23 Mayıs 2004
<B>Y</B>avaş yavaş gelen baharı seyrederek Balıkesir, Akhisar, Salihli, Gölmarmara, Buldan, Denizli üstünden Pamukkale’ye ulaştım. Doğa yine yeşile boyanmış, papatyalar, katır tırnakları, gelincikler tablodaki yerini almıştı. Pamukkale’de hem yeniden beyazlanmaya başlayan travertenlerin hem de antik dönemin kalıntıları arasında dolaştım durdum.
Bu seferki yolculuğumun da bahanesi şarap tatmak. Pamukkale şaraplarının sahibi Yasin Tokat, biz Şarap Dostları Derneği üyelerini şaraplarını tattırmak için Denizli’ye davet etti. Baharın başında keyifli bir davetti. İşin içine şarap da girince keyfin dozu biraz daha artıyordu... Diğer davetliler uçakla gidecekti. Ben ise yolculuk için ‘Kırmızı Katır’ı tercih ettim.
Bilen bilir... Yurtiçi gezilerimi genellikle tek başıma yaparım. Arabama atlayıp, yüzlerce kilometre tüketmek bana müthiş keyif verir. İstediğim yere, istediğim zaman özgürce saparım.. Küçük keşiflerin peşine düşerim. Müzik dinlerim, söylerim, kendi kendimle, arabamla konuşurum. Veya düşünürüm. Sorarım, yanıt ararım. Bu tür gitmeler bir terapi gibidir. İyileştirir beni... Arabama ‘Kırmızı Katır’ derim. Kırmızılığı renginden gelir. Katırlığı ise dayanaklığından. Arabamla baş başa kalınca aklıma hep J.R. Jimenez gelir. Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından Nobel ödüllü Juan Ramon Jimenez... Onun, güzellik uğruna yollara düşmüş üzgün bir ozanla şen bir eşeğin öyküsünü anlattığı ‘Platero ile Ben’ adlı kitabını hatırlarım. Bu kitap bir Endülüs ağıtıdır. Platero adlı sevimli eşek ozanın candan arkadaşıdır. Aynı düşleri görürler. Çevirmen Akşit Göktürk’e göre ozanın ikinci benliğidir sanki. Onunla konuşmalarında ozan, doğayla bir iç konuşmayı sürdürür gibidir. Cevat Çapan’ın önsözde yazdığı gibi, Platero ile Ben’i okurken altını çizmek istediğim o kadar çok cümle bulurum ki, kitap karalama defterine döner...’
KARA BULUTLAR
Kırmızı Katır da benim Platerom’dur. Ben de doğada gördüğüm güzellikleri onunla paylaşırım. Ama Jimenez gibi şiirsel cümleler kuramam. Kırmızı Katır, benim basit cümlelerimle yetinmek zorundadır.
Karabulutlar, İstanbul’dan beri üstümden ayrılmamışlardı. Baharı ve ruhumu karartıyorlardı. Denizli’ye başka bir güzergahtan gidiyordum: Balıkesir, Akhisar, Salihli, Alaşehir, Buldan üstünden. Yasin Tokat daha kısa olduğunu söylemişti. Bu mevsimde tanrı, paletine bol miktarda -veya sadece- yeşil boya koyuyordu sanırım. Sağ-sol hep yeşile boyanmıştı. Ton ton yeşil. Bu yeşiller büyüyüp, başaklanacak, arpa-buğday olacaklardı. İyi ki bu rotayı izlemiştim. Yolun iki yakasında baharın çiçek çiçek geldiğini görüyordum. Hele Balıkesir- Akhisar arasında ormanlık yoldan gitmek yok mu? Bir yol insana yaşama sevinci verir mi hiç. Bana verdi. Bir de tepemdeki kara bulutlar olmasaydı!..
Gözüm bir yandan da hız göstergesindeydi. Kırmızı Katır dizginleri saldın mı uçup gidiyordu. Farkına varmıyordum. Radara yakalanıp, yol keyfimi bozmaya niyetim yoktu. Aslında yola çıkma zamanını bir türlü ayarlayamıyordum. Yolculuğa öylesine erken başlıyordum ki, yol üstündeki lezzet mekanlarının önünden yutkunarak geçip gitmek zorunda kalıyordum. İskender kebabı yemeden Bursa’dan geçip gidilir miydi? Ya Susurluk’a ne demeliydi. Manyas’ın özel peyniri ile yapılmış, nar gibi kızarmış tost ve köpüklü ayran içilmeden yola devam etmenin bir anlamı var mıydı? Ya Akhisar’ın ünlü köftesi. Yılların Ramiz’i daha kapısını bile açmamıştı. ‘24 yıldır 24 saat’ sloganı ile müşteri bekleyen Ünal’ın Yeri’nde ızgara yanıyor ama vakit öylesine erkendi ki!..
DERE TEPE BAĞ
Salihli’den Alaşehir’e giden yolun iki yanı bağlarla kaplıydı. Öylesine düzgün, öylesine bakımlı bağlar ki, insanın canı üzüm yemek, şarap içmek istiyordu. Bunlar ne cins üzümdü acaba? Hepsi sofralık mıydı? Hangileri şaraplıktı? Bildiğim kadarı ile buralarda sofralık Sultaniye ağır basıyordu.
Alaşehir’in girişinde koca bir üzüm salkımı heykeli vardı. Üzüm bu bölgenin ekmek parasıydı. Kutsal bitkisiydi. Bağlara baktıkça İtalya’nın Toscana bölgesini anımsadım. Orada da dağ taş bağ ile kaplıydı. Burası için, ‘Türkiye’nin Toscana’sı’ benzetmesini yapmak doğru olur muydu? Toscana demek, şarap ve yemek demekti. Sanırım buralar için aynı şeyleri söylemek yanlış olurdu. Yakıştırmamı geri mi alsaydım?
Sarıgöl civarında zirveye tırmanırken sisin içine düşmüştüm. Baharın hayal perdesi gibi bir sisti. Neyin habercisiydi acaba? Ardından güneş mi görünecekti? Öyleyse hoş geldin sis. Nihayet nar ağaçları eşliğinde Denizli göründü. Kentin girişinde sıra sıra reklam panosu dizilmişti. Bütün büyük firmaların ilanlarını görmek mümkündü. Denizli zenginliğinin ipuçlarını daha girişte gözler önüne seriyordu.
Kaynak kitaplar buranın antik Diopolis olduğunu belirtiyorlardı. Selçuklular on üçüncü yüzyılda, bugünkü kentten altı mil kuzeyde bulunan antik Laodikeia sakinlerini buraya yerleştirmiş, Grekçe isim zor okunduğu için de bu adı kısaltıp, kente Ladik adını koymuşlardı.
Ladik, Aydınoğulları ve Osmanlı döneminde halılarıyla, dokumalarıyla ünlü bir ticaret merkeziydi. Şimdi Türkiye’nin tekstil merkezlerinden biri olmasının temelinde bu geçmişin etkisi olsa gerekti. Ünlü seyyah İbn Batuta bu kentten geçmiş ve bura hakkında kitabına şunları yazmıştı: ‘Çarşıları çok güzel, bu çarşılarda altın işlemeli pamuklu kumaşlar imal ediliyor. Esnafın çoğu, Müslümanlara tabi olan ve padişaha vergi ödeyen Rum kadınlar...’ İbn Batuta ayrıca Ladik’te güzel Rum kızlarının satıldığı bir köle pazarı olduğunu, alıcıların bu kızları satın alıp, onları fahişe olarak çalıştırdıklarını ve ‘her kızın sahibine düzenli bir ödemede bulunduğunu’, kızların erkeklerle birlikte hamama girdiklerini anlatıyordu.
BEMBEYAZ KAYALIKLAR
Denizli’nin bu renkli geçmişinden bugüne sadece dokuma ve ticaret kalmıştı. Çiçekli bulvarları, kalabalıkları, horoz heykellerini geçip Pamukkale sapağına vardım. Demek ki hedefe 18 kilometre yaklaşmıştım.
Bulutlar bir türlü yorulmuyordu. İstanbul’dan beri kol kola gidiyorduk. Çisil çisil bir bahar yağmuru yağıyordu. Otelden önce Pamukkale’ye veya Hierapolis’e saptım. Buralara kaçıncı kez geldiğimi unutmuştum. Manzara hep aynıydı. Anadolu’nun bu sıra dışı köşesinde zaman pek hızlı akmıyordu. Değişim, tepeden ovaya dökülen beyazlıkta oluyordu. Kah bembeyaz, kah kararmaya yüz tutan bir beyazlıktı bu. Beyaz kayalar şimdilerde eski ‘pamuk beyaz’ görüntüsüne bürünmüştü sanki. Alınan tedbirler işe yaramış gibiydi. Araştırmacılara göre, Pamukkale travertenleri üç milyon yıldan fazla bir sürede oluşmuştu. Beyaz kayaların oluşumunun bilimsel açıklaması şöyleydi: Menderes Nehri’nin vadisi, yükselme ve çökme hareketleri sonucunda meydana gelmiş uzunca bir fay hattı üzerinde yer alıyordu. Bu vadide pek çok termal su kaynağı yer yüzüne çıkıyordu. Pamukkale’deki sularda bol miktarda kalsiyum tuzları ve karbondioksit gazı bulunuyordu. Kalkerli sular, yamaçlardan aktığı yerlerde tuz çökertileri yayarken, karbondioksit de havaya karışıyordu. Travertenlerde oluşan bu kimyasal alış veriş Pamukkale’ye beyaz rengini veriyordu.
Ovaya doğru beyaz beyaz dökülen plato, sırtını antik Hierapolis kentine dayamıştı. John Freely’nin ‘Türkiye’nin Uygarlıklar Rehberi’nden öğrendiğime göre, Hierapolis ‘kutsal kent’ anlamına geliyordu. Bizanlı Stephanos, kentin sahip olduğu tapınaklardan dolayı böyle adlandırıldığını belirtiyordu. Günümüz araştırmacıları ise Hierapolis’in adını, Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Hiera’dan aldığını öne sürüyorlardı.
İÖ ikinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde Pergamon kralı II. Eumenes tarafından kurulan bu Helenistik kentten, Nekropol dışında geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bugün gördüklerimizin çoğu Roma dönemine aitti.
TURİST OTOBÜSLERİ
Otoparkta yer bulmakta zorlandım. Turist otobüsleri sıra sıra bekleşiyordı. Yağmurluklu, şemsiyeli, şapkalı turistler Roma hamamları, sütunlu yol ve mezarlar arasında koşturup duruyorlardı. Hem yağmur hem zamansızlık onları nefes nefese bırakmıştı. Ben de yağmurluğuma sığınıp, kan ter içinde antik tiyatronun olduğu tepeye doğru tırmandım. Burası antik Hierapolis’ten kalan en muhteşem yapılardan biriydi. Araştırmacılar buranın, ‘Anadolu’da görülmeye değer antik tiyatrolardan biri’ olduğu görüşünde birleşiyorlardı.
Yağmur, yorgunluk ve bastıran karanlık... Bir tek kare bile fotoğraf çekememiştim. Otele dönüş vakti gelmişti. Halbuki güneş batarken üstünde renklerin uçuştuğu Menderes Ovası’nın seyretmeyi düşlemiştim. İki kilometre boyunca iki yanını antik mezarların süslediği yoldan geçip, Karahayıt’taki otelime vardım.
