Sıcak bunaltınca kendimi Uludağ’ın zirvesindeki soğuk rüzgarların kucağına attım. Daha sonra ‘Kış Güzeli’ni yalnızlığı ile baş başa bırakıp, hüzünlü bir geçmişi olan Tirilya’da eski sokakları arşınladım.
Oradan dere tepe düz gidip, gizli kalmış bir cennet olan Taraklı’da duran zamanın içinde dolaştım.
Gezgin ruhum durmaktan sıkıldı. Vücudumun her yerinde, beynimin kıvrımları arasında dolaşıp durdu ve beni tekrar yollara düşmeye zorladı. Bu baskıya dayanamadım, bunaltıcı sıcakları bahane edip sıcak bir cuma sabahı erkenden yola çıktım... Kırmızı katırın gazına bastığımda, ruhumun şen kahkahalarını duyar gibi oldum.
Amacım yakın ve serin bir yere gitmekti. Yakınlarda serin bir yer nasıl bulabilirdim ki?.. Aklıma Uludağ’ın zirvelerindeki soğuk rüzgarlar geldi. Onlarla sarmaş dolaş olup üşümeyi düşledim. Hem bu ‘kış güzeli’nin yazlık yüzünü de görmüş olurdum. Arabamın bagajına bu kez küçük mangalımı da yerleştirdim. Piknik malzemeleriyle doldurduğum mini buzdolabını da mangalın yanına koydum.
Bir solukta yolu bitirip, Bursa’nın kapısına dayandım. Bir de baktım ki sıcak, bir tül perde olmuş, Bursa’yı sarıp sarmalamış. Arabanın termometresindeki 34 dereceyi görünce korktum. Yağmurdan kaçarken doluya mı tutulmuştum!..
Kente yaklaştıkça, örtünün altından hayal meyal görüntüler belirmeye başladı. Binalar, kubbeler, minareler... Aslında yeni Bursa’nın gerçek görüntüsünün bu olmadığını biliyordum. Bunlar, pusun ve güneşin bir oyunuydu. Yeni yapılan plazalar, yüksek binalar Evliya Çelebi’nin ‘ruhaniyetli şehir’ nitelemesini silip süpürmüştü.
TANPINAR’IN BURSA’SI
Bence Bursa’yı en güzel anlatan yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Onun ‘Bursa’da Zaman’ını okuduktan sonra, Bursa hakkında bir şey yazmamaya karar vermiştim. Çünkü Tanpınar her şeyi yazıp bitirmişti. Hem de ne yazmak!.. O şiirsel anlatım beni buruşturup, bir kenara fırlatmıştı. Bursa’yı onun gibi anlatamadıktan sonra yazmanın ne anlamı vardı ki? Tanpınar, ‘Bursa’da Zaman’da kenti şöyle tanımlamıştı:
‘Kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır!..’
Bursa’yı bir acele geçip, Uludağ’a tırmanan yola saptım. Dağın eteklerinde cuma telaşını yaşayan yol, tırmandıkça tenhalaştı. Kışın karında buzunda vızır vızır zirveye tırmanan, karlı dağdakileri düze indiren arabalar bu mevsimde ortalıkta görünmüyordu. Çekirge’den yukarılara doğru kıvrılan yokuşa yaz yalnızlığı çökmüştü. Yolun ortasında bir nefeslik durup, aşağıları seyrettim. Pusun ardına gizlenmiş olan ova, ‘gözün lezzet alabilmesi için yetecek derecede büyük ve genişti...’
‘Kendin Pişir Kendin Ye’ restoranları henüz sabah mahmurluğundaydı. Akşamın yorgunluğu öylesine üstlerine sinmişti ki, bir iki silkelenmeyle atılacak gibi değildi. Belli ki ovanın sıcağından bunalan Bursalı, buraya sığınmış, kandili burada söndürmüştü.
Tırmandıkça kahveler, restoranlar, evler teker teker görüntüden çekildi. Sahneyi sedir ve çam ormanları aldı. Kışın bembeyaz karla örtülü olan toprak, şimdi yemyeşil eğrelti otu ile kucaklaşmıştı. Rüzgarla birlikte dalgalanan otlar, ormana ağaçlı bir yeşil deniz görüntüsü veriyordu. Arabanın pencerelerini açıp, reçine kokan havayla ciğerlerimi yıkadım. Zirveye doğru kulaklarım rüzgar sesini aradı. Rüzgar biraz kuvvetli esse, ormandan dalga seslerinin yükseleceğini biliyordum. Ormanın sesinin denizin sesine benzediğini çok yıllar önce keşfetmiştim.
