26 Aralık 2004
Geçenlerde cumayı çalıp hafta sonunu uzatım ve Viyana’ya gittim. Noel için bir gelin gibi süslenmiş kentte, sıcak pançla ısınıp, şinitzelle karnımı doyurup, asırlık kahvelerde, konserlerde, sergilerde günümü gün ettim. Yaşlı ve asil kentin tadı damağımda kaldı. Noel öncesinde Avrupa kentlerinin görünümüne doyum olmaz. Süslenip, püslenip bütün güzelliklerini ortaya dökerler. Hele Orta Avrupa’nın üç güzeli: Viyana, Prag, Budapeşte!.. Özellikle karlı kış günlerinde, beyazlara bürünmüş güzel gelinleri andırırlar. Noel öncesi bu kentlerde üşüyerek dolaşmayı çok severim. Bu kez hakkımı Batı’nın ‘Uçbeyi’ Viyana’dan yana kullandım. Geçen hafta sonu -cumayı da ekleyerek- soluğu, her köşesine asalet sinmiş bu kentte aldım.
Hava soğuktu ama kar henüz yağmamıştı. Kalın bulutlar güneşi örtmüş, Viyana’yı gri bir tülle sarmalamıştı. Bu, kente üçüncü gelişimdi. Yani eskiden tanışıklığımız vardı.
Sabahın köründe kalkan uçaklara kızarım ama günü kazandırırlar. Bu uçuşumda da öyle oldu. Viyana’da otelime girdiğimde saat henüz sabahın 09.00’u idi. İyi bir indirim aldığım için, kentin merkezindeki Hilton’da kalıyordum. Her yere yürüme mesafesinde olması önemli bir avantajdı. Ne bir randevum vardı, ne yetişecek bir işim... Viyana’ya aylak aylak dolaşmaya, sergilere gitmeye, müzik dinlemeye ve yemek yemeye gelmiştim. En sevdiğim gezi türü buydu. Çantamı odaya bıraktıktan sonra sokaklarla buluşmaya gittim. Soğuk kulaklarımı ve yüzümü kesiyordu.
SICAK PANÇ VE ŞARAP
Ara sokaklarda süslenmiş, baştan çıkartan vitrinleri seyrede seyrede kentin merkezindeki Stephans Katedrali’ne geldim. Süslü faytonların yanından geçerek, meydandaki kalabalığa karıştım. Daha önceki gelişlerimde gezdiğim için katedralin içine girmedim. Dışarıdan seyretmekle yetindim. En çok ilgimi mozaikle döşenmiş çatı çekti. İkinci Dünya Savaşı’nda tahribat gördüğü için yeniden yapılan çatıda yarım milyon mozaik kullanılmıştı.
Meydandaki kalabalıkları yarıp, Viyana’nın en eski caddelerinden biri olan Graben’e vardım. Bir zamanlar kale hendeği olan bu cadde de Noel süsleriyle sarılıp sarmalanmıştı. Kalabalıklar, caddenin renkli ve pırıltılı vitrinlerini seyrederek dalga dalga akıp gidiyorlardı.
Caddenin ortasında ayrılan bir bölümde sıcak panç (punch) ve sıcak şarap satılıyordu. Ortalık mis gibi portakallı, karanfilli rom kokusuyla kaplanmıştı. Viyanalılar bu içkiyi içebilmek için, soğuk ve karlı aralık ayını dört gözle bekliyorlardı. Ben de kuyruğa girip bir bardak panç aldım. İçkinin sonuna doğru tüm vücudumun ısındığını hissettim. Pançın verdiği güçle, yürüyüşe bıraktığım yerden devam ettim. Hayta hayta dolaştığım dolambaçlı dar sokaklarda, geçitlerde ve avlularda ortaçağı koklayarak öğleyi ettim.
MUHTEŞEM ŞİNİTZEL
Öğle yemeğini, meydana açılan bir pasajın içindeki Figlmüller’de yemeyi çoktan aklıma koymuştum. 1905 tarihinden beri hizmet veren bu lokanta bence, dünyanın en lezzetli şinitzelini yapıyordu. Garson biraz sonra tabaktan taşan şinitzelimle, salatamı getirdi. Tadını çıkarta çıkarta yemeğimi yedim.
Yüzümde mutlu bir ifade ile tekrar sokakları arşınlamayı sürdürdüm. Niyetim bu leziz yemeği iyi bir kahve ile taçlandırmaktı. Hızlı adımlarla, sadece yayalara açık olan Kohlmarkt caddesine gittim. Niyetim tarihi Demel pastanesinde biraz soluklanmaktı. Pastanenin koridorlarındaki kalabalıkları yarıp, üst katta bir süre bekledikten sonra, caddeyi gören bir masaya oturdum. 1786 yılında hizmete giren pastanenin, portakal likörü ile yapılan ünlü kahvesinden, -Anna Demel kahvesi- ısmarladım. Yanına da ‘atın ölümü arpadan olsun’ deyip, bir Sachertorte söyledim. Viyana’ya kadar gelip, dünyanın bu en lezzetli çikolatalı kekinden yememek enayilik olurdu. Kahveden yükselen portakal kokusu, kekten gelen kayısı reçelinin ekşiliği, kahvenin tadı, çikolatanın damağa sıvanan lezzeti, ağzımın içinde birbirine karışıp beni mest etti.
Yemek faslından sonra sıra sanata geldi. Ayazı yara yara, Belvedere Sarayı’na gittim. Leopold müzesinde sevdiğim ressamların resimleri sergileniyordu. Egon Schiele ve Gustav Klimt’in tablolarının karşısında uzun süre kendimden geçtim. Müzenin her salonunda bir sürpriz vardı. Birçok ünlü ressamın tablosu duvarlarda sıra sıra beni bekliyordu: Monet, Pissaro, Munch, Picasso, Manet, Oscar Kokoschka... Müzeden çıktığımda hava çoktan kararmıştı.
Yürümeye üşendim. Bir taksiye binip otelime döndüm. Akşam yemeği için hazırlanmam gerekiyordu. Otel görevlisinden, gerçek Avusturya yemekleri yiyebileceğim bir lokantada yer ayırtmasını istemiştim. Üstüme çekidüzen verip, Radetzky meydanındaki ‘Gasthaus Wild’ adlı restorana gittim. Mönüyü incelerken, restoranın şarap kavının 120 yıllık olduğunu öğrendim. Zaten Viyana’da hiçbir şey genç değildi, pastaneler, mağazalar, şarküteriler, lokantalar yaklaşık bir asırlıktı. Viyana’da yaşamış olan gurme arkadaşım Ahmet Örs’ün önerilerine uyup, önden içinde karaciğerden yapılmış küçük köfteler ve ev eriştesi bulunan et suyu çorbası ‘Leberknödelsuppe’ söyledim. Ardından İmparator Franz Joseph’in hemen hemen her gün yediği ‘Tafelspitz mit G’röste’yi istedim. Bu yemek, sığır budunun üst kısmından dilimlenip haşlanan etlerden oluşuyor, yanında kızartılmış rende patates ve yaban turbu hardalıyla servis ediliyordu. Yemeğe, yine ünlü bir tatlı olan ‘Apfelstrudel- elmalı turta’ ile nokta koydum.
ERTESİ GÜN
Ertesi sabah bulgur bulgur yağan karın altında, Stadpark’ın yanında uzanıp giden yoldan Albertina müzesine doğru telaşsız bir yürüyüş tutturdum. Yaşlı çınarların süslediği yolda cumartesi yalnızlığı vardı. Sararmış yaprakların uçuştuğu parkta tek başına duran Johann Straus’un altın renkli heykelini selamlayıp, yoluma devam ettim.
Müzenin önündeki kuyruğa bakınca benden daha erkencilerin olduğunu gördüm. Müze’de Chagall’ın Tevrat’tan esinlenerek yaptığı, 150 tablodan oluşan özel koleksiyon sergileniyordu. Yağlıboya, suluboya, guaj tablolar, küçük eskizler derken sergiyi bitirdiğimde yorgunluktan bitkin düşmüştüm. Bu nedenle genç Alman ressam Neo Rauch’un bir alt kaltta sergilenen ilginç resimlerine pek vakit ayıramadım.
Öğle yemeğini yalvar yakar yer bulduğum Wollzeile caddesi üstündeki Plachutta lokantasında yedim: Kestane çorbası, çeşitli sebzelerle doldurulmuş dana göğsü -Gefüllte Kalbsbrust-. Tatlıyı es geçtim.
Akşama kadar sokaklarda dolaştım durdum. Yoruldukça, kah asırlık pastanelerden birine sığındım, kah bir sıcak panç satan bir limana demir attım. Akşam üstü Singer caddesindeki küçük ve tarihi bir salonda, bir oda orkestrasının Mozart konserine gittim. Mozart bu salonda Stephan Katedrali’nin kardinaline özel konser verirmiş.
Konserden sonra Kartner caddesindeki bir bara oturdum. Artık yürüyecek halim kalmamıştı. Birkaç kadeh şampanya eşliğinde, önümden bir ırmak gibi akıp giden insan seline daldım gittim. İki günden beri yeteri kadar beslendiğim için, akşam yemeğini iki küçük somonlu sandviç ile geçiştirdim.
Uçağım öğleden sonra geç saatte kalkacağı için, son günümü saraylara ayırdım. Önce bir metroya binip, imparatorluk ailesinin yazlık sarayı Schönbrunn’a gittim. Hava karlı olduğundan sarayın muhteşem bahçesinde dolaşamadım. İç kısımda da birçok bölüm kapalı olduğu için koca sarayı bir çırpıda bitirdim. Tekrar merkeze dönüp bu kez etrafı müzeler, şık mağazalarla çevrili olan Hofburg sarayına gittim. Habsburg sülalesine 600 yıl ev sahipliği yapan bu ‘saraylar külliyesini’ birkaç saatte dolaşmanın olanağı yoktu. Gördüğüm kadarıyla yetinmek zorunda kaldım. Sonra bir pasajda, klarnet çalan bir sokak çalgıcısının karşısına oturup, hem dinledim hem de dinlendim. Viyana’da klasik müzik çalan sokak çalgıcılarının bile, asil bir duruşları olduğuna karar verdim.
Viyana güzel, yaşlı, sakin, asil bir kent. Tüm bu güzellikleri konuklarıyla paylaşmayı da seviyor. Eğer sanatla haşır neşir, telaşsız, ağız tadıyla uzatılmış bir hafta sonuna niyetlenirseniz Viyana’yı size önerebilirim.
KAHVE SÖZLÜĞÜ
Turkischer Bildiğimiz Türk kahvesi.
Brauner Sütlü kahve.
Melange Sıcak sütlü kahve
Kurz Çok sert kahve
Obers Kremalı kahve
Mokka Sert, sade kahve
KapuzIner Viyana usulü kapuçino
Schwarzer Şekersiz, sütsüz siyah kahve
Konsul kremalı siyah kahve
Gestreck espresso Espressonun çok sert olmayanı
PharIsaer Küçük bir bardak romla birlikte sunulan, kremalı sert, sade kahve
KaIsermelange Yumurta sarısı ve brendi ile servis edilen sade kahve.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2004
Geçen hafta yağmurlu, karlı, soğuk bir Urfa’dan bahsetmiş, onun rengarenk çarşılarını, geçmişini, bugünün çirkin yapılaşmasını anlatmaya çalışmıştım. Bu hafta ise mutfağından söz etmeye çalışacağım. Kebabıyla, isotuyla, birbirinden lezzetli tatlılarıyla Şanlıurfa mutfağı insanı baştan çıkartan bir görünüm sergiliyor.
