İstanbul denizi arıyor

Yirmi yıla yakın bir süreden beri İstanbul’un kıyılarından denize girilmiyor. Halbuki bir zamanlar plajlar bütün kıyıları süsler, burada yaşananlar filmlere, romanlara konu olurdu. Bu hafta size denizi unutan İstanbul kıyılarını anlatmaya çalışacağım.

İstanbul’un kıyılarının temizliği konusunda bir tartışmadır gidiyor. Şurası temiz, şurası kirli, şuradan girilir, buradan girilmez... Yüzmeyi İstanbul’da öğrendim, ama yaklaşık 20 yıldan beri, denize girebilmek için her yaz yüzlerce kilometre yol kat etmek zorunda kalıyorum. Ki deniz evimin 100 metre ötesinde olduğu halde. Neredeyse bütün İstanbullular da benim gibi. Burada deniz, artık girilmek için değil seyretmek için. Yaşı yirmiyi bulmuş gençlerin -eğer gözleri kara değilse- İstanbul’un kıyılarında kulaç attıklarını sanmıyorum. Halbuki bir zamanlar İstanbul’un her tarafından denize girmek mümkündü. Su pırıl pırıldı. Ve plajları dillere destandı. Bu hafta sizi biraz gerilere götürüp, ‘plaj nostaljisi’ yapmak niyetindeyim. Gençler öğrensin, orta yaş üstündekiler de eski güzel günleri anımsasın diye.

İşe Reşat Ekrem Koçu’nun ‘İstanbul Ansiklopedisi’nden başlamak gerek. Bu çılgın (!) ansiklopedinin ‘Deniz Hamamları’ maddesinde bakın ne bilgiler veriliyor: ‘19. yüzyıl ortalarına kadar İstanbul’da erkekler denize civarda Müslüman evi bulunmayan yerlerden girerlerdi. Denize girerken de ya bellerine peştamal sararlar ya da iç donu giyerlerdi. O yüzyılda denize girmek için en şöhretli yerlerin başında Kumkapı geliyordu.

İstanbul’da kadın ve kızların denize girmesi, deniz hamamlarının yapılması ile başladı. Deniz hamamları, özel ve halka açık olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Özel hamamlar yalıların yanında veya rıhtımında yer alıyordu. Bunlar, zarif ve ahşap odacıklardı. Denize çakılmış kazıkların üstüne kurulurlardı. Odaların ortası açıktı. Denize buradan girilirdi. Bu nedenle yüzenleri kimse göremezdi. Odanın dışına çıkmak sadece erkeklere mahsustu.

Halka açık hamamlar ise kadınlar ve erkekler hamamı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. İki hamam arasında, seslerin duyulmayacağı kadar bir mesafe olma koşulu vardı. 1867 yılında İstanbul kıyılarındaki hamamların sayısı 62’yi bulmuştu. Erkek hamamlarında bir kahve ocağı bulunur, burada kahve, çay, gazoz, limonata satılırdı. Sarhoş gelenler kesinlikle hamama alınmazdı. Hamamların içinde herkesin kullandığı localarda soyunanlar bir kuruş, özel localarda soyunanlar ise iki kuruş ücret öderlerdi.

KADINLARIN GİYSİSİ

Kadınlar hamamı ile erkekler hamamı arasında polis sandalı aralıksız devriye gezerdi. Kadınlar denize ayak bileklerine kadar uzanan gecelikler veya çiçekli basmadan yapılan ve ‘denizlik’ denilen özel giysilerle girerlerdi. Bu giysiler bluz ve diz kapağının altına kadar uzanan bir şorttan oluşurdu. Bel kısmına dikilen danteller veya kırmalı süsler kalçaları şehvetli gözlerden saklardı.

İstanbul’un ünlü deniz hamamları şöyle sıralanıyordu: Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Çatladıkapı, Ahırkapı, Salıpazarı, Fındıklı, Kuruçeşme, Ortaköy, İstinye, Tarabya, Büyükdere, Yenimahalle, Beykoz, Paşabahçesi, Kuleli, Çengelköyü, Beylerbeyi, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçesi, Caddebostan, Bostancı, Kartal, Maltepe, Pendik, Tuzla.’

