3 Nisan 2005
Bu hafta Güney Afrika’dan söz edeceğim, ama bu, alışılmış bir gezi yazısı olmayacak. Size bu ülkenin kentlerini, doğasını, safarilerini değil de şarabını anlatmaya çalışacağım. Gidişli gelişli, anıların girip çıktığı bir yazı olacak.Bu yazıyı yazmama, Şarap Dostları Derneği’nin bu ayki toplantısında tattığım Güney Afrika şarapları neden oldu. Şarap Dostları Derneği de neyin nesidir diye soracak olursanız; bundan yaklaşık 15 yıl önce, rahmetli Tuğrul Şavkay’ın önderliğinde 15 şarap düşkünü arkadaş bir araya gelip, şarabı bilinçli içebilmek için bir dernek kurmuştuk. Ayda bir yaptığımız toplantılarda adım adım, şarabın rengini, kokusunu, üzüm cinslerini, bekleme sürelerini, fıçıyı, mantarı öğreniyorduk. Bu toplantılarda, işi iyi bilen önolog Doç. Dr. Ertan Anlı, Tekel’in şarap uzmanı Tezcan Gürkan, her konuda bilgi sahibi olan yiyecek-içecek uzmanı Osman Serim bir öğretmen gibi bizi eğitiyorlardı. Temel konuları öğrendikten sonra sıra tadıma gelmişti. Topladığımız aidatlarla, her ay değişik bir ülkenin değişik üzümlerden yapılmış şaraplarından alıyor, tadıyor, üzümlerini konuşuyor, bağcılığı hakkında bilgiler ediniyorduk. İlk başta bir arkadaş grubu olan derneğimiz, katılımlarla büyüdü, büyüdükçe tadım işleri daha ciddiye alındı, dünyanın çeşitli ülkelerinden şarap uzmanları geldi. Özetlersem, küçük arkadaş grubu, çoğaldı, büyüdü yüzlerce şarap severin, şarabı öğrendiği, Türkiye’nin tek ve en ciddi bir şarap derneğine dönüştü.Şarap Dostları, her ayın ilk haftası toplanıp yıl başında saptanan tadımları gerçekleştiriyor. Bu ay sırada Güney Afrika Şarapları -benim favorim- vardı. Toplantıya Güney Afrika’dan gelen bir şarap uzmanı ile ülkenin Türkiye Büyükelçisi Sobizana Mngqikana da katıldı. Size bu tadım notlarını aktarmadan önce, Güney Afrika’da bu şaraplarla nasıl tanıştığımı anlatacağım. Güney Afrika’ya birkaç kez gittim. İlk gidişim 90’lı yılların başına denk gelmişti. Her gezimde olduğu gibi bu gezimde de bir bahane vardı: Padişahın emriyle bu ülkedeki Müslümanlara dinin kurallarını öğretmeye giden Ebu Bekir Efendi’nin izlerini arayacaktım. Onun yardımcılığını yapan Ömer Lütfi Efendi, bu uzun yolculuğu ve Cape Town’da başlayan maceranın bir kısmını kaleme almış, ben de bir tesadüf okumuştum. Uzun lafın kısası bir karlı kış günü uçağa atlayıp, yaz sıcağının kavurduğu Cape Town’da soluğu aldım.OKYANUSLAR KOL KOLAKente gidişimin ikinci günü, Ümit Burnu’nu tepeden gören bir restorana oturdum. Karşımda muhteşem manzara vardı. Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu tam önümde kucaklaşıyor, sonra kol kola girip Ümit Burnu’nu birlikte dövüyorlardı. Uçsuz bucaksız muhteşem bir manzaraydı. Yemeğim gelinceye kadar bir bardak Chardonay istedim. Garson biraz sonra iyi soğutulmuş beyaz şarabı getirdi. Öylesine lezzetli bir şaraptı ki, bunu üzümün kalitesine, fıçı kokusunun dengesine değil de manzaranın güzelliğine bağladım. Ardından yemekle birlikte gelen kırmızı şarap da -Le Bonheur- şaşırtıcı lezzetteydi. Baharat ve kırmızı meyve kokulu, dolgun gövdeli, mor ışıltılı yakut renkli muhteşem şarabı yudumlarken, hem tabağımdaki eti yemeyi hem karşımda kucaklaşan iki okyanusu seyretmeyi unuttuğumu şimdi bile hatırlıyorum.Cape Town’da kaldığım üç gün değişik şarapları tattım. Hepsi birbirinden güzeldi. Dönünce soluğu Ebu Bekir Efendi’nin torunu Osman Serim’in yanında aldım. Kendisi yiyecek-içecek uzmanı olduğu için bu konuları bilirdi. Ben ona dedesinden kalan izleri anlattım, o da bana Güney Afrika şarabını. Yetinmedim dergilerden, kitaplardan okudum.Güney Afrika’da şarapçılığın temellerini, Hindistan’a yapılan gemi seferlerine taze gıda sağlamak amacıyla 1652 yılında kurulan ‘Dutch East India’ şirketi atmıştı. İlk bağlar 1655’te dikilmiş, ilk şaraplar da 1659’da elde edilmişti. 17. yüzyılın sonlarında Fransızların bölgeye yerleşmesiyle kalite artmaya başlamıştı. 19. yüzyılın başlarında İngilizlerin Cape Town bölgesini işgal etmeleri en çok şarap üreticilerinin işine yaramıştı. Artan talebi karşılayabilmek için dağ taş bağlarla kaplanmıştı. Üretim 4,5 milyon litreye kadar yükselmişti.Zamanla kalitenin düşmesi, ardından bağları yok eden filoksera -bir çeşit kanser- salgını Güney Afrika şarapçılığına büyük bir darbe vurdu. Zor durumda kalan üreticiler 20. yüzyılın başlarında ilk şarap kooperatifini kurarak yeniden kolları sıvadılar. Bugün ülkede tam 116 bin hektar bağ var. Bu bağlarda 4500 çiftçi çalışıyor. Üretiminin yüzde 20’sini ihraç eden ülke, dünya şarap üretiminin yüzde 3’ünü sağlıyor.DERE TEPE BAĞİlk gidişimden birkaç yıl sonra, yine bir kış günü Güney Afrika’ya gittim. Bu sefer bahanem falan yoktu. Şarabın peşine düşecek, şarap içecektim. Ülkede bağların hemen hepsi Cape Town civarında bulunduğu için bu kentte postu serdim. Bağlar genellikle, kenti çevreleyen dağların arasındaki vadilerin yamaçlarında, Cape Dağları’nın eteklerinde kurulmuştu. Denizden kopup gelen nemli rüzgarlar, bağların biricik sevgilisiydi. Bu rüzgarlar salkımları