31 Ekim 2004
Önce Frankfurt sonra İstanbul. Satırlar arasında yaptığım hayatımın en keyifli yolculuklarından biri ekim ayında gerçekleşti. O kapılarını ilk açtığı gün doğan çocuk, bugün 55 yaşında, hafif beli bükülmüş, biraz göbek salmış, saçının rengi beyaza dönmüş bir orta yaşlı adam -veya kadın- oldu. O ise her geçen yıl daha da gençleşti, ilgi odağı olmayı sürdürdü, bütün dünyaya kendinden söz ettirdi, ziyaretçi sayısını artırdı.
‘O’ dediğim yer, Frankfurt Kitap Fuarı’ydı. Bir hafta boyunca, yayın dünyasının kalbinin attığı yerdi. Ben, her yıl ekim ayında, birkaç günümü Frankfurt’ta geçiririm. Bu süre içinde kenti pek görmem. Zamanımın çoğu fuarda, kitapların arasında akıp gider. Yüzlerce dilin birbiriyle çarpışmasından oluşan uğultuyla kaplı koridorlar arasında sürüklenip dururum. Burada bugünden biraz uzaklaşıp, yıllar önce, ketçap damlamış bir masanın köşesinde, not defterime yazdıklarıma dönmek istiyorum:
‘Dar sokakların bu kadar kalabalık olduğunu ilk kez burada görüyordum. Herkes omuz omuza yürüyordu. Bunlar takım elbiseli, kravatlı, sakallı, tıraşlı, uzun saçlı, kel erkekler ile uzun etekli, mini etekli, pantolonlu, zayıf, şişman, güzel, çirkin kadınlardı... Bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlardı. Veya bir masada kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı. Bir gürültü, bir uğultu her yeri bir sis perdesi gibi kaplamıştı. Kim konuşuyordu?.. Ne konuşuyorlardı?.. Etrafımda uçuşanlar tek bir dilin sözcükleri değildi. Yüz ayrı dil vardı bu sokaklarda. Ama herkes her sözcüğü anlıyordu. Bütün dünyanın bu sokaklarda işi neydi veya bu sokaklar bütün dünya mıydı?
BENZERSİZ YOLCULUK
Sözcük sağanağı altında öylesine geziniyordum. Bu yolculuğum daha önceki yolculuklarıma hiç benzemiyordu. Gezdiğim yerler bir ülkenin, bir kentin ön, arka, yan, karanlık sokakları değildi. Ama yine de sokaktı işte!.. Napoli’nin, Venedik’in, Prag’ın, Roma’nın sokakları gibi daracıktı. Ama yerlerde taşlar yoktu ve binaların üst katlarındaki pencerelerden insanlar bakışmıyordu. Çünkü buradaki evlerin üst katları yoktu. Hepsi giriş katıydı. Kapılar da kapalı değildi. Kapısız, penceresiz odalardı bunlar. Çokça aydınlatılmış, içerisi görünsün diye bir cephesi açık bırakılmış odalardı...
Bu odalar neyi barındırıyordu? Ben bu kadar baştan çıkartıcı, tahrik edici, sürükleyici, davetkar, kendinden geçirten, insanı başka alemlere götüren, çarpan, un ufak eden, şaşırtan, ağlatan, güldüren odalara dünyanın hiçbir sokağında rastlamamıştım. Buradaki odaların vantuzlu kolları vardı. Beni, önlerinden geçerken sarıp sarmalıyor, içlerine çekiyorlardı. Ve sonra fırlatıp atıyorlardı. Ardından başka bir odanın kolları arasında buluyordum kendimi. Kuvvetli, sıcak, yumuşak, aşk dolu, eli bıçaklı, barut kokulu, gerçekçi, romantik kollardı bunlar. Görünmüyorlardı ama olduklarına yemin edebilirdim...
Yine bu sokaklarda kendilerine ite kaka yer açmaya çalışan milyonlarca sözcük vardı. Yemeklerin, içkilerin en lezizi, para kazanmanın bin bir yolu, hayvanlar, çiçekler, zirveler, yollar, yol göstericiler hep bu odalardaydı.
En güzel şiirler buralarda okunuyordu. Harfleri en anlamlı bir şekilde yan yana getirenler yine o odalardaydılar. Kendileri gelmemişlerdi ama cümlelerini göndermişlerdi. Satırlarını emaneten bırakmışlardı. Bu sokaklarda çocuklar da vardı. Kıpır kıpır, renkli, neşeli, ama sessiz çocuklar. Odaların duvarlarına asılmış eylemsiz oyunlar oynuyorlardı. Bu odalardan birinde üç rahibe gördüm. Aydınlık gülümsemeleriyle, teolojinin o uçsuz bucaksız derinliklerine davet ediyorlardı beni... Bir başka sokakta, milyonlarca harfi iki karton arasına hapsedip, duvarlara yan yana dizdikleri odalara rastladım. Bu odalarda dünya üstünde, evrende ne kadar soru varsa hepsinin bilindiğini gördüm. Cehaletimden utandım.
LEZZETLİ SOSİSLER
Anadan üryan kadınlara rastladım. Tek boyuta indirgenmiş bu kadınların, sadece sanatsal kaygılarla dar sokaklara süs olduğuna inandım. Başka sokaklarda teknolojiye rastladım. Fotoğrafların, yazıların milyonlarca çizgi olup, zar gibi ince bir metalin içine sığıştığını, oradan dünyanın en uzak köşelerine dahi birkaç saniyede ulaştığını gözleyip, zamanın başka boyutlara taşındığına tanık oldum.
Yaşamım boyunca binlerce sokak gezdim ama buradaki sokaklara benzeyenine hiç rastlamadım. Çünkü burada bütün dünya bir aradaydı ve çok aydınlıktı. Karanlıkların hiç uğramadığı sokaklardı bunlar. Burada evrenin nasıl şekillendiğine, yarının nereye gittiğine şahit oldum... Başım fırıl fırıl döndü. Bu sokakların bir parçası olmadığıma üzüldüm. Olanları kıskandım!..’
Bu notları kaç yıl önce yazmışım bilmiyorum. Tarih atmamışım. O yıllarda Frankfurt Kitap Fuarı’nı daracık sokaklardan ibaret bir dünyaya benzetmişim. Şimdi bakıyorum da pek değişen bir şey olmamış. O daracık sokaklar dün olduğu gibi bugün de aydınlık saçmaya devam etmişler.
Yine kenarına ketçap damlamış bir masada oturup, bu yılki gözlemlerimi not ettim. Burada bu ketçap lekelerine bir açıklama getirmem gerektiğini hissettim. Frankfurt Kitap Fuarı’nın kitapları kadar sosisleri de meşhurdu. Fuara katılanların hemen hepsi bu sosislerle karınlarını doyuruyorlardı. Hemen hemen her binanın girişinde bir sosis arabası yer alıyor, onun önünde uzun kuyruklar oluşuyordu. Bir eline sosis tabağını, diğer eline bira bardağını alanlar masalarda yer bulabilmek için sıralar arasında dolaşıp duruyorlardı.
Aynı zamanda bir sosis uzmanı olan yazar Deniz Kavukçuoğlu’ndan öğrendiğime göre, fuarda satılan Thüringer ve Hessischer adlı sosisler ızgara yapılıyordu. Frankfurter ve Bockwurst türleri ise haşlanıyordu. Yuvarlak ekmeğin arasında servis edilen Zindswurst ise sığır etinden yapılıyor ve ızgarada pişiriliyordu. Fuar boyunca kolesterol ile ilgili tüm korkularımı bir kenara bırakıp, sosisle olan hasretimi her yıl olduğu gibi bu yıl da giderdim.
350 BİN KİTAP
Aldığım notlara dönersek; bu yıl fuara 102 ülkeden 6 bin 638 yayıncı katılmıştı. Bu yayıncıların sunduğu kitap sayısı ise 350.000’di. Bu yıl fuara dünyanın dört bir yanından gelmesi beklenen ziyaretçi sayısının ise 289.000 olacağı tahmin ediliyordu. Frankfurt Kitap Fuarı’nda, kapanış gününe kadar kitap satışı yapılmıyordu. Sadece yayıncılar birbirleriyle telif hakları için pazarlık yapıyor ve anlaşmalar imzalıyorlardı.
Kitap satışının yasak olması, kitap meraklılarını yasal olmayan yolları -kitap çalmak gibi- denemeye zorluyordu. Kahvelerde buluşan yayıncılar, bu yolda elde ettikleri ganimetleri birbirlerine göstererek yeteneklerini sergiliyorlardı.
Not defterime bir de şunu yazmışım: ‘Dijital makineler yüzünden herkes fotoğrafçı olmuş!..’ Gerçekten de fuara katılan herkesin elinde bir fotoğraf makinesi vardı. Kimi anı, kimi kitap kapağı, kimi yazar, kimi de afiş fotoğrafı çekiyordu. Bir de hemen herkes peşinde küçük bir valiz sürüklüyordu. Broşür ve kataloglarla ağırlaşan bu valizler, akşam otellerde daha büyük valizlere boşaltılıyor, toplama işi ertesi gün de devam ediyordu.
Her odacığın değişmez içkisi kırmızı ve beyaz şaraptı. Telif pazarlığı başlamadan önce kadehler dolduruluyor, önce bir iki yudum şarap içilerek ön konuşmalar yapılıyor, sonra telif konusuna geçiliyordu. Şarap ikramı sabahtan akşama kadar günün her saatinde yapılıyordu. Bir de, yazarların katıldığı özel partiler düzenleniyor, o zaman ise şampanyalar patlatılıyordu. Yani sokakların arasında bir şenlik havası vardı.