Bu listeden de anlaşılacağı gibi, yirmi yıl öncesine kadar İstanbul’un tüm sahillerinden denize girilebiliyordu. Şimdi ise ayağınızı soksanız mikrop kapabilirsiniz. Denizi, neden ve nasıl böylesine mikrop yuvası yaptık? Bu soruya karşılık şu tezler de öne sürülebilir: O yıllarda da tüm lağımlar denize dökülüyordu. O zamanlarda da basiller denizde kol geziyordu. Ama yetkililer uyarmadığı için halk tehlikeden habersiz, her yerden denize girebiliyordu. Veya, denizdeki kirliliği ölçen aletler o dönemde henüz bilinmediği için, herkes bilmeden pisliğin içinde kulaç atıyordu... Yani plajların olduğu devirlerde de deniz kirliydi... Bu varsayımlar doğru olabilir. Ama, örneğin ben; İstanbul’un bütün sahillerinde denize girdiğim halde, hastalandığımı hiç hatırlamıyorum. Şimdi girersem hastalanır mıyım? Onu öğrenmeye de cesaret edemiyorum.

Her neyse, hamamları geçip plajlara gelelim.

Kaynak kitaplarda İstanbul’daki ilk plajlarla ilgili değişik iddialar var. Araştırmacı Burçak Evren’e göre, plajların kurulmasını kimileri İstanbul’a göç eden Beyaz Ruslara, kimileri de işgal kuvvetlerine bağlar. İlk plajların Florya, Yeşilköy ve Bakırköy sahillerinde kurulduğu ise kesin bir bilgidir. Florya sahilinde plaj kuran ilk girişimciler, Uzun Aleksandr ile Küçük Aleksandr adlı iki Rum’dur. Bu plajların birinin adı Solaryum, diğerinin adı ise Highlife’dır. Atatürk’ün Deniz Köşkü’nü yaptırmasından sonra, bu sahillerin şöhreti daha da artmıştır.

Benim Florya maceram Güneş Plajı ile başlar. Sirkeci’den bindiğim banliyö treni ile yaptığım uzun yolculuk, kabinlerdeki aşk öyküleri, o zamana göre cüretkar mayolar giymiş güzel kadınlar, onlara caka satan delikanlılar, küçük leğenlerin içinde kabinlere su taşıyanlar, bir türlü derinleşmeyen kumlu deniz... Bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçen görüntülerdir.

Aslında yüzmeyi Ortaköy Camii’nin önünde öğrenmiştim. İlkokul son sınıftaydım. O zaman Ortaköy bu kadar kalabalık bir yer değildi. Biz bizeydik. Anne ve babalarımız sahil kahvelerinde otururken, biz de caminin önündeki meydanlıkta koşturup dururduk. İşte o günlerden birinde, şimdi adını hatırlayamadığım bir arkadaşım beni denize itti. İtiş o itiş. Boğaz’ın soğuk sularından karaya çıkabilmek için epey çırpınmıştım. Sonraki günler kulaç atmayı, daha sonra şehir hatları vapurunun en üst katından denize atlayarak kızlara fiyaka yapmayı öğrendim. O gün bu gündür, akıntısız, ılık, sığ sularda yüzmekten hazzetmem.

O zamanlar, Bebek’le Aşiyan arasındaki sahilden denize girmek pek modaydı. Yaz günlerinin hemen her gününü orada geçirirdim. Babam, beni ve kardeşlerimi sık sık Salacak Plajı’na götürürdü. O, plajın üstündeki gazinoda, rakısını yavaş yavaş yudumlarken, biz plajda, denizin ve kumun tadını çıkarırdık. Salacak pırıl pırıl denizi ile o zamanların en gözde plajıydı. Rahmetli Tekin Aral, ‘Salacak Öyküleri’nde işin içine biraz da mizah katarak, suyun temizliğini şöyle anlatır: ‘ Ah ah!.. Eskiden böyle miydi İstanbul’un denizi. Hele de bizim Salacak Plajı... Bir denizi vardı, nasıl temiz, nasıl pırıl pırıl anlatsam inanamazsınız. Örneğin plajın çok kalabalık olduğu günler, şişe suyu bittiğinde plaj sahibi şişeleri denizden doldurur, millet farkına varmadan tatlı su niyetine lıkır lıkır içerdi...’