kucaklayıp, güneşin öfkesinden koruyor, toprağın tüm lezzetini tanelerinde biriktirmesine olanak sağlıyordu. Yani kaliteli üzüm için tüm şartlar mevcuttu: Farklı karakterde toprak, nem dolu rüzgarlar, yeterli gün ışığı.Bu gezimde kendimi, gazeteci değil de ‘Şarap Dostları Derneği’ yöneticilerinden biri olarak tanıtmıştım. Bizim küçücük derneğe öylesine değer vermişlerdi ki şaşırıp kalmıştım. Bana her gittiğim yerde bir ‘Şarap Şövalyesi’ gibi davranmışlardı. Gezime ülkenin en eski üretim alanı Constantia ile başladım. Ardından kırmızı şarap ağırlıklı üretim yapan Durbanville’e gittim. Daha sonra ülkenin en önemli şarap bölgesi olan Stellenbosch’a geçtim. Sevdiğim şarapların çoğu burada üretildiği için bu bölgede daha fazla vakit geçirdim. Nederburg malikanesinin bulunduğu Paarl bölgesinin Cabarnet Sauvignon’larıyla doldurduğum kadehleri elimden bırakamadım. Ve o gün bugündür Güney Afrika şaraplarının bir tutkunu oldum çıktım.TADIM NOTLARIŞarap Dostları Derneği’nde yapılan geçen haftaki tadıma gelirsek; dikkatimi çekenleri şöyle sıralayabilirim: Palladius 2002 (beyaz): alkol derecesi çok yüksek (Yüzde 14.9) olmasına rağmen dengeli bir şaraptı. Tropikal meyve aromaları ön plandaydı. Tipik ‘yenidünya’ özelliklerini taşıyordu. Collumella 2001 (kırmızı): Shiraz üzümü ağırlıklı bu şarabın da alkol derecesi oldukça yüksekti (yüzde 14.8). Buna rağmen çok dengeli bir şaraptı. Tanenleri oldukça yoğundu. Baharat ve kırmızı meyve kokuları kendini hemen fark ettiriyordu. Saklanmaya elverişli, gövdesi oldukça kuvvetliydi. Şıranın elde edilmesinden, şarabın şişelenmesine kadar ‘Gentle wine making’ denilen bir metot benimseyen De Toren şarapevinin yeni nesil şaraplarından ‘De Toren Fusion 2001’ tadıma katılanların ortak beğenisini topladı.Tadıma son noktayı, meşhur Rust En Verde şarapevinin, 1992 mahsulü üzümlerinden yapılan şarabı koydu. Deri kokuları içeren, rengi tuğlaya dönüşmüş 13 yıllık bu şarap, beklenilen sükseyi yapmadı. Tadımın sonunda şaraplar hakkında kararsız kaldım. Seçilen şaraplar, fiyatları çok yüksek olmasına rağmen, bende ‘unutulmaz anlar’ yaşatmadı. Damağımda patlamalara neden olmadı. Ben daha uygun fiyatlara daha lezzetli şaraplar içmiştim. Ama toplantı bittikten sonra sunulan meşhur Constancia likör şarabı, kelimenin tam anlamıyla müthişti. Bu şarap 18. yüzyılda Avrupa’daki bütün saraylarda baş tacı edilmişti.Tadımdan sonra bir kere daha anladım ki, Güney Afrika Şarapçılığı dört nala kalkmış, kendinden biraz önde koşan Avustralya, Şili ve Arjantin’le kıyasıya bir yarışa girmişti. Bizler, topraklarımızda tarih öncesi dönemlerden günümüze miras kalan şarabı yok etmek için her türlü çabayı gösterirken, bu işi sonradan öğrenenler, dünya sofralarının en baş köşesine kurulmuşlardı bile.Tadılan şaraplarRustenberg 2003 (beyaz) Üzüm cinsi: Chardonay. Alkol derecesi:14,5. Yıllanma potansiyeli 5 yıl. Fiyatı: 21 dolarHamilton Russell 2003 (beyaz) Üzüm cinsi: Chardonay. Alkol derecesi: 12,5. Fiyatı: 31 dolarPalladius by Eben Sadie 2002 (beyaz) Üzüm cinsleri: Viognier, Chardonnay, Chenin Blanc, Grenache Blanc. Fiyatı: 58 dolarBouchard Finlayson 1997 (kırmızı) Üzüm cinsi: Pinot Noir. Alkol derecesi: 13,47. Fiyatı: 103 dolar. 1997 yılında sıra dışı bir mahsul elde edildi.Stellenzicht 1998 (kırmızı) Üzüm cinsi: Shiraz. Alkol derecesi: 14,8. Fiyatı: 84 dolar.Boschendal 2000 (kırmızı) Üzüm cinsi: Shiraz. Üzümler elle toplanmış. Alkol derecesi: 14,79. Fiyatı: 22 dolar.Columella by Eben Sadie 2001 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Shiraz, Mourvedre. 2003 Wine Guide’ında 5 yıldız aldı. Fiyatı: 77 dolar.De Toren 2001 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Cabarnet, Merlot, Malbec, Cabarnet Franc, Petit Verdot. Fiyatı: 54 dolar. Yıllandırılmaya elverişli. Alkol derecesi: 14,5. Rust En Verde 1992 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Cabarnet Sauvignon, Shiraz, Merlot. Alkol derecesi: 12,5 Fiyatı: 60 dolar Waterford 2001 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Cabarnet Sauvignon, Cabarnet Franc. Alkol derecesi: 13,5. Fiyatı: 20 dolar.ÖNEMLİ NOT: Kırmızı şaraplarda en gövdeli ürünler 1998, 2000, 2001 yılları üzümlerinden elde edildi. En kaliteli şaraplar ise 1999 ve 2003 yılları mahsulünden üretildi. Beyaz şaraplarda ise göze çarpan yıllar şöyle sıralanıyor: 2004, 2003, 2001, 1995.
button
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2005
Geçmişteki konaklama yerlerine bakınca o dönem gezginlerinin işinin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Şimdi birer saraya dönüşen oteller bununla da yetinmeyip, teknolojinin son olanaklarıyla donanıyor, birer uzay istasyonu görüntüsüne bürünüyor. Benim gibi, ömrünün önemli bir bölümünü yollarda geçirenler için oteller ev gibi oluyor. Sessiz, yalnız sizin sesinizin çınladığı, kaçıp sığındığınız tek odalı bir ev. Sizden bir saat önce, kimin, neler yaşadığını, sizden hemen sonra girecek olanın neler yaşayacağını asla bilemeyeceğiniz, sağır ve dilsiz bir mekan...
