8 Ağustos 2004
Sevgili okurlar, bir yandan sıcak, bir yandan iş bastırınca kelimeleri yan yana getirip de bu haftaki yazımı oluşturmaya fırsat bulamadım.Beni bağışlayacağınızı umarım. Haftaya size bir kış güzelinin yazlık halini, eski hemşerilerini özleyen hüzünlü bir kasabayı ve zamanın durduğu bir Osmanlı kasabasını anlatacağım. İyi pazarlar dilerim.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2004
Tanrı Norveç’ten sıcağı ve güneşi esirgemişti ama buna karşılık, insanın seyretmeye doyamadığı fiyortları vermişti. Ülkenin kıyı sahillerinde gezinirken kendimi bir tablonun içinde yolculuk ediyor sandım. Üç günden beri Norveç’in kuzeyindeki Tromso kentindeydim ve üstüme bir halsizlik çökmüştü. 24 saat inatla gökyüzünden ayrılmayan güneş yüzünden zamanı karıştırmış, birkaç saatlik uykularla yetinmek zorunda kalmıştım. Ne gözüme taktığım uyku maskesi ne de iki katlı kalın perde güneş ışığını engelleyebiliyordu. Güneşi tepede gören vücudum da yatağa girmekte direniyordu. Ben bir hafta sonra geri dönecek ve yıldızlı gecelere tekrar kavuşacaktım. İki ay boyunca daha sürekli güneş görmek zorunda olanlar ne yapacaklardı, nasıl dayanacaklardı acaba? Geceli gündüzlü günlerde yaşamanın daha keyifli olduğunu Tromso’da anladım.
Ertesi sabah bir acele bavulumu topladım. Tromso’dan ayrılıp, fiyort fiyort biraz daha kuzeye çıkacak, oradan bineceğim feribotla yine fiyort fiyort ülkenin ortasındaki üçüncü büyük kent Trontheim’a gidecektim... İki tane ringalı sandviç ile bir şişe su alıp otobüse bindim. Manzarayı en iyi göreceğini sandığım pencere kenarındaki koltuğa oturup, hareket saatini beklemeye koyuldum.
Otobüs deniz kıyısına paralel giden yoldan kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Biraz sonra Tromso bitti ve çevreye bir yalnızlık görüntüsü çöktü. Pamuk pamuk uçuşan bulutlar yere öylesine yakın duruyorlardı ki, elimi pencereden uzatsam sanki tutabilirdim onları. Dağlardan aşağı küçük şelaleler dökülüyordu. Bu şelaleler zirvede eriyen karları, onca yükseklikten düşe düşe kendileri gibi küçük derelere taşıyor, derelerde bu buz gibi suları fiyortlarda denizle buluşturuyorlardı. Şelalelerin sesini duyamıyordum ama tahmin edebiliyordum. Sessizliği yırtan şırıltılardı onlar.
Fagernes’i geçtikten sonra doğa daha da yalnızlaştı. Otobüs bir tablonun içinde ilerliyordu adeta. Svensby’da karşıya geçmek için küçük bir feribota bindik. Çevreye kuzeyin sessizliği hakimdi. Bir tek, fiyortun yırtılan suyunun hışırtısı duyuluyordu. Beyaz bulut kümeleri mavi gökyüzüne çok yakışmıştı. Dayanıklı küçük tekneleriyle denize açılan balıkçılar, kim bilir hangi balığa olta sallıyorlardı. Hiçbir görüntüyü kaçırmak istemiyordum.
KIYIDAKİ KARAVAN
Feribot, kırmızı damlı evlerin çoğunlukta olduğu Lyngseidet’e yanaştı. Otobüs tekrar kıyı kıyı yoluna devam etti. Tepeleri karlı dağların etekleri ormanlarla süslenmişti. Seçebildiğim kadarı ile kayın, ladin, çam, meşe, dişbudak, karaağaç, akağaç çoğunluktaydı. Hepsinin Kutup’a dönük yüzleri yeşil yosunla boyanmıştı. Denizle kara, Norveç fiyortlarında birbirlerine çok yakışmışlardı. Bu iki güzelin birleşmesi, fiyortlara olağanüstü bir görünüm katmıştı. Fiyortlar kuzeyin soğuk cennetleriydi. Tanrı Norveç’ten güneşi, ışığı ve sıcağı esirgemişti ama bunların karşılığında fiyortları vermişti.
Akşama doğru feribotun kalkacağı Olderdalen’e vardık. 6 katlı koca gemi fiyortları dolaşa dolaşa güneydeki Bergen kentine kadar inecekti. Çantamı yüklenip asansörle en üst kata çıktım. Rüzgar almayan bir kuytu bulup, şezlongu oraya çektim. Bir koşu bara gidip bir duble Aquavit aldım ve geminin rıhtımdan ayrılmasını beklemeye koyuldum. Sırası gelmişken kuzeyin özel içkisi Aquavit’i biraz anlatmam gerek.
Aquavit, patatesten damıtılan alkolle yapılıyor. İçine tat ve renk versin diye, bir takım otlar ve baharatlar konuluyor. En baskın baharat ise bir çeşit kimyon. Alkol derecesi 42 ile 45 arasında değişiyor. Aquavit’in piyasaya sürülmeden önce ekvatoru iki kere geçmesi gerekiyor. ‘Hayat Suyu’ anlamına gelen Aquavit, bir dizi rastlantıyla oluşmuş bir içki. Öyküsü şöyle: 1850 yılında Norveçli bir içki üreticisi, damıttığı Aquavit’i Avustralya’ya götürmeye karar verir. Yanında çalışanlar içkiyi yanlışlıkla, içinde daha önce sherry -alkolle kuvvetlendirilmiş özel kırmızı şarap- saklanmış fıçılara doldururlar. Fıçılar Gymer adlı gemiye yüklenir. Sallantılı ve uzun bir yolculuktan sonra gemi Avustralya’ya varır. Ama içkilerin sahibi karaya ayak basmadan ölür. Kaptan fıçıları ne yapacağını şaşırır. Tekrar gerisin geriye Norveç’e götürüp, içki tüccarının yakınlarına teslim eder. Fıçıların tıpası açıldığında ortaya çıkan içki herkesi şaşırtır. Aquavit, uzun yolculuk sırasında sallana sallana fıçıya sinmiş olan sherryi içine çekmiş ve olgunlaşmıştır. Bu bambaşka bir içkidir artık. O gün bugündür Aquavitler aynı yolu izleyip, sherry fıçılarında ekvatoru iki kere geçerler. Bugün bu yolculuğu Wilhelm Wilhemsen şirketi düzenlemektedir. Şişelerin arka yüzündeki etikette, içkinin ekvatoru geçiş tarihleri ve yolculuk ettiği geminin adı yazılır.
VİKİNG KENTİNDE
Ben bu ‘gezgin içkiyi’ yudumlarken, feribot veda düdüğü çala çala limandan ayrıldı. O gece hep güvertedeydim. Çevreyi seyrediyor, balina görür müyüm diye bakınıyor, yanımızdan geçen gemilere el sallıyor, kutuptan kopup gelen rüzgarı kokluyordum. Sabaha kadar etrafa bakındım durdum. Bir yandan Aquavit diğer yandan fiyortların doyumsuz manzarası... Kolumdaki saat sabahı gösterirken göz kapaklarıma artık hakim olamıyordum. Şezlonga uzanıp, geminin battaniyesine sarıldım ve sızıp kaldım.
Uyandığımda fiyortlar, dantel dantel güzelliklerini sergilemeyi sürdürüyordu. Somonlu bir sandviç ve bir fincan koyu çayla -fincana iki poşet çay attım- ancak kendime gelebildim. Yolculuk 1,5 gün sürdü ve gemi Norveç’in üçüncü büyük kenti Trontheim’ın limanına halat attı.
‘İyi Yaşam Evi’ anlamına gelen Tondheim’de ayaklarıma karasular indi. Orada iki gün kalacaktım ve bu süre içinde kenti tanıma telaşındaydım. Önce Nidelva nehrinin denizle birleştiği yerdeki rengarenk binaları gezdim. Burası eski tersanelerdi. Daha sonra restore edilip restorana, kahveye ve bara dönüştürülmüştü. Aynı şekilde, bu renkli evlerin hemen arkasındaki Bakklandet semtindeki eski işçi evleri de onarılıp bar ve kahve yapılmıştı. 1070 yılında yapımına başlanan Nidaros Katedrali kentin en çok turist çeken bölümüydü. Viking Kralı St. Olav’ın mezarı Katedrale başka bir önem katıyordu.
Burada da güneş batmadığı için, iki günüm adeta dört gün olmuştu. Bazen meydanda bir kahvede etrafı seyredip, kent hakkında daha fazla ipucu yakamaya çalışıyordum. Bu çabamda başarılı da oluyordum. Örneğin, önümden geçen üç kadından birinin hamile olması, bana karanlık gecelerin ülke nüfusuna katkısı hakkında yeterli bilgiyi veriyordu.
Trontheim’da pizza ve burger kültürünün oldukça yaygın olduğunu da gözledim. Hemen her ülkenin yemeklerini sunan restoranlara rastlamak mümkündü ama, pizza ve burger satan yerlerin kapısında her zaman kuyruk vardı. Garibime bir de kollu kumar makineleri gitti. Alışveriş merkezlerinde, restoranlarda, havaalanında, otobüs terminalinde yani hemen her yerde, bu ‘tek kollu canavarlara’ rastlamak mümkündü. Hele kucağındaki küçük çocuğa, makinenin kolunu çektirmeye çalışan anneyi görmek beni iyiden iyiye hayrete düşürdü.
BALİNA BONFİLESİ
Buraya kadar anlattıklarım gördüklerimle ilgiliydi. Yazıyı noktalamadan önce biraz da yediklerimden bahsetmek istiyorum. Norveçlilerin kahvaltıda bol tereyağı sürülmüş ekmek, yumurta, peynir, domates, salatalık ve ringa balığı turşusu yediğini daha önce yazmıştım. Öğle yemeklerini ise çoğunlukla bir sandviç ile veya üstüne karides, sardalye, yumurta konmuş bir iki dilim ekmekle geçiştiriyorlardı. Esas gıdayı ise saat 16.00 ile 18.00 arası yedikleri akşam yemeğinde alıyorlardı. Günün tek sıcak yemeğinde et, balık veya makarna yiyorlardı. Sofrada mutlaka haşlanmış patates, sebzeler ve salata bulunuyordu.