Frankfurt’tan sonra soluğu Beylikdüzü’ndeki TÜYAP Kitap Fuarı’nda aldım. Burada da kitap sevenlerle sohbet ettim. Yazar arkadaşlarla yapıtları üstüne tartıştım. Anlayacağınız ekim ayında satırların, sayfaların arasında dolaştım durdum... Bunu da unutamadığım geziler bölümüne kaydettim.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2004
Sonbaharın yazdan kalma günlerini fırsat bilip, alıp başımı, ‘Işık Ülkesi’ Likya kıyılarına gittim. Bu gezinin bir bölümünü, WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) yetkilileriyle birlikte yaptım. Zaten öğrenme açısından en faydalısı da bu bölüm oldu. WWF-Türkiye çalışanlarının uğraştıkları projelere bakınca insan kendini sorgulamaktan alıkoyamıyor. Onlar, bir yosunu, bir balığı, bir yengeci, bir kaplumbağayı, bir çiçek türünü, bir ormanı, bir kuşu korumak, türlerin devamını sağlamak için amansız bir çaba içinde koşuşturup dururken, bizler, büyük kent mahkumları, öldürmek, yok etmek, kirletmek, tüketmek ve tükenmek için ne kadar lüzumsuz işler yapıyoruz bir bilseniz!.. Kendini doğal hayata adayanları kıskanıyorum. Zaten hep, Amerika’daki doğal parklardan birinde koruyucu olma düşünü kurmuşumdur. Hálá da kuruyorum...
Geçen haftaki yazımda Kaş koylarındaki çalışmaları, antik Likya Yolu’nda yaptığım yürüyüşü, balık pişirmesini bilmeyen aşçıları, cennet koyları anlattım. Bu hafta gezinin diğer bölümlerine değineceğim.
Kim çok bilir?.. Çok gezen mi, çok okuyan mı? Bu soru bana sık sık sorulur. Yanıtlamakta hep tereddüt ederim. Bazen gezen derim, bazen okuyan. Aslında sorunun doğru yanıtı, gezerken okuyandır. Gezmek okumakla eşleşince insan daha çok bilgileniyor sanırım. Ben gezilerimde çok şeyler öğreniyorum. Bazen görerek, bazen dinleyerek... Bu gezimde de öyle oldu. Denizin ortasında bir teknede sallanırken orfoz (Epinephelus Marginatus) balığının öyküsünü dinledim. Meğerse orfozun hayatı ‘bir romanmış!..’
ÖNCE DİŞİ SONRA ERKEK
Bu balığa hermafrodit -hünsa, erdişi, erselik, çift cinsiyetli- demek pek doğru değil galiba. Yani Hermes ve Afrodit’in soyundan gelen çift cinsiyetli yarı tanrılara benzemiyor orfoz balığı. Resimlerinden ve heykellerinden cinsiyetleri anlaşılmayan Uzakdoğu tanrıları gibi de değiller. Çünkü o tanrılar da, iki cinsiyeti birden içlerinde barındırıyorlar. Ama orfoz iki cinsiyeti ayrı ayrı dönemlerde yaşıyor. Şöyle ki; bu balık doğuştan itibaren ilk sekiz yıl cinsiyetsiz. Sekiz yıl sonra balık dişi oluyor. Boyları bu dönemde ortalama 43.8 santimi buluyor. Orfoz tam 10 yıl dişiliğinin keyfini sürüyor. Saklandığı oyuklarda, erkek orfozların kendisini döllemesini bekliyor. 18 yaşına bastığı ve boyu 80 santimin üstüne çıktığı zaman dişilik organları kayboluyor ve balık erkekleşiyor. Yani cinsiyetsiz doğan orfoz erkek olarak ölüyor. Tabii zıpkınlardan kendini koruyabilirse. Bu ilginç yaşam öyküsünü öğrendikten sonra artık orfoz yememeye karar verdim.
Denizin dibinde bir de anemonların -yumuşak bir mercan türü- arasında yaşayan anemon balıkları var. Onların öyküsü daha da ‘roman’... Mercan resifinin zehirli kolları arasına bir klan halinde sığınan bu balıklarda, bir dişi bir de erkek var. Diğer küçük anemonlar ise cinsiyetsiz. Baskın olan dişi daha irice. Toplulukta onun sözü geçiyor. Bu balıklarda dişi ölünce, erkek hemen dişilik görevini üstlenip üremeyi sürdürüyor. Cinsiyetsiz anemonlardan biri de erkek kimliğine bürünüyor. Ama erkek ölürse dişi anemon asla erkek olamıyor. Bu ilginç yaşam öyküsünü öğrenince aklımı anemonlara taktım. Denizin dibinde ne inanılmaz öyküler varmış meğer. Konularını hep toprak üstünden alan öykücülere duyururum...
Gezmeseydim bunları bilmeyecektim!... Tüm bu bilgileri Atila Uras, Baki Yökeş ve Zafer Kızılkaya’dan edindim.
CENNETİN TA KENDİSİ
WWF-Türkiye Çevre Koruma Direktörü Atila Uras, ‘size dünyanın en güzel plajının nasıl bozulmaya çalışıldığını göstermek istiyorum’ deyince o günün rotası belli oldu. Önce Kalkan istikametine doğru 19 kilometre gidip, Kaputaş Plajı’nı kuş bakışı gören virajda durduk. Küçük koy aşağıda, tahrik edici bir poster gibi görünüyordu. Veya cennetin en güzel köşesi burasıydı... Kireç kayalarının ufalanmasından oluşan beyaz kum, kıyıda yerini sarı kuma terk ediyor, sonra turkuvaz deniz başlıyordu. Turkuvaz sular üç beş kulaçtan sonra önce gök mavisine, birkaç metre ötede de Akdeniz’in doyumsuz laciverdine dönüşüyordu.
Bu muhteşem plaja kavuşabilmek için 80 küsur basamağı inmek gerekiyordu. Nedense üşendim. Sıcakta gözüm yemedi. Bu renkli denizde kulaç atanları tepeden kıskançlıkla seyrettim.
Atila Uras’ın verdiği bilgiye göre, bu doğal plaja tesis yapmak isteyen belediye, kanyondan gelen suları denize akıtmak için dev beton kanal yapmış, kanyonun duvarlarını kazmış, yüzyıllardan beri oluşan doğal görüntüye müdahale etmişti. Neyse ki, çevre koruma kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin ısrarlı karşı çıkışları sayesinde bu saçmalık son bulmuştu. Eğer yolunuz Kaputaş’a düşerse, siz de sağından solundan demir çubukların fırladığı beton su kanalını tüm çirkinliği ile görebilirsiniz. Ve mutlaka öfkelenirsiniz.
Kaputaş’tan sonra, sahille el ele tutuşmuş güzelim yoldan Patara’ya doğru gitmeye başladık. Bir gün önceki deli poyraz durmuş, deniz sütliman olmuştu. Mavi Tur tekneleri, arkalarında beyaz köpüklü izler bırakarak salınıyorlardı. Başımı cama dayayıp, lacivert düşlere daldım. O teknelerden denize atladım, balık tuttum, yemek yaptım, güneşin batışına kadeh kaldırdım. Yaz hülyalarına dalmayı oldum olası sevmişimdir.
BİR ZAMANLAR PATARA
Patara yazan oktan sapıp, derme çatma restoranların, kahvelerin, hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçerken, 10 yıl öncesini anımsamaya çalıştım. Ama çevrenin görüntüsü tamamen değiştiği için bildik hiçbir görüntüye rastlayamadım. Biraz daha ilerleyince, Ksanthos -şimdiki Eşen Çayı- nehrinin bıkmadan usanmadan taşıdığı toprak yüzünden tuzlu bataklığa dönüşen araziye gelişi güzel dağılmış Patara harabelerini gördüm. Ve 10 yıl öncesini bu noktada anımsadım.
Bu ilk çağ kentinin adının, ‘Irmağı olan büyük kent’ anlamını taşıdığı öne sürülür. Ünlü coğrafyacı Strabon ise kendi çağındaki bir destandan yola çıkarak, kentin kurucusunun Pataros adlı bir yiğit olduğunu söyler. Başka bir kaynakta ise Apollon’un bu kıyılarda doğduğu, kentin ise Apollon’un peri Lycia’dan olan oğlu Patarus tarafından kurulduğu öne sürülür. Patara’nın, Likya Birliği’nin üç oy hakkına sahip başına buyruk kentlerinden biri olduğu da kaynak kitaplarda belirtilir. Kent Hıristiyanlar için de önemli bir uğrak yeridir. Çünkü Yeni Ahit’te Aziz Paulus’un, İÖ 57’de Aziz Luka’yla çıktığı misyoner gezisinin üçüncüsünde, gemi değiştirmek için bir süre Patara limanında mola verdiği yazılıdır.
Patara’da guruba Çevre Koruma Araştırma ve İnceleme Dairesi Başkanı Mehmet Menengiç de katıldı. O ve üniversiteden bir uzman bize, bu sefer antik dönem yerine bugün hakkında bilgi verdiler.
Bu kumsalın, 17 önemli deniz kaplumbağa türünün yuvalama alanı olduğunu, son sayımlarda Patara’da 85 adet iribaş deniz kaplumbağası yuvası belirlendiğini, alınan önlemleri, bilinçlendirme çalışmalarını, kaçak yapılaşmayla mücadeleyi uzun uzun anlattılar.
Mehmet Menengiç, yuvaları kazıp yumurtaları ve yavruları yiyen yengeçlerden şikayet etti. Yumurta bulunan yuvaların, yaz konuklarından ve yengeçlerden zarar görmemesi için demir kafeslerle örtüldüğünü anlattı. Her bin yavrudan ancak birinin yaşama şansını yakaladığını öğrenince dehşete kapıldım.
WWF’YE DESTEK
Sonra kalabalıktan uzaklaşıp, bir kum tepesine oturdum. Uçsuz bucaksız kumsala dalıp gittim. Antik dönemdeki limanı düşlemeye çalıştım ama beceremedim. Bugünün mayolu kalabalıklarını yarıp, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkamadım.