Şimdiki oteller, yıldızı kaç olursa olsun geçmişteki otellerle kıyaslayınca birer saray gibi kalıyorlar. Gezginliğin tarihini veya geçmişteki gezginlerin seyahatnamelerini okudukça, o dönemlerde yollara düşmediğime şükrediyorum. Aslında zamane gezginlerinin -benim gibi- işi çok kolay. Dünyanın en uzak noktalarına, en fazla bir günde ulaşmak olası. Hem de yiyerek, içerek, uyuyarak. Geçmişte gezmek hiç de kolay bir iş değildi. 18. yüzyılın başlarına kadar günlük seyir hızı, 25 ile 60 kilometre arasında değişiyordu. Yolculuk ya at sırtında, ya posta arabaları ya da özel yolcu arabaları ile yapılıyordu. Hoplaya zıplaya gidilen bozuk yollar, ikide bir kırılan veya çamura saplanan tekerlekler, her köşe başında bekleyen haydutlar yüzünden, bir yerden diğer bir yere gitmek oldukça cesaret isteyen bir eylemdi.
Ulaşımın yanı sıra konaklama da bir dertti. O dönemlerde yolculuk sırasında yatacak temiz bir yer bulmak olanaksız gibi bir şeydi. 17. yüzyılda kaleme alınmış bir kitapta yolculara şu tavsiyelerde bulunuluyordu: ‘Yabancı bir yerde yatacaksan, yatak çarşaflarının köşelerine birer eşek kulağı yapmayı unutma. Kulaklar dik durursa eğer, çarşaflar yeni ve temiz demektir. Çarşaflar temiz değilse pantolonunu çıkarmadan yatmalısın...’ Kitap ayrıca su katılmış şarap, yahni ve yumurtalı yemeklere karşı dikkatli olunması, politik ve dini tartışmalara girilmemesi, fahişeler ve cinsel hastalıklar konularında da uyarıyordu. O dönemde seyahat torbalarında, mikrop kapmamak için kalın iç çamaşırları, güvenilmeyen konaklama yerlerinde kapıları kilitlemek için asma kilitler, çakmak, birkaç tabanca, hançer hiç eksik olmayan eşyaların başında gelirdi. Bir gezgin yanına katlanabilir bir karyola, bir yatak, bir çarşaf almayı da asla unutmamalıydı... Ayrıca haşaratlar karyolaya tırmanmasın diye, yatmadan önce karyolanın ayakları su doldurulmuş kutuların içine sokulmalıydı. Eğer zengin bir gezginseniz tüm bu işleri sizin için uşağınız yapardı. Ama paranız yoksa her şey sizin başınıza kalıyordu.
PENCEREDEN GÖRÜNENLER
Tahmin edebileceğiniz gibi o dönemin misafirhaneleri çok mütevazıydı. Odanın bir köşesinde bir saman yatak bulunurdu. Parayı kim çok verirse o saman yatakta yatardı. Diğer yolcular ve serseriler buldukları köşelere, paltolarının üstüne kıvrılırlardı.
Bereket versin ki tüm bunlar artık çok gerilerde kaldı. Dediğim gibi şimdinin otelleri adeta birer saraya dönüştü. Geçmiş yıllarda, ‘sıcak su, temiz yatakla’ yetinirdim. Artık kalacağım otellerin yıldızlarını sayıyorum. Geçen yıllar beni, rahatına düşkün bir adama çevirdi. Bir zamanlar temiz bir çarşafla yetindiğim odalarda, artık mümkün olan her türlü lüksü arar oldum. Bu konuda iki otel aklımdan hiç çıkmaz; bunlardan bir tanesi İskoçya’nın Glaskow kentindeki ‘One Devonshire’ oteliydi. Odamda yüzyıllık kitaplardan oluşmuş bir kitaplık, odayı konser salonuna çeviren çok kaliteli bir müzik seti, malt viskilerin sıralandığı mini bar, krallara layık cibinlikli bir yatak, banyoda, kenarına türlü türlü sabunların ve banyo köpüklerinin, tuzların dizildiği bir küvet... Bu odadan hiç çıkmak istememiştim. Bir diğeri de, New York’taki Four Season Oteli’ydi. Oda yarım dubleksti ve penceresinden neredeyse tüm Manhattan Adası görünüyordu.
Nerede olursa olsun otelde odama girince, bir koşu perdeleri açarım. Manzarayı merak ederim. Bazen bir deniz, bazen kalabalık bir cadde, bazen mevsimine göre yapraklı veya yapraksız ağaçlar... Yıllardan beri pencerelerden bu manzaraların fotoğrafını çekiyorum. Belki günün birinde, bu fotoğrafların altına bir-iki satır anımı yazıp kitaplaştırırım.
ODADA TEK BAŞINA
Perdelerden sonra yatağı incelerim. Kuş tüyü yastıklarda asla uyuyamam. Onun için ya sert bir yastık isterim, ya da iki-üç tanesini üst üste koyarım. Sonra banyoya geçerim. Lavaboda üç aşağı beş yukarı aynı şeyler sıralanmış olur: Küçük şampuan, saç kremi, duş filesi, iki küçük sabun, belki de bir tarak. Şampuanımı yanımda getirdiğim için, bunlardan sadece sabunu kullanırım. Banyoda bornoz olması çok hoşuma gider. Çünkü, akşam üstü yorgun argın odaya dönünce hemen duş alır, bornoza bürünüp pencerenin karşısına otururum. Orada, yeni yeni yanmaya başlayan kentin ışıklarını seyrederken, irice bir duble malt viski içmek asla vazgeçemeyeceğim alışkanlığımdır. Bu keyfimi daha da ilerilere taşımak için, hoparlörleriyle birlikte bir mini ‘İpod’ aldım. En sevdiğim müzikleri doldurdum. Artık viskimi yudumlarken, müziğimi de dinleyebiliyorum.