Orhan Veli, ‘Beni bu güzel havalar mahvetti’ diye dertlenmişti. Beni de bu geziler, bu yemekler mahvetti diye dert yanabilirim. Gittiğiniz ülkenin, yörenin tadına bakmadan dönmek olur mu?.. Hele bu mutfağı kuvvetli bir yöreyse, ‘vay geldi başınıza...’ Hele benim gibi değişik tatların peşinde koşuşturan biriyseniz, işiniz iki kat daha zor demektir. Sonra artan kilolar, üst sınırları zorlayan kolesterol belası, yasaklar, diyetler, yani binbir işkence... Hem tüm lezzetlerle tanışmak, hem de sağlıklı kalmak için epey gayret sarf ediyorum. Bazen beceriyorum bazen de öylesine lezzetli yemeklerle karşılaşıyorum ki, ipin ucunu bırakıveriyorum. Şanlıurfa’da da öyle oldu. İpin ucu elimden kaçıverdi, dönünceye kadar bir daha yakalayamadım.
Şanlıurfa mutfağının iki önemli özelliği vardır. Bunlardan biri lezzet, ikincisi ise paylaşmaktır. Urfalılar, paylaşma geleneğinin misafir olmadan sofraya oturmayan Hz. İbrahim’den geldiğini söylerler. Onun için, dileklerin gerçekleşmesinden sonra kurulan, üstünde 40 çeşit yiyeceğin bulunduğu herkese açık olan sofralara ‘Halil İbrahim Sofrası’ denir.
Şanlıurfa’da ilk sabah otelde bir köşeye çekilmiş, biraz peynir, birkaç zeytinle nefsimi körletmeye çalışıyordum. Niyetim sabahı hafif geçmek, ağırlığı öğle ve akşam yemeklerine vermekti. Ama öyle olmadı!.. Biraz sonra masama bir tepsi içinde, çam fıstıklı, kaymaklı, sıcak, tatlı katmer kondu. Dayanamadım, küçük bir parçayı ağzıma attım. Atmaz olsaydım!.. Kaymak, fıstık, şerbet damağımı okşayıp, boğazıma doğru akıp gitti. Bu öylesine muhteşem bir tattı ki, damağımın zevkten çatladığını zannettim. Sonra gerisi geldi. Tepsinin yarısını silip süpürmüştüm.
KAHVALTIDA CİĞER
Sabah kahvaltısını hazmedebilmek ve öğle yemeğine yer açabilmek için yağmur altında dolaştım durdum. Öğle yemeği için hemen hemen herkesin tek ses halinde önerdiği, İpekyol üzerindeki ‘Sevgi Ciğer Salonu’na gittim. Havanın soğuk olmasına aldırmadan, bahçedeki yer sofrasından biraz daha yüksekçe olan tezgahın bir kenarına oturdum. Oturur oturmaz garson, içinde közlenmiş acı kırmızı biber, soğan, maydanoz ve damarsız taze nane bulunan bir tabak koydu. Biraz sonra da ısmarladığım bir porsiyon ciğer şiş ile bir porsiyon kuşbaşını, tabağıma serdiğim lavaşın içine çekti. Bir tas da köpüklü ayran getirdi. Urfa’da ayran, kepçeyi andıran bir kaşıkla içiliyordu. Önce önümdekileri seyrettim. Burnuma gelen kokuları kokladım. Sonra da lavaşın içine biraz közlenmiş biber, biraz soğan, nane, maydanoz ve etleri koyup lezzetli dürümler yaptım. Ayranın eşliğinde kebabın keyfini çıkardım.
Ciğer aslında, Güneydoğu yöresinde sabahın çok erken saatlerinde yenen bir yemekti. Ciğerciler, gün ağarmadan dolup taşar, sabah ezanından önce tüm Urfa’yı ciğer kebabı kokusu sarardı. Gün aydınlanınca kebapçılar dükkanı kapayıp evlerine gidiyorlardı. Bu tür kahvaltı geleneğine bir de İzmir’in Tire’sinde rastlamıştım. Orada da sabah ezanından sonra, tandır ve tandır suyuyla pişmiş pirinç çorbası içiliyordu. Kırsal kesimdeki ağır çalışma temposu, bu tür ağır kahvaltıyı gerekli kılıyordu demek.
Kebapçıdan da mutlu, mesut ayrıldım. Akşam yemeği için artık midemde hiç yer kalmamıştı. Bir yandan yürüyor, bir yandan da akşam davetinden kaçmanın yollarını arıyordum. Ama bulamadım. Çünkü sıra gecesine davetliydim, gitmemek, yememek olmazdı.
TÜRKÜLÜ ÇİĞKÖFTE
Sıragecesi, Şanlıurfa kültüründe önemli bir yer tutar. Aslında bu geleneği nedenleriyle birlikte uzun uzun anlatmak gerekir. Yerim kısıtlı olduğu için size şöyle özetleyebilirim: Sıra gecesi, bir arkadaş grubunun haftada bir, bir evde toplanıp sohbet etmesi, eğlenmesi, acıyı ve mutluluğu paylaşmasıdır.
Benim davetli olduğum sıra gecesi, işadamı Mahmut Cevheri’nin restore ettirdiği çok güzel bir Urfa evinde düzenlenmişti. Genişçe odaya girip, yastıkların üstüne bağdaş kurdum. Sıra gecelerinin iki vazgeçilmezi vardır. Biri türkü, diğeri de çiğköfte. Önce türkü başladı. Türkücü öylesine güzel söylüyordu ki, her nağmede, her satırda bu toprakların hüzünlü öyküsünü bulmak mümkündü. Çiğköfte yoğuran genç, türküye ayak uydurmuş, tepsideki eti tüm hıncıyla mıncıklayıp duruyordu.
Çiğköftenin ana malzemesi, bilindiği gibi dövülüp sinirlerinden arındırılmış yağsız et, isot, taze soğan, maydanoz, ince bulgur, salçadan oluşuyordu. En önemli malzeme isot denen acı biberdi. Burada bir isot parantezi açmak gerekiyor: Kırmızı acı dolmalık biberden yapılan isot, Urfa mutfağının baş tacıdır. Herkes kendi isotunu kendi yapar. Oldukça zahmetli bir uğraştır ve herkes kendi biberiyle övünür, toz kondurmaz. Onu kimseyle paylaşmaz. Urfalılar isotun her derde deva olduğunu öne sürerler. Gördüğüm kadarıyla da, Şanlıurfalıların yediği tek sebze isottu.
Çiğköfteyi az yiyerek, sabahın ve öğle yemeğinin abartısını biraz dengeledim. Gecenin sonuna doğru ikram edilen mırra ile de güne cila çektim. Mırra, Arap kökenli çok özel bir kahve. Uzun uzun kaynatılıp, özü çıkarıldıktan sonra Gümgüm denen ibriklerle sunuluyor. Küçük, kulpsuz fincanlarda içiliyor. Sizi bir konuda uyarmak istiyorum; Urfa gezisinde mırra içerseniz, boşalan fincanı sakın masanın üstüne koymayın. Bu hareket saygısızlık kabul ediliyor. Böyle bir davranışta bulunan kişi, evin sahibi bekarsa onu evlendirmek zorunda kalıyor. Eğer evliyse fincanın altınla doldurulması gerekiyor. Benden söylemesi!..
TATLILARIN ŞILLIĞI
Şanlıurfa’nın yemesini içmesini anlatırken, tatlılarından söz etmemek haksızlık olur. Bütün Güneydoğu’da olduğu gibi Urfa da bir tatlı cennetidir. Bu cennetin baş hurisi de, ‘Şıllık’ tatlısıdır. Bu tatlının hamuru krepi andırır. Özel olarak hazırlanan sulu hamur, kepçe ile kızgın saçın -veya tavanın- içine dökülür. Bir tahta kaşığın yardımıyla saçın üstüne incecik yayılır. Altüst edilen bu hamurlar geniş bir kaba alınır. Üstüne şerbet dökülür. Ufalanmış ceviz serpilip dürüm edilir. İstenirse bu dürüm, havanda dövülmüş Şam fıstığına bulanır. Bu tatlı birkaç değişik şekilde de yapılabilir.
Sordum soruşturdum, bu tatlının isminin nereden geldiğini bulamadım. Şıllığın, baştan çıkartan kadınları tanımlamak için kullanıldığından yola çıkarak, bu tatlının da hem görünümüyle hem lezzetiyle insanı baştan çıkarttığına, bu nedenle ‘Şıllık’ adının verildiğine karar verdim. Tatlı denince bir başka güzeli de anmak gerek. O da, vitrinleri nar gibi kızarmış rengiyle süsleyen, insanı görüntüsü ve tadıyla baştan çıkartan tepsi kadayıfıydı. Tuzsuz Urfa peyniri ile yapılan bu tatlıyı yemeden dönmemenizi öneririm. Tabii kaymaklı katmeri, peynirli helvayı, hasideyi de unutmamak gerek.
Yemeklere gelince; Şanlıurfa mutfağı, kebap üstüne odaklanmış bir mutfak. Bu mutfakta başrol patlıcanlı kebapa verilmiş. Bu arada ‘Kıymalı’ denen lahmacunun tadı da anlatılır gibi değil. Kızarmış içli köftenin, kıymalı kebabın, tepsi kebabının, ciğer kebabının, mığribı pilavın, basma köftesinin, lıklıkı köftenin de hakkını yememek lazım. Her birinin tadı, damakları bayram yerine çeviriyor, insana yaşama mutluluğu veriyor.
ALKIŞLANACAK YEMEK
Tüm bu lezzetlerin yanı sıra, benim gözdelerimin başında Borani geliyor. Kuşbaşı et, yağsız kıyma, pazı, nohut, börülce, sarımsak, bulgur, un, yoğurt ve çeşitli baharatlarla yapılan bu yemek, insanı lezzet dağının en yüksek zirvelerine taşıyor. İnsan, bu yoğun emek isteyen yemeği sindire sindire, hakkını vere vere yemekten ve onu pişiren insana saygı duymaktan kendini alamıyor. Ben bir keresinde çok lezzetli bir Boraninin ardından, restorandakilerin şaşkın bakışları arasında tabağımdaki yemeği alkışlamıştım.
Bir de Urfa’nın ‘Bostana’ denen bir salatası var ki, sanırım cennetteki lokantanın mönüsünde, bu salata baş köşede yer alıyordur. Bostana, domates, yeşil biber, taze soğan, maydanoz, semizotu, damarsız taze nane, nar taneleri ve nar pekmezi ile yapılıyor. Kaşıkla yenen ve tatlı-ekşi bir tadı olan, içinde hiç yağ bulunmayan bu salata, ayrıca sağlığına düşkün olanlar için de birebir.
Yazdıklarım Şanlıurfa mutfağının yarısı bile değil. Öylesine çok yemek daha var ki anlatmaya yer yetmez. Onun için Urfa’ya gitmeye niyetlenirseniz, geziden bir hafta önce diyete başlayın ki, alacağınız kilolar sizi rahatsız etmesin.
