Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, oturmaktan sıkılmış olacak ki telefon etti : ‘Hadi Marmara Adası’na gidelim. Her yanı uskumru sarmış, doya doya yeriz...’
İtiraz edemeyeceğim bir teklifti. Zaten ben de evde oturup, bilgisayarın başında kitapla uğraşmaktan sıkılmıştım. Bir bulutlu cumartesi günü buluşup, soluğu Tekirdağ’da aldık. Vapurun kalkmasına daha çok vakit vardı. Hem vakit geçsin hem karnımız doysun diye, hemen yolun kıyısındaki bir köfteciye oturduk. Köftecinin methini taaa Tekirdağ girişine asılan bir bez afişte okumuştum. 1966 yılından beri müşterinin hizmetinde olduğunu, en iyi köftenin kendi dükkanlarında yenebileceğini koca harflerle ilan etmişlerdi. Köftecinin önündeki otobüsleri görünce, doğru adrese geldiğimize inandım.
Sözün kısası: Karışık bir köfte, yoğurt ve piyaz ısmarladık. Köfteler neredeyse yanmış geldi. İçleri ise hiç pişmemişti. Sandviç şeklinde yapılan kaşarlı köfte ise daha masaya konarken donmaya başladı. Ayçiçeği yağı konulan piyazın fasulyeleri leblebi gibi sertti. Ama üstünde kaymağı ile gelen yoğurdun hakkını yememek lazım. Onun ekşi-tatlı tadı hálá damağımda duruyordu. Böylesine lezzetli yoğurdu uzun zamandır yememiştim. Anlayacağınız Tekirdağ’ın ünlü köftesi yerine, yarısı yanmış lastik gibi bir şeyler yiyip kalktık. Çok da pişman olduk.
Marmara Adası’na giden feribotlar, Tekirdağ’a yedi kilometre uzaklıktaki Kumbağ’ın Barbaros limanından kalkıyordu. Feribot deyince aklınıza koca arabalı vapur gelmesin. Bunlar balıkçı motoru görünümünde, özel yapılmış büyük teknelerdi. Feribot tam vaktinde kalktı. Kalkar kalkmaz da kaptan köşkündeki hoparlörden bangır bangır ağdalı bir arabesk yükseldi. Zeki ile ne kadar uğraştıysak da müziğin sesini kıstıramadık.
ANTİK ÇAĞDAN BUGÜNE
Marmara Adası uzaklarda, pusların içinde görünüyordu. Tepesinde bulutlar kümelenmişti. Demek rüzgar poyrazdan esiyordu. Bunu ünlü Piri Reis’ten öğrenmiştim. Piri Reis, ada hakkında şu bilgileri vermişti: ‘Bu ada Akdeniz’den İstanbul’a gelen gemilerin uğrak yeridir. Çevresi 60 mil kadardır. Eğer poyraz rüzgarı eserse adanın üzerinden bulut eksik olmaz. Eğer lodos eserse adanın ortasındaki dağın üstünde bulut olmaz açıklık olur...’
Gökçeada’dan sonra Türkiye’nin ikinci büyük adası olan Marmara’da, yerleşimin geçmişi antik çağa kadar uzanıyordu. Reşit Mazhar Ertüzün’ün, ‘Kapıdağ ve Çevresindeki Adalar’ adlı kitabında adanın ilk adının Elafonesos olduğu, bunun da Elafos’tan, yani geyikten geldiği ve ‘Geyik Adası’ anlamını taşıdığı belirtiliyordu. Yine aynı kitapta, İÖ VI. yüzyıl sonuna doğru adanın Yeni Prokonnesos, bir süre sonra da sadece Prokonnesos adını aldığı anlatılıyordu. Tarihçilere göre, Bizanslılar buraya ‘çeyiz’ demek için, proiks veya proikos’tan gelmek üzere Proikonnisos adını veriyorlardı ki, burada çeyizden kastedilenin, dünyanın en kaliteli mermerlerinin çıktığı ocaklar olduğu öne sürülüyordu.
Adanın Marmara adını ne zaman aldığı ise kesin olarak bilinmiyordu. Ertüzün, mermerden gelen (marmor) bu adın Bizans devrinde ve özellikle İtalyan gemiciler tarafından kullanıldığını belirtiyordu. On beşinci yüzyıldan beri idareyi eline geçiren Osmanlılar da, söylenmesi zor olan Prikonisos adı yerine, Türk diline daha yatkın olan Marmara adını benimsemişlerdi.
BAKİR KOYLAR
Ada’ya yaklaştıkça görüntüler de netleşti. Genellikle yeşil renk hakimdi. Sadece Batı kesiminde, mermer ocaklarının bulunduğu yerler yama gibi sırıtıyordu. Halbuki 1800’lü yılların ikinci yarısında adaya gelen Fransız araştırmacı Charles Texier’in gördükleri ise benim gördüklerimle örtüşmüyordu. Texier ‘Küçük Asya’ adlı kitabında Ada hakkında şunları yazmıştı: ‘Bu adanın görüntüsü çok kıraçtır. Dağlar düzensiz bir şekilde kesiktir ve çok sayıda tepesi olan bir dağ oluşturur denebilir. Ağaç azdır ve toprağının yeşillikten yoksun kül rengi, çok hüzün verici bir görüntüdür. Bununla beraber dünyanın en eski dönemlerinden beri Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı’nın bütün şehirlerine mermerlerini vermekle sonsuza dek bir ün kazanmıştır...’