Sonra televizyonu açıp, kanaldan kanala sıçrayarak anlamadığım dildeki yayınları izlerim. Programlardan o ülke hakkında ipuçları yakalamaya çalışırım. Aslında televizyonu açmamın diğer bir nedeni de, odamın içinde bir ses olmasını istememdir. Dilini bilmediğim o ses bana yalnızlığımı unutturur. Bazen de kendimi tüm seslere kapatır, yatağın üstüne uzanırım. Yolculuklar hep düşüncelere gebedir. Otel odaları da bu düşüncelerin doğum yerleridir. Odanın sessizliği içinde aklım, alışkanlıklarından bir süreliğine sıyrılıp benim egemenliğimden uzaklaşır. Aklımı başıma tekrar toparlayınca, süslenip püslenip aşağıya inerim. Odayı terk etmeden önce, kaybolmasından korktuğum eşyaları -pasaport, uçak bileti- bavuluma kilitlerim.
Odadaki mini kasayı kullanmaktan hep çekinirim. Şifreler, sayılar bana karmaşık gelir. Tekrar açamayacağımdan korkarım. Nitekim Arjantin gezim sırasında, Buenos Aires’teki otel odamdaki kasanın anahtarını kaybetmiştim. Otel görevlilerinin çağırdığı çilingir, iki saatlik bir uğraştan sonra kasayı açabilmişti. Bu yüzden neredeyse uçağı kaçırıyordum. Onun için oda kasalarını kullanmayı pek sevmem. Kasaya koyacak kadar kıymetli eşyam da olmaz zaten.
HER ŞEYİ BİLEN KAPICI
Eğer bilmediğim bir kentteysem, hemen ‘consierge’e -her şeyi bilen kapıcı- yanaşıp uzun uzun soruştururum. Aradan geçen yıllarda, bu sohbetin verimli olabilmesi için bahşişi bol ve peşin vermek gerektiğini öğrendim. Onun için sorumu sormadan önce, bahşişi adamın eline bırakırım. O da bana nerede yemek yiyeceğimi, yemekten sonra nereye gitmem gerektiğini söyler, rezervasyonları yapar, kapalı gişe oynayan müzikallere veya tiyatrolara bilet bulur. Anlayacağınız iyi bir bahşiş, bilmediğiniz kentteki hayatınızı kolaylaştırır.
Geceyi garantiye aldıktan sonra otelin barına yönelirim. Buralar yalnız müşterilerin uğrak yeridir. Kent için ilk hazırlık burada yapılır. Buranın müşterilerinin en sıkı dostları barmenlerdir. Barmenler ayrıca, susmaktan sıkılmış, konuşmayı özlemiş müşterilerin en iyi dostlarıdır. Her şeyi dinlerler, her şeyi bilirler. Burada bir bardak şarap bitinceye kadar oyalanıp, kendimi sokağa atarım.
Oteller yaşamım bir parçası olduğundan beri, onların geleceğini anlatan haberler de ilgimi çekmeye başladı. Örneğin Dubai’de 2006 yılında açılacak olan ilk sualtı oteli Hydropolis’i merak etmeye başladım. Okuduğuma göre Jumeriah Körfezi açıklarında inşa edilen bu oteldeki odalar, alışveriş merkezleri, spor salonları, restoranlar hep denizin altında olacakmış. Odanızın penceresinden akvaryuma bakar gibi denizin dibini seyredecekmişsiniz. Otel müşterilerini kıyıya denizaltılar taşıyacakmış. Bir başka denizaltı otel de Bahama adasında yapılıyormuş. ABD’li yatırımcı Bruce Jones tarafından finanse edilen ‘Poseidon Resort’ adlı otel, denizin 15 metre altında olacak ve 40 milyon dolara mal olması planlanıyormuş. İki yıl sonra hizmete girecek olan bu otellerde kalabileceğimi pek sanmıyorum. Bir şeylerle etrafımın sarılı olma korkusu, buna engel olacaktır biliyorum.
SANKİ UZAY İSTASYONU
Bir başka habere göre ise lobideki kahve masaları, elektronik dergi işlevini üstlenecekmiş. Birisini beklerken masanın üstündeki cama dokunarak, oteldeki aktiviteleri, restoranların mönüleri, kentteki etkinliklerini öğrenebilecekmişsiniz!.. Çok yakın bir gelecekte ise asansör dahil otelin her yerinde kablosuz internet kullanmak mümkün olacakmış.
Haberlere bakılırsa yine kısa bir süre sonra, bazı otellerde resepsiyon tarihe karışacakmış. Otele girişler cep telefonu ile yapılacakmış. Cep telefonunuza, oda numaranızı ve özel kodunuzu bildiren bir mesaj gelecekmiş. Siz odanın kapısını açmak, restoranda, barda hesabı ödemek için hep cep telefonunuzu kullanacakmışsınız. Yine gelecekte otel odanızda, masanın üstünde adınızı ve soyadınızı taşıyan mektup kağıtları, bloknotlar sizi bekleyecekmiş. Ekranında aile resminizin bulunduğu oda telefonunuza, en çok kullandığınız numaralar siz gelmeden programlanmış olacakmış. Ayrıca yatağınızın ve yastığınızın yumuşaklığı, yatmadan önce içtiğiniz bitki çayları, perdelerin koyuluğu ve açıklığı, kullandığınız parfüm ve tıraş losyonu, özel şampuanınız sizi bekliyor olacakmış. Yani otel odası yerine, kendinizi ofisinizde ve evinizdeymiş gibi hissedecekmişsiniz. Her şey alıştığınız gibi olacakmış. Bunun çok büyük bir özellik olup olmadığına karar veremedim. İnsan bazen işyerindeki odasından ve evinden uzaklaşmak istemez mi?..
Bir başka çılgın proje de katlanıp, taşınabilir otellerle ilgili. Bu otellerin yerlerini sürekli değiştirmek mümkün olabilecekmiş. Mevsimine veya isteğe göre dağ başına, göl ve deniz kıyısına kurulabilecekmiş. Bunun nasıl olacağına pek akıl erdiremedim.
Ben geçmişteki gezginlerin kaldıkları konaklama yerlerine bakıp, hayıflandım, o zamanlar gezginliğin ne kadar zor olduğuna karar verdim. Tüm bu şimdiki zaman yenilikleri ve lüksü için, gelecek zaman gezginleri ne diyecekler acaba?.. Bu sorunun yanıtını çok merak ediyorum. Biliyorum ki bu yanıtı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2005
Geçen hafta Kitap Fuarı’nı bahane edip Bursa’ya gittim. Bu kaçıncı gidişim ben de şaşırdım. Geçmişle şimdiki zamanın kucaklaştığı güzelim Bursa’yı anlatırken, bu kentin destanını yazan Ahmet Hamdi Tanpınar’dan yardım aldım. ‘Bursa’da bir eski cami avlusu
Küçük şadırvanda şakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar bir çınar
Eliyor dört bir yana sakin bir günü...’