ÇİĞKÖFTE EFSANESİ
Çiğköftenin geçmişi Hz. İbrahim devrine kadar uzanır. Efsaneye göre, Nemrud, Hz. İbrahim’i ateşe atmak için şehirdeki tüm odunları toplatıp, ateş yakmayı yasaklayınca, halk yemekleri pişiremez hale düşer. Aynı sorun bir avcının evinde de sürmektedir. Avcı vurup eve getirdiği ceylanı, odun bulup ateş yakamadığı için pişirememektedir. Duruma avcının eşi el koyar. Ceylanı parçalar, etini küçük parçalara ayırır. Sonra etleri macun kıvamına gelinceye kadar döver. Daha sonra bu eti bulgur ve isot ile uzun uzun yoğurur. Kocası önüne konan ceylan eti köftelerinin tadına doyamaz. Hem kendi yer, hem konuya komşuya dağıtır. Böylelikle bugünkü çiğköfte doğmuş olur. Daha doğrusu söylenceler böyle söyler.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2004
<B>A</B>klıma her şey gelirdi de Urfa’da tir tir titreyeceğim hiç gelmezdi. Bu kez Urfa beni sarı sıcağı ile değil de soğuk rüzgarı, sağanak yağmuru, lapa lapa yağan karıyla karşıladı. Bu yüzden sokaklarda doya doya dolaşıp, bu ‘Peygamberler Şehri’nin tadını pek çıkartamadım. Şanlıurfa’ya bu gidişim biraz mevsimsiz oldu. Aslında Urfa’nın kışını da merak ediyordum. Yazın sarı sıcağında kavrulurken, bu topraklarda soğuk rüzgarların eseceğini insan düşleyemiyordu. ‘Peygamberler Kenti’ne bu kez kalabalık bir grupla geldim. ‘Anadolu’daki Avrupa’ başlığı ile il il gezerek, buralarda marka bilincini yerleştirmeye çalışan, ilin dertlerini dinleyen, çözüm önerileri getirmeye gayret eden bu grubun Urfa seferine ben de katıldım. Grupta, Doğan Yayın Holding yöneticilerinin yanı sıra, ünlü markaların yaratıcıları ve yöneticileri, reklam sektöründen ünlü simaları, bazı köşe yazarları ile Doğan Kitap’ın yazarları ve yöneticileri de yer alıyordu.
Şanlıurfa bize ‘ıslak’ bir hoş geldin dedi. Kent aylardan beri biriktirdiği yağmuru, biz oradayken başımızdan aşağı boca etti. Hatta son günümüzde lapa lapa kar bile yağdırdı. Ben böylesine ıslak, böylesine soğuk bir Urfa’yı bir daha göreceğimi sanmıyorum. Kaderde Urfa’da tir tir titremek de varmış!..
Bazı kentler vardır ki, onları yazmak, daha doğrusu kısıtlı alanlarda her şeylerini anlatabilmek olanaksızdır. Şanlıurfa bu kentlerin başında geliyordu. Öylesine zengin bir geçmişi, tarihi, söylenceleri, eserleri vardır ki, bunları anlattığınızda ortaya kalın bir kitap çıkardı. Nitekim, ‘Şanlıurfa İli Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı- ŞURKAV’, 400 sayfalık bir kitapta hemen her şeyi anlatmıştı.
ÇİRKİN YAPILAŞMA
Kentin geçmişini özetlemeye kalkarsam; Urfa eski çağlardan beri doğu ile batının buluşma noktalarının en hareketlisi ve en önemlisi olmuştu. Harran, Urfa, Suruç, Birecik, Samsat ve Rakka gibi, dünya medeniyetinin ilk filizlendiği kentler bu bölgede kurulmuştu. Arkeolojik kazılarda elde edilen buluntulara bakılırsa, Urfa’nın geçmişi tam 11 bin yıl öncesine dayanmaktaydı. Bu kadar eski bir kent bence, ‘Uygarlığın Doğduğu Kent’ nitelemesini fazlasıyla hak ediyordu.
Urfa’ya ilk gittiğinizde ve caddelerinde yürümeye başladığınızda, tüm bu görkemli geçmişi görmeniz mümkün olmuyordu. Hatta düş kırıklığına uğramanız kaçınılmazdı. İlk görüntülere bakıp, ‘benim burada ne işim var?’ deme yanılgısına düşebilirdiniz... Kentin merkezinde ana caddenin iki yanına sıralanan birbirinden çirkin binalar, dış mahallelere doğru yoksulluğun getirdiği düzensiz yapılaşma, delik deşik olmuş asfalt yollar, salkım saçak olmuş elektrik ve telefon telleri kenti çirkinleştiriyor, geçmişteki görkemi bir anda silip süpürüyordu. Bu çirkin binaların yerine, Urfa’nın özgün mimarisini yansıtan binalar yapılamaz mıydı? Aslında bu soruyu Anadolu’nun bir çok kentinde sormadan edemiyordum!..
Şanlıurfa’nın asıl yüzünü yansıtan sokak ve binalara, Balıklı Göl’ü çevreleyen eski Urfa’da rastlamak mümkündü. Dar ve yüksek duvarlı sokaklar, bu sokakları süsleyen ikinci katları cumba gibi dışarı taşmış taş evler, soğuk demir işçiliğinin en güzel örnekleriyle süslenmiş kafesli pencereler, bazalt taşlarla döşenmiş yollar ve gölge oyunları buralarda hálá izlenebiliyordu. Geçmişin görkeminde ve gölgesinde yapacağınız gezintiler sizi de benim gibi bir ‘Urfa Aşığı’ yapacaktır.
Urfa fotoğrafçılar için adeta bir cennettir. Her köşe başında ilginç görüntüler yakalamak mümkündür. Ben de kente gelmeden önce bu konuda epey heveslenmiştim. Ama yağmur öylesine insafsız yağıyordu ki, ne eski sokaklara gidebildim ne bugünün çirkinliklerinde dolaşabildim. Sadece tentelerin altına sığına sığına, bir aşağı bir yukarı dolaşıp, vakit öldürdüm. Bu yürüyüşlerimde, cep telefonu bayilerinin çokluğuna şaşırdım kaldım. Yan yana dizilmiş bayilerin vitrinlerinde, her markadan telefonlar sıra sıra müşteri bekliyordu. Demek ki Urfalılar cep telefonuna oldukça düşkündü.
İNANÇ TURİZMİ
Mağaza vitrinlerine bakılırsa, Urfalılar modayı da yakından izliyorlardı. Kuyumcular ışıl ışıl yanıyor, en çok işi de sobacılar yapıyordu.
Bir seferinde yağmurdan kaçmak için tenteler de yetmeyince, Ulu Cami’nin sundurmasına sığınmak zorunda kaldım. Kentte 39 tarihi cami olduğunu okumuştum. Bunlar Eyyubiler, Akkoyunlular, Osmanlılar dönemlerinden kalan camilerdi. Birkaçı da kiliseden camiye dönüştürülmüştü.
Yağmurun dineceği yoktu. Bulduğum bir tabureyi kuytu bir köşeye çekip, Urfa’yı düşündüm; ilkel dinlerin dünyada bilinen en eski merkezi olan bu kent, çok tanrılı ve tek tanrılı dinlerin de önemli bir merkeziydi. Paganizmin baş tanrısı ‘Sin’in mabedi Harran’daydı. Musevi, Hıristiyan ve İslam dinleri peygamberlerinin atası olan Hz. İbrahim bu kentte doğmuştu. İsrailoğulları’nın atası Yakub Peygamber Harran’da evlenmiş, Eyyub Peygamber Urfa’da vefat etmiş, Musa Peygamber, Şuayb kenti yakınında Şuayb Peygamberle buluşmuş, İsa Peygamber, kenti kutsadığına dair bir mektubunu ve yüzünü sildiği mendile çıkan mucizevi portresini kral Abdar Ukkama’ya göndermişti. Yani Şanlıurfa bir ‘Peygamberler Şehri’ydi. Bu özelliğinden dolayı inanç turizminin en önemli ayaklarından biri olabilirdi.
RENGARENK ÇARŞILAR
Yağmur biraz insafa gelince, bir koşu kendimi Gümrük Han’a attım. Bu han Urfa’daki 11 hanın en büyüklerinden biriydi. Giriş kapılarından birinin üzerinde bulunan kitabede, 1562 tarihinde yapıldığı yazıyordu. Hanın üstü kapalı, sokakları rengarenkti. Fotoğraf makinemi boynuma asıp, önüme çıkan her şeyin fotoğrafını çekerek insafsız yağmurdan intikamımı aldım. Gümrük Han’ın çevresine sıralanan çarşıların çoğu Osmanlı’dan kalmaydı. Hüseyniye Çarşısı’nda ahenkli bir tıkırtıyla bakır dövülüyor, Bedesten’de dünyanın dört bir yanından gelen rengarenk ipekler, mahalli giysiler sergileniyor, Sipahi Pazarı’nda, yöre halı ve kilimleri uygun fiyata müşteri bekliyordu.
Kebapçılar, önlerinde isot, tütün, çay çuvalları sıralanmış küçük bakkallar, kapılarından kuzuların sallandırıldığı kasaplar, eski takım elbise satan eskiciler, makinelerinin başında müşteri bekleyen sıra sıra terziler, urgancılar, yemeniciler, demirciler, tespihçiler, bıçakçılar... Bu renkli sığınakta karanlık basıncaya kadar dolaştım durdum.
Ertesi gün, pamuk tarlalarının arasından geçip giden asfaltı kavlamış yoldan Harran’a gittim. Yol bozuk olmasına rağmen yolculuk bir saat bile sürmedi. Halbuki Evliya Çelebi, Harran’a tam 9 saatte gittiğini yazıyordu. Demek ki geçen onca yıl zamanı sadece 8 saat kısaltabilmişti. Harran’da gördüklerim daha öncekilerden pek farklı değildi. Harran Kalesi’nin duvarları daha da harabeleşmiş, kaçak evlerin sayısı daha da artmıştı. Konik kubbeli Harran evleri, Harran Ulu Cami’nin kalıntıları ise hiçbir değişime uğramadan, gelen ziyaretçileri bekliyorlardı. Değişmeyen bir şey de, ‘kalem parası’ isteyen çocuklardı. Diyarbakır’dan kopup gelen soğuk rüzgar beni iliklerime kadar üşütürken, onlar ‘ayakları yalın, başları kabak’ tir tir birkaç kuruşun peşinde koşturup duruyorlardı.
AYDINLIK KAYNAKLARI
Daha sonraki gün Harran Üniversitesi’ni gezdim. Rektör Prof. Dr. Uğur Büyükburç, hem bizleri hem yazarlarımızı adeta bağrına bastı. Rektör Büyükburç, bugün 7 fakülte, 1 yüksekokul, 11 meslek yüksekokulu, 3 enstitü, 9 araştırma ve uygulama merkezi ile kente nasıl aydınlık saçtıklarını anlattı. Aynı gün kentteki bir başka eğitim yuvasını da gezdim. Burası Mahmut Cevheri ile Mehmet Tüysüz’ün kurduğu Şanlıata Koleji idi. Binasıyla, derslikleriyle, bilgisayar ve fen laboratuvarlarıyla eşine Batı’da bile zor rastlanır bir okuldu. Urfa’nın ve Türkiye’nin geleceği için çalışan bu eğitim yuvaları, yağmurun ve yoksulluğun kararttığı ruhumu biraz olsun aydınlattı.
Yazının girişinde de yazdığım gibi Şanlıurfa, bir sayfada anlatılacak bir kent değildi. Onun içine girdikçe, tanıdıkça insan neyi nasıl anlatacağını şaşırıyordu. Bu hafta Urfa’yı derinlere inmeden, yağmurun ve karın izin verdiği kadar anlatmaya çalıştım. En iyisi gidip görmeniz. Ama sıcaklar bastırmadan orada olmalısınız.. Urfa’nın sıcağı imansızdır, insanın beynine beynine işler, yabancıları gölgelere hapseder.
Urfa’nın devamı haftaya kaldı. Şıllık tatlısıyla, patlıcan kebabıyla, Bostana salatasıyla, çiğköftesiyle, isotuyla, Urfa’nın lezzetli mutfağını haftaya anlatacağım.