Çevreyi korumak için gerçekten kahramanca çalışan bu insanlarla vedalaşırken bir doğa savaşçısı olmadığıma utandım ve üzüldüm. Bütün kuruluşlara buradan sesleniyorum: WWF-Türkiye, mali sorunlarını sponsorluklarla, bağışlarla aşabilen bir vakıf. Buraya vereceğiniz desteklerin hiçbir şekilde ziyan olmayacağına, bu sayede çocuklarınıza daha güzel bir dünya miras bırakacağınıza emin olabilirsiniz. Onlardan desteğinizi eksik etmeyin.
Gurubu arkada bırakıp, ‘güz teftişimi’ sürdürmek için rotayı Marmaris’e Antalya’ya doğru çevirdim. Yemekler, kumsallar, turkuvaz deniz haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2004
Sonbahar iyice bastırmadan kıyılarımızı son bir kez daha ‘teftiş’ ettim. Önce Kaş civarında antik Likya Yolu’nda yürüdüm. WWF-Türkiye’nin çevreyi koruyabilmek için yaptığı inanılmaz çalışmalara şahit oldum. Sonra alıp başımı cennet koylara gittim, sessizliğin ve yaz sonunun keyfini çıkardım.
Bundan iki yıl önce, bir müze açılışı için beni dünyanın öbür ucuna, Patagonya’ya yollayan, A&B Halkla İlişkiler firmasının yöneticisi Sibel Asna’dan bu kez bir yürüyüş daveti aldım. Yürüyeceğim yol öylesine uzaklarda bir yerde değildi. Kaş civarında, ‘Antik Likya Yolu’nda yürüyecektim. Aslında bu yol yabancım değildi. Daha doğrusu bu yolun ortaya çıkartılmasında, karınca kararınca benim de katkım olmuştu.
Garanti Bankası 1996 yılında, ülkemizin sahip olduğu değerleri gün ışığına çıkarmak amacıyla bir proje yarışması düzenlemişti. İçinde benim de bulunduğum jüri üyeleri, uzun tartışmalardan sonra İngiliz uyruklu Kate Clow’un sunduğu ‘Likya Yolu’ projesini birinci seçmişti. Fethiye’den başlayan bu antik yol, bakir koylardan dolaşıp, zirveleri aşıp, önemli antik kentlerden geçip Antalya’ya kadar uzanıyordu. Türkiye’nin bu en uzun parkuru tam 509 kilometre idi.
Uçakla Dalaman, oradan bir minibüsle Kaş’a vardığımızda karanlık basmış, gökyüzü yıldıza kesmişti. Vakit geçirmeden bir restorana yanaştık. Orada bizi WWF Türkiye’nin -Doğal Hayatı Koruma Vakfı- yetkilileri, bir İtalyan uzman, birkaç yabancı radyo programcısı ve gazeteci bekliyordu. Çevre Koruma Direktörü Atila Uras’ın hoş geldin konuşmasından sonra sıra en heyecanlı bölüme, yemek siparişine geldi. Ben tercihimi yörenin balığı olan Akya’dan yana kullandım. Kurutulmaması için de garsona sıkı tembihte bulundum.
SAVAŞÇI LİKYALILAR
Yemeği beklerken etrafıma bakındım. Gördüğüm kadarı ile burası 10 yıl önce geldiğim Kaş’a pek benzemiyordu. Daha büyümüş, daha betonlaşmış, daha kalabalıklaşmıştı. Karanlıkta bozulmanın daha fazlasını göremedim. Tabağıma bir takım garnitürlerle birlikte konan akyaya bakınca, tatsız bir akşam yemeği yiyeceğimi anladım. Tüm ısrarıma rağmen balığın suyu kaçmış, kupkuru olmuştu. Daha sonraki günlerde de değişik restoranlarda balık yedim. Bu deneyimden sonra, Kaş’taki restoranların çoğunun, balığı gerektiği şekilde pişiremediklerine karar verdim. Bir arkadaşın dediği gibi restoranlar bize, ‘Alman turisti muamelesi’ yapmış, masayı lüzumsuz mezelerle donatmış, güzelim akyayı, lagosu, levreği ızgaranın üstünden vaktinde kaldırmayı becerememişlerdi. O gece yarı-tok yatmak zorunda kaldım.
WWF Türkiye’nin etkinliğini ve Likya Yolu yürüyüşünü anlatmadan önce ‘Işık Ülkesi Likya’ hakkında biraz bilgi aktarmak istiyorum. Likya, bugün Teke Yarımadası diye andığımız, Fethiye Körfezi ile Antalya Körfezi arasında bir U harfi biçiminde Akdeniz’e uzanmış Anadolu parçasıdır. Bu bölgedeki yerleşimin tarihi Tunç Çağı’na kadar dayanıyordu. John Freely ve Prof. Bilge Umar’ın kitaplarından edindiğim bilgilere göre, İÖ 14. yüzyıl Hitit arşivlerinde bahsedilen Lukki adındaki isyankar halk muhtemelen Likyalılardı.
Heredot ‘Tarih’ kitabında bu halk için şunları yazmıştı: ‘Likyalılar elli gemiyle gelmişlerdi. Göğüslük ve dizlik giyiyorlardı. Kızılcık ağacından yayları ve dikensiz kamış okları ve mızrakları vardı. Omuzlarına keçi postu atarlar, başlarına çepeçevre tüyler takılı başlıklar geçirirlerdi. Ayrıca kılıç ve hançer de taşıyorlardı. Likyalılar Girit kökenlidir. Eskiden adları Termilae idi...’
Pırıl pırıl bir eylül sabahıydı. Gün ışığı, şarkı söyleyen kuşlar gibi köşe bucak koşuşturup duruyordu. Bir tekneye doluşup Meis Adası’na doğru ilerlemeye başladık. Bu adaya baktıkça hep şaşırırım. Bir ülke, diğer bir ülkenin içine nasıl bu kadar girebilirdi? Yüzerken fazladan iki kulaç atsan, kendini Yunanistan’da bulabilirdin. WWF-Türkiye, Kaş’taki dalış kulüpleriyle birlikte bölgenin daha iyi korunabilmesi için bir şamandıra projesi geliştirmişti. Projenin sponsorluğunu ise Garanti Bankası üstlenmişti. Amaç, dünyanın önemli dalış merkezlerinden biri olan bu bölgede, su altı zenginliklerini korumaktı.
Dalgalı lacivert denizde, Meis’in yakınındaki Fener, Kovan ve Heybeli adalarının bulunduğu yere doğru giderken Atila Uras projeyi anlattı:
‘Kaş, sahip olduğu denizel zenginlik bakımından çok önemli bir alandır. Burada yeşil deniz kaplumbağası, caretta caretta, bir midye türü olan pina, deniz eriştesi, çok sayıda orfoz bulunur. Dalış teknelerinin ve günü birlik gelen teknelerin demirleri bu tür deniz dibi yaşamına zarar vermektedir. Tekneler bundan böyle demir atmak yerine, buralara koyacağımız şamandıralara bağlanacak ve deniz dibine zarar vermeyeceklerdir.’
Önce dubalar denize atıldı. Sonra denizin turkuvaz rengine dayanamayanlar kendilerini ılık sulara bıraktı. Yüzenleri seyrederken şu birkaç saat içinde çevreyle ilgili ne kadar çok şey öğrendiğimi düşündüm. Ve şu cümleye bir kez daha hak verdim: ‘İnsan her şeyi bildiğinde ve anladığında yetkin olacaktır ve yaşam kutsanacaktır...’
BETONLAŞMIŞ KAŞ
Öğle sıcağını sahilde, bir kahvenin gölgesinde geçirdim. Likya yolunda yürümek için sıcağın insafa gelmesi gerekiyordu. İşte o zaman Kaş’a alıcı gözüyle baktım. Tanıyamadım. Dağ tepe her yer biçimsiz beton binalarla dolmuştu. Yapıların yöre mimarisi ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktu... Kim bilir bir 10 yıl sonra Kaş neye dönecekti?..
Öğleden sonra esintisiyle birlikte yürüyüş başladı. Aslında kat edeceğimiz Likya Yolu, Kaş’ın içinde başlayıp, geçmişi İÖ 4. yüzyıla kadar dayanan Aperlai antik kentinde son buluyordu. Parkurun uzunluğu 23 kilometreydi. Biz işin kolayına kaçıp yürüyüşe Büyük Çakıl’dan başladık ve parkuru epey kısalttık.
Ben, özellikle doğa yürüyüşlerinde bilmediğim pek çok şeyi öğrenirim. Örneğin ağaç gölgelerinin neden bu kadar kutsal olduğunu, onların gölgesinde serinlediğimde fark ettim. Ağaçkakan’la ağaç arasındaki aşkı da, böğürtleni toplamak için dikenli dallardan sakınmayı da, keçiboynuzlarının balının tadını da, yabani kekiklerin keskin kokusunu da, koyun köpeklerine korku içinde ‘hoşt’ demeyi de, ormanın derinliklerinden gelen hiçbir ağızdan çıkmamış sesleri duymayı da, hep bu yürüyüşlerim sırasında öğrendim.
Önde deneyimli rehber arkada biz yürüyüşe başladık. Bacaklarımızı bizden nefret ettirecek diklikte yokuşlara tırmandık, bacak kaslarımızı kas olduklarına pişman ettiren inişler yaptık, bir yanını kaya mezarlarının diğer yanını uçurumların süslediği daracık patikalardan geçtik, antik taşlara bastık, kırmızı topraklara bulandık. Sonra daracık bir patikadan aşağıya inip, başlangıçtan bir saat sonra Limanağzı Koyu’na vardık.
KAŞ’TA GÜNEŞ BATIMI
Diğerlerini bilmem ama, benim ciğerlerim demirci körüğü gibi inip çıkıyordu. Terden sırılsıklam olan gömleğim tenime yapışmıştı.
