Bazen hastalık, bazen başka işler. Bavulum her ne kadar hazır olsa da her zaman yollara düşemiyorum. Tepemde gri bir bulut, üstümde yağmur, camgüzeli gibi dünyayı pencereden seyrediyorum. Geçen hafta da öyle oldu. Ben de eski gezileri, eski defterleri karıştırdım.
Bazen alıp başımı gidemem. 'Ben gidiyorum' diyemem. Tıpkı geçen haftalarda olduğu gibi. Gidemem çünkü, gözün bile göremediği bir virüs beni yaka paça eder, salya sümük süründürür. O zaman yollara düşmeye mecalim kalmaz. Gidemem çünkü, başka işler önüme yığılır, duvar olur bırakmaz. Koca kente hapsolurum. Bir camgüzeli gibi pencereden seyrederim dünyayı. İşte o zaman kelimelerden yardım isterim... Kapısını çaldığım sadece dört kelimedir;
Tundra, Tayga, Parana, Pampa...
Ne zaman bunlardan konuşulduğunu duysam, içim cızz eder, alır başımı giderim. Veya aklım beni terk eder. Durduğum yerde görünmez olurum. Şahlanan gitme duygularıma gem vuramam...
Onlar benim için dört sihirli kelimedir -uçan halı gibi-... Ne zaman biri bunları kulağıma fısıldasa, kendimi uzak coğrafyalara doğru giderken düşlerim. Dur durak bilmez bir yolculuğa çıkarım -nereye gittiğimi bilmeden-.
Tundra kelimesi, onu görmeden önce bende hep yalnızlık çağrıştırırdı. Sözlükteki karşılığının, bir başınalık, mutlak sessizlik olmasını isterdim. Tundraları gördükten sonra da bu yargılarım değişmedi. Daha da pekişti. Tundralarla, Alaska'nın Kuzey Kutbu'na yakın bölgelerinde tanıştım. Göz alabildiğine uzanıp giden hayalet topraklardı. Veya kimsesiz. Üzerinde yosunların sarktığı, çam benzeri yapraksız, çelimsiz ağaçlardı tek dostları... Dallarında ne bir kanat sesi ne de hışırtılı bir esiş vardı bu ağaçların. Kuşsuz ve rüzgarsız ağaçlardı. Bu ağaçların süslediği tundralar, öylesine yapayalnız ve sessiz topraklardı ki... Saatlerce baktım. Nereye baktım, niçin baktım, neden baktım? Bilmiyordum. Uçsuz bucaksız topraklarda bir tek ben vardım. Dünya üstünde, yapayalnız kalmış gibi hissettim kendimi. Ürktüm. Yalnızlık, hüznümü korkuya çevirdi.
ESKİMOLAR ARASINDA
Kutuptan kopup gelen kuzey rüzgarının soğuğu iliklerime işleyince, soluğu arabamda aldım. Kapılarımı, olmayan kimselere karşı kilitleyip, dünyanın tepesinde bir başına kalmanın keyfini, bir süre daha yaşadım. Daha sonra, tundraları kutup rüzgarına emanet edip, Alaska'nın Kuzey Denizi kıyısındaki Barrow kentine gittim. Kentin sakinleri olan Eskimolar, geldiğimin farkına bile varmadılar. Veya beni görmediler. Onlar, topraklarını kaybetmenin hüznünü alkolde söndürüp, dünyanın en uzak noktasında yalnızlığı yaşıyorlardı. Yanı başlarındaki sessiz ve kimsesiz uzanıp giden tundralara benziyorlardı...
Tundraları ne zaman düşünsem, aklıma hep yalnızlık, Alaska'nın kuzeyi ve konuşmayan Eskimolar gelir. Tundralar beni sessizliğe uçurur.