Urfa’nın efsaneleri
Şanlıurfa, efsanesi bol bir kenttir. Halk bu efsanelerin gerçekten olduğuna tereddütsüz inanır. Onun için Urfa’da sohbetler bir masal havasında geçer. Bu efsanelerin en önemlilerinden birine göre, Adem ile Havva yeryüzüne ilk kez Harran’da ayak basmışlardır. Adem ile Havva, rengarenk çiçeklerin açtığı bu ovanın güzelliği karşısında şaşırıp kalırlar. Ne var ki, koca ovada tek bir ağaç yoktur. Adem, cennetten gelirken getirdiği nar ve gül dalını ovanın ortasına diker. Hemen büyüyen nar al, gül ise beyaz çiçekler açar.
Havva, yine cennetten getirdiği bir buğday tanesini eker. Adem, gül ağacından bir saban yapıp, sabana kendini koşar. Yorulduğu an bir öküz belirir ve sabana boynunu uzatır. Bu nedenle dünyada öküzün ilk kez Harran’da çifte koşulduğuna inanılır. Bu yörede cennetten geldikleri için buğday, gül ve nar kutsal bitkiler olarak kabul edilir.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2004
New York öyle anlata anlata bitecek bir yer değil. Ama bir yerde durmak gerek. Yoksa eski gazetelerdeki bitmek bilmeyen pehlivan tefrikasına dönecek. Bu haftaki son yazıda sizi kentin lezzet duraklarına götürmek istiyorum. New York gezimdeki lezzet duraklarını sona sakladım. Amacım biraz ağzınızı sulandırmak, biraz da New York’un tadını damağınızda bırakmaktı. Yeme-içme konusuna dalmadan önce, işe alışverişten başlamakta yarar var. Dünyanın en iyi şarküterilerini New York’ta bulacağınızdan emin olabilirsiniz. Örneğin Greenwich Village’teki Balducci’s, ağız sulandıran şarküteri mamulleri, İtalyan aksanlı yiyecekleri, peynir çeşitleri, ev yapımı taze makarnaları, isli balıkları, baştan çıkartan sandviçleri ile İtalya’nın kalburüstü lezzetlerinin sunulduğu bir sanat galerisini anımsatıyordu. Broadway Caddesi üstünde yer alan Dean & Deluca, bence dünyanın en önemli şarküterilerinden birisiydi. Bu dükkana ne zaman girsem ağzımın suyunun akmasını engelleyemem. Burada tüm yiyecekler, sebzeler, içecekler bir sanat eserine dönüşüyordu. Soho’daki Gourmet Garage’da da her şeyden bir parça bulmak mümkündü. Sebzeler ve yiyecekler insanı tahrik edecek bir güzellikte sergileniyordu.
Broadway Caddesi’nin kuzeyinde yer alan Zabar’s’da ise destansı bir görünüm sergileniyordu. Burada her istediğinizi bulmak mümkündü. Örneğin dünyanın dört bir yanında yetişen zeytinler, peynirler burada satılıyordu. Şarküteri bölümü dükkanın en tahrik edici salamları, sucukları, jambonları, sosisleri ile doluydu. Dükkanın içindeki kalabalığı itiştirip kakıştırmaktan o lezzet şaheserlerini yeteri kadar seyredemedim. Zabar’s’ın hemen yanında yer alan H & H Bagels’da da onlarca çeşit bagel üretiliyordu. İşi bilenler buranın dünyanın bir numaralı bagel fırını olduğunu iddia ediyorlardı. Burada 365 gün 24 saat sıcak bagel bulunuyordu. First Avenue’deki Angelica’s’ta, yüzlerce çeşit şifalı otu ve baharatı bulmak mümkündü. Ben oradan Türkiye’de bulunmayan bir çok baharatı aldım. Ama hangisinin hangi tür yemeğe ne kadar konacağını anlatan tarifi kaybettim. Şimdi koklayarak işi çözmeye çalışıyorum.
DÜNYA MUTFAKLARI
Yemek konusuna gelirsek; New York dünyanın en kozmopolit kenti. Bütün dünya kültürlerinden örneklere bu kentte rastlanıyordu. ‘Amerikan Rüyası’ nın peşine takılıp, dünyanın dört bir yanından gelenler, yeme-içme alışkanlıklarını da beraberlerinde getirdikleri için, New York’ta tüm dünya mutfaklarını ve lezzetlerini bulmak mümkündü. Örneğin China, Town’da Çin mutfağının en uç örneklerini tadabilirdiniz. Little İtaly’de İtalyan mutfağının gerçek lezzetleriyle buluşabilirdiniz. Astoria’da (Little Atina) işkembe çorbasından kokareçe, yaprak sarmadan midye dolmaya kadar tüm bildik tatları bulabilirdiniz.
Bu kadar çok mutfak ve bu kadar çeşitli malzeme tedarikçisinin olması, New York’un restoranlar cenneti olmasını sağladı. Bu kent, damağına düşkün olanların mutlaka tavaf etmesi gereken bir cennete dönüştü. Ekonomik gücü yerinde olan müşterilerin sayısının çokluğu, dışarıda yemek yeme alışkanlığı sayesinde lokantacılık bu kentte uç noktalara tırmandı. Dünyanın ünlü şefleri hünerlerini bu kente taşıdı.
Gırtlağıma biraz düşkün olduğum için, New York’ta bulunduğum süre içinde en iyi yerlerde yemek yemeye çalıştım. Bunların bazıları dostlarımın önerdiği adreslerdi. Bazıları ise köşede bucakta kalmış, kimsenin bilmediği yerlerdi.
Robert De Niro’nun ortağı olduğu ‘Tribeca Grill, 212-941 3900’ hoşuma giden restoranlardan biri oldu. Buraya daha önce de gelmiştim. Burada yemekten daha çok barda oturmayı seviyordum. Barda dünyanın en ünlü şaraplarını kadehle içmeniz mümkündü. Ben de rezervasyon saatimden çok önce gidip, barda şarabımı yudumlayarak New York sosyetesini seyrettim. Sevdiğim bir başka restoran da ünlü ‘Balthazar, 212-965 1414’ oldu. Fransız mutfağı ağırlıklı bu restoranda, hafta sonları yer bulmak mümkün değildi. Onun için hafta arasını seçtim. Gittiğimde restoran tıklım tıklım doluydu. Barda, omuz omuza bir kalabalıkla birlikte, şampanya eşliğinde epey bekledim. Burada öylesine lezzetli yemekler yedim ki, şefin bu kadar kalabalığa rağmen, bu lezzeti nasıl tutturduğuna şaşırdım.
SOSİSLİ SANDVİÇ
Soho’da gittiğim ‘Peep, 212-254 7337’ restoran ise genç ve modern görünümlüydü. Thai mutfağının yorumlandığı bu moda restoranda, ortalık yerdeki tuvalet ilgimi çekti. Siyah camlarla örtülü bu tuvalette, müşterilerin gözünün içine baka baka işinizi (!) halledebiliyordunuz. Her ne kadar dışarıdan görünmediğimi bilsem de, tedirgin olmaktan kendimi alıkoyamadım.
Şu sıralar New York’un en moda restoranlarından biri olan ‘Mercer Kitchen, 212-966 5454’, mönüsüne Güney Fransa ve Amerikan mutfaklarının en lezzetli yemeklerini sıralanmıştı. Duvarları tuğla, tavanı siyah tahtalarla kaplı restoranın açık mutfağında, ‘süperstar şef’ Jean Georges Vongerichten, tüm hünerlerini gözler önüne seriyordu. Onu ve yardımcılarını seyretmekten tabağımdaki yemekleri soğuttum. Cafe Gray, Pastis, Tuscan, Olives, River Cafe, Babbo gittiğim ve damağıma lezzet sıvadığım diğer restoranlar oldu.
New York’a ne zaman gitsem, her köşe başında bir tane bulunan seyyar arabalardan bir tane sosisli sandviç ve tuzlu pretzel yemeyi asla ihmal etmem. ‘Hot Dog-Sıcak Köpek’ anlamına gelen bu sandviç, adeta New York’un simgesi haline gelmiŞti. 1890 yılında Coney Adası’nda ortaya çıkan bu sandviçe konan sosislerin, köpek etinden yapıldığına dair çıkan söylenti yüzünden bu adın verildiği öne sürülüyordu.
Yazdıklarımdan da anlaşılacağı gibi bu New York gezisi sonunda, var olan kilolarıma yenilerini de ekledim. Dönüşte bindiğim ‘Business Jet’i anlatarak yazımı noktalayacağım.
DÖNÜŞ YOLUNDA
Dönüş yolculuğu da geliş gibi, ‘krallara layık’ bir şekilde gerçekleşti. Lufthansa, iş adamları rahat etsin, yol boyu çalışsın, ertesi günkü toplantıya zinde girebilsin diye koca Boeing-737 uçağını, 48 koltuklu özel bir jet haline getirmişti. Koltukların tümü deriydi ve yatak olabiliyordu. Hostesler bu özel müşterilerin bir dediğini iki etmiyordu. Tabii buna karşılık yolculuk ücreti de epey yüklü oluyordu.
Normal olarak böylesine özel bir jetle Atlantiği geçmek benim haddimi aştığı için, davetin tadını çıkarmaya karar verdim. Tahmin edeceğiniz gibi uçağın iş adamına benzemeyen tek yolcusu bendim. Koyu takım elbiseli yol arkadaşlarımın arasında, blue jean pantolonum, üstüne sarkıttığım gömleğim, boynuma bağladığım çiçekli fularımla hemen fark ediliyordum. Onlar lap toplarına bir şeyler yazarken, ben şaraplarla meşgul oluyordum.
New York’ta öylesine çok yemek yemiştim ki, daha önce belirttiğim ünlü şeflerin yemeklerini canım çekmedi. Gece yarısına doğru koltuğu yatak yaptım, kitabın ilk sayfasında tatlı bir rüyanın içinde kaybolup gittim.
Bir Bilen’den New York tatları
Dünya restoranlar sıralamasında hep üst sıralarda yer alan İstanbul Sıraselviler’deki Changa Restoran’ın sahiplerinden Tarık Bayazıt, bu hafta sayfama konuk olup, New York’tan bazı lezzet durakları önerecek:
‘Epeyce oldu New York’a gitmeyeli. Ancak yakınlarda gidecek olsam mutlaka ziyaret edeceğim birkaç önemli adres var: Soho’da Kelly & Ping’e (212- 228 1212) öğlen saatlerinde gidip, farklı Uzakdoğu teknikleriyle gözünüzün önünde hazırlanan lezzet yumağı yemeklerden tatmamak olmaz. Thai usulü kızarmış makarna Pad-Thai veya Satay yanında Thai birası içmek mümkün. Yine Uzakdoğu çizgisinde ama bu defa Japon mutfağının en üst örneklerini sunan Next Door Nobu (212- 254 7536), ünlü şef Nobu Matsuhisa’nın hünerlerini döktürdüğü ve yan kapı komşusu Nobu’ya göre daha hesaplı ve daha az resmi bir ortam sunan bir restoran. Levrekle ile yaptığı yemeklerden birini tatmadan çıkmak çok ayıp!.. Aquavit (212- 307 7311) Etiyopya doğumlu İsveçli Marcus Samuelsson’un sınırları zorlayan yemek tasarımlarını denemek için ideal bir adres: Antepfıstıklı limonlu yoğurtla hazırlanmış istakoz rulosu kulağınıza nasıl geliyor?.. Paris’te benzerini bulmakta zorlanacağınız, eski mezbaha bölgesindeki tipik bir Paris Bistrosu Pastis (212- 929 4844) ayrı bir seçenek. Kaz ciğeri ezmesi, soğan çorbası denemeye değer. Ayrıca Avustralyalı ünlü şef Peter Gordon’ın yemeğini New York’ta yemek isteyenler, Nolita’daki Public’e (212- 343 7011) muhakkak uğrasınlar. Avustralya’dan getirtilen kanguru ile yapılmış bir başlangıcı başka yerde deneme şansınız yok! Cüzdanınız doluysa, parayı nereye harcayacağınız bilmiyorsanız Alain Ducasse’ın Ducasse Redux adlı (212- 265 7300) restoranı bu iş için en doğru adres. Burada ünlü şefin hazırladığı ‘Barok’ denilebilecek tadım mönülerinden birini deneyerek, aylık maaşınızın tamamıyla hesabı ödeyebilirsiniz!.. Afiyet olsun.’
