Sonbaharın yazdan kalma günlerini fırsat bilip, alıp başımı, ‘Işık Ülkesi’ Likya kıyılarına gittim.
Bu gezinin bir bölümünü, WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) yetkilileriyle birlikte yaptım. Zaten öğrenme açısından en faydalısı da bu bölüm oldu. WWF-Türkiye çalışanlarının uğraştıkları projelere bakınca insan kendini sorgulamaktan alıkoyamıyor. Onlar, bir yosunu, bir balığı, bir yengeci, bir kaplumbağayı, bir çiçek türünü, bir ormanı, bir kuşu korumak, türlerin devamını sağlamak için amansız bir çaba içinde koşuşturup dururken, bizler, büyük kent mahkumları, öldürmek, yok etmek, kirletmek, tüketmek ve tükenmek için ne kadar lüzumsuz işler yapıyoruz bir bilseniz!.. Kendini doğal hayata adayanları kıskanıyorum. Zaten hep, Amerika’daki doğal parklardan birinde koruyucu olma düşünü kurmuşumdur. Hálá da kuruyorum...
Geçen haftaki yazımda Kaş koylarındaki çalışmaları, antik Likya Yolu’nda yaptığım yürüyüşü, balık pişirmesini bilmeyen aşçıları, cennet koyları anlattım. Bu hafta gezinin diğer bölümlerine değineceğim.
Kim çok bilir?.. Çok gezen mi, çok okuyan mı? Bu soru bana sık sık sorulur. Yanıtlamakta hep tereddüt ederim. Bazen gezen derim, bazen okuyan. Aslında sorunun doğru yanıtı, gezerken okuyandır. Gezmek okumakla eşleşince insan daha çok bilgileniyor sanırım. Ben gezilerimde çok şeyler öğreniyorum. Bazen görerek, bazen dinleyerek... Bu gezimde de öyle oldu. Denizin ortasında bir teknede sallanırken orfoz (Epinephelus Marginatus) balığının öyküsünü dinledim. Meğerse orfozun hayatı ‘bir romanmış!..’
ÖNCE DİŞİ SONRA ERKEK
Bu balığa hermafrodit -hünsa, erdişi, erselik, çift cinsiyetli- demek pek doğru değil galiba. Yani Hermes ve Afrodit’in soyundan gelen çift cinsiyetli yarı tanrılara benzemiyor orfoz balığı. Resimlerinden ve heykellerinden cinsiyetleri anlaşılmayan Uzakdoğu tanrıları gibi de değiller. Çünkü o tanrılar da, iki cinsiyeti birden içlerinde barındırıyorlar. Ama orfoz iki cinsiyeti ayrı ayrı dönemlerde yaşıyor. Şöyle ki; bu balık doğuştan itibaren ilk sekiz yıl cinsiyetsiz. Sekiz yıl sonra balık dişi oluyor. Boyları bu dönemde ortalama 43.8 santimi buluyor. Orfoz tam 10 yıl dişiliğinin keyfini sürüyor. Saklandığı oyuklarda, erkek orfozların kendisini döllemesini bekliyor. 18 yaşına bastığı ve boyu 80 santimin üstüne çıktığı zaman dişilik organları kayboluyor ve balık erkekleşiyor. Yani cinsiyetsiz doğan orfoz erkek olarak ölüyor. Tabii zıpkınlardan kendini koruyabilirse. Bu ilginç yaşam öyküsünü öğrendikten sonra artık orfoz yememeye karar verdim.
Denizin dibinde bir de anemonların -yumuşak bir mercan türü- arasında yaşayan anemon balıkları var. Onların öyküsü daha da ‘roman’... Mercan resifinin zehirli kolları arasına bir klan halinde sığınan bu balıklarda, bir dişi bir de erkek var. Diğer küçük anemonlar ise cinsiyetsiz. Baskın olan dişi daha irice. Toplulukta onun sözü geçiyor. Bu balıklarda dişi ölünce, erkek hemen dişilik görevini üstlenip üremeyi sürdürüyor. Cinsiyetsiz anemonlardan biri de erkek kimliğine bürünüyor. Ama erkek ölürse dişi anemon asla erkek olamıyor. Bu ilginç yaşam öyküsünü öğrenince aklımı anemonlara taktım. Denizin dibinde ne inanılmaz öyküler varmış meğer. Konularını hep toprak üstünden alan öykücülere duyururum...
Gezmeseydim bunları bilmeyecektim!... Tüm bu bilgileri Atila Uras, Baki Yökeş ve Zafer Kızılkaya’dan edindim.
CENNETİN TA KENDİSİ
WWF-Türkiye Çevre Koruma Direktörü Atila Uras, ‘size dünyanın en güzel plajının nasıl bozulmaya çalışıldığını göstermek istiyorum’ deyince o günün rotası belli oldu. Önce Kalkan istikametine doğru 19 kilometre gidip, Kaputaş Plajı’nı kuş bakışı gören virajda durduk. Küçük koy aşağıda, tahrik edici bir poster gibi görünüyordu. Veya cennetin en güzel köşesi burasıydı... Kireç kayalarının ufalanmasından oluşan beyaz kum, kıyıda yerini sarı kuma terk ediyor, sonra turkuvaz deniz başlıyordu. Turkuvaz sular üç beş kulaçtan sonra önce gök mavisine, birkaç metre ötede de Akdeniz’in doyumsuz laciverdine dönüşüyordu.