Haftaya Afrodisias, Pamukkale şarapları, şelalede yemek, Buldan’da tahinli pide.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2004
Kısa bir ayrılıktan sonra yine beraberiz. Bu kez İspanya’daydım. Bahar başında soğuk bir İspanya turu oldu. Şarap tatmaktan, yemek yemekten pek bir yer göremeden döndüm.Bu haftaki yazımda, gezip gördüklerimden daha çok yiyip içtiklerimi sizlere anlatmaya çalışacağım.
Baharla birlikte bana da yol göründü. Onun için iki hafta benden ses soluk çıkmadı. Son yolculuklarımın bahanesi dayanılır gibi değildi: ‘Şarap tatmak’. Önce Pamukkale -haftaya anlatacağım- sonra da İspanya. Pegasus Şarapçılık firmasının, ithal edeceği şarapları tattırmak için yaptığı davet, durağan günlerime atılan bir can simidi gibi geldi. Yeme, içme, gezme... Kimin hoşuna gitmez ki!..
Son günlerde şarap konusu herkesin ağzına pelesenk oldu. Kimi rengini, kimi kokusunu, kimi üzüm çeşidini, kimi bağını, kimi damakta bıraktığı tadı, kimi sağlığa faydasını anlatıp duruyor. Şarabı konuşmak, şarabı anlatmak adeta moda. Bilen de bilmeyen de şarap üzerine ukalalıklarla dolu cümleler kurmaya can atıyor. Antik çağdan bu yana sofraların baş tacı olan bu muhteşem içki, Türkiye’de sanki yeni keşfedilmeye başlandı. Tüketici sayısı fazlalaştıkça, üreticiler de aşka gelip yatırım yaptılar. Şimdi dağ taş bağ oldu. Dünyanın en ünlü üzüm çeşitleri Mürefte, Saroz, Çeşme, Alaçatı, Manisa, Denizli’de, güneşe bakan yamaçlarda yerini aldı.
İthal şarap satışının serbestleşmesinden sonra, ilk furyada kalitesiz veya orta kalitede yabancı şaraplar sökün etti. Şarap severler bir hevesle paraya kıyıp, bunları alıp tadına baktılar. İlk heves geçtikten sonra ithal şaraba olan talep yavaşladı. Çünkü bunların hem fiyatı çok yüksek hem de tatları o parayı hak edecek düzeyde değildi. Bu yabancı şaraplar sayesinde, şarap üretimine biraz çekidüzen geldi. Yıllardan beri iki üçten yukarı çıkmayan kaliteli şarap üreticilerinin sayısı giderek artmaya başladı.
Şarap ve şarabın Türkiye macerası, böyle bir iki paragrafla anlatılacak kadar kısa ve basit değil. Yerimiz her zamanki gibi kısıtlı. Ben girizgahı burada kesip İspanya gezisine geçeceğim. Aslında yağmurdan, koşuşturmaktan, şarap tadıp yemek yemekten fırsat bulup çevreyi pek göremedim. Aslında görülecek yerlere de gitmedim. Onun için bu yazı biraz yeme-içme ağırlıklı olacak.
Madrid havaalanında önce buz gibi bir hava, ardından uzayıp giden bir kuyrukla karşılaştım. Tam 53 dakika sonra -saat tuttum- polisin önüne gelebildim. O kadar bekledikten sonra da sorgusuz sualsiz içeri girdim. İlk ziyaret edeceğimiz şarap üreticisi Madrid’in kuzeyindeydi. Araba yemyeşil ovaların arasından rotasına doğru ilerlemeye başladı. Uzaklarda ovayı çevreleyen dağlar, hálá yarı bellerine kadar beyaz karla örtülüydü. Kara bulutlar ise yağmuru serpe serpe arabayı izliyordu. Hazırlıksız yakalanmıştım. İspanya bende hep sıcağı çağrıştırırdı. Hele hele mayıs başında ılık ve doyumsuz bir İspanya baharı ile karşılaşacağımı umuyordum. Yanılmışım... Soğuk, rüzgar ve yağmur gezi boyunca peşimi bırakmadı.
Uğrayacağımız ilk şaraphane -bodegas- Madrid ile Burgos kentleri arasında, daha çok butik üretim yapan Blason’du. Önce, bıçak gibi kesen rüzgarın eşliğinde bağları gezdik. Sonra sıcak bir salonda tadım yaptık. Yüzde yüz Tinta Del Pais adlı yöre üzümünden yapılan şaraplarla damağımı bir türlü barıştıramadım. 700 metre yükseklikte taşlı-kumlu bir arazide yetişen üzümlerden, oldukça yüksek alkollü bir şarap üretilmişti. Üç ay süreyle Fransız meşesinden yapılan fıçılarda bekletilen şaraplar, bir türlü köşelerini yuvarlayamamış, gerekli gövdeyi oluşturamamıştı.
SÜT KUZUSUNUN BUDU
Lerma kasabası daracık sokakları, ferforje korkuluklu balkonları, tahta kepenkli pencereleri, yosun tutmuş oluklu kiremitle kaplı damları ile bana İtalya’nın Siena kentini hatırlattı. Bir yokuş indim, bir yokuş çıktım, iki ara sokağa saptım ve kasabayı bitirdim.
Otelimiz -Parador de Lerma- tarihi bir binadaydı. Lerma dükünün 16. yüzyılda yapılmış olan sarayı, onarılmış, lüks bir otele dönüştürülmüştü. Bugüne kadar kaldığım otellerin en iyilerinden biriydi. Sabahın alacasından beri yollardaydım. Tabanlarım artık isyan bayrağını açmıştı. Tavan yüksekliği dört metre olan odama çekildim. Bir güreş minderi büyüklüğündeki yatağıma uzanıp, akşam yemeği için enerji toplamaya çalıştım.
Akşam yemeği yakındaki bir başka kasabada, Asados El Cibres (Selvi) adlı restorandaydı. Önden fırından yeni çıkmış pideye benzer ekmekler geldi. Ardından masanın üstü donatıldı: Morcilla denen kan sosisi, ev yapımı kaz ciğeri, kroket, üstünde eritilmiş peynir ve dolma fıstığı ile sebze pudingi. Ve adını bilmediğim diğer lezzetler masayı süsledi. Ama final muhteşemdi. Büyük tepsiler içinde, ağzına henüz ot değmemiş 20 günlük süt kuzusu budu geldi. Bizdeki kuyu kebabını andıran butların lezzetini anlatmaya kelime bulamadım. Küçük bir çatal darbesiyle etler henüz kıkırdak halindeki kemiklerden ayrılıyordu. Ev sahipleri esas lezzetin kuzunun suyunda olduğunu, onun için tepsiye ekmek banmak gerektiğini belirttiler.
RIOJA’NIN BAĞLARI
Yemek boyunca gündüz yudum yudum tadına baktığımız şaraplardan bu kez bardak bardak içtik. Yol yorgunluğu, onca yemek ve şarapla birleşince göz kapaklarıma tonlarca ağırlık birden oturdu. Otele kadar onları açık tutmakta zorlandım.
Ertesi gün daha kuzeye, İspanya’nın ünlü şarap bölgesi Rioja’ya doğru yol aldık. Biraz sonra bağlar göründü ve uzun süre görüntüde kaldı. Ova, dağ, tepe göz alabildiğine üzüm bağıydı. İspanya’da dikili bağ alanı 1.2 milyon hektarı buluyordu. Bu bağlardan üretilen şarap miktarı ise yılda 33 milyon hektolitreydi.
Önce Burgos kentine uğrayıp, bir koşu katedrali gezdik. Sağanak yağmur izin vermediği için sokakların tadına varamadık. Daha sonra Logrono kentinde Casa Chuchi adlı bir restoranın önünde durduk. Birileri İspanyollara sanki, ‘bu Türklerin önce karnını doyurmak gerek’ demişti sanki. Bir geminin kamarasını andıran restoranda ağırlık zeytinyağlı yemeklerdeydi: Jambon tabağı, haşlanıp zeytinyağına yatırılmış taze kuşkonmaz, jambonlu küçük enginar, haşlandıktan sonra zeytinyağı ile tatlandırılan nohutlu taze fasulye, mürekkep balığı mürekkebiyle yapılmış sosun içinde kalamarlı kabak kalye, kuzu uykuluğu tavası, mezgit türü bir balık... Her ne kadar içtiğimiz kırmızı şaraplarla uyum sağlamasa da yemekler oldukça lezzetliydi.
Akşamüstü Altanza adındaki ikinci şarap üreticisini gezdik. Gördüğüm en modern şaraphanelerden biriydi. Üretim alanına genişçe bir çiçek bahçesinden geçilip giriliyordu. Tüm sistem modernleştirilmişti. Bir de binaların mimarisine özen gösterilmişti. Çok uzun bir süre Avrupa’nın ucuz şarap deposu olan İspanya, AB’ye girdikten sonra yaptığı tarım reformları ve yatırımlar ile kaliteli şarap üretimini artırmıştı. Altanza da yatırımdan payını alan şaraphanelerden biriydi.
Ertesi gün -son gün- gezinin en heyecan verici kenti Pamplona’ya vardığımızda yağmur insafa gelmiş, bulutları biraz aralayıp güneşin görünmesine izin vermişti. Uğradığımız yerler arasında bir tek bu kentin adını daha önce duymuş, daracık sokaklarında öfkeli boğaların önünden kaçışan insanları televizyonlarda birkaç kez izlemiştim. Çantayı otele atıp, vakit geçirmeden sokağa çıktım. 400 yıldan beri 7 Temmuz’da düzenlenen karnavalın en kanlı sokağı olan Santa Domingo’dan arenaya doğru yürümeye başladım. Boğalar bu dar sokakta insanları önüne katıp, güreş alanına doğru burunlarından soluya soluya koşuyorlardı. Çığlık çığlığa -ve de kanlı- bir koşuşmaydı bu.
HEMINGWAY’İN ANLATTIKLARI
Arena’ya gelmeden önce dar bir aralığa sapıp Del Castello alanına çıktım. Niyetim Hemingway’in ‘Güneş de Doğar’ adlı kitabını onun oturduğu kahvede okumaktı. Boğa güreşlerini seyretmek için Pamplona’ya gelen ünlü yazar burayı ballandıra ballandıra anlatmıştı. Meydanın bir köşesindeki kahveye oturdum. Karşımda pembe badanalı Hotel La Perla duruyordu. Burası ünlülerin uğrak yeriydi. Hemingway’den başka Orson Welles, Ava Gardner, Charlton Heston, Deborah Kerr, Arthur Miller burada kalmış, bu meydanda dolaşmış, bu kahvelerden birinde oturup içkilerini yudumlamıştı.
Ben de bir içki söyledim. Sonra kitaptan biraz önce yürüdüğüm sokağın anlatıldığı sayfayı bulup okumaya başladım: ‘Boğaların önünden kaçan öylesine çok insan vardı ki, arenanın kapısına yaklaştıklarında sıkışıp biraz yavaşladılar. Ağır sağrıları çamurlu boğalar hep birlikte hızla koşarken boğalardan biri öne fırladı ve kalabalıkla birlikte koşan adamlardan birine boynuzlarını taktığı gibi havaya kaldırdı...’
Yine bir romanın içine girmeyi başarmıştım. Karnım acıkınca kitabın içinden çıkıp, bir kültür merkezinin üst katındaki modern bir restorana -Summa- gidip, modern mutfağın küçültülmüş porsiyonları ile karnımı doyurdum: Mantar aromalı dana krep, deniz mahsulleriyle kuşkonmaz, kremalı deniz midyesi, saçta deniz levreği filetosu, sıcak çikolatalı dondurma. Oradan bir koşu son şaraphane olan Senorio De Sarria’ya gidip bölge şaraplarının tadına baktık.