Ben Norveç’te değişik tatların peşinde koştum. Örneğin balina bonfilesini çok sevdim. Koyu kırmızı rengi ve ciğere benzeyen bir dokusu olan bu özel eti, güzel bir şarabın yanına çok yakıştırdım. Rengeyiği pastırmasının, fok balığı bonfilesinin de tadına bakmayı ihmal etmedim. Ama gezi boyunca benim favorim, kuzeyin soğuk sularında tutulmuş vahşi somon balığı idi. Onun kırmızı etinin ızgarasına doyamadım. Bir de ‘Kral Yengeç’ in uzun bacaklarının... Norveç’te haşlanmış karides çekirdek gibi yeniyordu. Ben kolesterol korkusundan fazla rağbet etmedim ama, gözüm arkada kaldı. Norveç’in çingenepalamutu büyüklüğündeki yağlı uskumrularına da haksızlık etmemem gerek. Soğuk denizin prensesinin tadı, bu satırları yazarken bile hálá damağımda dolaşıp duruyordu.
Fiyatlara gelince; Norveç birçok ülke vatandaşı, özellikle bizim için çok pahalıydı. Yediğiniz, içtiğiniz, aldığınız her şeyin üstünde en az yüzde yirmi oranında KDV vardı. Ayrıca lokantalar da yanına yaklaşılacak gibi değildi. Bir kişi 70-80 Euro’dan aşağı çıkamıyordu. Aslında bu fiyatlar Norveçliler için pek fazla değildi. Çünkü onlar, Avrupa’nın en çok kazanan insanlarıydı. Fiyatlar onların kazancına göre ayarlandığı için, bizlere çok pahalı geliyordu.
Gittim, gördüm, şaşırdım ve döndüm. Sıra şimdi hiç aydınlanmayan gecelerde, kutup ışıklarını görmeye geldi. Onun için kışı bekliyorum. Gece yarısı güneşinin aydınlattığı cennet fiyortları size de öneririm.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2004
Tromso’da güneş hiç batmıyordu. Bir zaman karmaşası içindeydim. Yaşamımda hiç yapmadığım şeyleri yapıyordum: Gece yarısı sığınacak gölgelik bir yer arıyor, yine çoktan uyumam gereken saatte güneşin altında yüzümü yakmaya çalışıyordum. Günün hangi anını yaşadığımı saate bakarak çıkartabiliyordum. Gece yarısı güneşini görmek için gittiğim Norveç’in kuzeyindeki Tromso kentinde ilk gece, güneşi seyretmekten ancak sabaha karşı uyuyabilmiştim. 3-4 saat deliksiz bir uykudan sonra, yataktan sökülürcesine kalkabildim. Aslında iyice dinlenmem gerektiğini biliyordum. Gece yarısı katılacağım maraton için enerjiye ihtiyacım vardı. Ama dün geceden beri seyrettiğim güneş, penceremden sızıp beni uyandırmış, dışarıya davet etmişti.
Bir acele giyindim. Bir acele dediysem 15-20 dakika sürdü. Çünkü bu bir kış giyinmesiydi. Yün pantolon, yün fanila, üstüne kalın bir gömlek, kışlık botlar... Otelin içi çok sıcak olduğu için polarımı omuzuma attım, çantama da yün beremi ve eldivenlerimi tıkıştırdım. Yaşamımda haziran ayının sonunda hiç böylesine sıkı giyinmemiştim. Kahvaltı salonunda sessiz bir faaliyet vardı. Sadece tabaklara çarpan çatal ve bıçakların sesi duyuluyordu. Çoğu kırmızı yanaklı olan bu insanların bazılarının, akşamki maratonda bana rakip olacaklarını biliyordum.
Norveçlilerin kahvaltıda bol tereyağı sürülmüş birkaç dilim ekmek, kayısı kıvamında yumurta, peynir, domates, salatalık, reçel, ringa balığı turşusu yediklerini öğrenmiştim. Ben de aynı kahvaltıyı yaptım. Sadece ringa turşusunu es geçtim. Oldum olası balıkla sabah kahvaltısını yan yana getiremiyordum. Kahverengi renkli tatlı keçi peynirine ise -Gudbrandsdalsost- bayıldım. Ondan kestiğim kalın dilimleri, Norveçlilerin peksimeti andıran ünlü yassı ekmeğine -Flatbroad- katık ettim. Enerjiye ihtiyacım var bahanesiyle tabağımı iki kere doldurdum. Ardından de koyu bir kahve içince, kendimi maratona hazır hissettim. Oysa daha gece yarısına kadar vaktim vardı.
Dışarıya çıkınca, karşıdaki karlı dağdan kopup gelen soğuk rüzgarla sarmaş dolaş oldum. Günlerden cumartesiydi ve çevrede çıt çıkmıyordu. Sessizlik, soğuk kuzeyin sesiydi sanki. Sadece bir gece önce sesini dinlediğim kuş, bıkmadan usanmadan ötüşünü sürdürüyordu. Tek başınaydı sanki. Çünkü başka kuşlar ona cevap yetiştirmiyordu. Yine mahalle aralarından, tüllü çiçekli pencerelere baka baka kentin merkezine doğru yürüdüm.
KİTAPÇIDA HÜRRİYET
Önce turizm merkezine gidip maraton için kayıt yaptırdım. Maraton üç kategoriye ayrılmıştı: Büyük maraton (42 km), kısa maraton (10 km), mini maraton (4.2 km). Tabii ki ben mini maratona yazıldım. Kuyruktaki rakiplerime bakınca biraz moralim bozuldu. Hepsinin yüzünden kan ve enerji damlıyordu. Maraton için İtalya’dan gelen kadınlı erkekli gurup, şen şakrak kahkahaları, aceleci cümleleri ile kentin sessizliğini bozuyordu. Kaçta, nerede olacağımı öğrendikten sonra Tromso’nun tek caddesi olan Storgata’da aylak aylak dolaşmaya başladım.
Biraz sonra yanımdan bir gurup geçti. Kimi keşiş, kimi rahibe, kimi okul çocuğu, kimi cadı kılığına girmiş yürüyüşçüler, çevreye el sallayarak meydana doğru ilerlediler. Önce bir kitapçıya daldım. Niyetim koleksiyonum için bir Norveç yemekleri kitabı almaktı. Girişteki gazete sergisinde gözüme tanıdık bir isim çarptı: Hürriyet. Dünyanın tepesine yakın küçücük bir kentte Hürriyet’le karşılaşmak, beni hem şaşırttı hem de gururlandırdı. Hürriyet satıldığına göre burada Türkler de yaşıyordu. Bu yargıya varınca nedense heyecanlandım.
Kitapçıdaki kalabalık, Norveç’in kültüre olan düşkünlüğünü sergiliyordu. Nitekim edindiğim bilgilere göre, üçte ikisi yerli yazarlara ait olmak üzere yılda tam 5 bin yeni kitap basılıyordu. Devletin, kamu ve kütüphaneler için yılda 24 milyon kitap satın aldığını öğrenince, bu ülke insanlarını kıskandım. Topraklarının büyük bölümü buzlarla kaplı olan ve nüfusu İstanbul’un yarısını ancak bulan bu ülkenin, Nobel ödüllü Knut Hamson, Henrik İbsen gibi yazarlar, Edvard Grieg gibi besteciler yetiştirmesini de kıskanmaktan kendimi alıkoyamadım.
Güneş, kente ayak bastığım andan beri hep aynı yerde duruyordu. İki günden beri sürekli aydınlığı yaşıyordum. Kentin meydanına doğru ilerledikçe cadde daha da kalabalıklaştı. Biraz ileride yaşlı dört kadının, yaşlı iki çalgıcı eşliğinde söyledikleri şarkıları dinledim. Sonra limandaki kayık yarışını izledim.
KUTUP IŞIKLARI
Tromso’ya, kimi ‘Kutuplara Açılan Kapı’ kimi de ‘Kuzeyin Parisi’ diyordu. Kentte her 21 Haziran’da, Gece Yarısı Güneşi’ni selamlamak için çeşitli etkinlikler düzenleniyor, Norveç’in ve dünyanın dört bir yanından gelenler, hep tepede duran güneşin altında, bitmek bilmeyen günün keyfini çıkartıyorlardı.
Deniz kıyısındaki bir kahveye girdim. Isıtıcıya yakın bir masaya oturdum. Soğuk bir bira ısmarladım. Biraz sonra yan iskemleye genç bir kadın oturdu. O da bira istedi. Söze ilk o başladı:
-Maraton için mi geldiniz?..
Tipimde hiç maratoncu havası yoktu ama soru hoşuma gitmişti. Demek ki fiziğim yerli yerindeydi!..
-Nereden anladınız?
-Bu aylarda yabancılar hep maraton için gelir de!..
Bir anda tüm havam boşalıverdi!.. Maratondan başlayıp Tromso’daki yaşamı konuşmaya başladık. Ona göre kış ve karanlık günler geçmek bilmiyordu. Sürekli gece dayanılır gibi değildi. Bir tek ilginç olan, kuzeyden yansıyan kutup ışıklarıydı. Uzun çubuklar halindeki rengarenk ışıklar gökyüzünü süslüyordu. Bunları görmeye gelen yabancılar en fazla iki gün dayanabiliyor, sonra hemen kaçıyorlardı. Karanlık günlerin tek dostu sert Aquavit’ti. Bu içki sayesinde kasvetli karanlık, biraz daha çekilir hale geliyordu. Birleşmiş Milletler tarafından dört yıldan beri ‘Dünyanın yaşanacak en iyi ülkesi’ seçilen Norveç’in kuzeyinde yaşayanlar, onca paraya ve refaha rağmen mutsuz, karamsar, intihara meyilli ve alkol batağındaydı. Bunun tek nedeni kışın yüzünü bir türlü göstermeyen güneşti.
Genç kadından izin isteyip kahveden ayrıldım. Akşama kadar aylak aylak dolaşıp, otele döndüm. Bir süre dinlendikten sonra, eşofmanımı giyip maratonun başlangıç noktasına gittim. Her ülkeden, her yaştan insan sabırsız bir halde ısınma hareketleri yapıyordu. Ben de onlara uydum, durduğum yerde çeşitli hareketler yaparak kaslarımı gevşettim.
MARATONDAN KAÇIŞ
Kuru sıkı tabanca tam gece yarısında patladı. İlk metrelerde gurubun önünde koşuyordum. İlk dönemeçten itibaren diğer koşucular beni geçmeye başladı. İlk 500 metreyi gösteren tabelanın önünden geçerken, en sondaki birkaç kişiden biri olduğumu gördüm. Birinci kilometreye yaklaşırken soluk soluğa kalmıştım. Yaşamımda ilk kez gece yarısı koşuyordum. Bu saatlerde genellikle rahat yatağında uyumaya alışmış olan vücudum, bu işkenceye tepki göstermeye başlamıştı. 1500’üncü metrede çaktırmadan maratonu terk ettim. Etmeseydim, bir körük gibi inip kalkan ciğerlerim beni terk edecekti. Önde öylesine çok koşucu vardı ki, benim yokluğumun kimse farkına varmaz diye düşündüm.