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Bursa’da Zaman’ şiiri böyle başlar. Sonra aynı adı taşıyan metinde Bursa anlatılır. Bazı metinler vardır ki aşılamaz, daha iyisi yazılamaz. Son nokta gibidir bu yazılar. Ondan sonra cümle bitmeli ve kitap kapanmalıdır. Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’ adlı kitabındaki ‘Bursa’da Zaman’ da böylesine bir metindir. Kent üstüne yazılmış bir destandır adeta. Bursa, hiç kimse tarafından ve hiçbir zaman bundan daha güzel anlatılamaz...
Birkaç Bursa yolculuğumun ardından, birkaç yazı girişimim oldu. Yazıya başlamadan önce, ‘Bursa’da Zaman’ı okudum. Okuduktan sonra Bursa’yı yazmaktan vazgeçtim. Veya bir türlü yazamadım. Tanpınar’ın metni var olduğu sürece de yazamayacağımı biliyorum. Onu aşamadıktan sonra yazmanın ne anlamı var ki!..
Örneğin Bursa’yı anlatmaya niyetlenseydim, yazıya şu cümleyle başlayamazdım: ‘Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade, baştanbaşa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir...’
Veya birçok kez gittiğim, bir yerlere giderken içinden geçtiğim Bursa için, Tanpınar’ın yazdığı şu cümleyi kurabilir miydim? ‘Bursa’ya birkaç defa gittim ve her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum. Zaman mefhumunu adeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk defa giren ve onu yeni baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halis tarafa hayran oldum...’
Geçen hafta Tüyap Kitap Fuarı’nı bahane edip, bir kez daha Bursa’ya gittim. İnegöl tarafından dört nala gelen lodos, Uludağ’ı bir hışım okşayıp, kenti altüst ediyordu. Islıklı bir öfkeyle asırlık çınarların dallarını eğiyor, bayrakları yırtarcasına dalgalandırıyor, şemsiyeleri ters yüz ediyor, şapkaları uçuruyor, kadınları etekliklerini tutmaya zorluyordu. Lodosun sürüklediği birkaç siyah bulutta, yüklendikleri yağmuru kova kova kentin üstüne döküyordu. Sokaklar dereye, caddeler nehre dönüşmüştü. Yağmur pazar günü ile birleşince ortalıktan el etek çekilmiş, ‘Bursa’da Zaman’ durmuştu adeta.
TANPINAR’IN KORKUSU
Demek zaman, Bursa’da hálá durabiliyordu!.. Onca fabrika dumanı, onca sanayi, onca kalabalık, duran zamanın içinde yarına doğru nasıl yürür giderdi? Tanpınar, duran zamanın önündeki engelleri yıkıp atmış sel gibi Bursa’nın dört bir yanını kasıp kavuracağından korkmuş ve şöyle demişti: ‘Bu şehre tarih damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevkiyle vardır, her adımda önünüze çıkar. Kah bir türbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine bir hasret sindiren geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Sohbetinize ve işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet verir...’
Tanpınar doğru söylüyordu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda, pazar sabahı mahmuru kimsesiz sokaklarda giderken, tarih durmadan karşıma çıkıyordu; Arabamın buğulanmış camından Yeşil Türbe, karşısındaki tepede Emir Sultan Türbesi, Muradiye Medresesi, Nilüfer Hatun, Somuncu Baba Türbesi görünüp kayboluyordu. Camdan süzülen yağmur taneleri, buğunun ardındaki tüm görüntüleri çizip, bozuyordu. Geçmiş damla damla akıp gidiyordu.
Çok yıllar önce Tanpınar da, asırlık çınarların gölgelediği bu yolları arşınlayıp, tılsımlı görüntüler için şunları yazmıştı: ‘Bu adları bir kere öğrendiniz mi artık unutamazsınız. Tenha saatlerinize küçük ve munis rüyalar gibi sokulurlar, sizi kendileriyle ülfete, esrarlı mahfazlarını zorlamaya, gizledikleri sırları tanımaya ve tatmaya mecbur ederler. İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardı...’
Buğulu camın arkasındaki görüntüler de böylesine lezzetliydi. Tatmasını bilenler için geçmişin bugüne emanet ettiği bir lezzet. Sadece, duran zamanı sarıp sarmalayan şimdiki zaman, bu eşsiz tadı bozuyordu. Bugünün çirkin binaları, geçmişin görkemini gölgeliyordu. Duran zamanın başlangıcında yapılmış evler, dar sokakların arasında tozlanmış birer süs taşı gibi, yorgun argın yok olacakları günü bekliyorlardı. Hepsi harap ve her şeye küskündü sanki. Ama yaşlı çınarlar hálá dimdik ayaktaydı. Yapraksız dallarını, geçmiş zaman güzellerinin üstüne uzatmış, şimdiki zamanın saldırılarından korumaya çalışıyorlardı sanki..
ERGUVAN BAYRAMI
Tanpınar Bursa’yı anlatırken, her satırda insanı başka bir özleme sürükler. Yağmurlu, serin bir günde Emir Sultan Türbesi’nin önünde, buğulanmış pencereden bakarken aklıma bu sefer de ‘Erguvan Bayramı’nı düşürüverdi. Bu türbede toplanan halk, her bahar bu çiçeğin bayramını kutlarmış. Tanpınar bu bayramı öyle güzel anlatmıştı ki, geçmişte Bursa’da yaşamadığıma hayıflandım, o yılların baharlarını özledim. Bir ay sonra Bursa’ya gelsem ve açan erguvanları görsem şunları yazabilir miydim acaba diye düşündüm? ‘Bizim iklimde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır. O şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Diyonizos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber vermek ister gibi zengin, cümbüşlü israfıyla her tarafı donatır, bahar şarkısını söyler... Erguvan ağacı benim için ezeli ve ebedi arzunun, daima yenileşen hayat aşkının bir timsalidir...’