Yoğun, hızlı, lezzetli bir İspanya yolculuğu oldu. Gittim, yedim, içtim ama pek bir yer göremeden döndüm. Darısı sizin de başınıza desem bilmem doğru olur mu?
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2004
Bu hafta sizleri uzak bir coğrafyaya, Afrika’da Eiyopya’ya götüreceğim. Okuyacağınız konu Atlas Dergisi’nin Mayıs sayısında yer alıyor. Tek parça kayadan oluşmuş kiliseleri, dev dikilitaşları, efsaneleri ve Asya kökenli halkı ile Aksum dünyanın en ilginç coğrafyalarından biri. Siz bu satırları okurken ben yine yollarda olacağım. Yurt içi ve yurt dışı yoğun bir gezi programı beni bekliyor. Onun için bir süre ayrı kalacağız. Dönüşte gördüklerimi, yediklerimi, içtiklerimi her zaman olduğu gibi sizlerle paylaşacağım.
Eski uygarlıkların günümüzde adının sıkça anılması, ilgi çekmelerinin nedenleri bugüne taşınan eserlerinin bizi etkilemesine bağlı kuşkusuz. Doğal olarak bırakılan bir yapı ne kadar büyükse arkeoloji ile ilgisi olmayan birini o kadar etkiliyor. Mısır’ın bu konuda önde gittiğinden kuşku yok ancak, Aksum’un neden ilgi çektiğini de görmek kolay; gizemli dev dikilitaşlar, daha yakından bakınca da anıt mezarlar, Aksum paraları, ünlü Saba Melikesinin sarayının kalıntıları ve benzerleri.
Etiyopyalı tarihçiler Aksum’u İsa’nın doğumundan bin yıl geriye götürüp Saba Melikesi ile başlatmak eğilimindeler. Batılı tarihçilerse bu bin yılın kabaca Etiyopya Krallığı diye adlandırılan bir tür hazırlık dönemi olabileceğini, Aksum Krallığı’nın İsa’dan sonraki ilk 7 yüzyıl hüküm sürdüğünü düşünüyorlar.
Aksum 7 yüzyıl boyunca dönemin en güçlü krallıklarından birine dönüşerek, adı Pers, Çin ve Roma imparatorluklarıyla birlikte anılmış. Önemini ve gelişmesini yerine borçlu olduğu düşünülüyor; kuzeyde Mısır, batıda altını bol Sudan toprakları, kuzeydoğuda Adulis limanından Yemen’e, Çin’e, Hindistan’a varan bağlantıların kesişim noktası olmuş Aksum.
3. ile 6. yüzyıllar arasında Aksum’un `yükselme devrinde’ sınırlar kabaca Kızıldeniz’in öte yanında Arabistan yarımadasındaki topraklardan, Sudan’ın içlerine kadar genişlemiş. Teknik ve sanatta ulaşılan düzeyle bugün Aksum’u unutulmaz kılan iki alanda ürünler ortaya çıkmış; dikilitaşlar ve madeni paralar.
ÜNLÜ DİKİLİTAŞLAR
Aksum’a varınca ünlü dikilitaşları görmek için sabırsızlanıyor insan. Kasabanın ana yollarından birinin sonunda sırtını bir tepeye vermiş dikilitaş parkında irili ufaklı birçoğu görülebiliyor. Aksum’da dikilitaş tekniği geliştikçe üzeri işlenmemiş uzun kaya parçalarından çok katlı bir yapıyı andıran dev boyutlulara geçilmiş. Taşın tabanında önlü arkalı birer kapı yontulmuş, yukarı doğruda üst üste pencereler yapılmış. Bunlar yalnızca kapıyı ve pencereyi andıran `sahte’ oymalar, yoksa dikilitaşın içinde gerçekten kapı açılmıyor. Parkta ilk göze çarpan da 21 metrelik hala ayakta duran üzeri bu tip oymayla çalışılmış bir dikilitaş. Ancak bu taşın biraz ötesinde yerde yatan bir başka taş daha var. 33 metre boyundaki bu dev, dünya tarihinde üretilmiş en büyük dikilitaş olarak biliniyor, Mısır’ın ünlü dikilitaşları da bunun yanında minik kalıyor. Ağırlığı 520 ton. Yere düştüğü günkü gibi birkaç yerinden kırılmış yatıyor.
Dikilitaş Parkının altı kazıldığında iç içe geçmiş odalardan oluşan anıt mezarlarla karşılaşılması dikilitaşların aslında birer mezartaşı olduğunu gösteriyor. Dikilitaş Parkının Aksum Kraliyet üyelerinin gömülme alanı olduğu kesin. Kuşkusuz 33 metreye varan dikilitaşlar krallığın gücünü, otoritesini, ulaştığı teknolojik düzeyi, kim için dikildiyseler onun büyüklüğünü simgelemekle kalmamışlar, gerektiğinde böyle bir taşın üretilmesi ve taşınması için nasıl bir kol gücünü örgütleyebileceğini de dosta düşmana göstermişler.
SABA MELİKESİ
Aksum’un bir kaç kilometre dışında bir dikilitaş alanı daha var, bunlar çok büyük ve oymalı olmayan yalnızca uzun boylu taşlar. Buranın da asillerden sonra gelen bir alt sınıfın mezarlığı olduğu düşünülüyor. Hemen önünden geçen karayolunun öteki tarafında da ünlü Saba Melikesi’nin sarayının kalıntıları var. Saba Melikesi hem Etiyopya’da hem de Siyah Afrika’da mitolojik bir kişilik. Tarihçiler bu efsane bir yana Saba Melikesi’nin varlığına bile inanmıyorlar.
7. yüzyıl’da Aksum’un sonları yaklaşır. İslam’ın yayılması da etkilerini göstermeye başlar. Aksum’un Akdeniz’le bağlantısının kesilmesiyle para kullanımı azalınca basımı da iyice yavaşlar, sonra da bilinmeyen bir nedenle birdenbire durdurulur. Etiyopya Hıristiyanlığı kendi yolunu izler ve bir içe dönüklük, ayrıklık başlar.
Etiyopyalılara göre 10. yüzyılda Saray’dan kovulan Kraliçe Gudit bir ordu toplayıp Aksum’un sonunu getirir. Yine batılı tarihçiler Gudit diye bir kişiliğin varlığına inanmıyorlar ancak, krallığın sonunun bir saldırıyla geldiği kesin. Aksum’da daha fazla barınamayıp kalanlar başkenti güneye Roha kasabasına taşırlar. Burada yeni bir krallık yeniden doğmaya başlar: Lalibela.
Lalibela’yı görmek birçok kişinin Etiyopya’ya geliş nedeni, doğal olarak kimi klişeleri de bolca duyuyorsunuz, `dünyanın sekizinci harikası’ gibi. Bunların nedeni 11. yüzyılda genellikle Kral Lalibela döneminde yapıldığı düşünülen kayaya oyulu kiliseler. Yalnız Lalibela kiliselerinin farkı yer düzeyinden daha derine oyulması, gerçekten kiliseleri ilk gördüğünüzde çok şaşırtıcı. Düz, kocaman bir kaya kütlesi üzerinde yürüdüğünüzü düşünün, derken önünüze kayaya oyulmuş bir büyük çukur çıkıyor, çukurun ortasında bulunduğunuz düzeyle aynı bir çatı görüyorsunuz, kenara geldiğinizde ise çatının altında çukurun dibine kadar inen bir kaya kilise, yani kilise , çevresi, üzerinde bulunduğunuz kaya kütlesi her şey tek parça!
GÖRÜNMEZ GÜÇLER
Lalibela’da kayaya oyulu 11 kilise var. Kiliselerin biri dışında tümü birbirlerine yakın yapılmışlar, en etkileyici olan Bet Giorgis ise tek başına ötekilerden ayrı olarak duruyor. Çevrede efsane eksik değil, kiliselerin bir kaçının meleklerce yapıldığı veya gündüz insanların yaptıklarını gece meleklerin sürdürdüğü gibi. Anıtsal birçok eser ile ilgili benzeri doğaüstü yaklaşımlar vardır kuşkusuz ama insan dünyada görünmez güçlerin işe karıştığı bir yer seçmeye kalksa bana Lalibela en güçlü aday olurdu gibi geldi. Bir başka efsaneye göre de Lalibela Kudüs’ü ziyarete gider, oradaki kutsal yapılardan etkilenir ve kendi yurdunda bir ikinci Kudüs yaratmak ister.
Etiyopya’da uzak dağların kaya duvarlarına kiliseler, manastırlar oymanın Lalibela dışında da oldukça yaygın olduğunu hatırlatmakta yarar var, ancak bunlar Lalibela’daki özgünlüğe erişmeyen daha çok uzak noktalara yapılmış yapılar veya bizde de, örneğin Amasya’da rastlanan kral mezarlarına benzetilebilecek yerler.
O dönemle ilgili çok az bilgi var. Hem Aksum’un hem de Lalibela’nın bir çok kişi için bir keşif olması Etiyopya’nın o kaçamadığı içe kapanıklığıyla ilgili sanıyorum. Bir başka neden de Aksum’un yüzde 95’inin hala kazılmamış olması. Yine de Mısır piramitleri, İnkaların kayıp kentleri kadar nefes kesici Lalibela’nın kiliseleri, Aksum’un izleri. Bu o kadar da kötü değil belki de, ne Aksum’da ne de Lalibela’da tur otobüsleri yok, zaman makinasıyla bir kaç yüzyıl geriye gidiverip neredeyse dikilitaşların taşınmasını, kiliselerin oyulmasını izlemek var.
Asya’dan gelip Eritre ve Etiyopya’nın kuzeyine yerleşen topluluklar, kökleriyle bağlarını koparmadan yerli halkla kaynaşarak yaşadı. Sonrasında Aksum, Saba Melikesi ile başlayan ve günümüze kadar uzanan bir hanedanlığın krallığı oldu. Atlas gezgini Ali Murat Atay bu uzak coğrafyayı gidip gördü ve sizler için yazdı.
Aksum Krallığı’nın en çarpıcı kalıntıları dikilitaşlar. Otuz metre yüksekliğe ulaşan bu mezar taşları `Dikilitaş Parkı’ adı verilen alanlarda sergileniyor. Kimileri desensiz yüzeylere sahip, büyük boyutlu olanlarda ise kapı ve pencere motifleri bulunuyor.
MAYIS ATLASI’NDAN
Selden sonra Muş
Anadolu’nun çeşitli illeri Mart 2004 başında sel baskınına uğradı. Baskın Muş’ta felakete dönüştü. Yirmiden fazla köy, 11 binin üzerinde hane zarar gördü; 700’e yakın ev boşaltıldı ve 83 bin kişi mağdur oldu. Atlas Muş’un çamur deryasına dönüşen köylerine gitti, evleri ve ahırları sulara gömülen, çadırlara sığınmış çaresiz insanlarla konuştu. Bu inanılmaz öyküyü Atlas’ın Mayıs sayısında okuyabilirsiniz.