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2004
New York’ta bu kez Avrupa yaşantısına özenenlerin vahası olan Soho’ya sığındım. Entelektüellerin oturduğu avuç içi kadar olan bu semtin izmarit dolu sokaklarında yalnızlarla birlikte dolaşıp, yalnızlığın tadını çıkardım. New York’taki ilk iki günüm ünlü Time Meydanı’nda, reklam fırtınası altındaki sokaklarda, omuz omuza bir kalabalığı izlemekle geçmişti. Etraftaki görüntüler beni kah 20 yıl öncesindeki parasız günlerime, kah daha iyi günlerimde yaşadığım tatlı hayatlara sürükledi. Anılar arasında sürüklenip durdum. Time Meydanı, büyük nehirlerin birleşip dağıldığı dev bir havuza benziyordu. Başta Broadway olmak üzere diğer caddeler, kalabalıkları azgın bir nehir gibi buraya boşaltıyor, yine buradan alıp, New York’un dört bir yanına püskürtüyordu. Time Meydanı’na, ‘New York’un kalbi’ benzetmesini yapmak pek yanlış olmazdı.
İki gün sonra, küçük bavulumu toparlayıp, soluğu kızımın Soho semtindeki dairesinde aldım. Eski bir binanın birinci katındaki daireden içeri girince, kızımın neden, ‘Baba küçük bir bavulla gel’ diye ısrar ettiğini anladım. Çünkü daire, bir kuş kafesinden birazca genişti ve büyük bir bavulun sığması imkansızdı. Yan yana dizilmiş buzdolabı, lavabo, üstünde ocak bulunan bulaşık makinesinden oluşan bir mutfak, bir yatak ve yatak olabilen bir koltuk, bir televizyon, küçük bir kitaplıkla döşenmiş iki minik oda... Toplam yüzölçümü 35 metrekare olan (kızım 40 olduğunu iddia etti) bu daireye girince nutkum tutuldu, ilk anda ne söyleyeceğimi şaşırdım. Biraz önce terk ettiğim otel odası bile, bu dairenin neredeyse iki katıydı.
AVUÇ İÇİ KADAR
Buraya ödenen kirayla, İstanbul’da, Boğaz manzaralı bir kaşane tutmak mümkündü... Evin küçüklüğünü vurgulayıp, kızımın moralini bozmak istemedim. Ne de olsa yaklaşık iki yıl daha bu kuş kafesinde yaşayacaktı... Daha sonraki günlerde Soho’yu tanıyınca, bu semtteki tüm dairelerin neredeyse aynı büyüklükte (veya küçüklükte) olduğunu öğrendim. Soho, her şeyi kısaltmayı seven Amerikalıların ‘South Houston’dan oluşturdukları bir addı. Manhattan adasının güneyinde yer alan bu semt, eskiden hareketli bir sanayi merkeziydi. İşyerleri, imalathaneler burayı terk edince, boşalan binalara sanatçılar yerleşti. Sanatçıları galeriler, restoranlar, barlar izledi. Yıllar sonra burası New York’un en gözde, en moda semtlerinden biri haline geldi.
Soho’da New York’un ünlü ‘bulut delen’ binaları yoktu. Ön yüzleri yangın merdivenleri ile kaplı 3-4 katlı tuğla evlerde, New York Üniversitesi’nin öğrencileri, okulun hocaları, ressamlar, yazarlar ve diğer entelektüeller oturuyordu. En ünlü resim galerilerini, restoranları, caz kulüplerini, barları, butikleri bu semtte bulmak mümkündü. Burada oturmak bir ayrıcalık gibi algılandığı için, kuş kafesi kadar olan dairelere bu yüzden bir servet ödeniyordu.
Bir yanı Chinetown ve Little İtaly’e dayanan, kuzeyden Greenwich Village‘le komşu olan bu bölgeyi Enis Batur şöyle anlatmıştı: ‘Soho avuç içi kadar bir bölge: Beş dikey sokağı kesen beş yatay sokakta çoğu yangın merdivenli dört katlı evler. Genelde salaş durumda dış cepheleri. Giriş katlarında dükkanlar, sanat galerileri, birkaç kahve-bar... Okumuş yazmışların, Avrupa yaşantısına özenenlerin vahası öylesine küçük ki. Bir avuç sokak...’
Bu semtte birbirlerinin gölgesini yansıtan gökdelenler olmadığı için, Manhattan’ın kuzeyi gibi bir ‘Aynalar Galerisi’ görüntüsü sergilenmiyordu. Soho bu yüzden belki de New York’un en çok güneş gören şanslı semtlerinden biriydi. Burada ayrıca kuzeyin ‘aceleci yayaları’ da pek göze çarpmıyordu. Buranın sakinleri, daha kalender, daha haytaydı. Bir galeriden çıkıp bir diğerine uğruyor, vitrinlerin önünde oyalanıyor, ayaküstü sohbetler ediyor, parklarda (Washington Meydanı) satranç oynuyor, avare-aheste bir tempoda yürüyorlardı. Onların sanki, ‘Soho’nun sürekli senaryosunu oluşturmaktan başka yapacak işleri yoktu.’
Sigara yasağının izleri de en çok Soho sokaklarında görünüyordu. Sigara karşıtı fanatiklerin bastırmasıyla New York barlarında sigara içmek yasaklanmıştı. Onun için bar tezgahına yaslanarak yapılan sohbetler, kapı önlerine kaymıştı. İçkisinden birkaç yudum içen tiryaki, soluğu kapının önünde alıyor, birkaç nefeste bitirdiği sigarayı sokağa fırlatıyordu. Onun için Soho sokakları sigara izmaritinden geçilmiyordu. Anlayacağınız New York barlarının tadı tuzu kaçmıştı.
Soho’da bir de yoğun bir yalnızlık gözleniyordu. Kuş kafesi dairelerde bir başına yaşayanlar bu yalnızlıklarını ya bir köpekle, ya bir kediyle paylaşıyorlardı. Hayvanlar, yalnızların can yoldaşıydı. Onlarla birlikte yürüyüş yapıyor, alışverişe çıkıyor hatta onlarla konuşuyorlardı. Bu koyu yalnızlığı gözleyen Fransız düşünür Jean Baudrillard, onların resmini şöyle çiziyordu: ‘Burada sokaklarda tek başına düşünen, tek başına şarkı söyleyen, tek başına yiyip, kendi kendine konuşan insanların sayısı ürkütücü boyutta. Ama yine de bir araya gelmiyor, tersine birbirlerinden kaçıyorlar, dolayısıyla birbirlerine benzemeleri de kuşkulu...’
PANAYIR YERİ GİBİ
Soho’da yaşayanlar 14. caddeyi sınır bellemişlerdi. Onun kuzeyine geçip, ‘Bush Amerikası’na karışmamaya özen gösteriyorlardı. Soholu olmadığım için bu sınır benim için geçerli değildi. Her gün bir aşağı bir yukarı, Manhattan adasını arşınlayıp duruyordum. New York’a her gittiğimde iki yere uğramadan edemiyordum. Bunlardan bir tanesi Brooklyn Köprüsü’ydü. Buradan karşıya gidip gelirken fotoğraf çekmek çok hoşuma gidiyordu. Onun için arşivim hep aynı görüntülerle dolup taşmıştı. Bir de, saldırıdan sonra Dünya Ticaret Merkezi’nin olduğu yere gidip, o dar sokaklarda saldırı günü yaşanan dehşeti hayal etmeye, televizyonda izlediğim anlardan izler yakalamaya çalışıyordum. Bu kez de aynı şeyleri yaptım. Dünya Ticaret Merkezi’nin bulunduğu alan, turistlerin ziyaret yerine dönüşmüştü. Otobüslerle gelenler, duvarlara asılmış felaket anı fotoğraflarının önünde gülümseyerek boy boy fotoğraf çektiriyorlardı.
Sırtında makineli tüfek asılı, Rambo kılıklı polisler, yanlarında kurt köpekleri olduğu halde turistlere poz veriyorlardı. Polis arabaları sirenlerini çala çala çevrede dolaşıyor, kapılarının üstünde olay anında ölen elemanlarının isimleri yazılı olan itfaiye arabaları alanda sıra sıra bekleşiyordu. Yani dünyanın kana bulanmasına neden olan felaket yeri, tam bir panayır alanı olup çıkmıştı.
New York yaz yaz bitmez. Biraz yer darlığı, biraz benim her şeyi anlatma telaşım yüzünden bu hafta da bitti. Cazip alışveriş mekanları, muhteşem lezzetler sunan restoranlar yine haftaya kaldı.
New York denince
Aşağıdaki listede yer alanlar New York’un simgeleri. Bu kentle ilgili tüm filmlerde, belgesellerde, anlatımlarda bunlara rastlarsınız. Bu kente gittiğinizde buraları görmek olanağını bulursanız kenti daha da seversiniz.
ÖZGÜRLÜK ANITI: Fransızların Amerika halkına bir hediyesi olan anıt Liberty Adası’nda ziyaretçileri bekliyor.
ELLIS ADASI: Amerikan nüfusunun yarısının kökleri bu adada bulunabilir. 1892’den 1945 tarihine kadar göçmen kabul merkezi olan bu ada şimdi bir müzeye dönüştürülmüş.
WALL STREET: New York Borsası’nın ve bankaların bulunduğu bu semt dünyanın para merkezi.
BROOKLYN KÖPRÜSÜ: 1883’te yapılan bu tarihi köprünün üstünde yürümek turistlerin vazgeçilmez tutkusu.
CHINATOWN: Çinlilerin yaşadığı bu bölgede birinci dil Çince. Ucuz alışveriş, lezzetli lokantalar burada.
LITTLE ITALY: Mafya filmlerindeki atmosferi ve tipleri görmek isteyenler ve İtalyan yemeğine düşkün olanlar için ideal bir adres.
SOHO: Resim galerileri, ünlü restoranlar ve barların bölgesi.
GREENWICH VILLAGE: Bohemlerin ve alternatif yaşantıların peşinde koşanların semti.
BEŞİNCİ CADDE: Ünlü mağazalar yan yana dizilmiş. Alışveriş cenneti.
EMPIRE STATE BUILDING: Dünyanın ilk ve en yüksek gökdelenlerinden biri. Tepesinden New York’u seyretmeye doyum olmuyor.
BROADWAY: Tiyatro, müzikal, caz, bar... Renkli gecelere düşkün olanlar için.
CENTRAL PARK: Kentin ciğeri. Gece değil gündüz gezin.
TIME SQUARE: Kentin kalbi. Ucuz elektronik alışverişin de merkezi.
HARLEM: Siyahların dünya başkenti. Eski vahşiliğinden pek eser kalmadı.
METROPOLITAN MÜZESİ: Sanat şaheserlerinin asılları tam karşınızda.
MODERN SANATLAR MÜZESİ: Sergileri sakın kaçırmayın.
GUGGENHEIM MÜZESİ: Sergilerin en önemli adreslerinden biri.