Bir bahçe duvarına oturup, nefesimin normale dönmesini bekledim. Sonra arka sokaklardan gerisin geriye deniz kıyısına döndüm. Skarven adlı kahvede gölgelik bir yer bakındım. Kolumdaki saat 01.30’u gösteriyordu. Yani gece yarısını geçeli çok olmuştu ve ben yine yaşamımda bir ilke daha imza atıp, gece yarısı sığınacak bir gölgelik arıyordum. İki günden beri sürekli gündüzü yaşamama rağmen, hala bazı şeylere alışamamıştım. Saat kaçı gösterirse göstersin, ben güneşin pırıl pırıl parladığı bir ana gece yarısı diyemiyordum.
Kalabalıkları yarıp bara yaklaştım. Karnım acıkmıştı. Sütlü bir kahve ile gözlemeye benzeyen bir puding aldım. Tadı elmalı turtayı andırıyordu. Garson yediğim tatlının, ‘First milk porridge -ilk süt lapası’ olduğunu söyledi. Koyunun doğum yapmasının ardından sağılan ilk sütten yapılıyormuş. Tadı damağımda kaldı.
Sessiz kuzeyin gürültülü kahvesinde zamanın akışına kendimi terk ettim. Saat sabaha karşı 04.00 olmuştu ama hiç uykum gelmemişti. Zaten ertesi gün pazar olduğu için kimsenin eve gitmeye niyeti yoktu. Kahvenin deniz kıyısındaki bahçesine geçtim. Birkaç kişi şezlonglara uzanmış güneşleniyordu. Ben de kendimi bir şezlonga atıp yüzümü yakmaya çalıştım. Bir ara içim geçmiş. Gözlerimi açtığımda saatin 05.00’i gösterdiğini gördüm. Gidip yatmam lazımdı. Batmayan güneş enerjimi iyiden iyiye tüketmişti. Sürüklenerek otelime gittim. Odamda perdeleri iyice çektim. Uyku maskesini takıp, eşofmanla yatağın üstüne devrildim.
Haftaya maceranın sonu: Cennet fiyortlar, Aquavit’in öyküsü, Viking kenti Trontheim...
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2004
Gece yarısı güneşini görebilmek için Norveç’in en kuzeyindeki Tromso kentine gittim. Gördüklerim karşısında gerçekten şaşırdım kaldım. Hayatımda ilk kez gece yarısı gökyüzünde güneşin pırıl pırıl parladığına şahit oldum. İki ay boyunca güneşin hiç batmadığı bu kentte sürekli aydınlıktan sıkıldım, gecenin karanlığını özledim.
Gidiyordum ve çok heyecanlıydım. 30 küsur yıldan beri yollarda olmam bile heyecanımı dizginleyemiyordu. Dünyanın dört bir yanını gezmiş, korkmuş, macera yaşamış, mutlu olmuş, hayran kalmış, bir gezginin yaşayabileceği tüm heyecanları tatmıştım. Bütün bilmişliğime rağmen bu yolculuk beni yine de heyecanlandırıyordu.
Yolculuğum ‘Dünyanın Damına’ doğruydu. Norveç’in en kuzeyindeki Tromso kentinde, ‘Gece Yarısı Güneşi Maratonu’na katılacaktım. Yani yaşamımda bir kez daha Kutup Dairesi’ni geçecektim. Dünyanın bu en son boylamını ilk kez Alaska’da aşmıştım. ‘Kuzey Kutup Dairesi buradan geçiyor’ yazılı tabelanın önünde poz vermiş, bu hayali çizginin üstünde zıplamış, koşuşturmuş, ayağımla onu silmeye çalışmıştım. Tüm bunları yaparken beni görecek olan birinin mutlaka ‘ bu adam deli’ diyeceğinden emindim. Ama bu çizginin insanların çok uzağından, kimsesiz topraklardan geçtiğini biliyordum. Onun için saçma sapan hareketleri yapmaktan çekinmiyordum. O görünmeyen çizgiyi neden bu kadar önemsediğimi şimdi hatırlamıyorum. Kim bilir belki de, dünyada çok az kişinin bu çizgiyi geçtiğini bilmek beni gururlandırmıştı.
Bir kez daha dünyanın tepesindeki bu çizgiyi geçip, 400 kilometre daha kuzeye gidecektim. Gittiğim yerden bir taş atımı ötesi Kutuplardı... Gece yarısı güneşinin aydınlattığı parkurda koşmak, dünyada kaç kişiye nasip olurdu ki!.. İşte bu düşünce, bu sayının azlığıydı beni heyecanlandıran...
Aslında gece yarısı aydınlığını daha önce Alaska’da görmüştüm. Batar gibi yapan güneş, dağların zirvesinde biraz oyalandıktan sonra tekrar yükselmeye başlamıştı. İşte o sırada gökyüzü ebruli bir loşluğa bürünmüş, birkaç saat sonra ise güneş yeniden gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatmıştı. İki ay boyunca gökyüzü hiç kararmıyordu. Aydınlık geceler beni çok şaşırtmıştı... O gezimde, olmayan geceyi seyretmek için günlerce uykusuz kalmıştım.
KISKANDIRAN MEKTUP
Bir keresinde de, İngiltere’nin en kuzeyindeki Orkney adasında aydınlık gecelere rastlamıştım. Limanın kıyısındaki bir duvara oturmuş, menekşelenmiş suları yarıp giden ördekleri, sabaha kadar sessiz sedasız izlemiştim. O günlerde de gece hiç kararmamıştı. Ama bu kez gece yarısı aydınlığını değil, gece yarısı bile gökyüzünde parıldayan güneşi görecektim. Güneşin parladığı gece yarılarında hiç yaşamamıştım.
Washington Post Gazetesi’nden DeNeen L.Brown’ın yazdığı mektubu okuyunca, nasıl kıskandığımı dün gibi hatırlıyorum. Brown, benim çok gitmek istediğim bir yere, Kanada’nın kuzeyindeki Nunavut bölgesinde Eskimoların arasına gitmiş, oradaki gece yarısı güneşini yazmıştı. Beni kıskandıran mektupta şunlar yazıyordu:
‘Dünyanın bir ucundayım. Gece yarısı olmasına rağmen gökyüzü hálá aydınlık. Oysa şimdiye kadar çoktan uyumuş olmalıydım. Nafile... Hava kararmadığı için uykum gelmek bilmiyor. Ufkun gökyüzüyle kesiştiği bu noktada, belki de yeryüzünde hiçbir insanın olamayacağı kadar yakınım Kuzey Kutbu’na. Bulunduğum yer Kanada’nın Nunavut bölgesinde, Resolute adlı küçük bir köy. Burası dünyanın en uç noktası kabul ediliyor. Arazi, çorak ve ıssız. Çocuklar ve hatta köyden çıkmamış olan büyükler şimdiye kadar yarım metreden daha uzun bir ağaç görmemişler. Halk burada yaşamanın ayda yaşamaktan farklı olmadığını söylüyor. Yaz güneşi bir kez yüzünü gösterince 6 ay boyunca bir daha gitmek bilmiyor. Burası dünyanın bir ucu. Öyle bir yer ki, kuzeye doğru birkaç adım atsanız, sanki kayıp, dünyanın altına düşeceksiniz. Böyle bir duyguya kapılıyor insan. Yazın sıcaklık 10 dereceye kadar yükselirken, kışın eksi 25-30 dereceye kadar düşebiliyor.
Pencerelerdeki kalın perdeler bile gece aydınlığının odaya girmesini engelleyemiyor. Çünkü bu dönemde ışığın sözü geçiyor. Yorgun vücutlar gecenin karanlığını özlese de, karanlık kendini göstermemekte kararlı. 1 Mayıs’ta başlayan aydınlık, hakimiyetini 11 Ağustos’ta karanlığa terk ediyor. Bu bölgede zaman diye bir kavram yok. İnsan kendi zamanını kendisi ayarlıyor. Acıkınca yemek yiyor, uykusu gelince yatıyor, canı isteyince sevişiyor. Çocukların gece yarısı sokaklarda oynamasına kimse karışmıyor.
Karanlık dönemde birçok kişinin vücudunun kimyası bozuluyor, metabolizma dengesini yitiriyor. Aydınlık günler daha dayanılır gibi. Bu günlerde de uyku sorunu devreye giriyor. İşte kanıtı; Pencereden bakıyorum, saat gece yarısını çoktan geçmiş: 02.00. Bir çift banka oturmuş gökyüzündeki kuşları seyrediyor, gençler basketbol oynuyor, küçük bir kız üç tekerlekli bisikleti ile ilerlemeye çalışıyor, iki bebek evlerinin önünde yarı çıplak oynaşıyor...’
KIŞLIKLAR BAVULA
İşte yıllardan beri beklediğim an gelmiş, gece yarısı güneşinin parladığı yerlere gitmek bana da nasip olmuştu. Bir heyecan bavulumu hazırlamaya koyuldum. Kışlıklar çoktan üst dolaplara kalkmıştı. Kazakları, yünlüleri, kışlık gömlekleri yeniden gün yüzüne çıkardım. Polarımı, trençkotumu, yün çoraplarımı güç bela bavula tıkıştırdım. Sıcak bir haziran sabahı gittiğim havaalanında, herkesin yan gözle beni süzdüğünü fark ettim. Ayağımda kışlık botlar, omzumda kışlık bir kazak, üstümde kalın bir pantolon ile yarı soyunuk insanların arasından hemen sıyrılıyordum.
Yolum aktarmalar yüzünden epey uzamıştı. İstanbul, Kopenhag, Oslo, Tromso. Üst baş aramaları artık iyice bıktırmaya başlamıştı. Ayakkabı, kemer, gözlük, cüzdan, içinden maden geçen her şeyin çıkarılması gerekiyordu. Benim sırt çantam da bir belaydı. İçinde objektifler ve fotoğraf makineleri olduğu için mutlaka didik didik aranıyordu. Çıkarttıklarımı tekrar takmaktan ve her seferinde çantamı yeniden doldurmaktan yorgun düşmüştüm adeta.