1915: Gerçeği Unutan Yıl
Çok büyük ve yaygın acıların yaşandığı bir yıldı 1915. Türk’ü, Ermeni’si, Kürt’ü, Rum’uyla tüm halkın kurban da verdiği, suç da işlediği korkunç bir hengameydi. O yıl Anadolu, tarihinin en karanlık günlerine tanık oldu. Ateş içindeki cephelerde zaferle bozgun iç içe girdi. Cephe gerisinde isyan ve tenkil, katliam ve mezalim, saldırı ve misilleme birbirini izledi. Köyler, kasabalar, şehirler tam bir kargaşaya sürüklendi. Orduların savaş dışı kalması, imparatorluğun parçalanması an meselesiydi. Ermeni örgüt ve partilerinin savaşta yurttaşı oldukları devletin değil de, Rusya’nın saflarında yer alması en derin kırılmaydı. Atlas, tehcir kararına uzanan süreci, tehcirde ve tehcirin ardından yaşananları, Anadolu’yu yıkıma sürükleyen o büyük sarsıntının günümüze uzanan dalgalarını araştırdı. Gerçeği unutan yılın, gerçeğini aradı.
İliada Destanı
Üç bin yıl önce Anadolu’da yazıldı. Ve üç bin yıl kusursuzluğun hükmünü sürdü. Yunanistan’dan gelen tunç zırhlı Akhalarla, atları iyi süren Troialılar arasındaki savaşı anlatıyordu. Öfkeler, acılar, hileler, sevgi ve umutlar onunla dillendi. Düşleri değil gerçekleri anlattığı artık kesinleşmiş bir destan İliada. Ölümsüz dizeleriyle savaşın anlamsızlığını gösteren bir destan İliada. Atlas bu ünlü destanın öyküsünü Mayıs sayısında anlatıyor.
İzmir’in Ağları
Yüzyıllar boyunca zekálarını kullanarak, kefalleri sazlardan yaptıkları ağlarla kandırıp yakaladılar. Elleriyle topladılar yumuşakçaları, kabukluları; kaynaklara zarar vermeden. Balıkların göç yollarını takip edip dalyanlar kurdular. Bugün gelişen balıkçılık yöntemleri bazı dengeleri değiştirse de, İzmir’in balıkçıları Ege’nin soğuk sularında kuşaklardır süregelen geleneksel yöntemlerle avlanmaya devam ediyorlar.
Dünyanın Geleceği
ABD Başkanı George Bush, 1 Mayıs 2003 günü Abraham Lincoln uçak gemisinde, Irak’taki savaşın resmen bittiğini açıkladığında gemideki askerler onu coşkuyla alkışladı. Iraklılar da gaddar bir diktatörden kurtuldukları için ferahlamışlardı. O günün üzerinden bir yıl geçti ama Iraklıların hayallerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Gündelik hayat sürdürülemeyecek kadar ağırlaştı. On binin üzerinde Iraklı öldü ve bunun 692’sinin dışında hiçbirinin adı bile bilinmiyor. Atlas Irak’taki direnişi izledi, yazdı ve görüntüledi.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2004
Lodosun öfkeli öfkeli estiği bir nisan günü aklıma Gökçeada’ya gitmek düştü. Çiçekli tarlaların, tomurcuklanmış ağaçların eşliğinde bir telaş Eceabat’ın Kabatepe iskelesine indim. Önce Çanakkale Şavaşı şehitlerini ziyaret edip, sonra beşik gibi sallanan bir vapurla Türkiye’nin en büyük adasına geçtim.
Önüme haritayı açmış, ‘nereye gideyim?’ diye kara kara düşünüyordum. Bahar bastırmış, güneş tepede pırıl pırıl, çiçekler, böcekler doğada yerini almış, tabloda bir tek ben eksiğim. O an çalan telefonum soruna çözüm oldu. Arayan avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’dı. Av yasağı olduğu için o da uzun zamandan beri kentten dışarı adımını atmamıştı. Ve doğal olarak sıkılmıştı. Sözü uzatmadı: ‘Ben Gökçeada’ya gidiyorum. Keklik meralarında dolaşacağım. Bu sefer kuşların fotoğrafını çekeceğim. Bulursam kendime balık ziyafeti de çekeceğim. Hadi sen de gel...’
Hastaya ilaç sorulur mu? Kabatepe’den kalkacak olan araba vapuruna yetişebilmek için erkenden yola çıktık. Güneşli bir hava vardı ve tatlı-sert bir lodos esiyordu. Bu güneyli rüzgarın biz iskeleye varıncaya kadar şiddetini artıracağından korkuyordum. Marmara Denizi daha şimdiden beyaz köpüklü dalgalarla oynaşmaya başlamıştı bile.
Aheste yolculuklarımda Ege’ye bu rotadan inmeyi severim. Tekirdağ’dan sonra sağıma Saroz Körfezi’ni, soluma rengarenk yamalarla bezenmiş tarlaları alıp gitmekten çok hoşlanırım. Bu yoldan giderken mutlaka Saroz’un kıyısındaki Güneyli köyüne bir saparım. Kumsalı bile ağaçlık olan bu şirin köyde, bir yorgunluk çayı içmeden yoluma devam etmem. Buraya birkaç günlüğüne gelip, limana bağlanmış balıkçı teknelerinden biriyle, Saroz’un bereketli sularında balık avlamak hayalinden hiçbir zaman vazgeçmem. Bu yaz hayalimi gerçekleştirmeyi düşünüyorum. Aslında bu cümleyi her yaz başında kurarım. Neyse insan ‘40 kere isterse’ dilekler gerçekleşirmiş...
SAVAŞI ANIMSAMAK
Acelemiz olduğu için bu sefer Güneyli köyüne sapmadım. Zeki, Malkara öncesi, Yenice’de yol üstünde bir köy kahvesi olduğunu, orada kısa bir mola verebileceğimizi söyledi. Kahvenin önüne konmuş masada tavşan kanı çaylarımızı içerken, lodosun öfkesinin iyice kabardığını hissettim. Ege’den kopup gelen sert rüzgar çarptığı yere tırmıklar atıyordu.
‘Vapur ya kalkmazsa?..’ Haritayı açıp yeni bir rota bulabilirdim ama, günlerden beri aklımı işgal eden balık ziyafeti, tepedeki köylerde fotoğraf safarisi, ev yapımı şarap içme planı, güneşi Ege’de batırma hayali yok olup gidecekti. Bunun için lodosa kızıyordum.
Eceabat’a gelmeden Saroz istikametine sapıp, 10 kilometre ötedeki Kabatepe’ye bir telaş girdik. Yeri gelmişken; Kapatepe’den Gökçeada’ya her gün saat 11.00’de araba vapuru, Çanakkale’den ise yine her gün saat 17.00’de Bandırma feribotu kalkıyor. Her ikisi de -deniz izin verirse- yaklaşık iki saatte adaya varıyor. Gözümde beyaz köpüklü dalgalar, yüreğimde pıtırtılar gişeye yaklaştım. Görevli vapurun zamanında kalkacağını söyleyince tüm endişelerimden soyundum.
Bir saat vaktimiz vardı. Aylardan da nisandı. Yıllar önce bu günlerde Çanakkale savaşı henüz bitmişti. Yine o günlerde tüm çevre hálá barut kokuyordu. Bir koşu Conk Bayırı’na, Anzak Koyu’na gidip bu zorlu savaşta ölenlerin, şehit düşenlerin mezarlarını ziyaret ettik. Anzak askerlerinin Kuzey Ege manzaralı mezarlığında, bu zavallı gençlere bir kez daha üzüldüm. On binlerce kilometre uzaklardan kalkıp gelmiş ve onlar için hiçbir anlamı olmayan bir savaşta ölmüşlerdi. Şimdi kelebeklerin kanat çırpışları, kuşların bahar şarkıları eşliğinde, kır çiçeklerinin sarmaladığı mezarlarında, göremedikleri muhteşem bir manzaraya karşı öyle yatıp duruyorlardı.
BİR BEŞİK GİBİ
Çanakkale Zaferi’nin anılarında bir acele dolaşıp, tekrar iskeleye döndük. Geminin orta bölümüne toplanan, biri Yunanistan’dan gelen yolcu otobüsü olmak üzere, hemen hepsi Yunan plakalı 14 araçla adaya doğru yol almaya başladık. Vapur önce yavaş yavaş sallandı. Karadan açıldıkça, öfkeli bir annenin salladığı bir beşik gibi bir sağa bir sola yatmaya başladı. Dalgayı bir yandan, bir kıç omuzluktan, çoğunlukla kıçtan aldı. Çelik halatları yalayıp, ıslık çalan lodos kim bilir nereden geliyordu. Afrika’dan yola çıkıp, Girit’i, diğer adaları, Ege kıyılarını döve döve taa buralara kadar çıkmıştı belki. Ama onca yol öfkesini dindirmeye yetmemişti.
Lodos deli deli ese dursun, biz adanın geçmişinde bir gezinti yapalım. Kazı çalışmalarına bakılırsa, adanın tarihi 5 bin yıl öncesine dayanıyor. İlk ayak basanlar Asya’dan gelen Akalar. Sonra bir pinpon topu gibi medeniyetler arasında gidip gelmiş. Latinler, Bizanslılar, Venedikliler, Cenevizliler, Ruslar ve Osmanlılar...
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethedince, sıranın kendilerine geleceğinden korkan Kuzey Ege’deki adaların yöneticileri, Osmanlı yönetimine katılmaya karar verirler. Bunun için İmrozlu soylu tarihçi Kritovulos’u görevlendirirler. Kritovulos İstanbul’a gider. Yağma ve yıkım olmaması koşuluyla adaların anahtarını Fatih’e sunar. Fatih de İmroz’un idaresini tarihçinin sorumluluğuna verir. Daha sonra ada Osmanlıların, Venediklilerin, Rusların ve Yunanlıların arasında el değiştirir. Sonunda Lozan Antlaşması’yla birlikte Türk topraklarına katılır. 22 Eylül 1923’te Teğmen Nevzat Korkmaz yönetimindeki 45 jandarmadan oluşan küçük birlik, adayı Yunanlılardan teslim alır. O gün bu gündür, adanın gönderlerinde Türk bayrağı dalgalanmaktadır. Tabii adanın antik dönemlerden beri İmroz olan adı da Gökçeada olarak değiştirilir. Sözlükler ‘Gökçe’nin mavi rengi tanımladığını yazıyor. Yetkililer belki de, adanın mavi bir gök, mavi bir deniz ile sarmalandığını görünce bu ismi uygun görmüşlerdir. Belki de başka bir öyküsü vardır, kim bilir?..
ADANIN İLK GÖRÜNTÜSÜ
Ada’nın tarihi tabii ki bir paragrafa sığacak kadar kısa, benim anlattığım gibi heyecansız ve ‘kara kuru’ değil. Yer darlığından birçok olay mecburen göz adı edildi. Örneğin haraççı Perslerden, soyguncu Atinalılardan, adanın limanlarında saklanıp, Anadolu kıyılarını soyan korsanlardan, yağmacı ordulardan, Katolik-Ortodoks çekişmesinden, kiliseler arası savaşlardan, halkı soyup soğana çeviren Venedikli tacirlerden, üçkağıtçı Cenevizlilerden, kıyılardaki esrarengiz batıklardan ve gözyaşları içindeki zorunlu göçlerden söz etmeye kalksaydım, ortaya sayfalar dolusu bir tarih kitabı çıkardı.
Gökçeada’nın ilk görüntüsü hiç de iç açıcı değildi. Liman, eteklerinde bir tutam yeşilliğin bulunduğu kızıl kahve bir tepenin eteklerinde kurulmuştu. Sahilde beyaz badanalı, iki-üç katlı kooperatif evleri göze çarpıyordu.
