Marmara’nın sessiz adası

Marmara Adası, cennet koyları, sessiz sakin sahil köyleri, taze balıkları, nar gibi kızarmış midyesi, peynirli patlıcanı, garozu, unezi, peynir helvası ve iyi insanları ile Marmara Denizi’nde pek göze batmayan cennet bir köşe. İnsan bu adada Marmara’nın güzel bir deniz olduğunun farkına varıyor.

Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın, ‘bol bol uskumru yeriz’ diyerek başlattığı Marmara Adası gezisinin ilk yazısında, Ada’nın geçmişi, adının hikayesi, Türkler’in adaya gelişini anlatmıştım. Feribot’un yanaştığı ilk iskele olan Çınarlı Köyü’nde, eteklerinde dalgaların oynaştığı bir oteli mesken tuttuk. Sahildeki bir kahvede biraz soluklandıktan sonra, Çınarlı’nın dar yollarından ayrılıp, yıpranmış asfalttan kıvrıla kıvrıla, adanın merkezi olan Marmara Kasabası’na doğru ilerlemeye başladık. Kiminin kıyısından geçtiğimiz, kimini kuşbakışı gördüğümüz koylar öylesine tahrik ediciydi ki, bu adayı daha önce neden tanımadığıma, bu şıkır şıkır sularda neden kulaç atmadığıma, çok yakınlardaki bu sessiz cennete kaçmak için neden bahaneler uydurmadığıma hayıflandım.

Koylardaki pırıl pırıl suları görünce, yıllarca ‘kirli’ diye ihmal ettiğim, yüz vermediğim Marmara Denizi’ne nasıl haksızlık ettiğimi anladım. Marmara Adası’nın koylarında, Marmara Denizi’ne ilk defa hayran oldum. Onu yeniden keşfettim.

Kasabanın girişindeki otoparka arabayı bırakıp, Zeki ile birlikte tanıma yürüyüşüne başladık. Balıkçı motorlarının bağlandığı limanda hummalı bir faaliyet vardı. Balıkçılar rıhtıma serdikleri rengarenk ağların geçen sezondan kalma yırtıklarını onarıyor, ertesi gün sona erecek olan avlanma yasağına karşı son hazırlıklarını yapıyorlardı. Konuşmalarından anladığıma göre adanın etrafı uskumru kaynıyordu. Unutulmaya yüz tutan bu nadide balık, Çanakkale’den Marmara’ya akın etmişti. Hepsinin yüzüne bir gülümseme oturmuştu. Bu gece tüm balıkçıların, rüyalarında, tıka basa uskumru dolmuş ağları göreceklerinden emindim.

MİDYE BARLARI

Kasabanın ortasından geçen cadde, yazlık mekánlarının klasik ‘piyasa yolu’na benziyordu. Deniz tarafında restoranlar, kahveler sıralanmış, kara tarafı ise iş yerlerine ayrılmıştı. Yola asırlık çınarlar kol kanat germiş, yazlıkçıları güneşe karşı korumaya almıştı. Kasabanın birbirine paralel uzanan bütün sokakları yokuş ve merdivenliydi. Bu sokakları tırmanabilmek için insanın nefesinin kuvvetli olması gerekirdi.

Eski Belediye Başkanı Ahmet Enön’ün adayı anlatan kitabından öğrendiğime göre, iki okul binası ile bir büyük köşk haricinde, kasabanın tüm evleri ahşaptı. 1884 yılında, Yahabi adındaki Rum’un meyhanesinde çıkan yangın sonucu bütün evler kül olmuştu. Daha sonra Belediye, Belçikalı kent planlamacılarına yeni imar planını hazırlatmışlardı. Bu plandan sonra, denize dik inen sokaklarda, iki-üç katlı bahçeli evler yapılmıştı. Ama 1980 sonrasında tüm tarihi evler yok edilip, yerlerinde çirkin beton binalar yükseldi.