Tromso’ya vardığımda saat 20.00 olmuştu. Denizin kıyısındaki küçük havaalanında, birkaç görevli dışında kimsecikler yoktu. Para bozdurabilmek için sağa sola koşuşturdum. Gayretlerim nafileydi. Küçük bir dükkan haricinde her yer kapanmıştı. Ağzından kerpetenle laf alabildiğim görevli, dükkanda para bozdurabileceğimi söyledi. Ben de bir kutu çiklet alıp, 100 doları bozdurdum (1 dolar= 8.91 Norveç kronu). Dışarı çıktığımda yüzüme kuru bir soğuk çarptı. Gökyüzünde güneşin pırıl pırıl parlamasına rağmen ayaz iliklerime işliyordu. Kalacağım Scandic Otel havaalanının hemen arkasındaydı. Elimde bavulum olmasa 10 dakikada yürürdüm. Bu kadar kısa mesafe için taksiye 25 dolar ödemek zorunda kalmak içimi acıttı. Böylelikle Norveç’te taksilerin çok pahalı olduğunu öğrenmiş oldum.
DENİZDEN GELEN PETROL
Odamın penceresi 4 camlı ve yaklaşık 10 cm. kalınlığındaydı. Bu, kışın ne kadar acımasız olduğunun ilk işaretiydi. Perdeler ise iki kalın kattan oluşuyordu. Bu da gece yarısı güneşi için alınmış bir önlemdi. Pencereyi açıp, soğuk kutup havasının içeri girmesine izin verdim. Uzaklarda karlı dağlar ve kara bir deniz görünüyordu. Kesik kesik öten bir kuşun sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Garip bir sessizlik vardı. Birden kendimi çok uzaklarda, yapayalnız, kaybolmuş hissettim. Saat 21.30 olmuştu ama güneş hálá tepede inatla ışıldıyordu.
Kazağımın üstüne polarımı giyip, sessiz sokakların arasından kent merkezine doğru yürüdüm. İki-üç katlı ahşap evler rengarenk boyanmıştı. Sanırım karanlık, gri kış günlerinin kasvetini kırmak için renklerden medet ummuşlardı. Hakim renk vişne çürüğü idi. Pencereler, tüller ve çiçeklerle süslenmişti. Bu arka sokaklar bile ülkenin zenginliği hakkında ipuçlarını sergiliyordu. 4.513.000 kişinin yaşadığı (Haziran 2001 sayımı) ülke, sadece Kutup denizinden çıkan petrolden yılda 33 milyar dolar kazanıyordu. Kişi başına düşen milli gelir 30 bin doları buluyordu. Buna karşılık dünyada en yüksek vergiyi Norveçliler ödüyordu. Refah toplumu olmak yaşam süresini de etkilemişti. Ülkede erkeklerin yaş ortalaması 76’yı, kadınların ise 81.5’i buluyordu. Ayrıca Norveç dünyanın en tenha köşelerinden biriydi. Burada kilometre kareye sadece 11.7 kişi düşüyordu.
Kentin merkezine vardığımda yolların neden boş olduğunu anladım. Neredeyse bütün şehir barlara doluşmuştu. İçerde yer kalmamış, ellerinde kadehlerle insanlar kapı önlerine taşmıştı. Denizin kıyısındaki bir barda, kalabalıkları yarıp bir Aquavit aldım. Daha sonra terasa konmuş ısıtıcının altında, bir yandan çevredekileri, bir yandan karşıdaki karlı dağı seyretmeye daldım. Bir ara saate baktığımda, vaktin gece yarısını çoktan geçtiğini gördüm. Hayatımda ilk defa böylesine aydınlık bir gece yarısı yaşıyordum. Güneş pırıl pırıl parlamayı sürdürüyor, çocuklar koşuşturuyor, insanlar duvarlara oturmuş içkilerini yudumluyor, kimileri de rıhtımda balık tutmaya çalışıyordu. Gördüklerim bir gece manzarasından daha çok, öğleden sonra görüntülerine benziyordu. Şaşırdım kaldım.
Otele döndüğümde saat 02.00 olmuştu. Pencerenin önüne oturup, güneşi izlemeyi sürdürdüm. Saat 05.00’e doğru gücüm tükendi. Güneş hálá parıldıyordu. Kalın perdeleri çektim ama ışığın içeri girmesini önleyemedim. Ama öylesine yorulmuştum ki, gece yarısı güneşi bile sızıp kalmama engel olamadı.
Aydınlık gecelerin devamı haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2004
İda Dağı’nın zirvesinde bu kez efsanelerin peşinde koşmadım. Kurulan sofralarda bir avuç yemek severle birlikte, birbirinden lezzetli yemekler yedim. Bu hafta size bu eşsiz ziyafeti anlatacağım. Geçen hafta, İda Dağı’nda Çamlıbel mevkiindeki Zeytinbağı Oteli’ne yaptığım yolculuğu anlatmıştım... Zeytinbağı, Tuncel-Menend Kurtiz ve Erhan Şeker üçlüsü tarafından yönetilen, şirin küçük bir cennet köşeydi... Burada, İstanbul’daki Changa Restoran’ın sahipleri Savaş Ertunç ve Tarık Bayazıt, Erhan Şeker’in de desteği ile müşterilere yemek yapacak, yeme-içme üstüne sohbet edeceklerdi... Anlayacağınız bol yemekli ve içkili bir hafta sonu olacaktı. Bu gösteriye ben de katıldım ve yazımın ilk bölümünde yolculuğumu, çevreyi ve Zeus Sunağı’nı anlattım. Bu hafta ise asıl konuya girip, damakları çatlatan yemeklerden söz edeceğim ve bazı tarifler vereceğim.
Geçen hafta yazımı, sihirli akşam üstünde noktalamıştım. İlk akşam yemeğini Erhan Şeker hazırlamıştı: Uskumru turşusu, bahçede yetiştirilen otlarla hazırlanmış yeşil salata, silkem otu ve semizotuyla hazırlanmış, zeytinyağı, sarmısak ve limon suyuyla tatlandırılmış ot tabağı, nane, kuş üzümü, dereotu ve maydanoz ile pişirilmiş kabak, yoğurtlu acı yeşil biber kızartması, tekir balığı tavası, asma yaprağına sarılarak fırında pişirilmiş sardalye balığı dolması ve finalde kireç kaymağında bekletilerek kıtır hale getirilmiş kabak tatlısı. Yemeklerin hepsi birbirinden lezzetliydi ama, piştikçe asma yaprağının ekşisini iyice içine çeken sardalyenin tadına doyamadım. Tekir balıkları da o kadar ayarında kızarmışlardı ki, başını, kuyruğunu, kılçığını ayıklamadan bir acele mideme indirdim...
Zeytinbağı’na gelirken yeme-içme konusunda tedbirli olmaya karar vermiştim. Ama daha ilk akşam yemeğinde kendime verdiğim tüm sözleri unuttum. Ve işin başında ipin ucunu bırakıp, bir takım saçma sapan kısıtlamalarla, 3 günlük hafta sonu tatilini zehir etmemeye karar verdim. Bu kararımdan sonra, üstümdeki tüm baskıların kalktığını, ruhumun daha şen-şakrak olduğunu hissettim...
Ertesi sabah, güzel bir güne uyanıp, bahçeye çıktığımda gördüğüm kahvaltı büfesi aklımı başımdan aldı götürdü. Masanın üstünde neler yoktu ki: Sepet peyniri, isli peynir, beyaz keçi peyniri, İzmir tulumu, Manyas’ın tatlı loru, birkaç çeşit siyah ve yeşil zeytin, kurutulmuş domates, közlenmiş kırmızı biber, ev yapımı incir, portakal, akasya reçeli, köy yumurtası, kabak çiçeği ile yapılmış omlet, ısırgan otlu tepsi böreği, ortası soğanla doldurularak pişirilmiş ekmek, taze meyve suları: kara dut, vişne ve üzüm. Semaverde çay.
Bu mönü üç gün boyunca hemen hemen hiç değişmedi. Hatta ufak tefek eklemelerle daha da zenginleşti. Ben ilk sabah her şeyin tadına bakmak telaşı ile tabağımı tıka-basa doldurdum. Tabii ki hepsini yiyemedim.
Öğle yemeklerini hafif (!) geçiştirdiğimiz için, bu fasıldan da uzun uzun bahsetmeyeceğim. Örneğin ilk gün adabıyla yapılmış karnıyarık, bol tereyağlı pilav; cacık, ikinci gün ısırgan otu çorbası ve ekşili köfte.
Kahvaltıdan sonra arabalara binip, bir koşu Havran Pazarı’na gittik. Pazarın müşterisi ve satıcıları genellikle kadınlardı. Geleneksel siyah üstlükleri ile ilkokul öğrencilerini - biraz geçkince - andıran kadınlar, daha çok köylerinden getirdikleri yerel ürünleri satıyorlardı. Havran Pazarı rengarenkti. Otel müşterilerinin arasında bulunan İsveçli çiftin şaşkınlığı görülecek gibiydi. Sebzeleri seçiyor, peynirin, zeytinin tadına bakıyor, torba torba meyve alıyor, her tezgahın fotoğrafını çekiyorlardı. Onlar için yeni, bilmedik, heyecan verici görüntülerdi. Onların yerinde olmak isterdim.
Havran Pazarı, diğer kasaba pazarları gibi aynı zamanda çevrenin buluşma yeri idi. Onun için kalabalıklar, kaldırımlara oturup söz alışverişinde de bulunuyorlardı. Savaş, Tarık ve Erhan üçlüsünün talimatı doğrultusunda sepetlerimizi doldurup, tekrar Zeytinbağı’na döndük.
Öğleden sonra müşterilere yemek kursu düzenlenmişti. Ben bir kenara çekilip, olanı biteni izledim: Savaş-Tarık ikilisi önce kırmızı ve beyaz sangria hazırladılar.
Gönüllü kursiyerler, bir ellerinde bıçak, diğer ellerinde sangria kadehi olduğu halde, pür neşe kendilerine söylenenleri yapmaya çalışıyorlardı.
Ben de elime bir sangria kadehi alıp, Zeytinbağı’ndaki bahçelerin sorumlusu Mehmet Özdemir’in peşine takıldım. Mehmet Özdemir, bu dağların çocuğu idi ve bütün otları tanıyordu. Ona göre Kaz Dağları 11 bine yakın çeşit ile bir ot cenneti idi. Yalnızca 44 çeşit kekik vardı. O şimdi, otelin bahçelerini birbirinden lezzetli otlarla donatmıştı. Mehmet Özdemir’e göre iyi bir ot yemeği yapmak için ot oranını iyi ayarlamak gerekliydi. Yoksa yemek ya acı, ya ekşi ya da fazla şekerli olurdu. Ot kursunu bitirip, gölgelik bir köşeye çekildim ve yarı uykulu gözlerle kitabımı okumaya çalıştım. O sırada bir pencereden kopup gelen Lübnanlı rahibe Marie Keyrouz’un, ‘Cantiques de L’orient’ adlı CD’sinden fışkıran yanık sesi, ağaçların arasından süzülüp, zirveye doğru akıp gidiyordu..