Marmara Adası’nın Tekirdağ yönüne bakan kıyılarında yerleşim yoktu. Texier’in yazdıklarının aksine tepeler yemyeşildi. Ada’ya yaklaştıkça koyların güzelliği daha da belirginleşti. Böylesine güzel koyların bunca yıl bakir kalmasına şaşırdım. Hem ana karaya yakın, hem çok güzel, hem çok temiz, hem de yapayalnızlardı. Türkiye’de tüm bu özelliklerin yan yana gelmesi oldukça zordu. Sanırım mevsimin kısalığı, kıyının ve yamaçların sert kayalarla kaplı olması bu güzelim koyları yağmalanmaktan, sitelerden, yazlıkçılardan korumuştu.
Önce geminin yanında sıçrayan yunus balıklarını gördüm. Sanki feribottaki yolcuları selamlıyorlardı. Sonra koya demirlemiş birkaç balıkçı kayığı gözüme çarptı. Süt liman sulara oltalarını salmış sabırla bekliyorlardı. Bu kayalıklarda yuvalanmış iskorpitler, karagözlerle oynaşmak kim bilir ne kadar zevkli olurdu. Bir an kayığın içinde olup misinayı tutmayı arzuladım.
BABALAR GEMİSİ
Burnu dönünce Çınarlı köyü, deniz kıyısına sıralanmış evleri, camisi, kumsalı, restoran ve kahveleri ile karşımıza çıktı. İskele ana-baba gününe dönmüştü. Köyde yaşayan hemen herkes neredeyse iskeleye yığılmıştı. Feribot uzun bir düdükle bekleyenleri selamladı. Sonradan Ada’da bu feribotlara ve deniz otobüslerine, ‘Babalar Gemisi’ dendiğini öğrendim. Çünkü hafta arası Ada genellikle kadınlara ve çocuklara kalıyordu. Erkekler, cuma akşamüstü iskelelere yanaşan vapurlardan sökün ediyorlardı. Erkeklerin elleri genellikle paketlerle dolu olduğu için, sarılmak kadınlara kalıyordu. ‘Haftalık hasret’ önce iskele üstünde gideriliyor, daha sonra da herkes evine dağılıyordu.
Feribottan inebilmek için, iskelenin üstündeki karşılama töreninin bitmesini bekledim. Kıyı şeridine arabaların girmesi yasak olduğu için, daracık sokaklardan güç bela geçip, köyün arka yüzündeki otoparka arabayı çektim. Sahildeki ‘piyasa yolu’ öylesine dardı ki, değil arabaların geçmesi, insanların yan yana yürümesi bile zordu. Yolun bir kıyısında kumsal, diğer kıyısında ise dükkanlar, evler, restoranlar, kahveler ve oteller sıralanıyordu. Güneş batarken masalar kumsala indiriliyor, kulaç sesleri yerini kadeh seslerine terk ediyordu.
Bütün adalar gibi Marmara Adası’nda da bir zamanlar nüfusun çoğunluğunu Rumlar oluşturuyordu. İstanbul’un fethiyle birlikte bu adalara Türkler de yerleştirilmeye başlanmıştı. Eski belediye başkanı Ahmet Enön’ün yazdığı ‘Marmara Adası’nda Sekizbin Yıl’ adlı kitaptan okuduğuma göre Ada’ya ilk Türk göçmenler Amasya, Tokat, Erzincan ve Eğin’den gelmişlerdi. Daha sonra Karadenizliler sökün etmişti. Sinop ve Trabzon’dan ilk gelenler daha çok cami imamlığı yapmışlar veya mermer ocaklarında çalışmışlardı.
O zamanlar adı Galimi olan Çınarlı köyüne de Rize’nin Çayeli, Çeçeva, Pazar köylerinden gelenler yerleşmişti. Bir zamanlar bağcılık, meyvecilik ve balıkçılıkla uğraşan kendi halindeki Rum köyü, şimdi kendini yazlıkçıların kollarına teslim etmişti. Bunların hepsini bana, sahildeki kahvede birlikte yorgunluk çayı içtiğimiz Onnik Usta anlattı. O, tam 28 yıldan beri bu küçük köyde, yüzyıllık ceviz ağacının gölgesindeki yazlık evinde, çoluk çocuğuyla yaz aylarının tadını çıkarıyordu.
YAŞLI ÇINARLAR
Marmara Adası’nda dikkatimi yaşlı çınarlar çekti. Her meydanda neredeyse birkaç tane asırlık çınar, kızgın yaz güneşine kol kanat gerip, ada sakinlerine sığınacak gölgelikler oluşturuyordu. Çınarlı’nın adı da, köydeki üç-dört yaşlı ağaçtan esinlenilmişti. Onnik Usta, bu çınarların bin yaşında olduğunu söyledi. O kadar olmasa da birkaç asırdan beri bu köyü süsledikleri, görkemli gövdelerinden, kalın ve uzun dallarından belli oluyordu. Onların koyu gölgesinden geçip, tekrar arabama bindim. Ben manevra yaparken Zeki, Onnik Usta’yla akşam yemeğinin planlarını yapıyordu.
Sayfa yine bitti. Burnumuzun dibindeki adada anlatacak meğerse ne kadar çok şey varmış. Marmara kasabası, diğer köyler, cennet koylar, mermer ocakları, yeme-içme konuları haftaya kaldı.