Bursa ile yeşil bir zamanlar hiç ayrılmayan ikiliydi. Birbirini çok seven iki aşık yahut. Hep kucak kucağa, el ele, göz göze. Ya şimdi?.. Evler, fabrikalar, çeşitli işlevi yüklenmiş binalar o güzelim ovayı, Uludağ’ın eteklerini bir kanserli hücre, bir şark çıbanı gibi yiyip bitirmişti. O dünya güzeli zümrüt yeşili çirkin bir yara gibi lekelemişti. Tanpınar bu konuda çok şanslıydı. Duran zamanın yazarı, şimdiki zamanı iyi ki görmemişti. Görseydi Bursa’nın yeşiline şu övgüleri düzer miydi hiç!..: ‘Türkçe’de ş ve l harfleri daima en güzel terkipler yapar. Yeşil dediğimiz zaman adeta çimen tazeliğini, bir paket üzerinde ezilmiş bir renk gibi, günün ve saatin bir tarafında bir bahar müjdesiyle toplanmış buluruz. Bu kelimenin ilk cedlerle beraber Orta Asya yaylalarının baharından geldiği o kadar belli ki... Bursa’da yeşilin manası çok başkadır; O ebediyetin rahmani yüzü, bir mükafata çok benzeyen bir sükunun fani bir saate sinmiş manasıdır. Yeşil Türbe, Yeşil Cami der demez, ölüm muhayyilemizdeki çehresini değiştirir...’
DESTANIN SONU
Bursa sokaklarında gezdikçe insanın kafasına birçok soru üşüşür. Cevabını yarım yamalak bildiğimiz sorulardır bunlar. Duran zamandan kalma sorular!.. Örneğin Geyikli Baba kimdi, etrafına toplananlara ne öğretirdi?.. Konuralp, Bursa Ovası’nda her bahar açan nergislere bakarken ve her akşam uzak dağların üstünde batan güneşi seyrederken neler düşünürdü?.. Bursa’yı bir bahar güzelliği ile tek başına dolduran, genç Orhan’ın dudaklarına aşk gülümsemesi konduran Nilüfer Hatun kimdi?.. İstanbul’da gördüğü her şeye düşmanca gözlerle bakan Andre Gide’e, Yeşil Cami’yi sevdiren sır neydi?..
Eğer cesaret edip de bir Bursa yazısı yazsaydım, bu yazıyı bitirirken kenti ihanete uğramış saraylı bir kadına benzetebilir miydim? Sanmıyorum. Ama Tanpınar benzetmişti: ‘Kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır...’
‘Bursa’da Zaman’ bir kent için yazılmış çok güzel bir destandı. Ne mutlu Bursa’ya.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2005
Bazen lokanta masalarında, önüme konan bir tabak yemeğin peşine takılıp, şehir şehir gezerim. O yemeğin geldiği yöreler gözümün önünden bir film şeridi gibi geçer gider. Zahmetsiz ve lezzetli gezilerdir bunlar. Geçen hafta da köftenin peşine takılıp diyar diyar dolaştım.
Yolculuklarımı hep araba, uçak, gemi, otobüs aracılığı ile yapmıyorum. Masa başında, yemek yiyerek yaptığım yolculuklar da var. Örneğin, Kadıköy Çarşısı’nın içindeki dar sokaklardan birinde bulunan Çiya Sofrası’na gittiğim zaman kendimi, Anadolu’nun uzak köşelerinde dolaşıyormuş gibi hissederim. Her tabakta başka bir yöreye giderim. Örneğin Maş çorbasını içerken Gaziantep’in sıcağını hatırlarım. Keşkeği yerken, doğudan batıya tüm Anadolu’da gezinir dururum. Düğün evlerinden yükselen şen kahkahaları duyar gibi olurum. Kürt köftesini kaşıklarken, taa Van’a giderim. Kadıköy’deki lokantada Süphan Dağı’nı görürüm. Şıllığın şırası ağzımın kenarından akarken, Urfa’nın isotunu, Gümrük Hanı’nı, kutsal balıklarını, Harran’ı gözümün önüne getiririm. Yani yemekler benim için, aynı zamanda yolculuk aracıdır. Geçen hafta Sultanahmet’teki Four Seasons otelinde yediğim yemekler de beni, geçmişten bugüne birçok yolculuğa çıkardı.
KÖFTE VE CİĞER
Daha çok yabancı mutfaklara kapılarını açan, dünyaca ünlü aşçıları konuk eden otel yönetimi, bu kez konu olarak Edirne köftesini, Edirne usulü pişirilmiş ciğeri seçmişlerdi. Bunun için ünlü köfteci Osman Usta ile ciğerci Kazım Usta otele davet edilmişti. Köfte haftasının açılış yemeği için, içlerinde benim de bulunduğum az sayıda yeme-içme düşkünü çağrılmıştı.
Yemek masası otelin mutfağına kurulmuştu. Önden Kazım Usta’nın yaptığı işkembe çorbası geldi. Terbiyeli çorba, çarşı işi çorba değildi. Anlaşılan otelin lüks mutfağı Kazım Usta’yı ürkütmüş, işkembe çorbasının ‘kibar’ olması konusunda baskı yapmıştı. Çorbadan sonra gelen, kızgın yağda kızartılmış yaprak ciğerin lezzeti ise tam ‘Edirne işi’ olmuştu. Ciğerin yanında, kurutulduktan sonra yağda kızartılan acı sivri biber servis edildi. Bu kıtır kıtır biberler yemeğin tamamlayıcı tadıydı. Yaprak ciğerin zarının soyulması, dilimlenmesi ve sinirlerinden ayıklanması, oldukça ustalık isteyen bir eylemdi. Dilimlenmiş ciğerlerin kesinlikle suyla yıkanmaması gerekiyordu. Bir süzgeçte bekletilip, kanı iyice akınca una bulayıp, kızgın yağa atmak lazımdı. Burada un miktarı çok önemliydi. Bu konuda herhangi bir ölçü söz konusu değildi. Ustanın göz kararı belirleyici oluyordu. Tabii kızgın yağda bekleme süresi de öyle. Zamanı iyi ayarlayamayan usta, ciğeri her an kavurabilirdi. İşte ustalar arasındaki fark da bu detaylardan kaynaklanıyordu.
Ciğerden sonra, Osman Usta’nın ısırınca içinden sular akan meşhur köfteleri, piyaz ve koyun yoğurdu eşliğinde sökün etti. Edirne’ye her gittiğimde, bir öğünü mutlaka Osman Usta’ya ayırırım. Four Seasons Oteli’nin mutfağında yediklerimin lezzeti de, Edirne’yi aratmayacak düzeydeydi. Bu tadı tutturabilmek için Osman Usta epey gayret sarf etmişti. Örneğin, otelin ızgarasını beğenmediği için dükkanın ızgarasını sökmüş getirmişti. Köftelik dana etini de kendi kasabına, başında durarak çektirmişti.