Yolda yürürken ilgimi ‘Midye Bar’lar çekti. Kıyıdaki restoranlar, yola bakan duvarlarının üstüne mermerden birer tezgah yapmışlar, orada gelip geçenlere midye dolma, midye tava satıyorlardı. Bu fırsatı kaçırmak istemedim. Zeki ile hemen barın küçük iskemlelerine oturup, adanın meşhur midye tavasından ısmarladık. Midyenin bulandığı un miktarı, taratorun kıvamı tam yerindeydi. Nar gibi kızarmış midyelerle birlikte, birer bardak soğuk bira içip keyfimizi tam ettik. Sonra aheste bir tempoda, sağa sola bakarak Kola burnuna ulaştık. Biz oraya vardığımızda güneş Gelibolu üstünden batmaya hazırlanıyordu. Gurub, yaz akşamının sıcak renklerine boyanmıştı. Sustuk ve güneşin kayboluşunu seyrettik.

Çınarlı’ya döndüğümüzde Onnik Usta, Enes restoranın önündeki kumsala masayı hazırlatmıştı bile. Yemek bir saat önce çapariye takılmış kıraçalarla başladı. Ardından doya doya midye tava geldi. Böylesine lezzetli midyeleri ne daha önce yemiştim, ne de gelecekte yiyebilirdim. Yıllardan beri unuttuğum bütün tatları hatırladım. Midyelerden sonra adanın çevresinde tutulan Uskumrular tabağı süsledi. Yıllardan beri uskumru niyetine kolyos yediğim için, bu muhteşem tadı da unutmuştum neredeyse. Tekrar hatırlamam için üç büyük uskumruyu yemem gerekti.

ADANIN TATLARI

Yemek masasında yemekten konuştuk. Onnik Usta bize adanın tatlarını anlattı. En özgün yemek kuru mihaliç peyniri, kuru nane, yumurta, çok az un ve patlıcanla yapılan peynirli patlıcan yemeği idi. Mayıs ayından Ağustos sonuna kadar avlanan kolyoz ve uskumruların karaciğerinden ve yumurtalarından yapılan Garoz ise rakıcıların vazgeçemediği bir mezeydi. Yaprak şeklinde açıldıktan sonra üstüne bol tuz ve kekik ekilen, daha sonra güneşte kurutulan uskumrudan yapılan Unez de, adanın övündüğü tatların arasında yer alıyordu. Onnik Usta, taze koyun ve keçi peyniri ile yapılan peynir helvasının tadını anlatmakta ise epey zorlandı. Onnik Usta, ada Likorinoslarının da eskiden çok meşhur olduğunu, ama şimdi aynı lezzetin tutturulamadığını öne sürdü. Bu Likorinosları bir zamanlar Aron Kaptan, aynı boydaki kefal yavrularından yaparmış. Kaptan göçüp gittikten sonra işin tadı kaçmış.

Ertesi sabah erkenden ada turuna başladık. Önümüze ilk olarak Gündoğdu köyü çıktı. Rumca adı Prastos olan bu köy, bir zamanlar Marmara ve Paşalimanı adalarının şaraplarının toplanıp, İstanbul’a gönderildiği önemli bir ticaret merkeziymiş. Burada yaşayan Türklerin ataları ise Karadeniz’deki Abana ilçesinden gelmişti. Biz oraya vardığımızda köy henüz uyanmamıştı. Sağlığına düşkün bir kaç yaşlı delikanlı, hızlı adımlarla sahilde yürüyor, bir iki balıkçı da geceden attıkları ağları temizliyordu. Ağlarda birkaç yengeç, birkaç iskorpit, bolca uskumru vardı. Kıyı boyuna iğde ağaçları dallarını dökmüştü. Kıyıdaki dört duvarı kalmış bir iki tane taş yağhane dışında, eski yapı hemen hemen hiç yoktu. Ben ada köyleri içinde en çok buraya gönül düşürdüm.