Tekneyle Kaş’a dönerken karşıdaki yarımada -Kurbağa yarımadası- gündüz renklerini terk edip, laciverte bürünmüştü artık. Güneş tepenin ardında bir noktada altın gibi yanıyordu. Sanki önündeki tepeyi eritmek, ona bir oyuk açmak isteyen bir lazer topuna benziyordu. Tepe fazla dayanamadı eridi. Güneşin ışığı denize döküldü. Altından pırıl pırıl bir yol tekneye kadar uzandı. Sonra gökyüzünde renkler birbirine girdi. Tıpkı üstüne su damlamış suluboya resim gibi. En sonunda aydınlık, karanlığın içinde eriyip gitti.
Akdeniz, özellikle bu kıyılar -Kaş, Kalkan- Michel Foucault’nun dediği gibi ‘boydan boya rüyacı dükkanlarıyla doluydu...’ Özellikle alacakaranlık, betonları görünmez kılınca.
Likya kıyıları anlatmakla bitmez. Baştan çıkartıcı güzel koylar, efsaneler, geçmiş ve bugün... Gezinin diğer durakları, özellikle orfoz balığının inanılmaz öyküsü diğer yazılara kaldı.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2004
Marmara Adası, cennet koyları, sessiz sakin sahil köyleri, taze balıkları, nar gibi kızarmış midyesi, peynirli patlıcanı, garozu, unezi, peynir helvası ve iyi insanları ile Marmara Denizi’nde pek göze batmayan cennet bir köşe. İnsan bu adada Marmara’nın güzel bir deniz olduğunun farkına varıyor. Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın, ‘bol bol uskumru yeriz’ diyerek başlattığı Marmara Adası gezisinin ilk yazısında, Ada’nın geçmişi, adının hikayesi, Türkler’in adaya gelişini anlatmıştım. Feribot’un yanaştığı ilk iskele olan Çınarlı Köyü’nde, eteklerinde dalgaların oynaştığı bir oteli mesken tuttuk. Sahildeki bir kahvede biraz soluklandıktan sonra, Çınarlı’nın dar yollarından ayrılıp, yıpranmış asfalttan kıvrıla kıvrıla, adanın merkezi olan Marmara Kasabası’na doğru ilerlemeye başladık. Kiminin kıyısından geçtiğimiz, kimini kuşbakışı gördüğümüz koylar öylesine tahrik ediciydi ki, bu adayı daha önce neden tanımadığıma, bu şıkır şıkır sularda neden kulaç atmadığıma, çok yakınlardaki bu sessiz cennete kaçmak için neden bahaneler uydurmadığıma hayıflandım.
Koylardaki pırıl pırıl suları görünce, yıllarca ‘kirli’ diye ihmal ettiğim, yüz vermediğim Marmara Denizi’ne nasıl haksızlık ettiğimi anladım. Marmara Adası’nın koylarında, Marmara Denizi’ne ilk defa hayran oldum. Onu yeniden keşfettim.
Kasabanın girişindeki otoparka arabayı bırakıp, Zeki ile birlikte tanıma yürüyüşüne başladık. Balıkçı motorlarının bağlandığı limanda hummalı bir faaliyet vardı. Balıkçılar rıhtıma serdikleri rengarenk ağların geçen sezondan kalma yırtıklarını onarıyor, ertesi gün sona erecek olan avlanma yasağına karşı son hazırlıklarını yapıyorlardı. Konuşmalarından anladığıma göre adanın etrafı uskumru kaynıyordu. Unutulmaya yüz tutan bu nadide balık, Çanakkale’den Marmara’ya akın etmişti. Hepsinin yüzüne bir gülümseme oturmuştu. Bu gece tüm balıkçıların, rüyalarında, tıka basa uskumru dolmuş ağları göreceklerinden emindim.
MİDYE BARLARI
Kasabanın ortasından geçen cadde, yazlık mekánlarının klasik ‘piyasa yolu’na benziyordu. Deniz tarafında restoranlar, kahveler sıralanmış, kara tarafı ise iş yerlerine ayrılmıştı. Yola asırlık çınarlar kol kanat germiş, yazlıkçıları güneşe karşı korumaya almıştı. Kasabanın birbirine paralel uzanan bütün sokakları yokuş ve merdivenliydi. Bu sokakları tırmanabilmek için insanın nefesinin kuvvetli olması gerekirdi.
Eski Belediye Başkanı Ahmet Enön’ün adayı anlatan kitabından öğrendiğime göre, iki okul binası ile bir büyük köşk haricinde, kasabanın tüm evleri ahşaptı. 1884 yılında, Yahabi adındaki Rum’un meyhanesinde çıkan yangın sonucu bütün evler kül olmuştu. Daha sonra Belediye, Belçikalı kent planlamacılarına yeni imar planını hazırlatmışlardı. Bu plandan sonra, denize dik inen sokaklarda, iki-üç katlı bahçeli evler yapılmıştı. Ama 1980 sonrasında tüm tarihi evler yok edilip, yerlerinde çirkin beton binalar yükseldi.
Yolda yürürken ilgimi ‘Midye Bar’lar çekti. Kıyıdaki restoranlar, yola bakan duvarlarının üstüne mermerden birer tezgah yapmışlar, orada gelip geçenlere midye dolma, midye tava satıyorlardı. Bu fırsatı kaçırmak istemedim. Zeki ile hemen barın küçük iskemlelerine oturup, adanın meşhur midye tavasından ısmarladık. Midyenin bulandığı un miktarı, taratorun kıvamı tam yerindeydi. Nar gibi kızarmış midyelerle birlikte, birer bardak soğuk bira içip keyfimizi tam ettik. Sonra aheste bir tempoda, sağa sola bakarak Kola burnuna ulaştık. Biz oraya vardığımızda güneş Gelibolu üstünden batmaya hazırlanıyordu. Gurub, yaz akşamının sıcak renklerine boyanmıştı. Sustuk ve güneşin kayboluşunu seyrettik.
Çınarlı’ya döndüğümüzde Onnik Usta, Enes restoranın önündeki kumsala masayı hazırlatmıştı bile. Yemek bir saat önce çapariye takılmış kıraçalarla başladı. Ardından doya doya midye tava geldi. Böylesine lezzetli midyeleri ne daha önce yemiştim, ne de gelecekte yiyebilirdim. Yıllardan beri unuttuğum bütün tatları hatırladım. Midyelerden sonra adanın çevresinde tutulan Uskumrular tabağı süsledi. Yıllardan beri uskumru niyetine kolyos yediğim için, bu muhteşem tadı da unutmuştum neredeyse. Tekrar hatırlamam için üç büyük uskumruyu yemem gerekti.
ADANIN TATLARI
Yemek masasında yemekten konuştuk. Onnik Usta bize adanın tatlarını anlattı. En özgün yemek kuru mihaliç peyniri, kuru nane, yumurta, çok az un ve patlıcanla yapılan peynirli patlıcan yemeği idi. Mayıs ayından Ağustos sonuna kadar avlanan kolyoz ve uskumruların karaciğerinden ve yumurtalarından yapılan Garoz ise rakıcıların vazgeçemediği bir mezeydi. Yaprak şeklinde açıldıktan sonra üstüne bol tuz ve kekik ekilen, daha sonra güneşte kurutulan uskumrudan yapılan Unez de, adanın övündüğü tatların arasında yer alıyordu. Onnik Usta, taze koyun ve keçi peyniri ile yapılan peynir helvasının tadını anlatmakta ise epey zorlandı. Onnik Usta, ada Likorinoslarının da eskiden çok meşhur olduğunu, ama şimdi aynı lezzetin tutturulamadığını öne sürdü. Bu Likorinosları bir zamanlar Aron Kaptan, aynı boydaki kefal yavrularından yaparmış. Kaptan göçüp gittikten sonra işin tadı kaçmış.
Ertesi sabah erkenden ada turuna başladık. Önümüze ilk olarak Gündoğdu köyü çıktı. Rumca adı Prastos olan bu köy, bir zamanlar Marmara ve Paşalimanı adalarının şaraplarının toplanıp, İstanbul’a gönderildiği önemli bir ticaret merkeziymiş. Burada yaşayan Türklerin ataları ise Karadeniz’deki Abana ilçesinden gelmişti. Biz oraya vardığımızda köy henüz uyanmamıştı. Sağlığına düşkün bir kaç yaşlı delikanlı, hızlı adımlarla sahilde yürüyor, bir iki balıkçı da geceden attıkları ağları temizliyordu. Ağlarda birkaç yengeç, birkaç iskorpit, bolca uskumru vardı. Kıyı boyuna iğde ağaçları dallarını dökmüştü. Kıyıdaki dört duvarı kalmış bir iki tane taş yağhane dışında, eski yapı hemen hemen hiç yoktu. Ben ada köyleri içinde en çok buraya gönül düşürdüm.
GRİ RENKLİ TAVŞANLAR
Daha sonra kıyı kıyı Topağacı (Klazaki), Asmalı (Aftoni) köylerine gittik. Sakin, kendi halinde, yaz kalabalığından ve gürültüsünden uzak köylerdi. Ada’nın diğer ucundaki mermer ocaklarına ulaşabilmek için güney yakasından uzaklaştık. Yabani incir ağaçlarının, menengeçlerin, erguvanların, delicelerin, ardıç çalılarının, böğürtlenlerin, sarı çiçeklerini dökmüş katır tırnaklarının, yabani güllerin süslediği yolda ilerlerken önümüzden tavşanlar kaçışıyordu. Bu gri renkli tavşanlar Avustralya kökenliymiş. 19. yüzyılın başlarında adaya tatile gelen İngiliz aileler tarafından getirilmiş. Ada’da bu kadar bol tavşan olmasına rağmen, ada tatları arasında tavşandan yapılan yemek bulunmaması garibime gitti.