DAĞIN YAZLIK GİYSİSİ
Otellerin olduğu meydanlıkta, koyu bir yalnızlığın içine düştüm. Kış aylarının o şıkır şıkır otellerinden çıt çıkmıyordu. Kışın bir modaevi podyumunu andıran kahvelerde in cin top oynuyordu. Kış şımarığı topal bir köpek, bir umut arabaya yaklaştı ama umduğunu bulamayınca kış rüyasına geri döndü.
Arabamın termometresi 20 dereceye kadar düşmüştü. Tırmanışa 31 derece ile başlamıştım. Hava 15-20 dakika içinde 11 derece birden soğumuştu. Kollarımı açıp, serin rüzgarla kucaklaştım.
Kayak pistlerine giden telesiyejler, morlu, sarılı çiçeklerle süslü çimenlerin üstünde tembelliğin tadını çıkartıyorlardı. Uludağ beyaz gelinliğini çıkartıp, allı yeşilli elbisesini giymiş bir genç kız gibi cıvıl cıvıldı... Bu otellerin yaz aylarında neden kullanılmadığına akıl erdiremedim. Burası sıcaktan kaçıp, kitap okumak, ormanların içinde yürüyüş yapmak, hafta sonunda huzur yüklenmek isteyenler için ideal bir adresti.
Kışın karların altında kaybolan toprak yoldan zirveye doğru çıkmaya başladım. Yukarı çıktıkça oteller küçüldü, bulutlar bile aşağıda kaldı. Yolun bittiği yerde -zirvenin biraz aşağısı- bir kayaya yaslanıp, bulutların arasından ovayı, ormanları, kanat çırpmadan süzülen kuşları, dağın eteğine çöreklenen sıcağı seyrettim. Acele etmeden dönüş yoluna çıktım. Sarıalan’da dağın buz gibi suyunu akıtan onlarca çeşmeden birinde yüzümü yıkayıp, mataramı doldurdum.
Gözlerden uzakta bir köşede bagajdan küçük masamı çıkartıp, öğle yemeği hazırlığına başladım. Masanın örtüsüne çiçekler serpiştirdim, salatamı hazırladım, mangalımın üstüne et profesörü Cüneyt’in hazırladığı lezzetleri dizdim: Bir et şiş, bir tavuk şiş, iki kalem kuzu pirzola, iki köfte...
Yemek sonrası Uludağ’ın arka yüzünden, Soğukpınar, Keles yolundan kıvrıla kıvrıla indim. Böğürtlenlerin, mor çiçeklerin, kırmızı gelinciklerin, sarı papatyaların süslediği yoldan giderken, kış güzeline, yazlık elbiselerin de çok yakıştığına karar verdim.
İkinci durağım olan Tirilya’ya -Zeytinbağı-, Mudanya üzerinden değil de, Ulubat Gölü’nün karşısındaki sapaktan gittim. Önce ayçiçeği tarlalarının, sonra meyve ağaçlarının, en sonunda da dağı taşı kaplayan zeytin ağaçlarının arasından geçip, eski evleri, kiliseleri, daracık sokakları ve hasret öyküleri ile süslenmiş Tirilya’ya vardım.
Tirilya’nın adının anlamı hakkında çeşitli yorumlar okumuştum. Aklıma yatanlardan bir tanesine göre kasabanın adı Aya Yani, Aya Yorgi ve Aya Sotiri adlı üç papazdan geliyordu. Bu üç papaz, aforoz edildikten sonra İznik’ten ayrılıp buraya yerleşmişlerdi. Bundan ötürü buranın adı Tri (üç) İlya (papaz) olmuştu. Bir diğer rivayet de şöyleydi: Latince Tirilya, kırmızı balık, barbunya anlamına geliyordu. Bu balık, burada bol bol tutulup Doğu Roma İmparatoru’na gönderiliyordu. Bu nedenle köyün adı Tirilya olarak kalmıştı. Herkesin hálá Tirilya dediği kasabanın adı 1900’ün başlarında önce Mahmut Şevket Paşa, 1963 yılında ise Zeytinbağı olarak değiştirilmişti.