İkinci günün akşam yemeği, lezzet sınırlarını zorlamıştı. Önce herkes susup, ustaların anlattıklarını dinledi. Sonra hayranlık ifade eden çığlıklar atarak, yemeklerin arasında dolaşmaya başladılar. Mönüde şunlar vardı: Favalı deniz börülcesi, enginarlı pilav, fındık taratorlu taze fasulye, çilek soslu hardal otu, otlu taze bezelye, asma yaprağına sarılmış hellim peyniri, yabani kuşkonmaz, arapsaçı ve enginar ile pişirilmiş tavuk yanında taze erişte ile...
Masadan kalktığımda, damağımda değişik lezzetlerin hálá birbirleriyle itişip kakıştığını, kendilerine yer açmak için mücadele ettiklerini hissedebiliyordum.. Körfezi gören bir koltuğa oturdum. Biz yemeklerle uğraşırken, ay zirveleri aşmış, kavuniçi bir tabak gibi gökyüzüne asılıp kalmıştı. Yakamozlar, denizin üstünde oynaşıp duruyordu. Bütün sesler uykuya yatmış, İda sus-pus olmuştu. Odama doğru giderken, ömrümde böylesine muhteşem kaç gecenin daha olduğunu düşünmeye çalıştım.
Ertesi gün yürümelerle geçti. Önde ot sorumlusu Yeniceli Mehmet Özdemir, arkada biz, dura-kalka, dağ-bayır dolaşıp durduk. Bu yorucu eğlenceden başta ben, kimsenin şikayetçi olduğu yoktu. Hareket demek, bir gün önce yediklerinizi yakmak, bir sonraki öğüne yer açmak demekti. Herkes bunun bilinci içinde, sıcak, yokuş, sinek demeden koşturup duruyordu. Aramızda en dayanıklı olanı, yılların Tuncel Kurtiz’i idi. Elinde iki köpeğin tasması, zirvelere hepimizden önce tırmanıyordu. İçimizde en şanslı olanı ise bir triatloncu işadamı arkadaşımızdı. Yemeklerin miktarı ona vız geliyordu. Bir gün bisikletine atlayıp, Assos-Edremit arasında gidip, geliyor, dağlara tırmanıyor, bir başka gün mayosunu giyip, iki-üç saat durmadan kulaç atıyor veya 1,5-2 saat koşuyordu. Her antrenman sonunda 2-3 bin kalori yaktığı için, her yemekten sakınmadan ikişer tabak yiyebiliyordu. Ben ve diğerleri onu çok kıskanıyorduk.
Son günün akşam yemeği, kelimenin tam anlamıyla bir şaheserdi. Bu mönüyü oluşturabilmek için Tarık-Savaş ve Erhan üçlüsü, gönüllü yamakların da yardımıyla lezzetin doruklarına tırmanmışlardı. ‘Son Akşam Yemeği’nin mönüsü şu yemeklerden oluşmuştu:
Karidesli Gaspaçyo çorbası, zeytinyağı, sarmısak ve limon tatlandırılmış sarmaşık otu, yoğurtlu çağla, tahin, pekmez ve soya ile yapılmış sosla birlikte patlıcan kızartması, susam ve soya sosla çipura karpaçyosu, portakallı ve zeytinyağlı erkek soğan kavurması, kabak ve elma ile yapılmış yaz turşusu, avokadolu çipura sarması, fesleğen, maydanoz ve lor peyniri ile doldurulup irmiğe bulandıktan sonra kızartılan patlıcan dilimleri, miso ve pekmez soslu ızgara ahtapot, ısırgan, ıspanak ve kuru domates eşliğinde kağıtta levrek, fırında zencefilli kayısı, şarap ve baharatla pişmiş nektarin.
Rejimmiş, kiloymuş, sınırları iyice aşağılara çekilmiş kolesterolmüş... Üç gün boyunca bu kelimeleri sözlüğümden sildim. ‘Bu lezzetleri tatmaya ya bir daha vakit bulamazsam’ dedim ve yasakları göz ardı ettim. Dönüş için kırmızı katırın direksiyonuna geçtiğimde, biraz daha ağır ama daha çok mutluydum. Kendimi ödüllendirmek için Gelibolu’da bir ızgara sardalye molası verdim... Ama sardalyelerin daha tam yağlanmadığını sonradan fark ettim.
Az gezmeli, çok yemeli bir geziydi. Gittim, gördüm, yedim ve tüm bunları sizinle paylaştım. Darısı sizin de başınıza...
YAZ TURŞUSU:
Malzemesi: 2 adet büyük boy, çok ince doğranmış sakız kabağı, 1 bağ kereviz sapı, 1 kilo ince doğranmış kereviz, 2 kilo minik yeşil domates, 1 kg ince dilimlenmiş ayva, 1 kilo parmak parmak doğranmış salatalık, 1 kilo ince doğranmış kelek kavun, 1 kilo ince doğranmış acur. Suyu: 4 litre elma sirkesi, yarım litre limon suyu, 1 litre buzlu su, yeteri kadar kaya tuzu, 5 adet kırılmış küçük kırmızı acı biber, 15 diş doğranmış sarmısak, 5 gram kişniş tohumu, 10 gram tane tane karabiber.. YAPILIŞI: Suyunun tüm malzemesini karıştır. Büyük bir tencereyle su koy ve kaynat. Tüm turşu malzemesini sırası ile kaynar suya at, dokuları biraz yumuşayana kadar kaynat. Suyunu süz, haşlanan malzemeyi turşu suyunun içine at. Bir süre suyun içinde beklettikten sonra buzdolabında muhafaza et...
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2004
Geçen hafta yolum tanrıların dağı bin pınarlı İda (Kaz) Dağı’na düştü. Aslında oraya bir yemek maratonuna gitmiştim. Bunu fırsat bilip, dağın zirvelerine tırmandım, kokuları koklayıp, sessizliğin tadını çıkardım, Homeros’un torunlarıyla hasret giderdim. Bahanesi yeme-içme olan gezilere bayılıyorum. Kim bayılmaz ki?.. Ernest Hemingway işi bayılmanın da ötesine götürmüş, olaya aşkı da katıp şöyle demiş: ‘Yemekte aşk olduğunu keşfettim, başka hiçbir yerde kalmamış olsa da. Sindirim sistemim dayandığı sürece bu aşkın peşinden gideceğim...’ Ben de öyle yapıyorum. Bazen bir yemeğin peşine takılıp, dere tepe dümdüz edip gidiyorum. Yemeği ararken ilginç mekanları, coğrafyaları buluyorum. İki güzelliği birden keşfetmenin hazzını doya doya yaşıyorum.
Geçen hafta yine yemek konulu bir geziye gittim. Gittiğim yer bildik bir yerdi. İda (Kaz) Dağları’nda, Güre’nin tepesinde, Edremit Körfezi’ne kuş bakışı bakan Çamlıbel’deki Zeytinbağı idi. Buraya daha önce de gelmiş, adını ‘bir daha gidilecek yerler’ listesinin en başına yazmıştım. Zeytinbağı, Menend-Tuncel Kurtiz ile Erhan Şeker’in işlettiği, zeytin, incir, badem, fıstık, karabiber ağaçlarının ve katır tırnakları, sardunyalar, pembe-mor çiçekler açan anemonların arasına saklanmış, 10 odalı küçük ve şirin bir oteldi.
Menend, Tuncel ve Erhan üçlüsü bence Homeros’un torunlarıydı. Onlar bu bin pınarlı dağa göçmüş, ondan yaşam enerjisi almış, bunun karşılığında da bu dağları tanıtma ve sevdirme görevini üstlenmişlerdi. Özellikle Tuncel Kurtiz, o davudi sesiyle gelene gidene, İda’nın başka dağlara benzemediğini, buranın tanrıların yatağı olduğunu, her ağacın dibinde bir efsanenin saklandığını bıkmadan usanmadan anlatıp duruyordu.
MERAKLISINA YEMEK
Gezinin konusu, yukarıda da söylediğim gibi yemekti ve e-mail aracılığı ile ‘meraklısına’ duyurulmuştu. İstanbul’daki Changa Restoran’ın sahipleri Savaş Ertunç ile Tarık Bayazıt, Erhan Şeker’in de yardımıyla, çağrıya katılanlara -ki büyük bir bölüm yer bulamadı- çok özel yemekler hazırlayacaklardı. Changa, geçen yıl dünyada ilk 50’ye girmeyi başarmış bir restorandı. Mönüsünü Tarık ve Savaş birlikte oluşturuyorlardı. İlginç malzemeleri bulup buluşturuyor, onları tavada, tencerede, fırında yan yana getirip, damakları çatlatacak lezzetler yaratıyorlardı. Erhan Şeker de Zeytinbağı’nın ‘mönücübaşı’sıydı. Daha önceki gelişimde, dağdan bayırdan topladıklarıyla ne lezzetler oluşturabildiğini görmüştüm. Bu üçlünün yapacağı yemekleri düşünmek bile beni çok heyecanlandırmıştı.
Yolculuklarda feribota tıkılıp kalmayı sevmiyorum. Onun için bildiğim yollardan gitmeyi tercih ettim: Bursa, Balıkesir, Havran, Edremit üzerinden Çamlıbel. Yaz gelmekte nazlanınca, baharın yeşili dereyi tepeyi süslemeyi sürdürüyordu. Hatta katır tırnakları bile yamaçlardan hala sarı sarı el sallıyorlardı. Tarlaların ortasındaki yalnız ağaçlar ve hayvanların peşinde dalgın dalgın yürüyen çobanlar görüntüye girip çıkıyorlardı. Her seferinde, durup çobanlarla konuşmayı arzularım. Ama bugüne kadar bunu gerçekleştiremedim. Onları çok merak ederim. Bütün gün sessiz soluksuz ne düşünürler, iç konuşmalarında ne anlatırlar?..
Tatil dönemlerinde epey yoğun olan yolda bu sefer trafik pek yoktu. Bir çırpıda kilometreler tükendi... Havran’dan geçerken burnuma yoğun bir zeytinyağı kokusu doluverdi. Yanımda taze bir ekmek olsa, havadaki zeytinyağına banıp yiyebilirdim neredeyse. Koku öylesine tahrik ediciydi.
BİR KÖY MÜZESİ
Edremit’i, Güre’yi geçip kıvrıla kıvrıla giden bir yoldan tepeye çıktım. Zeytinbağı bıraktığım gibi duruyordu. Bir tek, gölgesine sığındığım badem ağacı görünürlerde yoktu. Sonradan onun geçtiğimiz kışın öfkesine kurban gittiğini öğrendim. Üzüldüm. Önce Erhan, sonra Menend, en sonra da Tuncel Kurtiz’le sarmaş dolaş olup, zeytin ağacının altında beni bekleyen iskemlede, denizi seyrederek soluklandım. Dağın pınarlarından gelen suyu kana kana içip susuzluğumu giderdim. Yolda tüm oyalanmama rağmen erken gelmiştim. Henüz kimse sökün etmemişti. Yemek vaktine daha çok vardı. Elimi yüzümü yıkayıp, tekrar ‘kırmızı katıra’ atladım, zamanı öldürmek için çevre turuna çıktım.