Vapur Kuzulimanı’na girmekte epey zorlandı. Arabalar güç bela karaya çıkabildi. Biz limanı hemen terk etmedik. Arabayı bir kenara çekip, adalı Rumlarla Yunanistan’dan gelen akrabalarının, göz yaşları içinde sarmaş dolaş olmalarını izledik. Sonra ada haritasını açıp nereye, nasıl gideceğimizi saptadık.
Yol bizi aldı ilçenin merkezine (Panayia) götürdü. Herhangi bir kasabadan öte geçmeyen görüntüleri -alüminyum doğramalı iş yerleri, köfteci, pideci, kebapçı, pastane, bir sıra balıkçı, bir sıra manavdan oluşan küçük çarşı, küçük bir kasap, beyaz eşya satan birkaç dükkan, meydana açılan dar sokaklar, birkaç eski ev, mozaik kaplı bir otel, bir kahve- bir acele seyredip, sahile doğru giden yola saptık. Yol bizi aldı, deniz kıyısındaki eski adı Kastro olan Kaleköy’e götürdü. Köye girmeden önce sağ taraftaki Pansiyonlar Sokağı’na saptık. Adından da anlaşılacağı gibi bu sokağa sağlı sollu pansiyonlar sıralanmıştı. Mevsim başlamadığı için çoğu kapalıydı.
Tavsiye üzerine antik limanın kıyısındaki Kale Motel’de (286-887 3438) karar kıldık. Motelde bizden başka müşteri yoktu. Limana bakan balkona oturup etrafı kolaçan ettim. Her şey iyiydi hoştu ama, hemen önümüzdeki yoldan geçip, limana taş taşıyan koca kamyonların gürültüsü işi biraz bozuyordu. Sanırım belediye antik limanın dalgakıranını uzatıyordu. İşi sezon gelmeden bitirebilmek için de acele ediyordu.
Soluklandıktan sonra kısa bir ada turu atmak için aşağıya indim. Önce akşam yemeği için aşçıyla konuştum. Ada yakınlarında yakalanmış 30 kiloluk bir kılıç varmış. Şiş mi, buğulama mı?.. Tabii ki şiş. Yanına bol çoban salata. Bir de ada keçilerinin sütünden yapılmış beyaz peynir. Bundan alası can sağlığı. Zeki’de mönüyü onayladı.
Haftaya adım adım Gökçeada’yı, yalnız köyleri, vahşi koyun ve keçileri, kekik kokan tepeleri ve diğer ayrıntıları anlatacağım.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2004
Nisanla birlikte doğa bayram yerine döndü. Ağaçlar dallarını çiçeklerle süsledi, kuşlar bahar konserlerine başladı. Erguvan ağaçları da pembe-mavi çiçekleriyle bu tabloda yerini aldı. Özellikle İstanbul’un korularında boy gösteren bu ağaç baharın en önemli süsü. Benim teklifim, nisanın ilk haftası tüm İstanbul’un veya Marmara’nın pembe-mavi renklere boyanıp, bir bayram havasında bahara ‘hoş geldin’ denmesi.
Nihayet geldi. Yanında çuval çuval yaşama sevinci de getirdi... Hoş geldin bahar. Günler artık daha şen şakrak olacak. Ilık, sıcak, pırıl pırıl, güneşli..
Baharı herkes anlatamaz. Bahar için kurulan cümleler cıvıl cıvıl olmalıdır. Bence baharı en güzel şairler yazar. Hem de basit, yalın, abartısız kelimelerle. Şairlerin, bildik kelimelerle baharı olağanüstü anlatmalarını hep kıskanmışımdır. Onlar insanı kolundan tutup, doğadaki şenliğin içine sürüklerler. İşte Juan Ramon Jimenez bunlardan biri. Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından olan Nobel ödüllü ozan, ‘Platero ile Ben’ adlı yapıtında baharı şöyle anlatmış: ‘Bahçeye çıkıp bu masmavi gün için Tanrı’ya şükrediyorum... Kırlangıç bir çalımla sesini kuyunun derinliklerine yolluyor, karatavuk düşen portakallara ıslık çalıyor, ateş parıltılı asmakuşu meşe ağacının üstünde ötüyor, baştankara kuşu okaliptüsün tepesinden incecik bir kahkaha koyuvermiş, büyük çam ağacında da serçelerin sürüp giden şamatası. Ne güzel bir sabah... Dört bir yanda binbir renkli kelebekler oynaşmakta; çiçeklerin arasında, evin içinde, çeşmede. Çevredeki tarlalar yeni bir dirilikle çatlayıp, açıyorlar. Kocaman bir ışık peteğinin ortasında, tutuşmuş bir gölün göbeğindeyiz sanki...’
Kentin gürültüsünden kaçıp, kendinizi kırların kucağına atarsanız, Jimenez’in gördüklerini siz de görebilirsiniz. Kuşlar, çiçekler, tomurcuklar, böcekler, kokular sizi bekliyor. Bahar sadece kırlara mı gelir? Sadece kırlar mı coşar alabildiğine? Asla... Bahar kentleri de güzelleştirir. Özellikle İstanbul’u... Ben İstanbul’un baharını iyi bilirim.... Baharda Boğaz’ın insanı nasıl perişan ettiğine çok kez şahit olmuşumdur. Ama ben size bu hafta Boğaz’ın baharını anlatmayacağım. Konum bir renk, bir ağaç olacak. Nisanın ilk haftasından itibaren Boğaz’ın iki yakasını süsleyen - hala - korularda misafir bir renk göze batmaya başlar. Bu rengin sahibi erguvan ağacıdır. Pembe - bazen lila da olabilir- renkli çiçeklerini tüm cömertliği ile salıverir. İstanbul’un yeşil korularına renk katar, seyredenleri mest eder.
BOĞAZİÇİ’NİN SÜSÜ
Erguvan ağacı İstanbul’a çok yakışır. Ben ona öyle olmadığını bile bile ‘İstanbullu ağaç’ derim. Türkiye’deki ağaçların piri Prof. Dr. Faik Yaltırık bu ağaç hakkında bakın neler söyler: ‘Boğaziçi’nin süs ağacı Erguvan, baharın geldiğini müjdelemek için sabırsızdır. Daha yapraklanmadan son derece cömertçe çiçek tohumlarını açıverir... Erguvan, güzelliğinden habersiz, kor dudaklı bir köy güzeli gibidir ve onun kadar da kanaatkardır...’
Prof. Yaltırak’a göre, erguvan Akdeniz kökenli bir ağaçtır. Naziktir. Soğuk rüzgarları sevmez. Üşür, zarar görür... Erguvan’ın İngilizce adı ‘Judas Tree’ yani ‘Yahuda Ağacı’dır. Bu nedenle anavatanının İsrail olduğu öne sürülür. Gerçekten de İsrail’in Judea bölgesinde erguvan ormanları vardır. Kim ne derse desin, erguvan benim için İstanbullu’dur ve en çok da bu kente yakışır.
Erguvan ne renktir? Bu sorunun yanıtına geçmeden önce bir öyküyü aktarmakta yarar görüyorum: İsa’ya ihanet eden Yahuda, bu ihanete dayanamayıp, kendini erguvan ağacının dalına asar. O güne kadar beyaz çiçekler açan ağaç bu olaydan öylesine utanır ki, çiçekleri kızarır, bugünkü erguvan rengini alır.
Erguvan pembe midir, gül kurusu mudur, vişne midir, mor mudur, lila mıdır, şarap kırmızı mıdır? Bunun yanıtı zor. Ancak uzmanların bilebileceği bir soru. Ben de bu soruyu resim sanatçısı Ünay Kızıltan’a sordum. İşte yanıtı:
‘Aşağı yukarı pembedir erguvan. Hafifçe, gizlice mavimsi. Ama öyle her hangi bir mavi de değil; çivit mavisi vardır ya bildiğimiz, işte o maviye çalar gizlice. Erguvan, o muhteşem renk, çokça şarap kırmızısı, pek az çivit mavi ve bolca beyaz ile ulaşabileceğiniz fevkalade zengin bir renktir. Burada renklerin ton farklılıklarına girmek olanaksız, ama yine de şu kadarını söylememe izin verin; beyaz kadar açık değil, siyah kadar asla değil, orta-açık tondaki bir gri kadar açılmış, ışıklı bir renktir erguvan. Buna karşın, ana renkler arasında adı geçmediği gibi, nedense biz renk kullanıcıları da ona erguvan demeyi ihmal ederiz. Sözlüklerde böyle bir renk için; mavimsi pembe gibi tanımlar yer alır.. Neden? Zira boyalardaki bu renk, bu muhteşem çiçekten değil ama Lübnan kıyılarına vuran bir deniz kabuklusundan elde edilmiştir. Mitolojik öyküsü de şu: Kıyıdaki deniz kabuklusu ile beslenen başıboş bir köpeğin dişlerindeki muhteşem rengi gören bir soylu hanım, ‘bu renkte bir kostüm istiyorum’ diye tutturunca, hizmetkarlar köpeği izleyerek deniz kabuklusunu bulmuşlar, sonra kabuğu ezerek violet denen pembemsi mor rengi dünyaya armağan etmişler...’ Kızıltan’ın erguvanın rengi üstüne yazdıkları daha da uzun. Yerimiz kısıtlı olduğu için yukarıdaki özetle yetinmemiz gerekecek..
BURSA’DA ERGUVAN
Erguvanın Osmanlı kültüründe de özel bir yeri var. Yazar Ramis Dara’nın yayına hazırladığı ‘Erguvan Zamanı’ adlı kitaptan edindiğim bilgilere göre, yüzyılın başında Bursa’da ‘Erguvan Bayramı’ kutlanıyordu. Bu bayramın öyküsü şöyle: Buharalı bir çömlekçinin oğlu olan Seyyid Ali (Seyyid Şemseddin Muhammed bin Ali el- Hüseyni el Buhari) Medine’deyken rüyasına Hz. Muhammed girer ve ona, ‘Anadolu’ya gidip hizmetini orada sürdür’ der. Seyyid Ali bunun üzerine tasını tarağını toplayıp yola çıkar. Bursa’da yerleşmeye karar verir.
Kısa sürede tanınır, Bursalılar onun ziyaretine koşar. Henüz 22 yaşında olan Seyyid Ali, ‘Emir Sultan’ diye anılmaya başlanır. Emir Sultan bir süre sonra, Sultan Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Hatun’la evlenir, saraya damat olur. Osmanlı ordusu artık onun duasını almadan sefere çıkmaz olur. Herkes tarafından çok sevilen Emir Sultan 1429 yılında vefat eder. O tarihten itibaren bahar başlangıcında -erguvanlar çiçeğe bezenince- Türkiye’nin dört bir yanından gelen müridleri, Emir Sultan’ın türbesini ziyaret eder. Kalabalıkların Bursa’da buluştuğu bu dönem, ‘Erguvan Cemiyeti, Erguvan Faslı, Erguvan Bayramı’ diye anılmaya başlanır.
Öykü özetle böyle. Yüzyılın başlarındaki bayram artık yok.
Erguvan ağacı, edebiyatın da gözdesidir. Örneğin Refik Halit erguvanı, Boğaziçi yamaçlarında, güneş çekildikten sonra batı tarafından kopup yere inmiş ve ince fidanlara sarılmış değirmi bulutlara benzetir. Işıklı ve renkli bir buğu gibi, kısa bir zaman sonra eriyip boşlukta kaybolacaktır.