Arabayı asırlık çınarın gölgesine park edip, önce Hagios Stephanos kilisesinin bulunduğu tepeye tırmandım. 720 yılında yapıldığı öne sürülen yaşlı kilise ilk gelişimdeki gibi, kendisi gibi yaşlı bir incir ağacına yaslanmış, yıkık dökük duruyordu. Sonra dar sokaklardan, eski evlerin arasından geçip, Kıbrıs’ın eski cumhurbaşkanı Makarios’un okulunun önünden aşağı indim. Evler iki yıl öncesine göre daha da yıpranmış, renkler solmuş, kapıların üstündeki kilitler pastan iyice görünmez olmuştu. Bildiğim sokakları boydan boya arşınladım. Kasabanın hüzünlü öyküsünü de bir kez daha hatırladım:
Rumları zorunlu göçe götürmeye gelen gemiye, köyün Müslüman sakinleri de binmiş, Tekirdağ’a kadar sarmaş dolaş gitmişlerdi. Tekirdağ’da Müslüman yolcular inerken gemiden sadece hıçkırık sesleri yükselmişti.
Yine zeytin ormanlarını aşıp, geceyi geçireceğim Mudanya’ya vardım. Yaz kalabalığını, kıyıda piyasa yaparken yakaladım. Bir balık ziyafeti ile yolculuğumun ilk gününü noktaladım.
ZAMANIN DURDUĞU YER
Ertesi sabah erkenden yola çıktım. Denize paralel yoldan Gemlik’e, oradan İznik Gölü’nün güney kıyısından Geyve’ye doğru yelken açtım. Nereye baksam meyve ağacı görüyordum: Elma, kiraz, şeftali, armut... Bütün ovadan bereket fışkırıyordu. Geyve’den Taraklı sapağına saptım. Tepelere çıktım, düzlüklere indim tam 36 kilometre sonra Taraklı ilçesine vardım. Çoktandır adını duyduğum ama bir türlü gidemediğim ilçeyi görür görmez, burada da zamanın durduğunu hissettim. Tıpkı Beypazarı, Safranbolu, Göynük, Mudurnu gibi... Arabayı bir kenara çekip, kaldırım taşı döşenmiş daracık sokakları arşınladım. Yorulunca, bir zamanlar hamalların soluklandığı ‘dinlenme taşları’na oturup, geçmiş dönemleri düşledim. Sonra Hıdırlık Tepesi’ne tırmanıp, karşıdaki hisarın etrafındaki mahalleyi seyrettim. Osmanlı şehir dokusunun vazgeçilmez üç katlı ahşap evleri, onca yaşlarına aldırmadan hálá birilerini barındırmayı sürdürüyorlardı.
Tepeden inip, ilçenin ortasındaki beş asırlık ulu çınarın gölgesine sığındım. Taraklı’nın tüm sırlarını bilen bu ağaca saygıyla dokunup hayır duasını istedim. İstanbul’a dönüşümde kaynakları karıştırırken Evliya Çelebi’nin bu küçük kasabaya da uğradığına şaşkınlıkla şahit oldum. Ünlü gezginin yazdıklarını okuyunca bugünü anlattığını sandım:
‘Taraklı, Bursa Tekfuru tarafından yaptırılmıştır. Osman Gazi’nin fethidir. Yüzelli akçeli kazadır. Halen kalesi virandır. Ama kasabası bağlı, bahçeli, beş yüze yakın mamur evi ile şirin bir kasabadır... Çarşı içindeki (Yunuspaşa) camii güzeldir. Bir hamamı, beş hanı, altı mahalle mektebi ve iki yüz dükkanı vardır. Hemen herkes kaşık ve tarak yaptığından bu şehre Taraklı denir... Suyu ve havası çok güzeldir. Bütün dağlar ormanlarla kaplı av yeridir...’
Taraklı bir paragrafla geçiştirilecek bir ilçe değildi. Ona ayrı bir sayfa ayırmak gerekti. Bir başka zaman bir daha gelip, köşe bucak iyice gezmek niyetiyle bu gözden uzakta, kendi halindeki Taraklı’dan ayrılıp, İstanbul’un yolunu tuttum.