Yol kah tırmandı, kah düzlüğe indi, birbirinden güzel koyların etrafında dolaşıp, ünlü mermer ocaklarının önüne geldi. Burası feribottan, yeşilliğin arasında bir yama gibi görünen yerdi. Bir mermer ocağını ilk kez bu kadar yakından görüyordum. Her yer topraktan henüz çıkartılmış mermer bloklarıyla kaplanmıştı. Çok etkileyici bir manzaraydı. Etrafta kimsecikler görünmüyordu ama delicilerin sesi güm güm yansıyordu.
Antik çağlardan beri mermer çıkartılan bu ocaklar hala mermer kusmaya devam ediyordu. Dağ adeta bir köstebek yuvasına dönmüştü. Antik çağın ünlü coğrafyacısı Amasyalı Strabon bu ocakları eserinde şöyle anlatmıştı: ‘Bu adada çok değerli mermer çıkarılan büyük bir ocak bulunur. Hatta bu memleketin en güzel anıtları bu mermerden yapılmıştır...’ Buradan çıkan mermerler dünyanın dört bir yanındaki sarayları, evleri, sütunları, camileri süslemişti. Ve dünyanın en usta heykeltıraşları, buranın mermeriyle şahaserler yaratmıştı.
DÖRT NALA TURİZM
Ocakları geride bırakıp, kırmızı çamur bulaşmış yoldan Saraylar köyüne indik. Burası adeta bir mermerci kentiydi. Sinop’tan, Ayancık’tan ve Cide’den yıllar önce buraya mermer işlemeye gelenlerin torunları da aynı işi devam ettiriyorlardı. Saraylar, adanın en büyük köylerinden biriydi. Tüm limanın çevresi, Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerinin yaptığı heykellerle donanmıştı. Bir iğdenin gölgesine sığınıp, adayı düşündüm. Bir zamanlar üzüm, zeytin, balık ve şarapla iç içe yaşayan adada bugün bir çok şey unutulmuştu. 1900’lü yıllarda yörenin en kaliteli şarapları bu adada üretilirken, ilgisizlik ve hastalıklar yüzünden bağcılık bir kenara bırakılmıştı. Gelişen meyvecilik ve balıkçılık da zeytinciliği geri plana atmıştı. Ada son yıllarda iyiden iyiye turizme doğru yelken açmıştı.
Yaşlı çınarın altında dönüş vapurunu beklerken Onnik Usta ile sohbete daldık. O, Marmara Adası’nın hiç bir zaman şen şakrak bir yazlık ada olamayacağını söyledi. Ona göre -bana da- burası gürültüden, kalabalıklardan kaçmak isteyenler için ideal bir sığınaktı. O güzelim koylarda kulaç atmak için bu yazı kaçırdım, ama gelecek yaz mutlaka beş on gün adanın tadını çıkaracağım. Onnik Usta ayrıca, ekim sonuna kadar adanın tadını çıkarmanın mümkün olduğunu, özellikle balık sevenlerin eşsiz lezzetler bulabileceklerini, iyi bir havada hafta sonu kaçışlarının çok keyif vereceğini de sözlerine ekledi. Benden söylemesi. Ada, çevrede oturanlara hep aynı yakınlıkta...
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2004
Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, oturmaktan sıkılmış olacak ki telefon etti : ‘Hadi Marmara Adası’na gidelim. Her yanı uskumru sarmış, doya doya yeriz...’ İtiraz edemeyeceğim bir teklifti. Zaten ben de evde oturup, bilgisayarın başında kitapla uğraşmaktan sıkılmıştım. Bir bulutlu cumartesi günü buluşup, soluğu Tekirdağ’da aldık. Vapurun kalkmasına daha çok vakit vardı. Hem vakit geçsin hem karnımız doysun diye, hemen yolun kıyısındaki bir köfteciye oturduk. Köftecinin methini taaa Tekirdağ girişine asılan bir bez afişte okumuştum. 1966 yılından beri müşterinin hizmetinde olduğunu, en iyi köftenin kendi dükkanlarında yenebileceğini koca harflerle ilan etmişlerdi. Köftecinin önündeki otobüsleri görünce, doğru adrese geldiğimize inandım.
Sözün kısası: Karışık bir köfte, yoğurt ve piyaz ısmarladık. Köfteler neredeyse yanmış geldi. İçleri ise hiç pişmemişti. Sandviç şeklinde yapılan kaşarlı köfte ise daha masaya konarken donmaya başladı. Ayçiçeği yağı konulan piyazın fasulyeleri leblebi gibi sertti. Ama üstünde kaymağı ile gelen yoğurdun hakkını yememek lazım. Onun ekşi-tatlı tadı hálá damağımda duruyordu. Böylesine lezzetli yoğurdu uzun zamandır yememiştim. Anlayacağınız Tekirdağ’ın ünlü köftesi yerine, yarısı yanmış lastik gibi bir şeyler yiyip kalktık. Çok da pişman olduk.
Marmara Adası’na giden feribotlar, Tekirdağ’a yedi kilometre uzaklıktaki Kumbağ’ın Barbaros limanından kalkıyordu. Feribot deyince aklınıza koca arabalı vapur gelmesin. Bunlar balıkçı motoru görünümünde, özel yapılmış büyük teknelerdi. Feribot tam vaktinde kalktı. Kalkar kalkmaz da kaptan köşkündeki hoparlörden bangır bangır ağdalı bir arabesk yükseldi. Zeki ile ne kadar uğraştıysak da müziğin sesini kıstıramadık.
ANTİK ÇAĞDAN BUGÜNE
Marmara Adası uzaklarda, pusların içinde görünüyordu. Tepesinde bulutlar kümelenmişti. Demek rüzgar poyrazdan esiyordu. Bunu ünlü Piri Reis’ten öğrenmiştim. Piri Reis, ada hakkında şu bilgileri vermişti: ‘Bu ada Akdeniz’den İstanbul’a gelen gemilerin uğrak yeridir. Çevresi 60 mil kadardır. Eğer poyraz rüzgarı eserse adanın üzerinden bulut eksik olmaz. Eğer lodos eserse adanın ortasındaki dağın üstünde bulut olmaz açıklık olur...’
Gökçeada’dan sonra Türkiye’nin ikinci büyük adası olan Marmara’da, yerleşimin geçmişi antik çağa kadar uzanıyordu. Reşit Mazhar Ertüzün’ün, ‘Kapıdağ ve Çevresindeki Adalar’ adlı kitabında adanın ilk adının Elafonesos olduğu, bunun da Elafos’tan, yani geyikten geldiği ve ‘Geyik Adası’ anlamını taşıdığı belirtiliyordu. Yine aynı kitapta, İÖ VI. yüzyıl sonuna doğru adanın Yeni Prokonnesos, bir süre sonra da sadece Prokonnesos adını aldığı anlatılıyordu. Tarihçilere göre, Bizanslılar buraya ‘çeyiz’ demek için, proiks veya proikos’tan gelmek üzere Proikonnisos adını veriyorlardı ki, burada çeyizden kastedilenin, dünyanın en kaliteli mermerlerinin çıktığı ocaklar olduğu öne sürülüyordu.
Adanın Marmara adını ne zaman aldığı ise kesin olarak bilinmiyordu. Ertüzün, mermerden gelen (marmor) bu adın Bizans devrinde ve özellikle İtalyan gemiciler tarafından kullanıldığını belirtiyordu. On beşinci yüzyıldan beri idareyi eline geçiren Osmanlılar da, söylenmesi zor olan Prikonisos adı yerine, Türk diline daha yatkın olan Marmara adını benimsemişlerdi.
BAKİR KOYLAR
Ada’ya yaklaştıkça görüntüler de netleşti. Genellikle yeşil renk hakimdi. Sadece Batı kesiminde, mermer ocaklarının bulunduğu yerler yama gibi sırıtıyordu. Halbuki 1800’lü yılların ikinci yarısında adaya gelen Fransız araştırmacı Charles Texier’in gördükleri ise benim gördüklerimle örtüşmüyordu. Texier ‘Küçük Asya’ adlı kitabında Ada hakkında şunları yazmıştı: ‘Bu adanın görüntüsü çok kıraçtır. Dağlar düzensiz bir şekilde kesiktir ve çok sayıda tepesi olan bir dağ oluşturur denebilir. Ağaç azdır ve toprağının yeşillikten yoksun kül rengi, çok hüzün verici bir görüntüdür. Bununla beraber dünyanın en eski dönemlerinden beri Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı’nın bütün şehirlerine mermerlerini vermekle sonsuza dek bir ün kazanmıştır...’
Marmara Adası’nın Tekirdağ yönüne bakan kıyılarında yerleşim yoktu. Texier’in yazdıklarının aksine tepeler yemyeşildi. Ada’ya yaklaştıkça koyların güzelliği daha da belirginleşti. Böylesine güzel koyların bunca yıl bakir kalmasına şaşırdım. Hem ana karaya yakın, hem çok güzel, hem çok temiz, hem de yapayalnızlardı. Türkiye’de tüm bu özelliklerin yan yana gelmesi oldukça zordu. Sanırım mevsimin kısalığı, kıyının ve yamaçların sert kayalarla kaplı olması bu güzelim koyları yağmalanmaktan, sitelerden, yazlıkçılardan korumuştu.
Önce geminin yanında sıçrayan yunus balıklarını gördüm. Sanki feribottaki yolcuları selamlıyorlardı. Sonra koya demirlemiş birkaç balıkçı kayığı gözüme çarptı. Süt liman sulara oltalarını salmış sabırla bekliyorlardı. Bu kayalıklarda yuvalanmış iskorpitler, karagözlerle oynaşmak kim bilir ne kadar zevkli olurdu. Bir an kayığın içinde olup misinayı tutmayı arzuladım.