Tayga'yı duyduğumda ise, iliklerime kadar üşürüm. Sibirya gelir aklıma, bembeyaz karlar gelir. Kulaklarıma, dondurucu rüzgarın uğultusu dolar. Romanlarda okuduğum Sibirya'daki acımasız çalışma kamplarını düşlerim. Gıcırdayan kırık kapıların açılıp kapandığı kampları. Veya kimsesiz köyleri, tren geçmeyen istasyonları... Taygaları da Alaska'da gördüm. Ama oralar, benim düşlerimdeki topraklara hiç benzemiyordu... Etrafta ne kar ne dondurucu rüzgarın uğultusu vardı. Dikenli bitkilerle kaplıydı. Zirveleri karlı dağların eteklerine doğru uzanıp gidiyorlardı. Bu topraklara Tayga dendiğini söylediler ama güldüm geçtim onlara. İnanmadım. Düşlerimi Sibirya'dan kopartıp, Alaska bozkırlarına getiremedim. Bana göre Tayga, sadece Sibirya'da olmalıydı.
O topraklara tayga denmesine itiraz ettim. Coğrafya kitaplarında, oralar her ne kadar 'tayga' diye anılıyorlarsa da ben katılmıyordum. Çünkü karsız topraklara, tayga demek bence doğru olmuyordu.
Bu kelimeyi duyunca bir de ilk gençliğimi hatırlarım. Bu hatırlayışın coğrafya ile hiçbir ilgisi yoktu. Gençliğimle birlikte, İstanbul Talimhane'deki Tayga adlı Amerikan bar, barmen Osman, yardımcısı Lilian ve rahmetli Orhan Avşar'ın tangoları aklıma geliyordu. Beni eskilere götüren 'Tayga', soğuk toprakların aksine sıcaktı, dumanlıydı, sarhoştu. Bu geri dönüşü de Sibirya düşü kadar severim.
Taygayı ne zaman düşünsem, üşürüm, gençleşirim.
SEVGİLİM PARANA
Paranayı duyduğumda ise sırılsıklam terlerim... Kalabalıkların arasına sıkışıp kalırım.
Parana Nehri'ni, Yukon kadar, Amazon kadar, Çoruh kadar, Zap Suyu kadar severim... Sevgi paylaşımında ona da eşit pay ayırırım.
Parana'dan önce, onun arkadaşı İguaçu ile tanışmıştım. Brezilya'daydım. Mutlak, görkemli ve ürkütücü İguaçu Şelalesi'nin karşısında, üç nehrin, olanca güçleriyle birbirine çarpıp, yükseklerden aşağıya oluk oluk dökülüşüne şahit oldum. Azgın suların düşüşünü seyretmek için aştığım ormanda, Tapirlerle karşılaştım, rengarenk kuşlara ad bulmaya çalıştım. Zehrinin gücünü bilmediğim yılanlardan korktum. Ama hiç durmadan hep o sese doğru yürüdüm. Bu sesin adı; 'gümbürdeyen şırıltı'ydı... Ben öyle koymuştum. Son ağacın dallarını araladığımda, tam karşımda buldum onu. Ormanın içinden sakin sakin gelip, birden delirerek aşağıya atlayan suların, Parana'ya kavuşmak için acele ettiklerini orada öğrendim. Şelaleye dokunamadım ama havada uçuşan zerreciklerden sırılsıklam oldum.
Parana ile, Brezilya'dan Paraguay'a geçerken tanıştım.
BİR KÖPRÜ İKİ ÜLKE
İki ülkeyi bağlayan köprünün bir kaldırımından, yüzlerce kişi, karşıdaki Paraguay'ın sınır kentine geçiyorlardı. Karşı kaldırımdan ise yine yüzlercesi, ellerinde bavullar, sırtlarında kutularla Brezilya'ya dönüyorlardı. Nefes nefese... Köprü çok kalabalıktı ve nemli-sıcak buram buram terletiyordu.. Ben de kalabalığın arasına katılıp, yeni bir macera için köprüyü geçmeye başladım. Ve işte tam o sırada, sakin sakin akıp giden Parana ile tanıştım. Korkuluklara dayanıp bir süre seyrettim. Sonra ite kalka, kıza bağıra, vizesiz, pasaportsuz Paraguay'a geçtim. Burada fiyatlar, karşı kıyıdaki ülkeye oranla yarı yarıya daha ucuzdu. Onun için Brezilyalılar buraya alışverişe geliyor, bavullarını doldurup dönüyorlardı.