Önce Tahtakuşlar Köyü’ne sapıp, yol üstündeki ‘Etnografya Müzesi’ne uğradım. Burası Türkiye’de ilk kez -belki de dünyada da- bir köylü ailesinin kurduğu özel bir köy müzesiydi. Kurucusu emekli köy öğretmeni ve gazeteci Alibey Kudar’dı. Müzede konar-göçerlerin Orta Asya’dan günümüze kadarki yaşam biçimleri sergileniyordu. Neler yoktu ki: Para keseleri, çocukların eski oyuncakları, kirmenler, kolyeler, nazarlıklar, yazmalar, çarıklar, çoraplar, takı ve para koleksiyonları, gelin başlığı, düğün çalgıları, geleneksel mutfak eşyaları, halılar, kilimler, elbiseler, çadırlar... Müzede bir de ‘Selim Turan Sanat Galerisi’ vardı. Bu müzeye daha önce de geldiğim için bu kez içeri girmedim, kapının önündeki gölgelikte, Alibey Kudar’la sohbet etmekle yetindim. Veda ederken de Kaz Dağı’nın her derde deva kekiğinden birkaç paket almayı ihmal etmedim. Eğer yolunuz Edremit, Akçay, Altınoluk civarına düşerse bu köy müzesini gezmenizi öneririm.
Sonra kıyı kıyı, telaşsız-acelesiz Assos istikametine doğru yol aldım. Çevrede hummalı bir yaz hazırlığı vardı. Oteller, pansiyonlar, marketler, yazlıklar yaz konukları için kendilerine çeki düzen veriyorlardı. En fazla bir ay sonra buralar kim bilir ne hale dönecekti. Kalabalıkların, arabaların, sonuna kadar açılmış müzik setlerinin gürültüsü birbirine karışıp göğe doğru yükselecek, İda’nın huzur dolu sessizliğinin üstünü yağlı bir is gibi örtecekti.
ZEUS’UN KAYASI
Amacım Yeşilköy’e kadar gidip, Öngen Oteli’nde Mehmet Öngen’e bir ‘merhaba’ demekti. Geçen yıl bu cennet mekanda birkaç gün kalmış, politikadan edebiyata tatlı sohbetler etmiştim. Ama yolun yarısında kararımı değiştirip, Küçükkuyu’nun girişinde, Zeus Sunağı’nı gösteren tabeladan saptım.
Kızılçamların yaydıkları çıra kokusunu içime çeke çeke zirveye vardım.
Sunağa, ormanın içinden geçen bir patikadan ulaşılıyordu. Arabayı park edip, başımın üstünde dolaşıp duran birkaç kara sinek eşliğinde yürüyüşe başladım. Arada bir durup, gökyüzünü saran kekik, adaçayı karışımı kokuyu, ciğerlerimin en küçük baloncuklarına kadar gönderdim. Aslında bu sunağı daha önce görmüştüm. Amacım ormanın sessizliğini dinleyip, kuş bakışı Edremit Körfezi’ni seyretmekti. Schliemann ile Alman arkeolog Judeich’in ‘İda Zeus’u Sunağı’ adını verdikleri dev kayanın üstüne tırmanıp, ormanı kanserli hücre gibi kemiren yazlıklara öfke oklarımı fırlattım. Hiçbir arkeolojik kanıt olmamasına rağmen Schliemann, Zeus’un İda Dağı’nın Gargaros zirvesinde, bu kayanın üstüne oturup, buradan yüzlerce kilometre uzaktaki Troia Ovası’ndaki savaşı seyrettiğine inanıyordu. Ayrıca Poseidon bu kayanın üstünde Zeus’u lafa tutmuş, Hera ile uyku tanrısı Hypnos’da gizlice Troialılara yardım için savaş alanına gitmişlerdi.
Koca kayanın bir köşesine yaslanıp, İda’nın efsanelerini düşündüm. Acaba dünya üstünde bu kadar çok efsaneye kaynaklık etmiş başka bir dağ var mıydı? Tanrıların tanrısı Zeus bu dağlarda doğmuştu. Annesi Rhea, doğar doğmaz tüm çocuklarını yiyen babası Kronos’tan korumak için Zeus’u, İda’daki perilere emanet etmişti. Zeus ünlü Troia savaşını buradan izlemeyi tercih etmişti. Troia’nın bilge kralı Priamos, kahinlerin sözüne uyarak oğlu Paris’i, kurda kuşa yem olsun diye İda dağına bırakmıştı. Paris’i burada dişi bir ayı bulup beslemişti. Paris yaşamının en güzel yıllarını, İda’nın su perisi sevgilisi Oinone ile sevişerek geçirmişti. Paris ayrıca İda’da düzenlenen dünyanın ilk güzellik yarışmasını, Aphrodite’nin lehine sonuçlandırmıştı. Aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite, çoban Ankhises’e bu dağlarda sevdalanmış ve ondan Aineisas adlı bir çocuğu olmuştu. Bu dağlarda doğan Aineisas daha sonra Roma kentini kurmuştu.
Her zaman olduğu gibi antik çağın enfes anlatılarına dalıp gitmiş, zamanın geçtiğini unutmuştum. Bir acele dağdan inip, tekrar Zeytinbağı’nın yolunu tuttum. Ben oraya vardığımda herkesi manzaraya karşı yerini almış, sessiz soluksuz içkisini yudumlarken buldum. Ben de hemen bir iskemle çektim. Tuncel Kurtiz fona, Enrico Rava’nın trompetinden çıkan melodileri yerleştirmişti. Bir yandan efsaneler, bir yandan notalar, öbür yandan kızıllar saça saça batan güneş... Akşamın sihrine kapılıp, bir başka boyuta geçtim.
Yemekler haftaya kaldı. Hem de ne yemekler!.. Lezzet fırtınasını haftaya anlatmaya çalışacağım.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2004
Afrodisias’tan bir uçtum, Afrika’nın kuzeyinde Tunus’a konuverdim. Tunus’a beyaz dememin nedeni insanların renklerinden ötürü değil. Bu ülkede tüm evler beyaza boyanmış. Pencereler, kapılar da boncuk mavisi. Tunus her şeyiyle bize benzeyen sıcakkanlı insanların memleketi. Bu hafta başkent civarında, haftaya Akdeniz sahillerinde dolaşacağız.
Uçağın penceresinden gördüğüm Tunus’la, düşlediğim Tunus tam olarak -hiç de denebilir- örtüşmemişti. Ben bu ülkeye çöl ağırlıklı bir görüntü yakıştırmıştım. Tunus ne de olsa bir Afrika ülkesiydi ve Afrika bende hep çölü çağrıştırıyordu. Yanlış bir çağrıştırma olduğunu biliyordum. Güney Afrika’nın zümrüt yeşili ormanları, Kenya’nın yine yemyeşil düzlükleri, balta girmemiş ormanlarla kaplı bir çok ülkeyi bilmeme rağmen, nedense Afrika’ya hep kızgın kumlarla kaplı uçsuz bucaksız çölleri uygun görmüştüm... Sanırım bunun suçu ‘Çöllerin sultanı’ Büyük Sahra’ydı. Kıyısında, bucağında dolaşıp durduğum, içine girmeye bir türlü cesaret edemediğim Büyük Sahra beni öylesine etkilemişti ki, tüm Afrika kıtasını bu çölün içine hapsetmiştim. Bulutların hizasından gördüğüm Tunus ise kıyıları Akdeniz’in beyaz köpüklü dalgalarıyla oynaşan, yeşil tarlalar, ağaçlar, yükseltisi fazla olmayan dağlarla kaplı bir ülkeydi... Çöl sadece güneyi ele geçirebilmişti...
Uçak piste tekerleklerini değdirince bir alkış koptu... Bu alkış, pilotu kutlamak mı, yoksa 2,5 saatlik uçuşun sağ salim sona erdiğine şükretmek için miydi kestiremedim...
Turizm Bakanlığı’nın davetlisi olduğum için VIP salonuna alındım. Orada soğuk limonata eşliğinde pasaport işlemlerinin tamamlanmasını bekledim. Görevlilerin önünde uzayıp giden kuyruklara bakınca torpilli olduğuma şükrettim... İşte bu bekleyiş sırasında cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Ben Ali’nin fotoğrafını gördüm. Salonun en göze batan duvarını süsleyen büyükçe bir fotoğraftı. O an, bu fotoğrafın ve bunun benzerlerinin bütün gezim boyunca karşıma çıkacağını bilmiyordum...
BURGİBA YAŞLANINCA
Bu fotoğrafın ülkenin tüm duvarlarını süslemesinin nedenini kavrayabilmek için Tunus’un yakın tarihine bir göz atmakta yarar gördüm:
Tarihi boyunca Roma, Bizans, Arap ve Osmanlı egemenliği altında yaşayan Tunus, 1881 yılında Fransa’nın sömürgeleri arasına katılmıştı. Fransız işgaliyle birlikte yeraltına çekilen bağımsızlık hareketi ve 1920’de Düstur Partisi adı altında bir kitle örgütlenmesine yöneldi. Parti uzun yıllar süren mücadelenin ardından, Habip Burgiba’nın önderliğinde 1956 yılında zafere ulaştı. Bağımsızlık elde edildikten sonra ülkenin ilk cumhurbaşkanı olan Habip Burgiba, kendini çağdaş bir toplum yaratma mücadelesine adadı. Bu uğraşında da büyük ölçüde başarılı oldu. 1975 yılında parlamentonun kararı ile ömür boyu cumhurbaşkanı seçildi. 1980 yılında patlayan ekonomik kriz, kanlı bir ayaklanmaya yol açtı. Parlamento 7 Kasım 1987’de, ülkenin önde gelen altı doktorunun imzaladığı rapora dayanarak Burgiba’yı görevinden uzaklaştırdı. Rapora göre, ülkenin kurtarıcısı Burgiba yaşlanmış ve bunamıştı. Yerine, bir ay önce Başbakanlığa atanan General Zeynel Abidin Ben Ali geçti... Ben Ali’nin koltuğa oturduğu 7 Kasım tarihi, ikinci bir kurtuluş gününe dönüştü. Tüm Tunus, ülkeyi Fransızlardan kurtaran Burgiba’dan kurtulduğu için bayram yaptı. Birçok okula, meydana ve büyük caddeye ‘7 Kasım’ adı verildi.