PİYAZIN HASI
Köftenin yanında sunulan biber salçalı sosa, her zaman olduğu gibi pek rağbet etmedim. Çünkü bu sosun ekşimsi tadı ön plana çıkıp, köftenin tadını bastırıyordu. Piyazı sadece bol soğanla severim. Fasulye ve soğan ikilisini, sızma zeytinyağı, sirke ile karıştırdıktan sonra biraz kırmızı pul biberi serpip yerim. Eğer evde yaparsam üstüne bir katı yumurta doğrayıp, birkaç tane de sele zeytini koymayı hiç ihmal etmem. Osman Usta ise piyazını, rende havuç ve marul ile süslemişti. Onun için piyazdan çatalın ucuyla fasulyeleri ayıkladım.
Köftelerden sonra Mustafa Kemal Paşa tatlısı, kahveyle de Kosova kurabiyesi ve Edirne’nin meşhur badem ezmesi ikram edildi. Özellikle üstü pudra şekeriyle sarmalanmış kurabiyenin lezzeti damak çatlatan cinstendi. Otelde yediğim köfteler beni, başta Edirne olmak üzere birçok yolculuğa çıkardı. Örneğin İnegöl’e, Akhisar’a, Akçaabat’a, Tekirdağ’a götürdü. Manisa’nın pide üstüne çekilen incecik köftesini hatırlattı. Tire’nin domates soslu köftesinin tadını damağıma sıvazladı. Salihli’nin odun köftesinin is kokularını ortalığa yaydı. Yağlı köfteyi, kebabı yiyebilmek için, bir koşu Ödemiş’e gidişimi aklıma getirdi. Adapazarı’nda beni kolumda sürükleyip, ıslama köftesi yemeye götüren rahmetli Tuğrul Şavkay’ı anımsattı.
Bir aralar aklımı köfteye takmış, onun peşine düşmüştüm. Benim araştırmalarıma göre Türkiye’de 120 çeşit köfte vardı. Geçenlerde ise Pınar Et’in, üç aylık bir çalışma sonunda 300 çeşit köfte bulduğunu öğrendim. Bu köfteler, sebzelerden, etten, balıklardan, tahıllardan ve bakliyattan yapılıyordu. Ama en bilinenler ve en çok tüketilenler etten yapılan köftelerdi.
İyi köfte yapabilmek için eti satır ile kıymak gerekir. Çünkü kıyma makinesi sıkıştırıp ve ezdiği için etin hücre çeperlerini yırtar, suyun kaybolmasına neden olur. Satır kıyma bulamayanlar, kalın delikli makinede bir kere çekilmiş kıymayı da kullanabilir. Köftelik kıymaya asla kuyruk yağı konmaz. Ben köftelik kıymayı, sarmısakla ovulmuş büyükçe bir kayık tabağının içine koyarım. Üstüne baharatları, ince kıyılmış soğanı, maydanozu, tuzu, kırmızı biberi, karabiberi eklerim. Bir tutam toz şeker, biraz sirke ve nar pekmezi gezdirip yoğurmadan buzdolabına kaldırırım. Bu karışımın en az bir saat, en çok yarım gün beklemesi lazımdır. Yoğurma işlemi eti yorar. Onun için bu işlemi, ızgara aşamasından birkaç dakika önce yaparım. Daha doğrusu, ızgara veya tavanın yanında yoğurup köfteleri yuvarlarım.
MANGAL BAŞINDA
Aslında köfte çeşidi bilinenden daha çoktur. Çünkü bu yoruma çok açık bir yemektir. Herkes kendi zevkine göre kendi köftesini yaratabilir. Ben kendi köftelerime lezzet katabilmek için genellikle şu malzemeleri kullanırım: Dana iliği, şıra, ekşi portakal suyu, tatlı veya sek şarap, nar ekşisi, fesleğen, yabani kekik, mercanköşk, kıyılmış kornişon turşusu. Tabii ki tüm bu malzemeyi bir arada kullanmam. Yapacağım köfteye göre seçerim.
Tahmin edeceğiniz gibi köftede en önemli rolü et oynar. Onun için eti bildiğim ve beni bilen yerden alırım. Bu konuda güvendiğim isim, Günaydın’ın Cüneyt’idir. O da gerçek et ustalarından biridir. Cüneyt’e göre iyi köftelik kıyma, bir yaşını tamamlamamış, düve tabir edilen dananın kaburgasından çekilmelidir. Etin içindeki yağ miktarı yüzde 20 olmalıdır. Eti daha da lezzetlendirmek için, az miktarda kuzu gömleği koymakta bir sakınca yoktur.
Lezzetli köfte, ısırınca içinden sular fışkıran köftedir. Onun için et kadar ızgara da önemlidir. Bilmeyen eti kurutur, kayışa çevirir. Köfteler önce harlı ateşe konur. Pembe et suyu çıkınca hemen çevrilip aynı işlem diğer yüze de uygulanır. Burada süre çok önemlidir. Fazlası eti yakar, azı çiğ bırakır. Buna eti ‘mühürleme’ denir. Böylelikle etin suyunun köftenin içinde kalması sağlanmış olur. Daha sonra köfteler ateşin küllenmiş olduğu bölüme alınır. Burada bir iki kez daha çevrilerek içinin de pişmesi sağlanır. Ateşte çok bekleyen köftenin tadı bozulur. Anlayacağınız mangal başında duran kişinin, işinin erbabı, usta bir ocakçı olması gerekir.
Four Seasons Oteli’nde bir köfte yedim bakın aklıma neler geldi!.. Eğer siz de benim gibi köfte seviyorsanız, önümüzdeki günleri ‘köfte günü’ ilan edebilirsiniz. Önce Tarihi Sultanahmet Köftecisi’nde köfte, piyaz, irmik helvası, bir başka günde Four Seasons Oteli’nde işkembe çorbası, Edirne’nin yaprak ciğeri ve ünlü köftesi, Kosova helvası... Giderseniz afiyet olsun.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2005
İstanbul’daki masallarımın ikincisini Göksu’ya ayırdım. Bir zamanlar kutsal suların, lezzetli patlıcanlar yetiştiren bostanların, gül bahçelerinin, gümüş servilerin süslediği bu mesire yerinde kayık sefaları, eğlenceler düzenlenir, üstü kapalı aşklar yaşanırdı. Şairlere ilham kaynağı olan Göksu şimdi tüm güzelliklerinden soyunmuş bir vaziyette eski günlerini özlüyor.