BABALAR GEMİSİ
Burnu dönünce Çınarlı köyü, deniz kıyısına sıralanmış evleri, camisi, kumsalı, restoran ve kahveleri ile karşımıza çıktı. İskele ana-baba gününe dönmüştü. Köyde yaşayan hemen herkes neredeyse iskeleye yığılmıştı. Feribot uzun bir düdükle bekleyenleri selamladı. Sonradan Ada’da bu feribotlara ve deniz otobüslerine, ‘Babalar Gemisi’ dendiğini öğrendim. Çünkü hafta arası Ada genellikle kadınlara ve çocuklara kalıyordu. Erkekler, cuma akşamüstü iskelelere yanaşan vapurlardan sökün ediyorlardı. Erkeklerin elleri genellikle paketlerle dolu olduğu için, sarılmak kadınlara kalıyordu. ‘Haftalık hasret’ önce iskele üstünde gideriliyor, daha sonra da herkes evine dağılıyordu.
Feribottan inebilmek için, iskelenin üstündeki karşılama töreninin bitmesini bekledim. Kıyı şeridine arabaların girmesi yasak olduğu için, daracık sokaklardan güç bela geçip, köyün arka yüzündeki otoparka arabayı çektim. Sahildeki ‘piyasa yolu’ öylesine dardı ki, değil arabaların geçmesi, insanların yan yana yürümesi bile zordu. Yolun bir kıyısında kumsal, diğer kıyısında ise dükkanlar, evler, restoranlar, kahveler ve oteller sıralanıyordu. Güneş batarken masalar kumsala indiriliyor, kulaç sesleri yerini kadeh seslerine terk ediyordu.
Bütün adalar gibi Marmara Adası’nda da bir zamanlar nüfusun çoğunluğunu Rumlar oluşturuyordu. İstanbul’un fethiyle birlikte bu adalara Türkler de yerleştirilmeye başlanmıştı. Eski belediye başkanı Ahmet Enön’ün yazdığı ‘Marmara Adası’nda Sekizbin Yıl’ adlı kitaptan okuduğuma göre Ada’ya ilk Türk göçmenler Amasya, Tokat, Erzincan ve Eğin’den gelmişlerdi. Daha sonra Karadenizliler sökün etmişti. Sinop ve Trabzon’dan ilk gelenler daha çok cami imamlığı yapmışlar veya mermer ocaklarında çalışmışlardı.
O zamanlar adı Galimi olan Çınarlı köyüne de Rize’nin Çayeli, Çeçeva, Pazar köylerinden gelenler yerleşmişti. Bir zamanlar bağcılık, meyvecilik ve balıkçılıkla uğraşan kendi halindeki Rum köyü, şimdi kendini yazlıkçıların kollarına teslim etmişti. Bunların hepsini bana, sahildeki kahvede birlikte yorgunluk çayı içtiğimiz Onnik Usta anlattı. O, tam 28 yıldan beri bu küçük köyde, yüzyıllık ceviz ağacının gölgesindeki yazlık evinde, çoluk çocuğuyla yaz aylarının tadını çıkarıyordu.
YAŞLI ÇINARLAR
Marmara Adası’nda dikkatimi yaşlı çınarlar çekti. Her meydanda neredeyse birkaç tane asırlık çınar, kızgın yaz güneşine kol kanat gerip, ada sakinlerine sığınacak gölgelikler oluşturuyordu. Çınarlı’nın adı da, köydeki üç-dört yaşlı ağaçtan esinlenilmişti. Onnik Usta, bu çınarların bin yaşında olduğunu söyledi. O kadar olmasa da birkaç asırdan beri bu köyü süsledikleri, görkemli gövdelerinden, kalın ve uzun dallarından belli oluyordu. Onların koyu gölgesinden geçip, tekrar arabama bindim. Ben manevra yaparken Zeki, Onnik Usta’yla akşam yemeğinin planlarını yapıyordu.
Sayfa yine bitti. Burnumuzun dibindeki adada anlatacak meğerse ne kadar çok şey varmış. Marmara kasabası, diğer köyler, cennet koylar, mermer ocakları, yeme-içme konuları haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2004
Sevgili okurlar, tatile çıkıp odama kapandım. Niyetim yarım kalan kitap çalışmasını tamamlamak... Tatil bitince tekrar yollara düşüp, yazı konusu toplamaya çalışacağım. Bu nedenle bir süre izninizi rica ediyorum...
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2004
Yirmi yıla yakın bir süreden beri İstanbul’un kıyılarından denize girilmiyor. Halbuki bir zamanlar plajlar bütün kıyıları süsler, burada yaşananlar filmlere, romanlara konu olurdu. Bu hafta size denizi unutan İstanbul kıyılarını anlatmaya çalışacağım. İstanbul’un kıyılarının temizliği konusunda bir tartışmadır gidiyor. Şurası temiz, şurası kirli, şuradan girilir, buradan girilmez... Yüzmeyi İstanbul’da öğrendim, ama yaklaşık 20 yıldan beri, denize girebilmek için her yaz yüzlerce kilometre yol kat etmek zorunda kalıyorum. Ki deniz evimin 100 metre ötesinde olduğu halde. Neredeyse bütün İstanbullular da benim gibi. Burada deniz, artık girilmek için değil seyretmek için. Yaşı yirmiyi bulmuş gençlerin -eğer gözleri kara değilse- İstanbul’un kıyılarında kulaç attıklarını sanmıyorum. Halbuki bir zamanlar İstanbul’un her tarafından denize girmek mümkündü. Su pırıl pırıldı. Ve plajları dillere destandı. Bu hafta sizi biraz gerilere götürüp, ‘plaj nostaljisi’ yapmak niyetindeyim. Gençler öğrensin, orta yaş üstündekiler de eski güzel günleri anımsasın diye.
İşe Reşat Ekrem Koçu’nun ‘İstanbul Ansiklopedisi’nden başlamak gerek. Bu çılgın (!) ansiklopedinin ‘Deniz Hamamları’ maddesinde bakın ne bilgiler veriliyor: ‘19. yüzyıl ortalarına kadar İstanbul’da erkekler denize civarda Müslüman evi bulunmayan yerlerden girerlerdi. Denize girerken de ya bellerine peştamal sararlar ya da iç donu giyerlerdi. O yüzyılda denize girmek için en şöhretli yerlerin başında Kumkapı geliyordu.
İstanbul’da kadın ve kızların denize girmesi, deniz hamamlarının yapılması ile başladı. Deniz hamamları, özel ve halka açık olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Özel hamamlar yalıların yanında veya rıhtımında yer alıyordu. Bunlar, zarif ve ahşap odacıklardı. Denize çakılmış kazıkların üstüne kurulurlardı. Odaların ortası açıktı. Denize buradan girilirdi. Bu nedenle yüzenleri kimse göremezdi. Odanın dışına çıkmak sadece erkeklere mahsustu.
Halka açık hamamlar ise kadınlar ve erkekler hamamı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. İki hamam arasında, seslerin duyulmayacağı kadar bir mesafe olma koşulu vardı. 1867 yılında İstanbul kıyılarındaki hamamların sayısı 62’yi bulmuştu. Erkek hamamlarında bir kahve ocağı bulunur, burada kahve, çay, gazoz, limonata satılırdı. Sarhoş gelenler kesinlikle hamama alınmazdı. Hamamların içinde herkesin kullandığı localarda soyunanlar bir kuruş, özel localarda soyunanlar ise iki kuruş ücret öderlerdi.
KADINLARIN GİYSİSİ
Kadınlar hamamı ile erkekler hamamı arasında polis sandalı aralıksız devriye gezerdi. Kadınlar denize ayak bileklerine kadar uzanan gecelikler veya çiçekli basmadan yapılan ve ‘denizlik’ denilen özel giysilerle girerlerdi. Bu giysiler bluz ve diz kapağının altına kadar uzanan bir şorttan oluşurdu. Bel kısmına dikilen danteller veya kırmalı süsler kalçaları şehvetli gözlerden saklardı.
İstanbul’un ünlü deniz hamamları şöyle sıralanıyordu: Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Çatladıkapı, Ahırkapı, Salıpazarı, Fındıklı, Kuruçeşme, Ortaköy, İstinye, Tarabya, Büyükdere, Yenimahalle, Beykoz, Paşabahçesi, Kuleli, Çengelköyü, Beylerbeyi, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçesi, Caddebostan, Bostancı, Kartal, Maltepe, Pendik, Tuzla.’
Bu listeden de anlaşılacağı gibi, yirmi yıl öncesine kadar İstanbul’un tüm sahillerinden denize girilebiliyordu. Şimdi ise ayağınızı soksanız mikrop kapabilirsiniz. Denizi, neden ve nasıl böylesine mikrop yuvası yaptık? Bu soruya karşılık şu tezler de öne sürülebilir: O yıllarda da tüm lağımlar denize dökülüyordu. O zamanlarda da basiller denizde kol geziyordu. Ama yetkililer uyarmadığı için halk tehlikeden habersiz, her yerden denize girebiliyordu. Veya, denizdeki kirliliği ölçen aletler o dönemde henüz bilinmediği için, herkes bilmeden pisliğin içinde kulaç atıyordu... Yani plajların olduğu devirlerde de deniz kirliydi... Bu varsayımlar doğru olabilir. Ama, örneğin ben; İstanbul’un bütün sahillerinde denize girdiğim halde, hastalandığımı hiç hatırlamıyorum. Şimdi girersem hastalanır mıyım? Onu öğrenmeye de cesaret edemiyorum.
Her neyse, hamamları geçip plajlara gelelim.