FRANK: Sokakta satılan sosisli sandviç. Tatmadan dönmeyin.
BLUE NOTE: En güzel canlı caz müziği burada. Rezervasyon şart.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2004
Dünyanın en ünlü aşçılarının yemeklerini yiyip, yatak olan koltuklarda uyuyarak bir kez daha New York’a gittim. Güneşin giremediği sokaklarda üşüyerek dolaşıp, kentin bitmek bilmeyen enerjisine, karmaşasına, hareketine kendimi bir kez daha kaptırdım. Alman Hava Yolları Lufthansa’nın, yatak olabilen yeni koltuklarını tanıtmak için önerdiği iki günlük New York gezisi sayesinde bir taşla iki kuş birden vuracaktım. Hem konforlu bir uzun yolculuk yapacak hem de New York’ta okuyan kızımla hasret giderme fırsatını bulacaktım. Aslında kısa süreli Atlantik ötesi gezileri pek sevmem. Vücut saatinizi tam oraya uydurmaya başladığınızda dönüş yolculuğu başlar, bu kez buraya alışmak için gayret sarf edersiniz. Bu uğraş insanı epey yorar. Ne gördüğünüzden ne yediğinizden, içtiğinizden bir şey anlarsınız. Onun için ben gezimi bir hafta uzattım. İki günü işe, geri kalanını kızıma ayırdım.
Hazırlanmaya sırt çantamdaki marifetli bıçağı, her derde deva penseyi, mini tornavida takımını dışarı çıkarmakla başladım. Bir keresinde o çok işlevli bıçaklardan birini çantamın dibinde unutmuştum. Birçok aramada fark edilmemiş, ben koca bir bıçakla uçmuştum. Bir aktarma sırasında çantamı karıştırırken bıçağı bulunca nasıl telaşlandığımı şimdi bile hatırlıyorum. Ensemden aşağı soğuk terler dökmüştüm. Bıçağı bir acele çıkartıp, masaları silen komi çocuğa hediye etmiştim.
Fotoğraf makinem ve objektiflerimden arda kalan boşluklara not defterimi, yedek gözlüğümü, pasaport ve biletimin bulunduğu küçük çantayı ve üç kitabı sığdırdım: New York Seyahati- Enis Batur, Amerika- Jean Baudrillard, Yolcu Defteri- Falih Rıfkı Atay.
Kızımın sıkı tembihlerine uyarak -nedenini sonradan anladım- giysilerimi de en küçük bavula sığdırmak zorunda kalmıştım. Yolculuğun ilk ayağını (İstanbul-Frankfurt) yapacağımız uçak öylesine erken kalkıyordu ki, insan uyumaya fırsat bulamıyordu. Bu tür uçuşlara Amerikalılar ‘Red Eyes’ uçuş derler. Çünkü gözler bir iki saatlik uyku yüzünden kıpkırmızıdır. Ben de kırmızı gözlerim, henüz uyanmamış bedenimle havaalanına gidip, bir hayalet gibi tüm işlemlerden geçtim ve uçaktaki yerimi aldım. Geniş koltuğa kurulup, kitabımı açtım ve birinci satırı bile okuyamadan uykuya daldım. Hostesin nazik dürtüklemesiyle gözlerimi açtığımda, Frankfurt kenti gri bulutların arasından görünmeye başlamıştı bile.
BİR İŞYERİ GİBİ
Bizi -ben ve Lufthansa ekibi- New York’a götürecek olan uçağın ‘Business Class’ındaki meşhur yatak-koltuklara oturduğumda uykumu tamamen almıştım. Çantamdan kitaplarımı çıkartıp koltuğa yerleştim. Her zaman yaptığım gibi koltuğun orasını burasını kurcalamaya, çevredeki düğmelere basmaya başladım. Niyetim uçak kalkıncaya kadar koltuğun tüm yeteneklerini keşfetmekti. Daha önce edindiğim bilgilere göre, yakın bir gelecekte tüm uzun mesafeli uçuşlara konacak bu koltuklar için şirket 350 milyon dolarlık bir yatırım yapmıştı.
Koltuk yatınca iki metre boyunda bir yatağa dönüşüyordu. Aradaki paravanı kaldırdığınızda, yanınızdaki ile ilişkiniz kesiliyordu. Ayrıca yaslanılan bölüme bir de masaj aleti konmuştu. Bu alet isterseniz yolculuk boyunca sırt adalelerinizi ovuşturup duruyordu. Bir elimde şampanya kadehi diğer elimde uzaktan kumanda, düğmelere basa basa koltuğun tüm marifetlerini öğrenip rahatladım.
Çevremdekileri gözlemlemeye başlayınca, kendimi uçakta değil de ciddi bir işyerinin toplantı salonunda sandım. Benden başka herkes kravatlı ve takım elbiseliydi. Ceketler çıkartılmış, beyaz gömleklerin kolları sıvanmış, kravatlar gevşetilmişti. Bazıları dosyalarını açmış, birtakım raporlar okuyor, bazıları dizüstü bilgisayarlarına bir şeyler yazıyordu. Bazıları ise daha şimdiden koltuklarını yatağa çevirmiş, gözlerine uyku maskelerini takıp uykuya geçmişlerdi. Etrafa böylesine ciddi, sıkıcı bir hava hakimdi. Ne bir güleryüz, ne bir dalga geçme, ne bir ciddiyetsizlik... Business Class, adına layık asık suratlı bir işyerine dönüp çıkmıştı. Kulağıma kulaklıkları geçirip müzik kanalları arasında gezinerek bu sıkıcı ortamdan uzaklaştım. Daha sonra özel ekranımı açıp kanallarda film aradım.
DÜNYACA ÜNLÜ ŞEFLER
Hostesin dağıttığı mönüyü incelerken, okuduğum bir not beni şaşırttı. Notta şunlar yazıyordu: ‘Mönüyü Paul Bocusse, Thomas Keller ve Nadia Santini oluşturmuştur...’ Şaşırmamın nedeni bu şeflerdi. Thomas Keller, klasik mutfakla modern mutfağı ustaca harmanlayabilen Amerika’nın en ünlü şeflerinden biriydi. Kaliforniya’da Los Angeles yakınlarında, Yountville adlı küçük bir kasabadaki French Laundry adlı 3 Michelin yıldızlı restoranında yer bulabilmek için aylar öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. İtalyan mutfağının ünlü şeflerinden olan Nadia Santini de, Po Ovası manzaralı restoranı Dal Pascotere’de, Avrupa’nın lezzet avcılarına mönü hazırlıyordu. Paul Bocuse ise Fransız mutfağının tartışmasız en büyüklerinden biriydi. Lyon yakınlarındaki kendi adını taşıyan restoranda yediklerimin tadı hálá damağımdan silinmemişti. Uçakta servis edilecek şarapları ise yine dünyaca ünlü şarap uzmanı Marcus del Monego seçmişti.
Bütün bu isimleri yan yana görünce, yolculuk boyunca bol bol yemeye ve içmeye, az miktarda da uyumaya karar verdim. Ve öyle de yaptım!.. Göz kapaklarım iyiden iyiye ağırlaşınca, düğmelere basıp koltuğumu yatak haline getirdim. Battaniyeye sarılıp, bedenimi yıldızlı rüyalara teslim ettim.
Bu seferimde New York’a bir solukta girebildim. Önümde ne uzun kuyruklar vardı, ne de pasaport görevlisi ahret soruları sordu. Her şey şipşak bitiverdi... Kapının önüne çıktığımda birden dumanaltı oldum. Nikotin tutkunları, havaalanının dışına adımlarını atar atmaz bir acele sigarayı yakıyor, derin birkaç soluktan sonra kendilerine gelebiliyorlardı.
OMUZ OMUZA BİR MEYDAN
Otelim tam Time Meydanı’nın ortasındaydı. Işıklı panoların dört bir yana reklam fırlattığı, ünlü Broadway gösterilerinin yapıldığı meydandaki bir gökdelendeydi. Önce uygun bir asansör bulabilmek için koşuşturup durdum. Sekizinci kattaki resepsiyondan anahtarımı alıp, 45’inci kattaki odama vardığımda kan ter içinde kalmıştım.
Sokağa çıktığımda hava kararmaya başlamış, meydan ışık seliyle kaplanmıştı. Binlerce ampul yanıp sönüyor, şekiller, yazılar binaların duvarlarında rengarenk akıp gidiyordu. Time Meydanı her zamanki gibi omuz omuzaydı. Burada her türden insanı görmek mümkündü; deliler, kendini akıllı sananlar, çöpçüler, evsizler, turistler, bilet kuyruğunda bekleşenler, karaborsacılar, polisler... Her renkten, her ırktan binlerce kişi... Kalabalığı gören bir bara oturup gelip geçeni seyretmeye koyuldum.
Bu ünlü meydan, 19. yüzyılın sonlarında tam bir bataklıktı. Hırsızların, yankesicilerin en gözde mekanı idi. At tüccarları, nalbantlar, seyisler buranın en bilinen simalarıydı. Bu yüzden koca meydan bir ahır gibi kokardı. Meydan 1900’lerin başında tiyatro ve eğlence merkezi oldu. Şık bayanlar, zengin beyler buranın yeni sakinleri oldu. 1930 ekonomi bunalımından sonra tiyatrolar perdelerini indirdi, şık bayanların yerini orospular, zengin beylerin yerini de kadın satıcıları aldı.
Time Meydanı şimdi New York’un yüreği oldu. Bu meydanda olduğu kadar başka hiçbir yerde hiçbir şey daha yoğun, daha etkileyici, daha hareketli değildi. 24 saat öylesine bir koşuşturma vardı ki, Fransız düşünür Baudrillard şaşkınlığını şöyle dile getirmişti: ‘Bir gün önce o kadar çok enerji harcanıyor ki, ertesi gün yaşamın yeniden başlaması bir mucize...’
İki gün bu kalabalık selinin arasında sürüklenip durdum. Arkadaşları yolcu ettikten sonra, küçük bavulumu kapıp, soluğu kızımın Soho’daki evinde aldım.
Haftaya bir başka New York, lezzetli lokantalar, ilginç alışveriş mekanları.
Falih Rıfkı Atay’dan 1945’in New York’u
n Buradaki lokantalarda yemekler az, hafif ve pahalı. Şöyle böyle doyabilmek için İstanbul’un en fiyatlı lokantalarından daha fazla harcamak lazım.
n Broadway’i kibar bir cadde sanırdım. Meğer New York’un Galata ve Beyoğlu’su imiş.
n Penceremden halkın gidiş gelişine bakıyorum: Hepsinde bizim, kalkmasına bir dakika kala vapura yetişme yürüyüşümüzün temposu var.
n New York’taki ‘Bulut Delenler’in bugünkü hallerini alabilmeleri için üç Avrupa icadı lazım geldi: Portland çimentosu, İngilizlerin Bessemer çeliği ve Alman metodu.
n New York bir şehir değil.. Gündüzleri Türkiye nüfusunun yarısından fazlasını barındıran bir karışık alem.
n Otelde odama gelen gazeteye bir göz attım. 22 sayfalık asıl gazete, 10 sayfalık hafta haberleri, 12 sayfalık sanat ve edebiyat, 32 sayfalık resimli bir dergi, 10 sayfalık mizah ilavesi var. Hepsi 56 sayfa.
n New York’ta kadın dağdaki erkek kadar hür, haremdeki hanım kadar nazlı, çocuk kadar fantazyalı.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2004
Tıraşı, alışverişi, dikişi, bayram eğlenceleri, hamam sefaları hep eskilerde kaldı. Şimdiki bayramlar bayrama pek benzemiyor. Fırsatını bulan çoluğu çocuğu toplayıp kaçıp gidiyor. El öpmeler, yakınlarla hasret gidermeler, bayram harçlıkları, bayram yemekleri özellikle büyük kentlerde unutulup gitti.