BAŞLI BAŞINA SEFAHAT
Abdülhak Şinasi Hisar da duygularını şöyle anlatır: ‘Her sene yalıya dönünce baharın genç tenli, uzun boylu, mavimtrak günlerine kavuşurduk. Hayat sanki yeniden doğar, ağaçlar yeşillenir, beyaz ve pembe çiçekleri ve erguvanlar da lalden alevlerini açarken. Çiçek kokularıyla dolgunlaşan hava gönlümüzü bir saadetle kaplar. Herşey kolaylaşmaya, revanlaşmaya başlar... Boğaziçi’nin kendine mahsus tatlı bir sessizliği ve onunla içiçe geçen, bütün günler ve geceler boyunca devam eden ve değişen kendine mahsus sesleri vardır...’
Baki de erguvan düşkünüdür. Renkliyi, parıltıyı ve kıymetli olanı seven şairin en sevdiği ağaç da başlı başına bir ‘sefahat’ olan erguvandır. Belki bunun için sevgilisini erguvani elbiseler içinde düşlemiştir.
Adalet Ağaoğlu da ‘Erguvan Fısıltıları’ başlıklı yazısında şunları yazar: ‘Marmara’da, Boğaz’ın sularında gün batımlarının ayak izleri hala erguvandır. Şeker pembeliklerinden portakal kızıllıklarına alacalanan renk cümbüşü... Bir zamanlar bu kıyıların yoğun yeşilliklerine, uzaklarda kat kat açılan sabahın mavi sisine vurup durmuş mor alacası da erguvan şenliğiyle tanımlanır...’
Bir başka erguvan sevdalısı da Türk edebiyatının en büyük ustalarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. ‘Gülden sonra bayramı yapılacak çiçek varsa o da erguvandır’ diyen Tanpınar ‘Beş Şehir’adlı kitabında baharı şöyle cümleleştirir. ‘O, şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Dionyssos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber vermek ister gibi zengin, cümbüşü israfıyla her tarafı donatır, bahar şarkısını söyler. İstanbul surlarının üstünde çok eski bir sabah ezanının oracığa takılmış kırık parçasına benzeyen küçük bir caminin, Manavkadı Camii’nin yıkık duvarları arasında tek başına fırlamış bir erguvan ağacı vardır ki, bana gösterdikleri günden beri her bahar bir kerecik ziyaretine gider, bu şehrin sabahlarında toplanmış hissini veren mahmur bakışlı kandilleri seyrederdim. Harap ve bakımsız mazi yadigaları ve etrafında uyuyan ölüler arasında bu erguvan ağacı benim için ezeli bir ebedi arzunun, daima yenileşen hayat akışının bir timsalidir ve manzaraya hakim yumuşak duruşundan bu fazlasıyla hissedilir...’
ACELE EDİN
Sözün özü; şimdi erguvan vaktidir. Korular, sırtlar, mavimsi pembe çiçeklerle ya boyanmış ya da boyanmak üzeredir. Bu renk cümbüşünün keyfine varmanın tam vaktidir. Benim tam burada bir önerim olacak: Neden nisanın ilk haftası İstanbul’da ‘Erguvan Bayramı’ olarak kutlanmıyor. Neden bu günlerde kentin tümü erguvan rengine boyanmıyor? Birisi işin ucunu tutup bu bayramı gerçekleştirmeli ve bunu tüm dünyaya duyurmalı. Bundan daha iyi tanıtım olur mu?
Yazıyı bitirmeden önce bir hatırlatma yapmam gerekiyor. Erguvan bu muhteşem güzelliğini öyle uzun uzun sergilemiyor. 15-20 gün sonra mavimsi pembe çiçekler yerini yeşil yapraklara bırakıyor. Onun için bugünü yarına bırakmayın. Eğer siz İstanbul’da oturmuyorsanız ve de çevrenizde erguvan ağacı yoksa üzülmeyin. Erguvan bahara hoş geldin demek için renkli bir bahane. Mutlaka çevrenizde çiçeklerle süslenmiş çeşitli ağaçlar vardır. Siz de onların gölgesinde bahara ‘hoş geldin’ diyebilirsiniz. Bir sakıncası yok. Baharınız kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2004
Yaklaşık beş yıldan beri sizi Anadolu’nun çeşitli yerlerinde gezdirdim durdum. Dağlara, tepelere, köylere, yaylalara, kasabalara götürdüm. Kıyılarındaki muhteşem manzaraları gösterdim, boncuk mavisi denizlerinde kulaç attırdım. Ama bu süre içinde Anadolu kıyılarının derinliklerine hiç götüremedim. Suyun altındaki yaşamları sizinle buluşturamadım. Ben ne kadar usta bir kara gezgini isem, bir o kadar da deniz dibi acemisiyimdir. Suyun en fazla yarım metre derinliğine dalabilirim. Onun için de denizlerimizin derinliklerindeki yaşam hakkında pek bir şey bilmem.
Ben bilmem de, bilenleri tanırım. Bunlardan bir tanesi Atlas Dergisi’nin su altı gezginlerinden olan Zafer Kızılkaya’dır. Zafer’le tanışmamız Atlas’ın ilk yıllarına dayanır. Onun getirdiği bir dosya dolusu su altı görüntüsünü, ışıklı masanın üstünde nasıl hayranlıkla izlediğimi hálá hatırlıyorum. Zafer, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Kıyı ve Liman Mühendisliği üstüne yüksek lisans yaptı. Daha sonra 1994 yılında, Sualtı Araştırma Derneği’nin (SAD) kuruluşunda yer aldı. O yıllarda sualtı mağaralarının araştırmasıyla ilgili birçok projede çalışan Zafer, 1996 yılından itibaren denizlere açıldı.
Kızıldeniz’den Pasifik Okyanusu’nun doğusuna kadar bir çok yerde dalıp, inanılmaz görüntüler çeken Zafer Kızılkaya, Hint Okyanusu ve Büyük Okyanus’ta tropikal mercan resiflerinin araştırılması ve belgelenmesinde uluslararası çalışmalara katılıyor. Eğer bir Atlas okuru iseniz arkadaşımızın bu çalışmaları hakkında hazırladığı muhteşem fotoğraflarla süslenmiş makaleleri ilgiyle okumuşsunuzdur.
Bu hafta Zafer konuğum olarak sizi denizlerimizin altında gezdirecek. Çoğumuzun yüzdüğü, tekneyle, gemiyle, kayıkla üstünde gezindiği denizin, derinliklerindeki yaşamı size gösterecek. Zafer Kızılkaya Türkiye’nin sualtı yaşamı ile ilgili şunları söylüyor: ‘Türkiye suları bambaşka bir canlı yapısına sahip. Tropik mercan resifleri kadar zengin değil ama Akdeniz’e özgü çok sayıda canlıyı barındırıyor. Ben dalış yerleri arasında çok ayırım yapmıyorum Suya girdiğim her yerde kendimi mutlu edecek bir canlıya rastlıyorum. Belirtmek gerekirse Ayvalık, Çeşme, Bodrum çevresi, Sarı Germe ve Kaş bence Türkiye’nin en iyileri. Haziran başı ve ekim sonu canlıları görmek için en uygun zamanlar. Birinde sular ısınmaya başlayıncı diğerinde soğumaya başlıyor.’
Akdeniz’de güneş ışığının ulaşamadığı derinlikler kimi zaman çok daha renkli. Yosunların rekabetinden kurtulan süngerler loş ortamları kaplıyorlar. Akdeniz’de omurgasızların en fazla yaşadıkları ortamlar genelde bu hafif loş ışıklı kaya altları.
Denizanası, Rhizostoma pulmo, Akdeniz’in en büyük denizanasıdır. Kuzey Ege kıyılarında, özellikle Ayvalık’ta, yaz aylarında kalabalık gruplar oluşturarak gezerler. Kimi zaman zehrine bağışıklığı olan istavrit ve akya yavruları içerisine saklanır. Büyük cüsselerine rağmen insanlar için zararlı değiller. Zira gerçek yakıcı tentakülleri bulunmaz.
Sarı Germe’de fotoğrafı çekilen deniz lalesi, Actinia equina, sığ sularda sekiz metre derinliklere kadar yaşayabilen bir anemon. Yüzeye yakın yerlerde yaşayanları, sular çekildiğinde kollarını içeri çekerek susuzluğa dayanabiliyorlar. Bu durumda küçük parlak bir domatese benzedikleri için, deniz domatesi de deniliyor. Anemonlarda ender görülen bir davranış olmakla beraber aynı mekanda bulunan bireyler birbirlerine saldırıp, rakiplerini ortamdan kovalayabiliyorlar.
Bodrum civarında fotoğrafı çekilen Türk Lapini, Thalassoma pavo, Akdeniz’in sıcak sularında daha fazla görülen en renkli balıklardan biridir. Fırsatçı bir etçil olmakla beraber daha çok küçük kabuklularla beslenir.
Gökkuşağı lapinleri, Coris julis, sığ sularda alg ve süngerlerin kapladığı kayalıkların çevresinde yaşayan bir tür. Ayvalık kıyılarında çekilen fotoğrafta yakın planda görülenlerin tamamı dişi. Yaşamlarının ileriki döneminde dişiler erkeğe dönüşecek. Geceleri kumun altında saklanırlar. Sular soğuduğunda yine kumun altında kış uykusuna yatarlar ve su ısısı 16 C oluncaya kadar çıkmazlar.
Halk arasındaki adı ‘Karabaş’ olan Tripterygion tripteronotus, Akdeniz’e özgü. Bizim bütün denizlerimizde, özellikle Ayvalık civarında, kıyıda sığ kayalık alanlarda görmek mümkün. Dişiler gri kahverengi, erkekler siyah başlı ve parlak kırmızı renkli ve mavimtrak yüzgeçli. Dişileri fark etmek zor, ancak erkekler hemen göze çarpıyor.
Fethiye körfezi ve çevresi, tektonik hareketlerin oluşturduğu büyük çöküntülere sahip. Kimileri o kadar geniş ve büyük ki, sürekli karanlığın yarattığı yaşam alanı, gece aktif olan canlılar tarafından paylaşılmış.
Sarı mercan, Leptopsammia pruvoti, Fethiye Körfezi gibi, sığ suların güneş görmeyen kuytu mekanlarının sık görülen canlılarıdır. Akıntının bol olduğu anlarda açtığı tentaküllerle gelen besinleri toplar.
Uzakname çıktı
Birçok okurum gezilerimi anlattığım bir kitabım olup olmadığını sorup duruyordu. Artık gururla söyleyebilirim ki kitabım sonunda çıktı. Adı: ‘Uzakname’. Bu kitapta, isminden de anlaşılacağı gibi uzak gezilerim yer alıyor. Biraz kendi kendimin reklamını yapmış gibi oldum ama bağışlayın. Haberiniz olsun istedim.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2004
Önce buram buram balık kokan Anadolu Kavağı, sonra asırlardan beri İstanbul'u bir tepeden seyreden Yoros Kalesi ve nihayetinde Anadolu Feneri. İşte Boğaz'ın Anadolu yakası bu küçük köyle birlikte bitiyor. Buradaki fener yüzyıllardan beri gece karanlığında Karadeniz'den gelen gemilere ışık çakıp, onların Boğaz'a kazasız belasız ulaşmalarını sağlıyor.