Kaynak kitaplarda İstanbul’daki ilk plajlarla ilgili değişik iddialar var. Araştırmacı Burçak Evren’e göre, plajların kurulmasını kimileri İstanbul’a göç eden Beyaz Ruslara, kimileri de işgal kuvvetlerine bağlar. İlk plajların Florya, Yeşilköy ve Bakırköy sahillerinde kurulduğu ise kesin bir bilgidir. Florya sahilinde plaj kuran ilk girişimciler, Uzun Aleksandr ile Küçük Aleksandr adlı iki Rum’dur. Bu plajların birinin adı Solaryum, diğerinin adı ise Highlife’dır. Atatürk’ün Deniz Köşkü’nü yaptırmasından sonra, bu sahillerin şöhreti daha da artmıştır.
Benim Florya maceram Güneş Plajı ile başlar. Sirkeci’den bindiğim banliyö treni ile yaptığım uzun yolculuk, kabinlerdeki aşk öyküleri, o zamana göre cüretkar mayolar giymiş güzel kadınlar, onlara caka satan delikanlılar, küçük leğenlerin içinde kabinlere su taşıyanlar, bir türlü derinleşmeyen kumlu deniz... Bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçen görüntülerdir.
Aslında yüzmeyi Ortaköy Camii’nin önünde öğrenmiştim. İlkokul son sınıftaydım. O zaman Ortaköy bu kadar kalabalık bir yer değildi. Biz bizeydik. Anne ve babalarımız sahil kahvelerinde otururken, biz de caminin önündeki meydanlıkta koşturup dururduk. İşte o günlerden birinde, şimdi adını hatırlayamadığım bir arkadaşım beni denize itti. İtiş o itiş. Boğaz’ın soğuk sularından karaya çıkabilmek için epey çırpınmıştım. Sonraki günler kulaç atmayı, daha sonra şehir hatları vapurunun en üst katından denize atlayarak kızlara fiyaka yapmayı öğrendim. O gün bu gündür, akıntısız, ılık, sığ sularda yüzmekten hazzetmem.
O zamanlar, Bebek’le Aşiyan arasındaki sahilden denize girmek pek modaydı. Yaz günlerinin hemen her gününü orada geçirirdim. Babam, beni ve kardeşlerimi sık sık Salacak Plajı’na götürürdü. O, plajın üstündeki gazinoda, rakısını yavaş yavaş yudumlarken, biz plajda, denizin ve kumun tadını çıkarırdık. Salacak pırıl pırıl denizi ile o zamanların en gözde plajıydı. Rahmetli Tekin Aral, ‘Salacak Öyküleri’nde işin içine biraz da mizah katarak, suyun temizliğini şöyle anlatır: ‘ Ah ah!.. Eskiden böyle miydi İstanbul’un denizi. Hele de bizim Salacak Plajı... Bir denizi vardı, nasıl temiz, nasıl pırıl pırıl anlatsam inanamazsınız. Örneğin plajın çok kalabalık olduğu günler, şişe suyu bittiğinde plaj sahibi şişeleri denizden doldurur, millet farkına varmadan tatlı su niyetine lıkır lıkır içerdi...’
Küçüksu ve Altınkum plajlarını da çok severdim. Çünkü oralara giderken annem piknik yemekleri hazırlardı: Sigara böreği, kuru köfte, katı yumurta, yaprak sarması... O zamanlar -şimdi de- piknik yemeklerine bayılırdım.
Daha genç yaşlarımda, Tarabya Plajı’na takılmaya başladım. O yıllarda en favori plajım burasıydı. Çünkü İstanbul’un en güzel kızları, sinema sanatçıları, sosyetenin alımlı hanımefendileri hep bu plaja gelirlerdi.
Bazen de soluğu Büyükada’da, Yörükali veya Değirmen plajında alırdık. Bu plajlara gitmek için hafta arasını tercih ederdik. Çünkü hafta sonu tıpkı bugünlerde olduğu gibi ada ana-baba gününe döner, kavgalar çıkar, gürültüden geçilmezdi. O yıllarda çok uzak olduğu için, şu anda kıyısında oturduğum Süreyya Plajı’na, Kartal Nizam Plajı’na gidemezdim.
Burada lafı ünlü yazar Selim İleri’ye emanet etmek istiyorum. İleri, ‘Yıldızlar Altında İstanbul’ adlı kitabında, sanki bir zaman makinesine binip, kentin geçmişine gidiyor. Ve bu büyülü yolculukta, İstanbul plajlarını şöyle anlatıyor:
YOK OLAN PLAJLAR
‘İstanbul daha düne kadar bir denizler kentiydi. Şimdi denizler yaşamıyor. Daha dünün İstanbul’unda birçok plaj, yaz boyunca, bir eğlence, şenlik havası estirir, çoluk çocuk, gençler, yaşlılar, aileler denizden sevinç duyardı.
Kadıköylü olduğum için hep Moda Plajı’na yanarım. Moda Plajı başlı başına bir romandır... Moda’yı bir müzikal gibi de anımsayabilirsiniz. Bütün günler, bütün yaz plajın ses yükselticilerinden moda şarkılar çalıp dururdu... Bazen Suadiye Plajı’na gidilirdi. Suadiye Plajı’na seyrek gidilirdi, çünkü Suadiye lükstü, pahalıcaydı, sosyetikti... Caddebostan’ı, Bostancı’yı unuttum sanılmasın. Ama Fenerbahçe Plajı’nda daha uzun yazlarım var. Yüzmeyi Fenerbahçe Plajı’nda öğrendim... Fenerbahçe Plajı’nın kumsalında küçük şeytanminareleri, küçücük deniz salyangozları elmas ışıltılı sularda yaşamaya çalışır, çocukların kum kovalarında hep ölüm tehlikesi atlatırlardı.
Sonra Salacak Plajı: O artık Boğaziçi’nin ilk durağı gibiydi. Kadıköy’ün uysal denizi burada usul usul hırçınlaşır, usulca soğur, dipten soğuk su damarları geçer, hele ağustostayken sanki sonbahar çıkagelirdi. Boğaziçi’nin en güzel plajlarından biri Küçüksu Plajı’ydı. Deniz üstündeki lokantası, uçuşan, yapraklanan tenteler belleğimden çıkmıyor... Denizler kenti İstanbul’un plajları bitecek gibi değildir. Tarabya’nınki pek sosyetikti. Şık, havalı hanımlar, otomobilli beylerin uğrağıydı Tarabya Plajı. Bebek Oteli’ninki de sosyetikti.
Sarıyer’e doğru gitikçe özel plajlar, dört bir yandan ahşap perdelerle örtülü, ufarak deniz hamamlarına rastlanırdı. Sevgili babam bunların konsoloslukların özel kabinleri olduğunu söylerdi... Büyükada’nın Yörükali’si ünlüydü. Akşamüstü yorgun argın, eşek sırtında vapur iskelesine dönüşlerimiz, hep bir ayrılık duygusu bırakırdı... Burgaz’ın, Kınalı’nın plajları var mıydı, yoksa her yerden mi girerdik denize...’
Topu topu 20 yıl öncesine kadar böylesine bir ‘denizler kentiydi’ İstanbul. Şimdi deniz bitti, uzaklara gitti. Günün birinde geri dönecek mi acaba?
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2004
Sıcak bunaltınca kendimi Uludağ’ın zirvesindeki soğuk rüzgarların kucağına attım. Daha sonra ‘Kış Güzeli’ni yalnızlığı ile baş başa bırakıp, hüzünlü bir geçmişi olan Tirilya’da eski sokakları arşınladım. Oradan dere tepe düz gidip, gizli kalmış bir cennet olan Taraklı’da duran zamanın içinde dolaştım.
Gezgin ruhum durmaktan sıkıldı. Vücudumun her yerinde, beynimin kıvrımları arasında dolaşıp durdu ve beni tekrar yollara düşmeye zorladı. Bu baskıya dayanamadım, bunaltıcı sıcakları bahane edip sıcak bir cuma sabahı erkenden yola çıktım... Kırmızı katırın gazına bastığımda, ruhumun şen kahkahalarını duyar gibi oldum.
Amacım yakın ve serin bir yere gitmekti. Yakınlarda serin bir yer nasıl bulabilirdim ki?.. Aklıma Uludağ’ın zirvelerindeki soğuk rüzgarlar geldi. Onlarla sarmaş dolaş olup üşümeyi düşledim. Hem bu ‘kış güzeli’nin yazlık yüzünü de görmüş olurdum. Arabamın bagajına bu kez küçük mangalımı da yerleştirdim. Piknik malzemeleriyle doldurduğum mini buzdolabını da mangalın yanına koydum.
Bir solukta yolu bitirip, Bursa’nın kapısına dayandım. Bir de baktım ki sıcak, bir tül perde olmuş, Bursa’yı sarıp sarmalamış. Arabanın termometresindeki 34 dereceyi görünce korktum. Yağmurdan kaçarken doluya mı tutulmuştum!..
Kente yaklaştıkça, örtünün altından hayal meyal görüntüler belirmeye başladı. Binalar, kubbeler, minareler... Aslında yeni Bursa’nın gerçek görüntüsünün bu olmadığını biliyordum. Bunlar, pusun ve güneşin bir oyunuydu. Yeni yapılan plazalar, yüksek binalar Evliya Çelebi’nin ‘ruhaniyetli şehir’ nitelemesini silip süpürmüştü.
TANPINAR’IN BURSA’SI
Bence Bursa’yı en güzel anlatan yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Onun ‘Bursa’da Zaman’ını okuduktan sonra, Bursa hakkında bir şey yazmamaya karar vermiştim. Çünkü Tanpınar her şeyi yazıp bitirmişti. Hem de ne yazmak!.. O şiirsel anlatım beni buruşturup, bir kenara fırlatmıştı. Bursa’yı onun gibi anlatamadıktan sonra yazmanın ne anlamı vardı ki? Tanpınar, ‘Bursa’da Zaman’da kenti şöyle tanımlamıştı:
‘Kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır!..’