Bugün bayram. Cuma günkü ekte de yazmıştım; büyük kentlerde, özellikle İstanbul’da bayram kelimesi artık eski anlamını taşımıyor. İstanbul’da yaşayan çoğunluk için bayramın yeni anlamı: Kentten kaçmak, uzaklara gitmek, tatil yapmak oldu. Bir değişim!.. Çünkü eskiden bayram denince akla, ev ziyaretleri, el öpmeleri, bayram paraları, bahşişler, küçük hediyeler gelirdi. Şimdi bayram denince, sıcak ülkelerdeki deniz kıyıları, dağ tepeleri, lüks oteller geliyor. Bayramda kentten kaçmanın bence bir sakıncası yok. Ben zaten hep gitmekten yana oldum. Herkes kaçarsa bayramı kimler kutlayacak? Veya eski kutlamalar unutulup gidecek mi? Hem gitmekten hem geleneğin yaşamasından yanayım. İsteyen istediğini yapsın!..
Eski bayramları hatırlamakta ben bile zorlanıyorum. Değişim çağında yaşıyoruz, tabii ki bayram davranışlarında da bir takım değişiklikler olacak. Kutlamalar da modernleşecek... Ben bu hafta, eski bayramları merak edenlere bildiğim, öğrendiğim kadarını aydınlatmaya çalışacağım. Bugünü değiştirmek için dünü bilmek gerek.
İstanbul’da bayramın geçmişi Bizans’a dayanıyor. O dönemde pek çok bayram, imparatorun katılımıyla gerçekleştiriliyordu. Bayram törenlerinde at yarışları, tiyatro, taklit, güldürü gibi gösteriler yapılır, kentin yoksullarına manastır kapılarında yemek ve şarap dağıtılırdı.
Osmanlı döneminde de bayram günlerinde büyük törenler düzenlemek adeti devam etti. O dönemde düzenlenen bayram alayları dillere destandı. Bu alayların yüzlerce ayrıntısı vardı. Kimin nerede duracağı, kimin hangi sırada yürüyeceği, kimlerin alkışlayacağı, kimlerin atlı, kimlerin yaya katılacağı tüm ayrıntılarıyla teşrifat defterlerine yazılırdı.
DİKİŞ TELAŞIEskiden ramazanın on beşinden sonra evlerde yoğun bir dikiş telaşı başlardı. Bayramlık giysiler için kumaşlar alınıp dikilirdi. 20. yüzyılın başlarından itibaren hazır giyim tercih edilmeye başlandığı için, evlerde kaybolan ilk bayram telaşı dikiş oldu. Bayramlık alışveriş de dikiş kadar önemliydi. Bu alışverişlerin önemli bir kısmını, ziyarete gelecek konuklara ikram edilecek şekerler, el öpmeye gelecek çocuklara verilecek olan, ucuna gümüş paralar düğümlenip hediye olarak hazırlanan mendiller, davulcu, bekçi ve çöpçüler için üzeri çiçekli, şal örnekli mintanlar oluştururdu.
Bayramlarda temiz bir elbise giymek, İstanbullular için vazgeçilmez bir gelenekti. Bayramlarda giyilmek üzere özenle korunan elbiselere ‘adamlık’ adı verilirdi. Sanırım o günden bugüne pek değişmeyen adetlerin başında bu gelmekte. Zamanımızda da insanlar, bayramda temiz ve yeni elbise giymeye özen gösteriyorlar.
Arife geceleri hamamlar ve şekerci dükkanları sabaha kadar açık olurdu. Tahir Olgun adlı bir gazeteci, 1921 tarihli ‘Mahfil’ adlı dergide bu hamamları şöyle anlatmıştı:
‘O gece İstanbul’un hamamları sabaha kadar açık bulundurulur ve hepsi de tas tas üstüne denilecek derecede kalabalık olur. Çünkü bayramı temiz bedenle karşılamak adet olmuştu. Senede bir defa sıcak su yüzü gören ayak takımı, bayram münasebetiyle o gece kuralı bozup yıkanırlardı...’ Hamamlar belli saatlerde kadınlara ayrılırdı. Arife günleri kadınlara ayrılan saatler daha da uzardı. Çünkü kadınların hamam sefası bitmek bilmezdi. Göbek taşında yemekler yenir, erkek anaları kız beğenir, dedikodular kubbede yankılanıp dururdu. Erkekler ise daha çok gece hamama gitmeyi yeğlerlerdi.
BAYRAM TIRAŞIBerberler de bayram öncesinin en çok çalışan esnafıydı. Bayrama tıraşlı girmek adetten olduğu için berberler sabahlara kadar çalışmak zorunda kalırlardı. Hatta varlıklı kişiler berberi eve getirtip, çoluk çocuk orada tıraş olurdu.
Bayramın yüzünü güldürdüğü bir başka esnaf grubu da sakalardı. Atlı veya eşekli sakalar her zamankinden daha çok su taşırlardı. Kaynaklara göre İstanbul’da 17. yüzyılda hayvanı olan saka sayısı 1.400’dü. Bunların merkezi Ayasofya semti idi. Bir de sırtlarında deri kırbalarla su taşıyan sakalar vardı.
Bayram sabahları evleri ilk olarak bekçiler ziyaret ederdi. Davulu daha çok mahalle bekçilerinin en genci çalar, yaşlı bekçiler de kapı kapı dolaşıp bahşiş toplarlardı. Bekçilerden birinin elinde bir sırık bulunur, o sırık evlerin penceresine uzanır, pencereden de sarığın ucuna basma, mendil ya da değişik hediyeler bağlanırdı. Bekçileri tulumbacılar takip ederdi. Tulumbacıların kendi mahallelerindeki evleri, bayram sabahları dolaşıp bahşiş toplamaları İstanbul’a has bir adetti. Tulumbacılar kapıları klarnet, darbuka gibi çalgılarla dolaşır, bahşişler fenerin ya da borunun içinde toplanırdı.
Tulumbacıları çöpçüler izler, onlardan sonra sıra mahallenin çocuklarına gelirdi. Onlara da el öptürüp ya bir mendil ya da bir kaç kuruş bahşiş verilirdi.
Anlayacağınız, bayram sabahları sokaklar böylesine eğlenceli ve renkli olurdu. Şimdilerde de postacılar, çöpçüler, ramazan davulcuları, kapıcı çocukları mahalle aralarında dolaşsa da, bahşiş için açılan kapı sayısı giderek azaldı. Çünkü o kapıların sahipleri, ya şehir dışına çıkmış oluyor ya da zil sesine kulağını tıkayıp, davetsiz misafirin gitmesini bekliyor.
BAYRAM YERLERİNeyse biz tekrar geçmiş bayramlara dönelim. O zamanlar her mahallenin uygun bir yerindeki boş bir arsada -şimdi hiç boş arsa yok- bir bayram yeri vardı. Buralarda dönme dolaplardan ve salıncaklardan başka atlıkarıncalar, cambazlar, hokkabazlar, ip cambazları bulunurdu. Bayram yerlerinin dışı da birçok satıcıyla dolardı. Kuruyemişçiler, horoz şekeri, macun, turşu, simit, börek satanların önünde kuyruklar oluşurdu.
Ben böyle bir bayram yerini hayal meyal hatırlıyorum. O zaman çevrenin en büyük bayram yeri Ihlamur’da kurulurdu. Biz de, bir acele el öpme işini bitirip, aldığımız bayram harçlıklarıyla bir koşu soluğu Ihlamur’da alırdık. Orada yaşadığım güzel anları hiç unutamıyorum.
Sonradan bu bayram yerleri, yerlerini modern lunaparklara bıraktı. Sanırım bugünün çocukları, bayramın tadını bizden daha iyi çıkarıyorlar.
İstanbul Ansiklopedisi, kentin meşhur bayram yerlerini şöyle sıralamış: ‘Suriçinde Karaman Çarşısı boyu, Vefa Meydanı, Şehremini, Hastane Çayırı, Edirnekapı, Unkapanı Meydanı, Yenibahçe, Sultanselim Meydanı, Aksaray, Yenikapı, Yedikule, Kadırga, Cinci Meydanı, Şehzade ve Sultanahmet camilerinin dış avluları, Sultanahmet Meydanı, Tophane sahası, Çukurcuma, Sormagir, Koçbaş Meydanı, Kasımpaşa Kulaksız ve Tabakhane meydanları, Baruthane Çayırı, Çürüklük, Firuz Ağa, Beşiktaş Ihlamur, Maçka, Üsküdar Doğancılar, Şemsipaşa, Bülbül Deresi, Nuhkuyusu, Duvardibi, Haydarpaşa, Kuşdili.’
SOKAĞA ÇIKMA YASAĞIGeçmiş bayramlarla ilgili bilgi toplamak için baktığım kaynaklarda en çok ilgimi, bayramlarda kadınlara konan sokağa çıkma yasağı çekti. Reşat Ekrem Koçu, hınzır ve ilginç maddelerle dolu olan ‘İstanbul Ansiklopedisi’nde, bu konuya da bir madde ayırmış ve şunları yazmıştı:
‘Bayramlarda karşılıklı tebrikler münasebeti ile erkeklerin sokağa dökülmesi ve bilhassa bekar odalarında oturan bekar uşağı Şehbaz yiğitlerin el öpmek, para, çamaşır, mintan gibi bayram hediyesi almak için ağa kapılarına gitmek bahanesi ile mahalle aralarına girmeleri yüzünden, kadınların bayram günlerinde sokağa çıkmaları hoş görülmemiş ve zaman zaman kadınların bayram günlerinde sokağa çıkmaları yasak edilmişti. Mart 1766 Ramazanı sonunda, Sultan Üçüncü Mustafa tarafından İstanbul Kadısı’na yazılı fermanda yasağın gerekçeleri şöyle anlatılır: ‘İstanbul Kadısı faziletlu efendi; Bayram günlerinde kadınların sokaklarda, pazarda ve mahalle aralarında dolaşmaları ferman ile yasak olduğundan, mahalle imamlarını şeriat meclisine çağırıp, önümüzdeki Ramazan Bayramı’nın ilk gününden, bayramın sonuna kadar, kadınların sokaklara ve pazarlara çıkmayıp ve mahalle aralarında gezmeyip evlerinde oturmaları hususunu tembih ederiz. Eğer bayram esnasında fermana aykırı hareket edip, sokak ve mahalleler arasında dolaşanlar olursa, muhakkak hadlerinin bildirileceğini, imamlar mahalle ahalisine tehdit yolu ile ifade etsinler...’
Şu satırları yazarken düşünüyorum da, modern dönemin İstanbul kadınları, böyle bir yasağın şimdi de konmasını, her türlü zorunlu ziyaret baskısından uzakta, bacaklarını uzatıp, bayram sonuna kadar evlerinin dört duvarı arasında tembellik haklarını kullanmayı ne kadar arzuluyordur kim bilir!..
Geçmiş bayramların bir özeti böyle. Bugünün mü, dünün mü bayramlarının daha güzel olduğuna siz karar verin...