İşte, havaalanındaki bekleme salonunun duvarını süsleyen fotoğraftaki Ben Ali’nin iktidar öyküsü böyle şekillenmişti. Boyanmış izlenimi veren kuzguni siyah saçlı, ciddi çehreli bu adamın bakışlarından anladığıma göre o da, yerine geldiği Burgiba gibi ömür boyu koltukta oturmaya kararlıydı...
TUNUS’UN MODERN YÜZÜ
Başkent Tunus’un, sağlı sollu park etmiş arabalar yüzünden tıkanan caddelerinde ilerlemeye çabalarken, günlük yaşam hakkında ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Bu trafik karmaşası biz Türkler için bile tahammül edilmez bir boyuttaydı. İlk tespitim arabaların çoğunun Fransız yapımı olduğu konusundaydı. Ve arabaların büyük bir bölümü son model veya bir-iki yıllıktı. Halbuki ben halkın büyük bir bölümünün dar gelirli olduğunu sanıyordum.
Arabanın penceresinden gördüklerim bana hiç yabancı gelmedi. İnsanlar, dükkanlar, acı acı klakson çalan şoförler, duraklarda bekleşenler, önüne iskemle atılmış kahveler... Bütün bu manzaralar tıpatıp bize benziyordu. Orta ölçekli bir Anadolu kentinde olduğuma yemin edebilirdim. Dura kalka gelebildiğimiz otelin 8. katındaki odamın penceresinden bir süre kenti seyrettim. Beyaz bir kentti. Evlerin hemen hepsi beyaza boyanmıştı.
Tunus Gölü ile Akdeniz arasına yayılmış olan başkent Tunus, iki milyon nüfusu ile ülkenin en büyük kentiydi. Her başkentte olduğu gibi burada da resmi bir hava kendini hissettiriyordu. Odada fazla oyalanmadım. Otelden çıkıp, kentin atardamarı olan Habib Burgiba Bulvarı’na gittim. Kenti doğudan batıya doğru kesen geniş bulvar, ülkenin modern yüzünü yansıtıyordu. Palmiyelerle süslenmiş refüjün ikiye ayırdığı bulvarda modern apartmanlar, ofisler, çok yıldızlı oteller, alışveriş merkezleri, ünlü markaları satan mağazalar ve kaldırım kahveleri sıralanmıştı. Bu kahvelerden birine oturup, geleni geçeni gözlemeye koyuldum.
Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu kalabalık, bir aşağı bir yukarı ‘piyasa’ yapıyordu. Modern giyimli birbirinden güzel kızlar, el ele tutuşmuş kumrular gibi koklaşan sevgililer, arada bir geleneksel giysileri içinde, elini arkasında bağlamış avare yürüyüşlü yaşlılar, son model spor arabalar bu atardamarın içinde akıp gidiyorlardı.
ESKİ ŞEHRİN SOKAKLARI
Bir yandan yorgunluk, diğer yandan önümden geçip giden görüntüler, pastisin anason kokulu tatlımsı tadıyla birleşince başım döner gibi oldu. Sabah İstanbul’da uyanmış, öğleden sonra da Afrika’nın kuzeyinde, bir kahvede başka bir ülkenin havasını solumuş, başka bir kültürün içine doğru yolculuğa başlamıştım.
Kahveden çıkıp, eski şehre doğru yürümeye başladım. Yol üstündeki bir kitapçıya girip, Tunus hakkında bir kitap almak istedim. Ama tüm aramalarıma rağmen İngilizce kitap bulamadım. Rafların yarısı Arapça, yarısı da Fransızca kitaplarla doluydu. Zaten geldiğim andan itibaren çevremdekilerle anlaşmakta güçlük çekiyordum. Çünkü Tunus’ta İngilizce bilenlerin sayısı oldukça azdı. Buna karşılık yediden yetmişe neredeyse tüm halk, ana dili gibi Fransızca konuşabiliyordu. Ana dil Arapça’ydı ama Fransızca da yaygın bir şekilde kullanılıyordu. Habib Burgiba, bağımsızlık hareketini başarıya ulaştırdığında, Arapça’yı geliştirmek için bazı önlemler almış ama, bağnazca bir tutum sergileyip Fransızca’yı yasaklamaya kalkmamıştı. Bugün ülkenin tümünde daha ilkokul 3. sınıftan itibaren Fransızca eğitimi veriliyordu.
Yarı İngilizce yarı işaret diliyle derdimi anlatıp, döviz bürosunu buldum ve dolarımı dinarla değiştirdim. Niyetim geniş bulvarlardan uzaklaşıp, eski şehrin dar sokaklarında kaybolmak, kentin diğer yüzüyle tanışmaktı. Küçük dükkanlarda kredi kartı geçmediği ve dinardan başka para kullanılmadığı için para bozdurmakta acele etmiştim. Karanlık bastırmadan Medina denilen eski kenti gezmek istiyordum. Aslında ‘Medina’ Arapça’da kent anlamına geliyordu. Şimdi ise kentin sadece eski bölümü bu adla anılıyordu. Bu yüzden Tunus’ta her modern kentin bir de Medinası vardı. Tunus Medinası modern kentten yüksek duvarlarla ayrılmış ve 270 hektarlık bir alana yayılmıştı.
EN BÜYÜK CİMBOM
Bir meydanı geçip önüme gelen ilk dar sokağa saptım. Aslında sokaklar bize pek yabancı olmayan görüntülerle süslenmişti. Kapalıçarşı’yı, Mısır Çarşısı’nı, Mahmutpaşa’nın dar yokuşlarını andıran sokaklardı. Omuz omuza yürünen bu dar sokaklar, kimi yerlerde evlerin altından geçip birbirlerine kavuşuyorlardı. Burası kentin ticaret hayatının can damarıydı. ‘Souk’ denen çarşıdaki dükkanların çoğunda, turistlere yönelik hediyelik eşyalar satılıyordu.
Satılanlar pek ilgimi çekmiyordu. Bildik eşyalardı. Ama kuş kafesleri harikaydı. Öylesine ince işlenmiş, el emeği, göz nuru dökülmüştü ki, kuş beslemediğim halde bir kafes almaya niyetlendim. Ama nasıl taşıyacağımı bilmediğim için vazgeçtim. Önüme çıkanları yara yara, kendimi Medina’nın içindeki en önemli yapılardan biri olan Zitouna Camii’nin avlusuna attım. Bu cami aynı zamanda zamanının önemli bir eğitim kurumuymuş. Hatta bazı kaynaklar buranın Arap dünyasının ilk üniversitesi olduğunu öne sürüyordu.
Caminin avlusunda biraz serinledikten sonra, yine dar sokaklardaki kalabalıklara kapıldım. Beyaz badanalı evler, boncuk mavisi boyanmış süslü kapı ve pencereler, kızartma kokan küçük aşevleri, tahrik edici görüntüleriyle tatlıcılar, çeşit çeşit ot satan aktarlar, rengarenk baharatçılar, kapı önünde kuzularını sallandıran kasaplar, bilmedik sebzeleri meyveleri sergileyen manavlar... Medina’da halen 140 bin kişi yaşıyordu. Gördüğüm kadarıyla üst üste bir yaşamdı bu. Dar sokaklardaki evlerin her odasına neredeyse bir aile sığmıştı. Çığlık çığlığa koşuşturan çocuklara, güleryüzlü ev sahibelerine bakılırsa kimse halinden şikayetçi değildi. Bu renk curcunası, baharat kokuları ve ses cümbüşü içinde Medina’da aradığım atmosferi buldum. Duvarların gerisinde Batı vardı. Binbirgece Masalları’na konu olan Doğu ise bu dar sokaklara yerleşmişti.
Otele dönerken akşam esintisi iyiden iyiye üşütmeye başlamıştı. Sokakların tenhalığına bakılırsa, Tunus geceyi yaşamayı pek sevmiyordu. Hem sevse ne olurdu ki, bende gecenin içinde kaybolacak hal mi kalmıştı!.. Otelin restoranında sıradan bir yemek yedim, düğün salonunu andıran barda Tunus’un konyak tadındaki özel içkisi Tibarin’in tadına bakıp odama çekildim.
Haftaya kıyı kıyı turistik Tunus, Kartaca’nın öyküsü, ne yenir ne içilir?
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2004
Geçen hafta Pamukkale’de başlayan gezimi Afrodisias’ta sürdürdüm. Aşk Tanrıçası’nın kentinde antik yollarda yürüdüm. Buldan’da kumaşların sırrını çözmeye çalıştım, nar ağaçlarının süslediği Güney kasabasında hem şarabın hem de nar gibi kızarmış kuzuların tadına baktım.
Yağmurun ninnisiyle uyuduğum Pamukkale Karahayıt’taki otelimde, güneşli bir güne uyandım. Bir gün önce tepeme yapışıp, beni terk etmeyen gri bulutlar, yeni günde insafa gelip biraz aralanmış, güneşe geçit vermişlerdi. Serçeler de cıvıl cıvıl ötüyordu. Yani havada tam bahar görüntüsü ve sesleri vardı. Vakit geçirmeden yola çıkmam gerektiğinin farkındaydım.
Afrodisias’a gidecektim. Roma döneminde bölgenin gözdesi olan Afrodisias kentine. Pamukkale’den oraya gitmek için iki yol vardı. Ben uzununu seçtim. Çünkü zaman benimdi. İstediğim gibi harcayabilirdim. İstersem öldürürdüm bile!.. Tavas’tan kırların arasına sapıp, Menderes Ovası’nın bereketine hayranlığımı suna suna antik kente vardım.
Geziye başlamadan önce meydandaki kahveye oturup, kent hakkındaki bilgilerimi gözden geçirmeye çalıştım: Afrodisias, Aşk Tanrıçası’nın kentiydi. Ama Afrodit burada kimlik değiştirmiş, aşk yerine doğurgan bir ana tanrıça görüntüsüne bürünmüştü. Bizanslı tarihçi Stephanus’a göre, Afrodisias’ın ilk adı Lelegonpolis’ti. Sonraları bu ad Megapolis, Asurluların işgalinden sonra da Kral Ninos’un adına ithafen Ninoi adını almıştı.