Bu kez uzaklara gitmeye üşendim. Gezi hakkımı İstanbul'da kullandım. Puslu bir cumartesi sabahıydı. Güneş beyaz tülün ardından parıldıyordu. Bahar gelirmiş gibi yapmıştı. Ona kalsa, gelip İstanbul'un üstüne oturacak, yaza kadar kalkmayacaktı. Çünkü o da İstanbul'u özlemişti. Ama kış, kışlığını sonuna kadar yapmak niyetindeydi. Nedense o gün karını, soğuğunu toplayıp kayıplara karışmıştı. Bu fırsatı ganimet bilen bahar, bir acele gelmişti.
Ağaran tanla birlikte, yüzlerce kuşun körpe gırtlaklarından kopan bir cümbüş gökyüzünü kaplamıştı. Güneş yeryüzüne altın renkli bir sevinçle saçılıveriyordu. Anlayacağınız güzel bir gündü. Yolum uzak olmadığı halde erkenden yola çıktım. Boğaz kıyısından puslu manzarayı soluya soluya, Anadolu Feneri'ne kadar gidecektim.
Paşabahçe, Beykoz, sonra ormanların içinden döne döne Anadolu Kavağı... Yolun kıyısında hálá kar vardı. Sahile inince arabayı kenara çektim. Niyetim Boğaz'ı koklamaktı. Dışarı çıkınca, Karadeniz'i yalayıp gelen serin rüzgar önce göğsümden itekledi, sonra sarıp sarmaladı. Islaktı ve tuz, yosun, iyot, balık kokuyordu. Soğuk karayelle fazla oynaşmadım. Kollarından sıyrılıp, tekrar arabaya bindim. Beni bırakan rüzgar arkamdaki bayırı yaladı, ağaçların dallarıyla oynaştı ve zirveyi aşıp gitti.
BOĞAZ'IN SON KÖYÜ
Anadolu Kavağı, Boğaz'ın Anadolu yakasındaki son köy olmanın yalnızlığı içindeydi. Burası yıllardan beri, sıkıldığımda kaçıp saklandığım köşe bucaklardan biriydi. Ya meydandaki banklardan birine oturup, uzun uzun Karadeniz'in Boğazla kucaklaşmasını seyrederdim. Ya da bir restoranda, denizi gören bir masada, balığı bahane edip, bir başıma hayal kurup dururdum.
Buradan geçip gitmeden önce isterseniz geçmişe bir yolculuk yapalım. Geçmişi anlatmaya da her zaman olduğu gibi Evliya Çelebi ile başlayalım. Çelebi kasabanın o dönemini şöyle anlatır: 'Deniz kıyısında büyük bir limanın kıyısında, 800 haneli ve İrem bağlı tamamen Müslüman evleridir. Camii, yedi mescidi, hamamı, 200 kadar dükkanı, bekar evleri, sıbyan mektebi, bir çeşmesi, ve ab-ı hayat suları var bir kasabacıktır. Halkı tamamen gemici, bağcı ve marangozdur. Hepsi Anadoluludur... Limanında kış ve yazda 200-300 parça gemi eksik değildir, zira uygun hava olmasını gözetip, uygun olunca her bir gemi bir tarafa gider. Dağlarının kestanesi ve ahlat armudu meşhurdur.' Reşat Ekrem Koçu bu meyvelere bir de inciri ekler. Ona göre 'Kavak İnciri' nden bal damlar. Yine ondan öğrendiğime göre, 1946 yılında incir ağaçlarının çoğu kesilmiştir.
Koçu, Anadolu Kavağı'nın sularını da öve öve bitiremez. İstanbul Ansiklopedisi'nde bu konu üstüne şunları yazar: 'Gayet tatlı, abı hayat misali suları ile tanınmış olan bu köyde altı çeşme vardır: Çeşmelerden akan sular Dolay Suyu ve Çınardibi Suyudur. Köyün diğer meşhur suları, Abdihoca, Abıhayat ve Kumdöken sularıdır. Bu sonuncusu adından da anlaşılacağı üzere mide, bağırsak ve böbrek hastalıkları için şifalı bir sudur.'
40'lı yıllarda askeri bölgenin içinde bulunduğu için, kasabaya yabancıların girmesi yasaktı. İskelede polisler gelenlerin kimlik kartlarını kontrol ederlerdi.
Bu yasaklı dönemleri ben de anımsıyorum. 60'lı yılların sonunda, kara yoluyla Kavak'a giderken bir noktada araba durdurulur, içerdekilerin kimlik kartlarına dönüşte iade edilmek üzere el konulur, bagaj sıkı sıkıya aranır, ondan sonra geçiş izni verilirdi. Askerlerin bu aramaları beni çok heyecanlandırırdı. Kontrol noktasından geçtikten sonra başka bir ülkeye gittiğimizi sanırdım hep.
TEPEDEKİ KALE
Vakit erken olduğu için bu sefer 'balık molası' vermedim. Orada kalmakta ısrar eden ruhumu zorla ikna edip, Kavak'ın dar sokaklarından kıvrıla kıvrıla Yoros kalesine doğru tırmandım.
Bu yıkık kaleden Boğaz'ı seyretmeye doyum olmaz. Kale bir Bizans yapısıdır ama sürekli el değiştirmiştir. Çünkü buraya sahip olan, Karadeniz ticaret yolunun da sahibi olur. Nitekim kale yıllar boyu Bizanslılar, Cenevizliler ve Osmanlılar arasında gidip gelmiştir.
Böylesine önemli bir geçmişe sahip olan Yoros Kalesi, benim gittiğimde tüm önemlerinden sıyrılmış, yarı harabe halinde, kendi başınaydı. Görkemli geçmişi övünen bir düşküne benziyordu sanki. Kalenin ayakta kalmayı becerebilmiş bir duvarını rüzgara siper edip, geçmişi görmeye çalıştım. Kimi kaynaklar Yoros Kalesi'nin adını 'kutsal yer' anlamına gelen Hieron'dan aldığını öne sürer. Kimi kaynağa göre ise Yoros adı, antikçağ tanrılarından Zeus'un sıfatı olan 'uygun rüzgarlar' anlamındaki 'Ourios' tan gelir. Başka bir iddia ise Yoros adının doğrudan doğruya dağ anlamına gelen 'oros' tan geldiği yolundadır.
Evliya Çelebi ise kalenin adıyla ilgili daha farklı şeyler söyler. Ona göre burada Yoros adlı bir rahibin manastırı olduğu için kaleye de aynı ad verilmiştir. Çelebi sözüne şöyle devam eder: 'İçinde hálá 200 kadar Müslüman evi ve ufak bir Yıldırım Han camii vardır. Zira Yıldırım Han bu kaleyi fethedip kalmıştı. Sonra Fatih tamir edip, içine asker koydu. Gerçi hálá dizdarı ve askerleri yoktur. Ancak gökyüzüne baş kaldırmış yüksek bir dağın üzerinde dörtgen şekilli bir kaledir. Fırdolayı 2000 adımdır. Dört tarafı kestane ormanıdır. Halkı tamamen odun taşıyıcısıdır. İri sığırları, lezzetli saf sütleri ve yoğurtları olur. Bu kale halkı, Karadeniz'de Kazak şaykaları belirse, ateş yakıp çevre köylere haber ederler, o işe memurlardır. Ancak geceleyin asla ateş yakmazlar, zira Karadeniz'de yüzen gemiler karanlık gecede boğaz sanıp karaya düşerler...'
Evliya Çelebi böyle söylese de, bazı korsanların gece bu tepede ateş yaktıkları, buna aldanıp kayalara bindiren gemileri soydukları, resmi olmayan tarih kitaplarında konu edilir. Şimdi kale civarında hiçbir heyecan yoktur. Yoros, şarapçılar, kaçak aşıklar, benim gibi Boğaz aşığı tek tük konuğuyla birlikte, bir tepeden sessiz sedasız İstanbul'u seyretmektedir. Tıpkı asırlardan beri yaptığı gibi.
FENERİN KÖPEKLERİ
Yoros'u kendi haline bırakıp, ormanın içinden geçen bir yoldan Fener Köyü'ne doğru gitmeye başladım. Bu yolun bahar başlangıcında ne kadar tahrik edici olduğunu bildiğim için, kış soğuğunda çırıl çıplak soyunmuş ağaçların zavallı görüntülerine aldanmadım. Onların en çok bir ay sonra yapraklarını, çiçeklerini takıp takıştırarak dayanılmaz birer güzele dönüşeceklerini biliyordum.
Önce bir okulun önünden geçtim. Sonra küçük meydanı dolaşıp fenere bulunduğu uca giden dar yola saptım. Yolun bitiminde arabadan inince, köyün tüm köpeklerinin etrafımı sardığını gördüm. Onlara verecek kuru bir ekmek parçası bile bulamadığım için mahcup oldum. Başlarını okşamakla yetindim. Köpekler umduklarını bulamayınca bir koşu uzaklaştılar. Issız sokakta bir başıma kaldım. Önce fenerin yanı başındaki 'Kaptan Restoran' a hamle ettim. Merdivenlerden inerken burnuma dolan ağır balık kokusu ile irkildim. Bir acele kapıyı açıp kendimi bahçeye attım. Bir iskemleye oturup, öfkeli beyaz köpüklü dalgaların kumsalla oynaşmasını seyrettim. Manzara büyüleyiciydi.
Bu restorana yıllar önce yine gelmiştim. Ama güzel havayla lezzetli balığı yan yana getiremiyordum. Balıklar havalar bozduğunda yağlanıyor, lezzetleniyordu. Ama yağmurlu, rüzgarlı havada terasın tadı olmuyordu. Havalar ısınıp, restoranın terasındaki manzara doyumsuz olunca da balığın tadı kaçıyordu.
Restorandan çıkıp hemen yanındaki Hamidi Evvel Camii'nin verandasına geçtim. Ve köyün en güzel manzarasının buradan göründüğünü fark ettim. Fenere baktım, uyuyordu. Onun gemilere göz kırpmasını göremedim.
Aslında Fener Köyü iki bölümden oluşuyordu. Ben deniz kıyısındaki bölümün sokaklarını arşınlıyordum. Aslında köyün daha büyük bölümü, Riva'ya giden yolun üstünde bulunuyordu. Sokaklar kimsesizdi. Evlerin bazıları onarılmıştı. Bazıları ise kaderlerine terk edilmiş, bir moloz yığınına dönüşmüştü. Rüzgarlı tepedeki evlerin pencerelerinde, bitmek bilmeyen bir Karadeniz manzarası vardı. Fırtınalı bir günde, beyaz tüllü bir pencereye konuk olup, öfkeden kudurmuş denizi seyretmeyi düşledim. Dalgalarla oynaşa oynaşa denizi aşıp gelen rüzgara fazla direnemedim. Soğuktan yaşaran gözlerimi silip, bir başka ağaçlık yoldan Beykoz'a doğru direksiyon kırdım.
Tıpkı geldiğim gibi, Boğaz kıyısından köy köy geriye döndüm.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2004
Bu sınır kentine kaçıncı gidişim unuttum. Ama baktım ki değişen bir şey yok. Her şey bıraktığım gibi. Edirne kaderine terk edilmiş. Sanki Avrupa sınırında unutulmuş gitmiş. Edirne’yi bu kez 1964 yılında aramızdan ayrılan yazar Safiye Erol ile birlikte gezdim. Kenti bir ben anlattım, bir de Safiye Erol.