Küçüksu ve Altınkum plajlarını da çok severdim. Çünkü oralara giderken annem piknik yemekleri hazırlardı: Sigara böreği, kuru köfte, katı yumurta, yaprak sarması... O zamanlar -şimdi de- piknik yemeklerine bayılırdım.

Daha genç yaşlarımda, Tarabya Plajı’na takılmaya başladım. O yıllarda en favori plajım burasıydı. Çünkü İstanbul’un en güzel kızları, sinema sanatçıları, sosyetenin alımlı hanımefendileri hep bu plaja gelirlerdi.

Bazen de soluğu Büyükada’da, Yörükali veya Değirmen plajında alırdık. Bu plajlara gitmek için hafta arasını tercih ederdik. Çünkü hafta sonu tıpkı bugünlerde olduğu gibi ada ana-baba gününe döner, kavgalar çıkar, gürültüden geçilmezdi. O yıllarda çok uzak olduğu için, şu anda kıyısında oturduğum Süreyya Plajı’na, Kartal Nizam Plajı’na gidemezdim.

Burada lafı ünlü yazar Selim İleri’ye emanet etmek istiyorum. İleri, ‘Yıldızlar Altında İstanbul’ adlı kitabında, sanki bir zaman makinesine binip, kentin geçmişine gidiyor. Ve bu büyülü yolculukta, İstanbul plajlarını şöyle anlatıyor:

YOK OLAN PLAJLAR

‘İstanbul daha düne kadar bir denizler kentiydi. Şimdi denizler yaşamıyor. Daha dünün İstanbul’unda birçok plaj, yaz boyunca, bir eğlence, şenlik havası estirir, çoluk çocuk, gençler, yaşlılar, aileler denizden sevinç duyardı.

Kadıköylü olduğum için hep Moda Plajı’na yanarım. Moda Plajı başlı başına bir romandır... Moda’yı bir müzikal gibi de anımsayabilirsiniz. Bütün günler, bütün yaz plajın ses yükselticilerinden moda şarkılar çalıp dururdu... Bazen Suadiye Plajı’na gidilirdi. Suadiye Plajı’na seyrek gidilirdi, çünkü Suadiye lükstü, pahalıcaydı, sosyetikti... Caddebostan’ı, Bostancı’yı unuttum sanılmasın. Ama Fenerbahçe Plajı’nda daha uzun yazlarım var. Yüzmeyi Fenerbahçe Plajı’nda öğrendim... Fenerbahçe Plajı’nın kumsalında küçük şeytanminareleri, küçücük deniz salyangozları elmas ışıltılı sularda yaşamaya çalışır, çocukların kum kovalarında hep ölüm tehlikesi atlatırlardı.

Sonra Salacak Plajı: O artık Boğaziçi’nin ilk durağı gibiydi. Kadıköy’ün uysal denizi burada usul usul hırçınlaşır, usulca soğur, dipten soğuk su damarları geçer, hele ağustostayken sanki sonbahar çıkagelirdi. Boğaziçi’nin en güzel plajlarından biri Küçüksu Plajı’ydı. Deniz üstündeki lokantası, uçuşan, yapraklanan tenteler belleğimden çıkmıyor... Denizler kenti İstanbul’un plajları bitecek gibi değildir. Tarabya’nınki pek sosyetikti. Şık, havalı hanımlar, otomobilli beylerin uğrağıydı Tarabya Plajı. Bebek Oteli’ninki de sosyetikti.

Sarıyer’e doğru gitikçe özel plajlar, dört bir yandan ahşap perdelerle örtülü, ufarak deniz hamamlarına rastlanırdı. Sevgili babam bunların konsoloslukların özel kabinleri olduğunu söylerdi... Büyükada’nın Yörükali’si ünlüydü. Akşamüstü yorgun argın, eşek sırtında vapur iskelesine dönüşlerimiz, hep bir ayrılık duygusu bırakırdı... Burgaz’ın, Kınalı’nın plajları var mıydı, yoksa her yerden mi girerdik denize...’

Topu topu 20 yıl öncesine kadar böylesine bir ‘denizler kentiydi’ İstanbul. Şimdi deniz bitti, uzaklara gitti. Günün birinde geri dönecek mi acaba?
Yazarın Tüm Yazıları