Unutma beni dolması
Eskiden bayramın gelmesini sabırsızlıkla bekleyenlerin başında bir de meyhaneciler geliyordu. Çünkü cumhuriyetin ilanından önce, İstanbul’daki bütün meyhaneler arife günü akşamı kapatılır, bayramın birinci günü akşamı açılırdı. Onun için Şeker Bayramı, hem akşamcılar hem de meyhaneciler için ‘katmerli’ bir bayram olurdu. Büyük gedikli meyhanelerin sahipleri, bayram sabahı devamlı müşterilerinin evlerine, mevsimine göre son derece titizlikle hazırlanmış bir koca tabak dolusu midye veya uskumru dolması gönderirlerdi. Bu dolmaya ‘unutma beni dolması’ denirdi. Reşat Ekrem Koçu, bu servisi kendine has üslubuyla şöyle anlatır: ‘Üzerleri tertemiz dülbentlerle örtülmüş dolma tabaklarını, yine başından ayağına tertemiz giydirilmiş ve her biri cennet kaçkını denilecek kadar güzel çırak oğlanlar, muğbeçeler, ateş oğlanları, sakız mahbubları getirirlerdi...’
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2004
Bayram artık kaçmakla eş anlamlı oldu. Hele bayramın önüne ardına bağlanan günlerle tatil uzuyorsa, kentlerde kimsecikler kalmıyor. Ben tatili evde geçirmeyi sevenlerin arasında yer alıyorum. Tatil yerlerindeki itiş kakışı, yollardaki karmaşayı sevmediğim için bayramlarda kentte kalmak çok hoşuma gidiyor. Hele benim gibi İstanbul’da oturmak şansına sahipseniz, bayram tatili daha bir keyifli oluyor. Sizi bilmem ama ben hafta arası koşuşturmaktan, yaşadığım kenti ve çevresini görmeye fırsat bulamıyorum. Ne yeni oluşan semtlerden haberdar olabiliyorum, ne değişimleri izleyebiliyorum, ne de eski sokaklarda dolaşıp anılarımı besleyebiliyorum. Veya yakın çevredeki cennet köşeleri bir yana bırakıyorum. Bu bayram tatilinde yine İstanbul’da olacağım ve her günü başka şekilde değerlendireceğim. Eğer Ankara’da, İzmir’de, Antalya’da ya da Adana’da otursaydım tatilimi nasıl geçirirdim, bunu da sizinle paylaşacağım. Sizlere günü birlik gezi önerilerinde bulunacağım. Bütün okurların Ramazan Bayramı’nı kutlarım.
İstanbullulara Tarihi Yarımada
Sinan’ın peşinde
Benim gibi siz de İstanbul’da oturuyorsanız, bayram tatilinde Mimar Sinan’ın peşine düşmenizi önereceğim. Ünlü mimarın birbirinden değerli eserlerini bir türlü yakından inceleme fırsatını bulamam. Ama bu bayram tatilinin bir gününü bu hatamı düzeltmeye ayıracağım. Bu geziye çıkmadan önce veya gezerken, Mehmet Coral’ın Sinan’ın yaşam öyküsünü anlattığı ‘Işıkla Yazılsın Sonsuza Adın’ adlı kitabını okumanızı öneririm.
Ben kendime şöyle bir rota çizdim: Önce Süleymaniye Camii’nin hemen karşısındaki Rüstempaşa Camii’ne gideceğim. Burada Sinan’ın mimarlık dehasının yanı sıra, İznik çini sanatının en mükemmel örnekleriyle de karşılaşacağımı biliyorum.
Sonra bütün İstanbul’a tepeden bakan Süleymaniye Camii’nde, Sinan’ın mimarlık sanatının doruk noktasında nasıl dolaştığını izleyeceğim. Oradan Şehzadebaşı’na gidip, ustanın ‘çıraklık dönemi eserim’ dediği Şehzade Mehmet Camii’nde, zaman ve mekanın mistik kucaklaşmasını seyredeceğim. Rotamdaki Sinan eserlerinden biri de, Kadırga sırtlarındaki Sokullu Mehmet Paşa Camii olacak. Kitapta yazılanlara bakılırsa, burada da İznik çinilerinin büyüleyici renkleriyle kendimden geçeceğim. Daha sonra Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nde, Sinan’ın taş, renk ve ışıkla nasıl oynadığına şahit olacağım. En son durakta ise yine Edirnekapı’daki Gazi Kara Ahmet Paşa Camii olacak.
ALTERNATİF: Boğaz kıyısında balık tutmak, Şile, Ağva taraflarında sonbaharın renklendirdiği doğada dolaşmak.
Adanalılara Tarsus
Tarihin başkentine yolculuk
Bayram’da Adana’da olsaydım, hiç düşünmez tatilin bir gününü Tarsus’ta geçirirdim. Tarsus dediğin en fazla bir saatlik yol. Kente Kleopatra Kapısı’ndan girmenizi öneririm. Söylenceye göre İ.Ö 41 yılında, Kleopatra Romalı komutan Antonius ile buluşmak üzere buraya gelmişti. Gözlükule höyüğünün olduğu yerde törenlerle karşılanmış, o zamanlar deniz kıyısında olan bu kapıdan kente girmişti.
Kapıdan kente girdikten sonra rotanızı, Hıristiyanlar için önemli dini bir merkez olan Aziz Pavlus Kilisesi’ne çevirebilirsiniz. Bu kilise daha önce mevcut olan çok eski bir kilisenin temelleri üstüne 1830 yılında inşa edilmiş.
Tarsus tarih boyunca hep lider kent olmuş. Hititler, Asurlular, Persler burayı kendilerine başkent seçmişler. Tarsus’un geçmişindeki görkemini tam olarak kavrayabilmeniz için, 1993 yılında bir rastlantı sonucu ortaya çıkartılan Antik Cadde’nin üstünde bir yürüyüş yapmanızı öneririm. Bazalt taşlarla kaplanmış cadde, antik dönemde kentteki altyapının sağlamlığını, dönemin zenginliğini gözler önüne seriyor. Tarsus’a gelmişken Yedi Uyurlar Mağarası’nı da ziyaret edip, dilek dilemeyi de unutmayın.
Vaktiniz olursa şelalenin kıyısındaki restorana gidip, Tarsus’un ünlü fındık lahmacununun, soğanla yoğrulmuş satır kıyması kebabının, üstüne tereyağı dökülmüş humusun tadına bakmayı da ihmal etmeyeceğinizi umuyorum.
ALTERNATİF: Kazancılar Çarşısı’nda ciğer yemek, Kuş Pazarı’nda dolaşmak, Misis antik kentini gezmek.
Ankaralılara Beypazarı
Geçmişte dolaşmak
Eğer bayram tatilinde Ankara’da olsaydım, arabama atlayıp 1.5 saat ötedeki Beypazarı’na giderdim. Yörenin en güzel kasabalarından biri olan Beypazarı, İpek Yolu üstünde, özellikle Bağdat’a giden kervanların konakladıkları önemli bir yerleşim yeriydi. İlçenin ilk çağdaki adı ‘Kaya Ülkesi’ anlamına gelen Laganeia imiş. Bizans döneminde Anastasiopolis adını almış. Germiyanoğlu Yakup Bey’in veziri Dinar Hezar bu adı ‘Beyhazar’ olarak değiştirmiş. İlçede kurulan pazar yeri tüm yörede dillere destan olunca bu ad Beypazarı’na dönüşmüş.
Eğer önerime uyarsanız, rahat bir ayakkabı giyin. Çünkü kasabanın ara sokaklarında çok yürüyeceksiniz.
Evliya Çelebi’ye göre kasabada duvarları kerpiçten, ikişer katlı 3060 ev varmış. Şimdi bu evlerin yarıya yakını onarılmış, eski güzelliğine kavuşturulmuş. Onun için insan, dar sokaklarda yürürken kendini geçmişte dolaşıyormuş gibi hissediyor.
Kasabanın çarşısı da eskiyi anımsatan görüntüler içeriyor. Bir yanda bakır döven sanatçılar, bir yanda yemeni diken saraçlar, yorgancılar, ipek burgu dokuyan ustalar... Çarşıda ilginç fotoğraflar çekeceğinizden kuşkunuz olmasın.
Beypazarı’nın, yemekleri de ünlü. Çiğ börek benzeri Yarımca, Akpüskül üzümünün yaprağına sarılan, küçük parmak büyüklüğündeki etli yaprak sarması, etli, tavuklu, sebzeli güveç, 80 katlı baklava damak çatlatan lezzetlerin başında geliyor. Beypazarı’nın bir de dillere destan ‘Kuru’ su var. Un, süt ve tereyağı ile yapılan, galeta benzeri bu yiyecek kasabanın gururu.
ALTERNATİF: Abant’ta yürüyüş, Hitit Müzesi.
İzmirlilere Tire
Yakındaki cennet
Güneye doğru yaptığım yolculuklarda mutlaka otoyoldan çıkıp, bir koşu Tire’ye uğrayıp hasret gideririm. Onun için İzmirlilere de bayram tatilinde bu şirin kasabayı önereceğim. Tire’ye Bizans tarihçisi Pachmeres ‘Keşişler Yöresi’ demiş. Evliya Çelebi ‘Şehr-i Muazzama’ demeyi uygun görmüş. Katip Çelebi ise ‘Eski Taht Şehri’ni yakıştırmış. Aydın Vilayeti Salnamesi’nde Tire için ‘Ulemalar Yatağı’ başlığı açılmış.
Tire’nin eski sokakları görülmeye değer. Ben her seferinde başka bir güzellik keşfediyorum. Güre dağlarına yaslanmış olan bu dar sokaklardaki ağaçlar da evler kadar eski. Osmanlı kaynaklarına göre bu daracık sokaklarda Rumlar, Museviler, Acemler, Müslümanlar kavgasız, dövüşsüz yan yana yaşayıp gitmişler. Bunun kanıtı olan kiliseler, havralar, camiler hálá durmakta.
Tire’ye giderseniz camileri görmeden sakın dönmeyin. Büyük çoğunluğu 15. yüzyıla ait olan camilerin gerek kubbelerinde, gerekse minarelerinde tuğla işçiliğinin en güzel örneklerini görebilirsiniz.
Size bir de lezzet durağı önereceğim. Burası, Tire’nin 5 kilometre tepesinde, Kaplan Köyü’ndeki Kaplan Restoran. Lütfü ile Hürmüz, burada çevre otlarından yaptıkları yemeklerle, damaklarda unutulmaz tatlar bırakıyorlar. Tabii Tire köftesini de ihmal etmemek gerek. Tüm bu lezzetlere Küçük Menderes Ovası’nın uçsuz bucaksız manzarası eşlik ediyor.
Eğer yerel tatların meraklısıysanız tatlı, tuzlu lor, tuzlu çökelek, karadut reçeli ve ünlü Tire sucuğunu almayı ihmal etmeyin.
ALTERNATİF: Eski Foça, Bergama, Çeşme Dalyanköy’de balık.
Antalyalılara Olimpos
Sönmeyen antik ateş
Bayramda Antalya’da kalacaklar için seçenek çok. Örneğin ben olsam arabama atlar Olympos’taki Yanartaş’a giderim.
Bu ateş antik çağdan beri, Olympos Dağı’nın eteklerindeki tepelerden birinde yanıp duruyor. Ateşin yanına ulaşabilmeniz için ormanların içinden geçen bir patikadan yaklaşık bir saat tırmanmanız gerektiğini aklınızdan çıkarmayın.
Ateş, sık ağaçların arasında, yaklaşık 50 metre çapındaki kayalık bir alanın ortasındaki delikten çıkıyor. Homeros bu ateşi ‘önü aslana, arkası yılana, ortası keçiye benzeyen ve nefes verdiğinde ağzından alevler saçan’ bir yaratık olarak tarif ettiği Khimaira’yla ilişkilendirilmiş.
ALTERNATİF: Kaleiçi’nde dar sokaklarda dolaşmak, Saklıkent’e çıkmak, Termessos’ta antik tiyatroyu ziyaret.
Yazının Devamını Oku