanığı olabilirsiniz.
Unuttuğum veya gitmediğim için yazamadığım kasabalardan özür diliyorum. İnanıyorum ki benim bilmediğim daha nice cennet kasaba vardır. Eğer böyle yerleri keşfederseniz bana da bildirin.
ÖZÜR
Geçen haftaki yazımda bir dizgi hatası sonucu Cumalıkızık 'Cumalıkazık', Tirilya ise 'Trilya' olarak yayınlandı. Bu hatalardan dolayı özür dilerim.
Yazının Devamını Oku