Karayip Denizi’nin sıcak tembelliğinden sıyrılamadan bir de baktım ki Edirne’deyim. Bu kaçıncı Edirne? Unuttum... İlki çok eskideydi. Küçücük bir çocuktum. O zamanlar otobüsler, otoyoldan bir kuş misali uçup gitmiyorlardı... Köy, kasaba, kent tıngır mıngır. Tıpkı Safiye Erol’un yaptığı yolculuklar gibi: ‘Silivri, Çorlu, Babaeski, Havsa... Camilerini, çeşme ve köprülerini gözle selamlayarak, halkın hayatından bir uçar koku kaparak geçiyoruz. Tarlalar, bereketli körpe yeşil, hep düz ova gidiyor. Koyunlar, davarlar otluyor, ötede beride leylekler keyif üstü...’
Kim bu Safiye Erol? İzin verirseniz biraz sonra açıklayacağım. Zaten bu haftaki yazımı onunla birlikte yazdım. Bazen ben, bazen o... Sırada başka bir soru daha var. Önce onun cevabını vereceğim. Bu sefer Edirne’ye niye gittim? Neden bu mevsimsiz yolculuk?
Yöneticisi olduğum ‘Doğan Kitap’ın, yazarlardan oluşan bir ‘Kültür Kumpanyası’ var. Bu kumpanya trene, otobüse atlayıp Türkiye’nin çeşitli kentlerinde üniversitelere konuk oluyor. Söyleşiler, konferanslar, açık oturumlar, imza günleri, paneller...
Bu kez sıra Edirne’deydi. Şehrin sevdalısı Vali Fahri Yücel’in davetlisi olan kumpanya soluğu Edirne’de aldı. Kumpanyada kimler mi vardı: Selim İleri, Ahmet Ümit, Duygu Asena, Gül İrepoğlu, Deniz Kavukçuoğlu, Sema Kaygusuz, Derya Erkenci, Tuna Kiremitçi, Onur Caymaz, Başar Başarır, Jale Sancak, Halide Eşber, Sahrab Soysal, Serdar Özkan...
İsmini bildiğim Safiye Erol’u işte bu gezide tanıdım. Selim İleri tanıştırdı. İleri konuşmanın bir yerinde Safiye Erol’u şöyle anlattı: ‘Cumhuriyet dönemi romanımızda geçmişin değeriyle, yeninin ihtiyaç duyduklarını birleştirme çabası gütmüş ender yazarlardan biridir...’ 1964 yılında aramızdan ayrılan Safiye Erol’un gazetelerde birçok makalesi yayınlanmıştı. Ayrıca 1938’de Kadıköyü’nün Romanı, 1944’te Ülker Fırtınası, 1946’da Ciğerdelen Fırtınası adlı romanları yazmıştı.
SAFİYE EROL’LA BİRLİKTE
Tüm bu bilgileri Selim İleri anlattı. Sonra meşhur deri çantasından kalınca bir kitap çıkartıp bana uzattı: ‘Safiye Erol- Makaleler, Kubbealtı Neşriyat.’ Ve ekledi: ‘Safiye Hanım’ın Edirne hakkında yazdığı çok güzel makaleler var...’ Yazarlar kapı kapı kültür dağıtırken, ben de Safiye Erol’u yanıma alıp, Edirne’yi bir kez de onunla gezdim...
Edirne’ye gidenler görür ve bilir. İnsan nereye bakarsa baksın, gözler mutlaka Selimiye Camii’ne takılır kalır. Bu cami kentin tacıdır. Mimar Sinan, ‘ustalık eserim’ diyerek, döneminin ve ondan sonraki tüm dönemlerin en muhteşem eseri ile haklı bir gurur duyar.
Kente her gelişimde olduğu gibi, adımlarım beni bir acele bu muhteşem esere götürdü. Camiye girmeden önce hemen yanı başındaki çay bahçesine oturup, demli bir çay söyledim. Havada bir bahar kokusu vardı. Üşütmüyordu. Çayımı içerken bir yandan da Safiye Erol’un makalelerini karıştırmaya başladım. Bir de baktım ki Safiye Hanım Selimiye’yi rüyasında görmüş ve rüyasını bir makalenin sonuna dört satırla şöyle sığdırmıştı: ‘Dün gece rüyamda kendimi Selimiye’de gördüm. Başımı kubbeye kaldırmış, efsaneye göre 999 olan pencerelerden nur gibi sızan ışıkla tertemiz yıkanıyordum. Mes’uttum, fakat ayrılık demi de gelip çatmıştı. Bir şarkı dalgalandı ruhumda: ‘Hasrete yolcuyum, beni unutma’...’
Safiye Hanım’dan izin alıp camiye girdim.. Çinileri, kalem işi bezemeleri, pencerelerindeki cam işçiliği, bir oya gibi işlenmiş minberi, mihrabı, insanı gökyüzüne çeken muhteşem kubbesi... Selimiye, ‘sanatta zamanın olmadığının’ muhteşem bir kanıtıydı.
SAHİPSİZ ŞEHİR
Cami’den çıkıp, yokuş aşağı Edirne’nin içine doğru adımlarımı sıklaştırdım.. Her gelişimde aynı şeyleri fark ediyordum: Edirne sahipsizdi. Sanki kaderine terk edilmişti. Asfatları sökülmüş caddeleri, özensiz sokakları, yapılardaki mimari karmaşayı gördükçe, kendimi çok uzaklarda, unutulmuş bir kasabada dolaşıyormuş gibi hissediyordum. Burası sanki Avrupa’nın komşusu değildi. Sanki imparatorluğun başkenti olmamıştı!.. Bu muhteşem geçmiş, bu muhteşem eserler de olmasa, Edirne neye benzerdi diye bir soru dürdüm aklıma. Bir de okudum ki, Safiye Erol da benimle aynı fikirdeymiş. İşte ‘Sıla Yolunda’ adlı makalesinde yazdıkları: ‘Asil, zengin, hem güzel hem hazin bir geçmişte akar akar giderim. Ah isterim ki Edirne’de yalnız geçmişi değil, bugünü de bulayım. Bulamıyorum. Devlet eli, ötesine berisine bir parmak merhem dokunmuş, ama mukaddes şehrim yine de Balkan faciasının cılk yarasını taşıyor. Acaba neden? Aradan kırk bu kadar yıl geçtiği halde hálá karşımızda vurulmuş, çiğnenmiş bir Edirne görüyoruz?.. Büyük devlet görmüştü, Bursa’nın oğlu, İstanbul’un babası sayılırdı. Hor, hakir oldu, hüviyetini kaybetmemek için dövüştü, savaştı, ne yaman şehit verdi. Kurtarabildiği tek sıfatı, Türk toprağı adıdır. Devlet düşkünlerinin içe dokunan mahzun ve kibar haliyle şikayet etmiyor; dalgın, düşünceli, yorgun... Öylece yatmış, haşmetli macerasından, emsalsiz faciasından, hele belki kendi kendinden bile mahrum tuttuğu ümidinden sır vermek istemiyor...’
Safiye Hanım, her kelimesinden öfke fışkıran makalesini şöyle bitiriyordu: ‘Traklar’ın kurduğu, İmparator Hadirya’nın imar ettiği, Hüdavendigar’ın aldığı, sıra sıra Osmanlı padişahlarının bir metropol haline getirdiği belde, Avcı Mehmed’in İstanbul’a tercih ettiği, Damad İbrahim Paşa’nın çırağan sefaları tertiplediği sultan şehir nerede?..’
OSMANLI’NIN ŞİFAHANESİ
Eski bir dostla özlem giderir gibi, Edirne’de kaldığım süre içinde bildiğim eserleri bir daha ziyaret ettim: Edirne’nin ilk anıtsal yapısı Eski Cami, mavi-beyaz çinileriyle Muradiye Camii, farklı biçimlerde tasarlanmış dört minaresiyle üç şerefeli cami ve diğer hanlar, hamamlar, eski evler...
Ve ilk kez gördüğüm Edirne Darüşşifası... Sultan II. Bayezid Külliyesi’nde yer alan Şifahane ve Tıp Medresesi’nin, bugüne kadar gözümden kaçmasına şaşırdım kaldım.
Osmanlı’nın ilk şifaevlerinden biri olan bu külliyede, yataklı bir ana bölüm, bu bölümün tam ortasında 12 köşeli fıskıyeli küçük bir havuz, müzisyenler için özel bir oda ve eczane yer alıyordu. Şifahanede daha çok ruh hastaları tedavi ediliyormuş. Tedavide ilacın yanı sıra müzikten de yararlanılıyormuş.
Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, şifahane hakkında şunları yazmıştı: ‘Merhum ve mağfur Bayezid-i Veli vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def’i sevda olmak üzere on adet hanende, biri neyzen, biri kemani, biri santuri, biri çengi, biri çenk-santuri, biri udi olup, haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere musiki faslı ederler...’ Evliya Çelebi, Darüşşifa’da hastalara verilen yemekleri de şöyle anlatır: ‘Gece gündüz üç kere, ister divane, ister hasta olsun mutfaktan her hastanın derdine göre nefis yemekler verilir. Keklik, turaç, sülün, güvercin, üveyik, kaz, ördek ve bülbüle varıncaya kadar bütün kuşları, avcılar mütevelliye getirip, hekimlerin arzu ve isteği üzerine pişirilerek hastalara verilir.’
Şimdi sağlık müzesine dönüştürülen şifahanenin odalarında, eşyalar ve mankenlerle o günler yeniden canlandırılmış. Müze Avrupa Birliği’nden bir de özel ödül almış. Bana müzeyi gezdiren müdür Enver Şengül, kurumunun bu başarısı ile haklı olarak övünüyordu...
EDİRNE MEVSİMİ
Edirne’ye gittiğimde, Tunca ve Meriç nehirlerinin üstündeki köprüleri aşıp, karşı kıyıda, sınıra doğru uzanan, asırlık çınarların gölgelediği yolda yürümeyi pek severim... Bahar ortasında, yolun iki kıyısında çimenler diz boyu büyür, gelincikler boy gösterir, kuşlar cıvıl cıvıl bir telaş içinde uçuşup dururlar.
Bu sefer de öyle yaptım. Yapraksız ağaçların altında, henüz uykudaki doğayı uyandırmamak için ürkek adımlarla Karaağaç’a doğru bir süre yürüdüm. Sonra dönüp, Meriç kıyısındaki bir lokantada, tatlı bir telaş içinde akıp giden ve pusun içinde kaybolan Meriç’e bakarak bir duble içkiyle ruhumu ısıttım.
Safiye Erol’la başlamıştım. Son satırları yine ona emanet etmeliyim:
‘Edirne, kendi biricik kaderi içinde bir Edirne olduğu için, hem de ‘benim Edirnem’ olduğu için ondan, onun asıl hakikatinden bahsedemem. O hakikat, bırakalım, edep ve sükût sargısı altında gizli kalsın, aşinalar bilsin yalnız, canlarında barındıranlar, saklasınlar Edirne’yi. Edirne mevsimi ne demek? Sınırkent bahçelerinde güller, hanımelleri açmıştır. Meriç’in, Tunca’nın suları yumuşak akar. Meşhur sarı kirazlar, kehribar renkli fasulyeler piyasaya dökülür. Sütlerin kremleştiği, yoğurtların kaymaklaştığı... Zağralı lokantalarında bugün sinilerle kuzu sarması piştiği, cacıklar çarpıldığı zaman, Kapıkule tarafından turistlerin akın sezonu. Ermeydanı Kırkpınar vakti. Sokakta kulak misafiri olsanız hep başaltı, büyük orta, deste sözleri duyacaksınız...’
Bir kez daha hoşça kal sultan şehir Edirne.
Yazının Devamını Oku