Parana Nehri, iki yakası arasındaki bu koşuşturmadan habersiz, akıp gidiyordu. Köprüyü geçince kalabalığı alışverişe uğurlayıp, nehrin kıyısındaki bir kahveye oturdum. Soğuk bira söyleyip, sakin sakin akan nehre baktım... Uzaklardan geliyordu ama yorgun değildi. Amazon'dan sonra, kıtanın en büyüğü olmanın gururunu taşıyordu. Bütün gün kıyısında oturdum. İlk kez bir ülkeden, diğer bir ülkeyi seyrediyordum...
Acıkınca, sarı manyok ununun üstüne kara fasulye döküp yedim. Güneş, Parana'nın sularını kızıla boyamaya başlayınca, bir acele tekrar karşı kıyıya geçtim. Çünkü Paraguay'ın bıçaklı bıçkınlarıyla karşılaşmak istemiyordum.
Parana'yı duyunca, Güney Amerika'nın ortası gelir aklıma... Sıcağı ve kalabalığı düşlerim... İguaçu'dan düşen suları görürüm. Dilini bilmediğim insanlarla yaptığım sohbetleri hatırlarım.
Pampalar ülkesi Arjantin'e gittim ama o gidişimde geniş düzlükleri hiç görmedim. Sıcak tuz çöllerini aştım, Salta kentinden, trene binip And Dağları'na tırmandım. Ara istasyonlardaki kısa duruşlarda Lamaları sevdim, etrafımı çeviren çekik gözlü, esmer tenli sümüklü çocuklardan, And Dağları'ndan toplanmış taşlar satın aldım. Fötr şapkalı kadınların, sırtlarına bağladıkları bebekleri öptüm. Trenden, And Dağları'nın eteğindeki, dünyanın en kurak çölü Atacama'da indim. 10 gün boyunca bu çölde, gündüzleri cehennem sıcağıyla, geceleri ise dondurucu soğukla boğuştum, yeşili özledim... Düşlerimde hep soğuk pınarlar gördüm. Bu kadar zahmet çektim ama pampalara bir türlü ulaşamadım. Yanımda taşıdığım, Darwin'in gezilerini anlatan kitabı okumakla yetindim.
PAMPALARIN SÜSÜ
Bu toprakların bir asır öncesini öğrenip, şimdisini düşledim. Ünlü bilginin, pampaların süsü goşolar hakkında yazdıklarını, çöldeki aylak günlerimde ezberleyip yuttum:
'Son derece sert ve dayanıklıdırlar. O başıboş ortamda bile, bıyıkları ve omuzlarına dökülen siyah saçlarıyla vahşi ve güzel bir canllık sergiliyorlardı. Geniş binici pantolonlar, kırmızı pançolar ve kocaman mahmuzlu beyaz çizmeler giyiyorlardı.. Bıçakları da kuşaklarına sokulmuş oluyordu. Yedikleri sadece etti. Hayvan kemiklerini de, yemek pişirdikleri ocakta yakıt olarak kullanıyorlardı. Avlanmadıkları zaman gitar çalmayı, arada bir de kafaları biraz dumanlayıp, bıçak dalaşı yapmayı seviyorlardı..'
Darwin böyle anlatıyordu, Pampaların meşin derili, özgür insanlarını.
Peşinden koşturup durduğum Pampalarla sonunda Patagonya'da tanıştım. Güney Kutbu'na kadar uzanan bu ıssız topraklarda kendimi cennette sandım. Çayırlarında doğanın tüm renklerini gördüm. Göllerinde gökyüzünü seyrettim. And Dağları’ndan gelen soğuk rüzgarla oynaştım. Pampa kelimesini ne zaman duysam, karmaşık duygulara kapılırım. Patagonya'da kaybolmak geçer içimden. Uçsuz bucaksız toprakların yalnızlığını özlerim.
Dört sihirli kelime: Tundra, Tayga, Parana, Pampa..
Sihirli halı gibi... Ne zaman istesem, birini düşler, üstüne binip kaybolurum.