Bu muhteşem plaja kavuşabilmek için 80 küsur basamağı inmek gerekiyordu. Nedense üşendim. Sıcakta gözüm yemedi. Bu renkli denizde kulaç atanları tepeden kıskançlıkla seyrettim.
Atila Uras’ın verdiği bilgiye göre, bu doğal plaja tesis yapmak isteyen belediye, kanyondan gelen suları denize akıtmak için dev beton kanal yapmış, kanyonun duvarlarını kazmış, yüzyıllardan beri oluşan doğal görüntüye müdahale etmişti. Neyse ki, çevre koruma kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin ısrarlı karşı çıkışları sayesinde bu saçmalık son bulmuştu. Eğer yolunuz Kaputaş’a düşerse, siz de sağından solundan demir çubukların fırladığı beton su kanalını tüm çirkinliği ile görebilirsiniz. Ve mutlaka öfkelenirsiniz.
Kaputaş’tan sonra, sahille el ele tutuşmuş güzelim yoldan Patara’ya doğru gitmeye başladık. Bir gün önceki deli poyraz durmuş, deniz sütliman olmuştu. Mavi Tur tekneleri, arkalarında beyaz köpüklü izler bırakarak salınıyorlardı. Başımı cama dayayıp, lacivert düşlere daldım. O teknelerden denize atladım, balık tuttum, yemek yaptım, güneşin batışına kadeh kaldırdım. Yaz hülyalarına dalmayı oldum olası sevmişimdir.
BİR ZAMANLAR PATARA
Patara yazan oktan sapıp, derme çatma restoranların, kahvelerin, hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçerken, 10 yıl öncesini anımsamaya çalıştım. Ama çevrenin görüntüsü tamamen değiştiği için bildik hiçbir görüntüye rastlayamadım. Biraz daha ilerleyince, Ksanthos -şimdiki Eşen Çayı- nehrinin bıkmadan usanmadan taşıdığı toprak yüzünden tuzlu bataklığa dönüşen araziye gelişi güzel dağılmış Patara harabelerini gördüm. Ve 10 yıl öncesini bu noktada anımsadım.
Bu ilk çağ kentinin adının, ‘Irmağı olan büyük kent’ anlamını taşıdığı öne sürülür. Ünlü coğrafyacı Strabon ise kendi çağındaki bir destandan yola çıkarak, kentin kurucusunun Pataros adlı bir yiğit olduğunu söyler. Başka bir kaynakta ise Apollon’un bu kıyılarda doğduğu, kentin ise Apollon’un peri Lycia’dan olan oğlu Patarus tarafından kurulduğu öne sürülür. Patara’nın, Likya Birliği’nin üç oy hakkına sahip başına buyruk kentlerinden biri olduğu da kaynak kitaplarda belirtilir. Kent Hıristiyanlar için de önemli bir uğrak yeridir. Çünkü Yeni Ahit’te Aziz Paulus’un, İÖ 57’de Aziz Luka’yla çıktığı misyoner gezisinin üçüncüsünde, gemi değiştirmek için bir süre Patara limanında mola verdiği yazılıdır.
Patara’da guruba Çevre Koruma Araştırma ve İnceleme Dairesi Başkanı Mehmet Menengiç de katıldı. O ve üniversiteden bir uzman bize, bu sefer antik dönem yerine bugün hakkında bilgi verdiler.
Bu kumsalın, 17 önemli deniz kaplumbağa türünün yuvalama alanı olduğunu, son sayımlarda Patara’da 85 adet iribaş deniz kaplumbağası yuvası belirlendiğini, alınan önlemleri, bilinçlendirme çalışmalarını, kaçak yapılaşmayla mücadeleyi uzun uzun anlattılar.
Mehmet Menengiç, yuvaları kazıp yumurtaları ve yavruları yiyen yengeçlerden şikayet etti. Yumurta bulunan yuvaların, yaz konuklarından ve yengeçlerden zarar görmemesi için demir kafeslerle örtüldüğünü anlattı. Her bin yavrudan ancak birinin yaşama şansını yakaladığını öğrenince dehşete kapıldım.
WWF’YE DESTEK
Sonra kalabalıktan uzaklaşıp, bir kum tepesine oturdum. Uçsuz bucaksız kumsala dalıp gittim. Antik dönemdeki limanı düşlemeye çalıştım ama beceremedim. Bugünün mayolu kalabalıklarını yarıp, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkamadım.
Çevreyi korumak için gerçekten kahramanca çalışan bu insanlarla vedalaşırken bir doğa savaşçısı olmadığıma utandım ve üzüldüm. Bütün kuruluşlara buradan sesleniyorum: WWF-Türkiye, mali sorunlarını sponsorluklarla, bağışlarla aşabilen bir vakıf. Buraya vereceğiniz desteklerin hiçbir şekilde ziyan olmayacağına, bu sayede çocuklarınıza daha güzel bir dünya miras bırakacağınıza emin olabilirsiniz. Onlardan desteğinizi eksik etmeyin.
Gurubu arkada bırakıp, ‘güz teftişimi’ sürdürmek için rotayı Marmaris’e Antalya’ya doğru çevirdim. Yemekler, kumsallar, turkuvaz deniz haftaya kaldı.