Kent esas önemini, Roma’nın Anadolu’daki egemenliği ile birlikte kazanmıştı. İÖ 39-35 yıllarında, İmparator Marcus Antonius kenti vergiden muaf tutmuştu. Bu, Roma’nın ender tanıdığı ayrıcalıklardan biriydi. Bu ayrıcalığın nedenini tarihçiler şöyle açıklıyorlardı: Afrodit Tapınağı yapıldıktan sonra kent, Anadolu’nun eski bereket tanrıçasından ziyade Yunan Aşk Tanrıçası ile özdeşleştirilmeye başlandı. Latince Venüs adı verilen Afrodit’le bu özdeşleşme, Roma’nın Anadolu’daki egemenliği ile birlikte daha da önem kazandı. Çünkü Aşk Tanrıçası, Roma’nın efsanevi kurucusu Aineias’ın annesiydi. Kendilerinin bu Aineias’ın soyundan geldiğine inanan Roma imparatorları, Afrodit ile akraba olduklarını öne sürerlerdi. Bu nedenle de bu kente birçok ayrıcalık tanımışlardı. Hatta ilk Roma İmparatoru Augustus, kent hakkında şunları söylemişti: ‘Tüm Asya’da kendime seçtiğim tek kent Afrodisias’tır.’
ANTİK ÇAĞDA GEZİNTİ
Kenti gezmeye antik tiyatrodan başladım. Yapımı İÖ I. yüzyıla dayanan tiyatronun, Anadolu tiyatroları arasında çok önemli bir yeri vardı. Onun hemen yanında, sahnenin arka bölümündeki, etrafı sütunlarla çevrili pazar yerini kuşbakışı seyrettim. O dönemdeki alışverişin nasıl yapıldığını hayal etmeye çalıştım. Tiyatro’dan sonra, yüzlerce kurbağanın vıraklaması eşliğinde Tiberius Portikos denen, dört tarafı sütunlarla süslenmiş görkemli havuzu geçip, gymnasiumu, agorayı dolaşıp, Hadrian Hamamı’na vardım. Görkemini hálá sergileyen binanın, yosun tutmuş devrik sütunlarından birine oturup, asırlık taşların soğukluğunda soluklandım.
Daha sonra Odeon’un basamaklarında çepeçevre yürüdüm, oradan kentin kalbinin attığı yere, Afrodit Tapınağı’na geçtim. Hayallerimden sıyrılmayı becerince, Filozoflar Evi’nin kıyısından kıvrılıp, gelinciklerin süslediği bir kır patikasından stadyuma doğru ilerledim. Duvarın üstüne tırmanınca, muhteşem eseri tüm heybetiyle karşımda gördüm. 269 metre uzunluğunda, 59 metre genişliğindeki bu yapı, 30 bin seyirci alabiliyordu. O devirde Anadolu kentleri oyunlar düzenleyebilmek için Roma’dan onay almak zorundaydılar ve Afrodisias bu onayı almış ayrıcalıklı bir kentti. Bu nedenle stadyumda şenlikler, yarışmalar düzenlenebiliyordu. (Kaynak: Arkeolog Orhan Atvur- Prof. Dr. Kenan Erim’in yardımcılarından).
Antik çağdaki gezimi Tetrapylon’da bitirdim. Burası gösteri ve şükran alaylarının toplandığı muhteşem bir anıttı. Kendisini bu kazılara adayan, Afrodisias kentinin gün yüzüne çıkmasını sağlayan ve kazı sırasında da ölen Prof. Kenan Erim’in mezarı, bu anıtın hemen yanıbaşındaydı. Yalnız üstünde yabancı dilden herhangi bir açıklama olmadığı için, turistler bu mezarın kime ait olduğunu anlamakta güçlük çekiyorlardı.
ÜNLÜ HEYKELTIRAŞLAR
Sıra müzeye geldi. Burada kazılarda bulunan irili ufaklı heykeller ve diğer eşyalar sergileniyordu. Özellikle heykeller çok etkileyiciydi. Heykel yapımı Afrodisias’ta epey gelişmişti. Bunun nedeni, Bergama Krallığı’ndan kaçıp bu kente sığınan ünlü heykeltıraşlardı. Onların bu kenti tercih etmelerinin en büyük nedeni de, bugün bile hálá çalışan civardaki mermer ocaklarıydı. Afrodisias Heykel Okulu’nda, İÖ I. yüzyıl ile İS VI. yüzyıl arasında önemli miktarda heykel üretilmişti.
Aralıksız üç saatten beri yürüyor ve hayal kuruyordum. Yorulmuştum. Geziye başlamadan önce oturduğum kahveye gidip, gördüklerimi ve hayallerimi hazmetmeye çalıştım. Aklıma bir soru takılmıştı: Kentin kurulmasını sağlayan, birçok önemli eseri kendi parası ile yaptıran, vergiden muaf kalmasını sağlayan kişi Zoilos adlı eski bir köleydi. İmparator Sezar ve Augustos’un azatlı kölesi, bu kadar parayı nereden bulmuştu?.. Veya Roma imparatorlarıyla ilişkisi ne düzeydeydi ki, hem kölelikten kurtulmuş, hem de çuval çuval para ile ülkesine dönmüştü?.. Düşündüm, düşündüm bu sorulara yanıt bulamadım.
Afrodisias gezimi bitirip, Buldan’a doğru direksiyon kırdım. Dandalos Vadisi’ni geçip, Morsynos Ovası’ndan akıp gittim. Karacasu ile Esençay köyü arasında Doyurum adındaki restorana gözüm takıldı. İştah açıcı ve temiz bir görünümü vardı. Ama midemin isyanına kulak asmadan yola devam edip Buldan’a vardım. Buldan bölgenin tekstil başkenti idi. ‘Buldan Bezi’nin şöhreti bütün Türkiye’ye hatta Avrupa’ya bile yayılmıştı. İtalya’nın büyük dekorasyon firmaları ev tekstilinin büyük bir bölümünü burada yaptırıyorlardı.
TAHİNLİ BULDAN PİDESİ
Önce dükkanların sıra sıra dizildiği 14 Mayıs Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Kumaşlara dokundum, Buldan’ın ünlü havlularını okşadım. Sonra beni tanıyan okurum Ufuk Bilgi’nin dükkanına girip, bir çay içimi sürede el tezgahında kumaşın nasıl dokunduğunu izledim. Ufuk Bilgi, bir Buldan hayranıydı. O ve arkadaşları, tekstil işini daha da ilerilere götürmek için birçok proje üretiyorlardı. Projeleri sadece tekstille sınırlı değildi. Buldan’ın eski binalarını kurtarmak için de kolları sıvamışlardı. Bu konuları ‘Buldan Yemek Festivali’ dönüşünde daha etraflıca anlatacağım.
Midemin isyanına daha fazla karşı koyamayınca, caddenin başlangıcındaki pidecide soluğu aldım. Ne yiyeceğimi düşünürken yan masadaki bir başka okurum imdadıma yetişip, tahinli pide ısmarlamamı önerdi. Öyle yaptım. Sıcak pidenin üstüne toz şeker koydurmadım. Gerçekten lezzetliydi ama bitirmekte zorlandım. Yemekten sonra arabama binip, kıvrıla kıvrıla giden bir yoldan Buldan’ın yaslandığı dağın zirvesine tırmandım. Süleymanlı Köyü’nün yanındaki krater gölünün kıyısındaki çimenlere uzanıp, sessizliğin ve güneşin tadını çıkardım. Sonra bir telaş Pamukkale’ye doğru gaza bastım. Niyetim bir gün önce yağmur yüzünden çekemediğim fotoğrafları çekmekti.
Hierapolis’e vardığımda güneş ışıklarını yumuşatmıştı. Kalıntıların taşları, sütunları akşam güneşiyle oksit sarıya boyanmışlardı. Servilerin gölgeleri bir servi boyundan daha da uzamıştı. Güneş karşı dağın tepesine gelip, batışa hazırlanınca ben de Menderes Ovası’nı gören bir duvarın üstüne oturdum. Bir süre sonra travertenlerin üstündeki küçük havuzcukların suları menekşeye boyandı, ovanın üstüne pus çöktü, uzaklarda ışıklar ateşböceği gibi göz kırpmaya başladı. Düşlediğim an gelmişti. Çantamdan mataramı çıkartıp, içindeki malt eşliğinde karanlık çökünceye kadar bu büyülü anın tadına baktım.
KASABADAKİ ŞARAPHANE
Ertesi gün Şarap Dostları Derneği üyeleriyle buluşup, Pamukkale Şarapçılığın Güney kasabasındaki tesislere gittim. Bu küçük ölçekli şarabevi modern aletlerle donatılmıştı. Yani Fransa’daki en gelişmiş şaraphanede ne varsa burada da aynıları mevcuttu. Kardeşleri adına şirketi yöneten Yasin Tokat, kaliteli şarap üretmek için yaptıklarını anlattı. Kasabanın yakınında aldıkları 100 dönüm bağda dünyanın en kaliteli üzümlerini yetiştireceklerini, bu bağın ortasına da Fransa’da olduğu gibi ‘Pamukkale Şatosu’nu kuracaklarını açıkladı. Sonra daha piyasaya vermedikleri birbirinden lezzetli şarapları tattırdı.
Anadolu’nun ‘kuş uçmaz kervan geçmez’ bir yöresinde, yaklaşık 30 yıldan beri şarap üretmek için gayret sarf eden Yasin ailesini kutladım. Çünkü şaraba uzak, şarap kültüründen habersiz, şarabın haram bilindiği bir ülkede bu işin ne kadar zor olduğunun farkındaydım.
Fabrika gezisinden sonra Şelale’de, cenneti andıran bir mekánda hazırlanan öğle yemeğine geçtik. Biz oraya vardığımızda, ateşin üstünde dönüp duran iki kuzu nar gibi kızarmıştı. İki köylü kadın bir köşede kapama yapıyordu. Kapama bir çeşit gözlemeydi. Büyükçe açılan yufkanın yarısına ıspanak, taze soğan karışımı döşeniyor, bunun üstü yufkanın diğer yarısı ile örtülüp sacın üstünde pişiriliyordu. Ben önce kapamanın önünde kuyruğa girdim. Sonra tabağımı kuzu etiyle doldurup masadaki yerimi aldım. Denizli’nin ‘Yanık Yoğurdu’ meşhurdur. Sütün altı tutturulduktan sonra mayalanıp yoğurt yapılır. Yerken burnunuza ve damağınıza is kokusu gelir. Ben bu yoğurda bayılırım. Önüme bir tabak alıp, kaşık kaşık yoğurda doydum. Bir de Yasin Tokat’ın bizim için yaptırdığı taze keçi peyniri vardı. Onu da domatesle birlikte ekmek arası yapıp bir güzel yedim. Tüm bunlara bir de şarap eklenince, Şelale’deki kır yemeği adeta bir şölene dönüştü. Lezzetten adeta damağım çatladı.
Üç günlük tarih, yemek ve şarap kaçamağı bahar ve yaz gezileri için iyi bir başlangıç olmuştu. Kırmızı Katır’ımla İstanbul’a dönerken yüreğimin bir sevinç yumağına dönüştüğünü hissettim.
Yazının Devamını Oku