GRİ RENKLİ TAVŞANLAR

Daha sonra kıyı kıyı Topağacı (Klazaki), Asmalı (Aftoni) köylerine gittik. Sakin, kendi halinde, yaz kalabalığından ve gürültüsünden uzak köylerdi. Ada’nın diğer ucundaki mermer ocaklarına ulaşabilmek için güney yakasından uzaklaştık. Yabani incir ağaçlarının, menengeçlerin, erguvanların, delicelerin, ardıç çalılarının, böğürtlenlerin, sarı çiçeklerini dökmüş katır tırnaklarının, yabani güllerin süslediği yolda ilerlerken önümüzden tavşanlar kaçışıyordu. Bu gri renkli tavşanlar Avustralya kökenliymiş. 19. yüzyılın başlarında adaya tatile gelen İngiliz aileler tarafından getirilmiş. Ada’da bu kadar bol tavşan olmasına rağmen, ada tatları arasında tavşandan yapılan yemek bulunmaması garibime gitti.

Yol kah tırmandı, kah düzlüğe indi, birbirinden güzel koyların etrafında dolaşıp, ünlü mermer ocaklarının önüne geldi. Burası feribottan, yeşilliğin arasında bir yama gibi görünen yerdi. Bir mermer ocağını ilk kez bu kadar yakından görüyordum. Her yer topraktan henüz çıkartılmış mermer bloklarıyla kaplanmıştı. Çok etkileyici bir manzaraydı. Etrafta kimsecikler görünmüyordu ama delicilerin sesi güm güm yansıyordu.

Antik çağlardan beri mermer çıkartılan bu ocaklar hala mermer kusmaya devam ediyordu. Dağ adeta bir köstebek yuvasına dönmüştü. Antik çağın ünlü coğrafyacısı Amasyalı Strabon bu ocakları eserinde şöyle anlatmıştı: ‘Bu adada çok değerli mermer çıkarılan büyük bir ocak bulunur. Hatta bu memleketin en güzel anıtları bu mermerden yapılmıştır...’ Buradan çıkan mermerler dünyanın dört bir yanındaki sarayları, evleri, sütunları, camileri süslemişti. Ve dünyanın en usta heykeltıraşları, buranın mermeriyle şahaserler yaratmıştı.

DÖRT NALA TURİZM

Ocakları geride bırakıp, kırmızı çamur bulaşmış yoldan Saraylar köyüne indik. Burası adeta bir mermerci kentiydi. Sinop’tan, Ayancık’tan ve Cide’den yıllar önce buraya mermer işlemeye gelenlerin torunları da aynı işi devam ettiriyorlardı. Saraylar, adanın en büyük köylerinden biriydi. Tüm limanın çevresi, Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerinin yaptığı heykellerle donanmıştı. Bir iğdenin gölgesine sığınıp, adayı düşündüm. Bir zamanlar üzüm, zeytin, balık ve şarapla iç içe yaşayan adada bugün bir çok şey unutulmuştu. 1900’lü yıllarda yörenin en kaliteli şarapları bu adada üretilirken, ilgisizlik ve hastalıklar yüzünden bağcılık bir kenara bırakılmıştı. Gelişen meyvecilik ve balıkçılık da zeytinciliği geri plana atmıştı. Ada son yıllarda iyiden iyiye turizme doğru yelken açmıştı.

Yaşlı çınarın altında dönüş vapurunu beklerken Onnik Usta ile sohbete daldık. O, Marmara Adası’nın hiç bir zaman şen şakrak bir yazlık ada olamayacağını söyledi. Ona göre -bana da- burası gürültüden, kalabalıklardan kaçmak isteyenler için ideal bir sığınaktı. O güzelim koylarda kulaç atmak için bu yazı kaçırdım, ama gelecek yaz mutlaka beş on gün adanın tadını çıkaracağım. Onnik Usta ayrıca, ekim sonuna kadar adanın tadını çıkarmanın mümkün olduğunu, özellikle balık sevenlerin eşsiz lezzetler bulabileceklerini, iyi bir havada hafta sonu kaçışlarının çok keyif vereceğini de sözlerine ekledi. Benden söylemesi. Ada, çevrede oturanlara hep aynı yakınlıkta...
Yazarın Tüm Yazıları