Yazı dünyasında gezinti

Önce Frankfurt sonra İstanbul. Satırlar arasında yaptığım hayatımın en keyifli yolculuklarından biri ekim ayında gerçekleşti.

O kapılarını ilk açtığı gün doğan çocuk, bugün 55 yaşında, hafif beli bükülmüş, biraz göbek salmış, saçının rengi beyaza dönmüş bir orta yaşlı adam -veya kadın- oldu. O ise her geçen yıl daha da gençleşti, ilgi odağı olmayı sürdürdü, bütün dünyaya kendinden söz ettirdi, ziyaretçi sayısını artırdı.

‘O’ dediğim yer, Frankfurt Kitap Fuarı’ydı. Bir hafta boyunca, yayın dünyasının kalbinin attığı yerdi. Ben, her yıl ekim ayında, birkaç günümü Frankfurt’ta geçiririm. Bu süre içinde kenti pek görmem. Zamanımın çoğu fuarda, kitapların arasında akıp gider. Yüzlerce dilin birbiriyle çarpışmasından oluşan uğultuyla kaplı koridorlar arasında sürüklenip dururum. Burada bugünden biraz uzaklaşıp, yıllar önce, ketçap damlamış bir masanın köşesinde, not defterime yazdıklarıma dönmek istiyorum:

‘Dar sokakların bu kadar kalabalık olduğunu ilk kez burada görüyordum. Herkes omuz omuza yürüyordu. Bunlar takım elbiseli, kravatlı, sakallı, tıraşlı, uzun saçlı, kel erkekler ile uzun etekli, mini etekli, pantolonlu, zayıf, şişman, güzel, çirkin kadınlardı... Bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlardı. Veya bir masada kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı. Bir gürültü, bir uğultu her yeri bir sis perdesi gibi kaplamıştı. Kim konuşuyordu?.. Ne konuşuyorlardı?.. Etrafımda uçuşanlar tek bir dilin sözcükleri değildi. Yüz ayrı dil vardı bu sokaklarda. Ama herkes her sözcüğü anlıyordu. Bütün dünyanın bu sokaklarda işi neydi veya bu sokaklar bütün dünya mıydı?

BENZERSİZ YOLCULUK

Sözcük sağanağı altında öylesine geziniyordum. Bu yolculuğum daha önceki yolculuklarıma hiç benzemiyordu. Gezdiğim yerler bir ülkenin, bir kentin ön, arka, yan, karanlık sokakları değildi. Ama yine de sokaktı işte!.. Napoli’nin, Venedik’in, Prag’ın, Roma’nın sokakları gibi daracıktı. Ama yerlerde taşlar yoktu ve binaların üst katlarındaki pencerelerden insanlar bakışmıyordu. Çünkü buradaki evlerin üst katları yoktu. Hepsi giriş katıydı. Kapılar da kapalı değildi. Kapısız, penceresiz odalardı bunlar. Çokça aydınlatılmış, içerisi görünsün diye bir cephesi açık bırakılmış odalardı...

Bu odalar neyi barındırıyordu? Ben bu kadar baştan çıkartıcı, tahrik edici, sürükleyici, davetkar, kendinden geçirten, insanı başka alemlere götüren, çarpan, un ufak eden, şaşırtan, ağlatan, güldüren odalara dünyanın hiçbir sokağında rastlamamıştım. Buradaki odaların vantuzlu kolları vardı. Beni, önlerinden geçerken sarıp sarmalıyor, içlerine çekiyorlardı. Ve sonra fırlatıp atıyorlardı. Ardından başka bir odanın kolları arasında buluyordum kendimi. Kuvvetli, sıcak, yumuşak, aşk dolu, eli bıçaklı, barut kokulu, gerçekçi, romantik kollardı bunlar. Görünmüyorlardı ama olduklarına yemin edebilirdim...

Yine bu sokaklarda kendilerine ite kaka yer açmaya çalışan milyonlarca sözcük vardı. Yemeklerin, içkilerin en lezizi, para kazanmanın bin bir yolu, hayvanlar, çiçekler, zirveler, yollar, yol göstericiler hep bu odalardaydı.

En güzel şiirler buralarda okunuyordu. Harfleri en anlamlı bir şekilde yan yana getirenler yine o odalardaydılar. Kendileri gelmemişlerdi ama cümlelerini göndermişlerdi. Satırlarını emaneten bırakmışlardı. Bu sokaklarda çocuklar da vardı. Kıpır kıpır, renkli, neşeli, ama sessiz çocuklar. Odaların duvarlarına asılmış eylemsiz oyunlar oynuyorlardı. Bu odalardan birinde üç rahibe gördüm. Aydınlık gülümsemeleriyle, teolojinin o uçsuz bucaksız derinliklerine davet ediyorlardı beni... Bir başka sokakta, milyonlarca harfi iki karton arasına hapsedip, duvarlara yan yana dizdikleri odalara rastladım. Bu odalarda dünya üstünde, evrende ne kadar soru varsa hepsinin bilindiğini gördüm. Cehaletimden utandım.