Bursa’yı bir acele geçip, Uludağ’a tırmanan yola saptım. Dağın eteklerinde cuma telaşını yaşayan yol, tırmandıkça tenhalaştı. Kışın karında buzunda vızır vızır zirveye tırmanan, karlı dağdakileri düze indiren arabalar bu mevsimde ortalıkta görünmüyordu. Çekirge’den yukarılara doğru kıvrılan yokuşa yaz yalnızlığı çökmüştü. Yolun ortasında bir nefeslik durup, aşağıları seyrettim. Pusun ardına gizlenmiş olan ova, ‘gözün lezzet alabilmesi için yetecek derecede büyük ve genişti...’
‘Kendin Pişir Kendin Ye’ restoranları henüz sabah mahmurluğundaydı. Akşamın yorgunluğu öylesine üstlerine sinmişti ki, bir iki silkelenmeyle atılacak gibi değildi. Belli ki ovanın sıcağından bunalan Bursalı, buraya sığınmış, kandili burada söndürmüştü.
Tırmandıkça kahveler, restoranlar, evler teker teker görüntüden çekildi. Sahneyi sedir ve çam ormanları aldı. Kışın bembeyaz karla örtülü olan toprak, şimdi yemyeşil eğrelti otu ile kucaklaşmıştı. Rüzgarla birlikte dalgalanan otlar, ormana ağaçlı bir yeşil deniz görüntüsü veriyordu. Arabanın pencerelerini açıp, reçine kokan havayla ciğerlerimi yıkadım. Zirveye doğru kulaklarım rüzgar sesini aradı. Rüzgar biraz kuvvetli esse, ormandan dalga seslerinin yükseleceğini biliyordum. Ormanın sesinin denizin sesine benzediğini çok yıllar önce keşfetmiştim.
DAĞIN YAZLIK GİYSİSİ
Otellerin olduğu meydanlıkta, koyu bir yalnızlığın içine düştüm. Kış aylarının o şıkır şıkır otellerinden çıt çıkmıyordu. Kışın bir modaevi podyumunu andıran kahvelerde in cin top oynuyordu. Kış şımarığı topal bir köpek, bir umut arabaya yaklaştı ama umduğunu bulamayınca kış rüyasına geri döndü.
Arabamın termometresi 20 dereceye kadar düşmüştü. Tırmanışa 31 derece ile başlamıştım. Hava 15-20 dakika içinde 11 derece birden soğumuştu. Kollarımı açıp, serin rüzgarla kucaklaştım.
Kayak pistlerine giden telesiyejler, morlu, sarılı çiçeklerle süslü çimenlerin üstünde tembelliğin tadını çıkartıyorlardı. Uludağ beyaz gelinliğini çıkartıp, allı yeşilli elbisesini giymiş bir genç kız gibi cıvıl cıvıldı... Bu otellerin yaz aylarında neden kullanılmadığına akıl erdiremedim. Burası sıcaktan kaçıp, kitap okumak, ormanların içinde yürüyüş yapmak, hafta sonunda huzur yüklenmek isteyenler için ideal bir adresti.
Kışın karların altında kaybolan toprak yoldan zirveye doğru çıkmaya başladım. Yukarı çıktıkça oteller küçüldü, bulutlar bile aşağıda kaldı. Yolun bittiği yerde -zirvenin biraz aşağısı- bir kayaya yaslanıp, bulutların arasından ovayı, ormanları, kanat çırpmadan süzülen kuşları, dağın eteğine çöreklenen sıcağı seyrettim. Acele etmeden dönüş yoluna çıktım. Sarıalan’da dağın buz gibi suyunu akıtan onlarca çeşmeden birinde yüzümü yıkayıp, mataramı doldurdum.
Gözlerden uzakta bir köşede bagajdan küçük masamı çıkartıp, öğle yemeği hazırlığına başladım. Masanın örtüsüne çiçekler serpiştirdim, salatamı hazırladım, mangalımın üstüne et profesörü Cüneyt’in hazırladığı lezzetleri dizdim: Bir et şiş, bir tavuk şiş, iki kalem kuzu pirzola, iki köfte...
Yemek sonrası Uludağ’ın arka yüzünden, Soğukpınar, Keles yolundan kıvrıla kıvrıla indim. Böğürtlenlerin, mor çiçeklerin, kırmızı gelinciklerin, sarı papatyaların süslediği yoldan giderken, kış güzeline, yazlık elbiselerin de çok yakıştığına karar verdim.
İkinci durağım olan Tirilya’ya -Zeytinbağı-, Mudanya üzerinden değil de, Ulubat Gölü’nün karşısındaki sapaktan gittim. Önce ayçiçeği tarlalarının, sonra meyve ağaçlarının, en sonunda da dağı taşı kaplayan zeytin ağaçlarının arasından geçip, eski evleri, kiliseleri, daracık sokakları ve hasret öyküleri ile süslenmiş Tirilya’ya vardım.
Tirilya’nın adının anlamı hakkında çeşitli yorumlar okumuştum. Aklıma yatanlardan bir tanesine göre kasabanın adı Aya Yani, Aya Yorgi ve Aya Sotiri adlı üç papazdan geliyordu. Bu üç papaz, aforoz edildikten sonra İznik’ten ayrılıp buraya yerleşmişlerdi. Bundan ötürü buranın adı Tri (üç) İlya (papaz) olmuştu. Bir diğer rivayet de şöyleydi: Latince Tirilya, kırmızı balık, barbunya anlamına geliyordu. Bu balık, burada bol bol tutulup Doğu Roma İmparatoru’na gönderiliyordu. Bu nedenle köyün adı Tirilya olarak kalmıştı. Herkesin hálá Tirilya dediği kasabanın adı 1900’ün başlarında önce Mahmut Şevket Paşa, 1963 yılında ise Zeytinbağı olarak değiştirilmişti.
Arabayı asırlık çınarın gölgesine park edip, önce Hagios Stephanos kilisesinin bulunduğu tepeye tırmandım. 720 yılında yapıldığı öne sürülen yaşlı kilise ilk gelişimdeki gibi, kendisi gibi yaşlı bir incir ağacına yaslanmış, yıkık dökük duruyordu. Sonra dar sokaklardan, eski evlerin arasından geçip, Kıbrıs’ın eski cumhurbaşkanı Makarios’un okulunun önünden aşağı indim. Evler iki yıl öncesine göre daha da yıpranmış, renkler solmuş, kapıların üstündeki kilitler pastan iyice görünmez olmuştu. Bildiğim sokakları boydan boya arşınladım. Kasabanın hüzünlü öyküsünü de bir kez daha hatırladım:
Rumları zorunlu göçe götürmeye gelen gemiye, köyün Müslüman sakinleri de binmiş, Tekirdağ’a kadar sarmaş dolaş gitmişlerdi. Tekirdağ’da Müslüman yolcular inerken gemiden sadece hıçkırık sesleri yükselmişti.
Yine zeytin ormanlarını aşıp, geceyi geçireceğim Mudanya’ya vardım. Yaz kalabalığını, kıyıda piyasa yaparken yakaladım. Bir balık ziyafeti ile yolculuğumun ilk gününü noktaladım.
ZAMANIN DURDUĞU YER
Ertesi sabah erkenden yola çıktım. Denize paralel yoldan Gemlik’e, oradan İznik Gölü’nün güney kıyısından Geyve’ye doğru yelken açtım. Nereye baksam meyve ağacı görüyordum: Elma, kiraz, şeftali, armut... Bütün ovadan bereket fışkırıyordu. Geyve’den Taraklı sapağına saptım. Tepelere çıktım, düzlüklere indim tam 36 kilometre sonra Taraklı ilçesine vardım. Çoktandır adını duyduğum ama bir türlü gidemediğim ilçeyi görür görmez, burada da zamanın durduğunu hissettim. Tıpkı Beypazarı, Safranbolu, Göynük, Mudurnu gibi... Arabayı bir kenara çekip, kaldırım taşı döşenmiş daracık sokakları arşınladım. Yorulunca, bir zamanlar hamalların soluklandığı ‘dinlenme taşları’na oturup, geçmiş dönemleri düşledim. Sonra Hıdırlık Tepesi’ne tırmanıp, karşıdaki hisarın etrafındaki mahalleyi seyrettim. Osmanlı şehir dokusunun vazgeçilmez üç katlı ahşap evleri, onca yaşlarına aldırmadan hálá birilerini barındırmayı sürdürüyorlardı.
Tepeden inip, ilçenin ortasındaki beş asırlık ulu çınarın gölgesine sığındım. Taraklı’nın tüm sırlarını bilen bu ağaca saygıyla dokunup hayır duasını istedim. İstanbul’a dönüşümde kaynakları karıştırırken Evliya Çelebi’nin bu küçük kasabaya da uğradığına şaşkınlıkla şahit oldum. Ünlü gezginin yazdıklarını okuyunca bugünü anlattığını sandım:
‘Taraklı, Bursa Tekfuru tarafından yaptırılmıştır. Osman Gazi’nin fethidir. Yüzelli akçeli kazadır. Halen kalesi virandır. Ama kasabası bağlı, bahçeli, beş yüze yakın mamur evi ile şirin bir kasabadır... Çarşı içindeki (Yunuspaşa) camii güzeldir. Bir hamamı, beş hanı, altı mahalle mektebi ve iki yüz dükkanı vardır. Hemen herkes kaşık ve tarak yaptığından bu şehre Taraklı denir... Suyu ve havası çok güzeldir. Bütün dağlar ormanlarla kaplı av yeridir...’
Taraklı bir paragrafla geçiştirilecek bir ilçe değildi. Ona ayrı bir sayfa ayırmak gerekti. Bir başka zaman bir daha gelip, köşe bucak iyice gezmek niyetiyle bu gözden uzakta, kendi halindeki Taraklı’dan ayrılıp, İstanbul’un yolunu tuttum.
Yazının Devamını Oku