LEZZETLİ SOSİSLER

Anadan üryan kadınlara rastladım. Tek boyuta indirgenmiş bu kadınların, sadece sanatsal kaygılarla dar sokaklara süs olduğuna inandım. Başka sokaklarda teknolojiye rastladım. Fotoğrafların, yazıların milyonlarca çizgi olup, zar gibi ince bir metalin içine sığıştığını, oradan dünyanın en uzak köşelerine dahi birkaç saniyede ulaştığını gözleyip, zamanın başka boyutlara taşındığına tanık oldum.

Yaşamım boyunca binlerce sokak gezdim ama buradaki sokaklara benzeyenine hiç rastlamadım. Çünkü burada bütün dünya bir aradaydı ve çok aydınlıktı. Karanlıkların hiç uğramadığı sokaklardı bunlar. Burada evrenin nasıl şekillendiğine, yarının nereye gittiğine şahit oldum... Başım fırıl fırıl döndü. Bu sokakların bir parçası olmadığıma üzüldüm. Olanları kıskandım!..’

Bu notları kaç yıl önce yazmışım bilmiyorum. Tarih atmamışım. O yıllarda Frankfurt Kitap Fuarı’nı daracık sokaklardan ibaret bir dünyaya benzetmişim. Şimdi bakıyorum da pek değişen bir şey olmamış. O daracık sokaklar dün olduğu gibi bugün de aydınlık saçmaya devam etmişler.

Yine kenarına ketçap damlamış bir masada oturup, bu yılki gözlemlerimi not ettim. Burada bu ketçap lekelerine bir açıklama getirmem gerektiğini hissettim. Frankfurt Kitap Fuarı’nın kitapları kadar sosisleri de meşhurdu. Fuara katılanların hemen hepsi bu sosislerle karınlarını doyuruyorlardı. Hemen hemen her binanın girişinde bir sosis arabası yer alıyor, onun önünde uzun kuyruklar oluşuyordu. Bir eline sosis tabağını, diğer eline bira bardağını alanlar masalarda yer bulabilmek için sıralar arasında dolaşıp duruyorlardı.

Aynı zamanda bir sosis uzmanı olan yazar Deniz Kavukçuoğlu’ndan öğrendiğime göre, fuarda satılan Thüringer ve Hessischer adlı sosisler ızgara yapılıyordu. Frankfurter ve Bockwurst türleri ise haşlanıyordu. Yuvarlak ekmeğin arasında servis edilen Zindswurst ise sığır etinden yapılıyor ve ızgarada pişiriliyordu. Fuar boyunca kolesterol ile ilgili tüm korkularımı bir kenara bırakıp, sosisle olan hasretimi her yıl olduğu gibi bu yıl da giderdim.

350 BİN KİTAP

Aldığım notlara dönersek; bu yıl fuara 102 ülkeden 6 bin 638 yayıncı katılmıştı. Bu yayıncıların sunduğu kitap sayısı ise 350.000’di. Bu yıl fuara dünyanın dört bir yanından gelmesi beklenen ziyaretçi sayısının ise 289.000 olacağı tahmin ediliyordu. Frankfurt Kitap Fuarı’nda, kapanış gününe kadar kitap satışı yapılmıyordu. Sadece yayıncılar birbirleriyle telif hakları için pazarlık yapıyor ve anlaşmalar imzalıyorlardı.

Kitap satışının yasak olması, kitap meraklılarını yasal olmayan yolları -kitap çalmak gibi- denemeye zorluyordu. Kahvelerde buluşan yayıncılar, bu yolda elde ettikleri ganimetleri birbirlerine göstererek yeteneklerini sergiliyorlardı.

Not defterime bir de şunu yazmışım: ‘Dijital makineler yüzünden herkes fotoğrafçı olmuş!..’ Gerçekten de fuara katılan herkesin elinde bir fotoğraf makinesi vardı. Kimi anı, kimi kitap kapağı, kimi yazar, kimi de afiş fotoğrafı çekiyordu. Bir de hemen herkes peşinde küçük bir valiz sürüklüyordu. Broşür ve kataloglarla ağırlaşan bu valizler, akşam otellerde daha büyük valizlere boşaltılıyor, toplama işi ertesi gün de devam ediyordu.

Her odacığın değişmez içkisi kırmızı ve beyaz şaraptı. Telif pazarlığı başlamadan önce kadehler dolduruluyor, önce bir iki yudum şarap içilerek ön konuşmalar yapılıyor, sonra telif konusuna geçiliyordu. Şarap ikramı sabahtan akşama kadar günün her saatinde yapılıyordu. Bir de, yazarların katıldığı özel partiler düzenleniyor, o zaman ise şampanyalar patlatılıyordu. Yani sokakların arasında bir şenlik havası vardı.

Frankfurt’tan sonra soluğu Beylikdüzü’ndeki TÜYAP Kitap Fuarı’nda aldım. Burada da kitap sevenlerle sohbet ettim. Yazar arkadaşlarla yapıtları üstüne tartıştım. Anlayacağınız ekim ayında satırların, sayfaların arasında dolaştım durdum... Bunu da unutamadığım geziler bölümüne kaydettim.
Yazarın Tüm Yazıları