‘Gidelim Göksu’ya bir alemi-ab eyleyelim
Ol kadehkar güzeli yar olarak peyleyelim
Bize bu talihimiz olmadı yar neyleyelim
Ol kadehkar güzeli yar olarak peyleyelim’
Klasik Türk müziğine düşkünlüğünüz varsa, Hristaki Efendi’nin bu bestesini mutlaka bilirsiniz. İşte bütün gezim sırasında bu dörtlüğü mırıldandım durdum. Çünkü bu mısraların ahengine kanarak, güneşli ve soğuk bir günde Göksu’ya gittim.
Siz de giderseniz şimdiki çirkin görüntülere, çamur renkli sulara sakın aldanmayın. Göksu ile Küçüksu dereleri arasında kalan bu alan, yüzyılın başına kadar Boğaziçi mesireleri arasında en meşhuru idi. Batılı gezginler bu iki dereye, ‘Asya’nın tatlı suları’ adını takmıştı. Derelerin üzerine atılmış ahşap köprüler, ağaç kümeleri, ulu çınarlar, kızılağaçlar, hele hele servi ormanları görüntüyü bir tabloya çevirirdi... IV. Murad ağaçların görüntüsünden öylesine etkilenmişti ki, buraya ‘Gümüş Servi’ adını takmıştı.
Uzun ve geniş bir vadiden gelip, Anadoluhisarı’nın hemen yanında Boğaz’la kucaklaşan Göksu’nun ve mesire yerinin bugünkü halini sonra anlatırım. Hem anlatmaya ne lüzum var ki. Her şey gözler önünde zaten!.. Buranın geçmişini anlatmak daha keyifli. O günleri hayal etmek bile insana ‘tatlı bir huzur’ sunuyor. Buranın çok eski geçmişine, Bizanslıların yaşadığı döneme dönersek; o zamanlar bu alan gür ormanlarla kaplıydı. Ağaçların arasında su kaynakları vardı. Bu kaynaklardan fışkıran sular Bizanslılarca kutsal sayılıyor, bu sulardan içenlerin hastalıklardan kurtulduğuna, günahlarından arındığına inanılıyordu. Onun için her su kaynağının başına bir ayazma yapılmış, bu ayazmalara da koruyucu aziz tasvirleri konulmuştu.
Bizanslılar buraya ‘Kutsal Kuyular’ anlamına gelen ‘Potamonion’ adını vermişlerdi. Gürül gürül ve pırıl pırıl akan dereye de, ‘güzellikler’ anlamında ‘Aretea’ demişlerdi. Bizans’ın tüm hastaları, tüm günahkarları üşenmez, onca yolu aşıp buraya gelirlerdi. Bu alışkanlığı, Bizanlıların torunları İstanbullu Rumlar da sürdürdü. 8 Eylül’de düzenlenen Ayazma törenleri için, Şirket-i Hayriye birçok kere Eminönü’nden ek seferler koymak zorunda kalmıştı. Akın akın buraya gelen Rumlar, yanlarında Müslüman Türk komşularını da getirirlerdi. Müslümanlar da bu şifalı ve kutsal suların insafına sığınır, sonra hep birlikte gönül rahatlığı ile çayırda eğlenirlerdi. O günlerin anılarına bakılırsa, çayırın her köşesinde laternalar çalınıyor, sirtakiler oynanıyordu. Eğlenceler ağaçlara asılan fenerlerin eşiğinde gece de devam ediyordu. Pano’daki koca şarap fıçılarından doldurulan şişeler teker teker boşalıyordu.
ÇELEBİ ANLATIYOR
Göksu, Bizans’tan sonra Osmanlı’nın da önemli buluşma ve eğlence yerlerinden biri oldu. Burada sözü Evliya Çelebiye bırakmak en doğrusu. Çelebi bu mesire yerini Seyahatname’sinde ballandıra ballandıra şöyle anlatmıştı: ‘Göksu hayat suyu bir nehirdir. Alem Dağı’ndan beri akar. İki tarafı uzun ağaçlarla süslenmiş bağlardır. Halıcızade bahçeleridir, un değirmenleridir. Bu nehrin üzerinde ağaç bir köprü vardır. Bütün aşıklar, kayıklar ile bu nehirden gezinti köylerine ve yeşilliklere varıp, her güzel ağacın gölgesinde zevk ü safa ederler. Bu yerde bir çeşit kırmızı toprak olur. Ustalar bundan çeşit çeşit çanak, çömlek ve testiler yaparlar...’
O devirde Göksu ile Kağıthane mesiresi arasında sıkı bir çekişme vardı. Beyoğlu’nun eteklerinde yer alan Kağıthane Deresi ve çayırı, yabancıların, levantenlerin, azınlıkların en popüler buluşma yeriydi. İlk kez Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatında imparatorluğun has bahçelerinden biri olan Kağıthane, sonraları Osmanlı’nın en gözde mesire yeri olmuştu. Bu gözdelik Patrona Halil İsyanı’na kadar sürdü. 1730’daki kanlı ayaklanma sonunda Kağıthane mesiresi yerle bir olunca Göksu rakipsiz kaldı.
Göksu Deresi’ni bugünün Nişantaşı, Bağdat Caddesi gibi gözde ‘piyasa’’ yerlerine benzetmek olası. Şimdilerde son model arabalarla yapılan gösteri gezileri, o yıllarda Göksu’nun pırıl pırıl sularında ‘piyade’ adı verilen maun kayıklarla yapılıyordu. O dönemin zengin aileleri, peçelerinin altında güzelliklerini saklayan hanımlar, feslerini yana devirmiş, yelekli takım elbiseleri içinde yakışıklı beyler, aşıklar, aşkını izleyenler, yasak ilişkilerin peşinde koşanlar tekmili birden buraya üşüşürdü. Derede kayıklar, dere kıyısında atlılar, atlı arabalılar, yayalar ‘bir tatlı huzurun’ peşinde dolaşıp dururlardı.
Bu gezintilerin en önemli kişilerinden biri de şair Nedim’di. Şair bu gezintilerin birinde, önünden geçen üç çiftenin içindeki bir güzele vurulmuş ve şu mısraları yazmıştı:
‘Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım
Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde’
LEZZETLİ PATLICANLAR
Göksu mesiresi öylesine muhteşemdi ki, III. Selim ve II. Mahmud, Küçüksu Kasrı’na sık sık gelip, bu muhteşem doğanın içinde beste yapıp, şiir yazarlardı.
Derenin kıyısındaki değirmenlerde öğütülen has un ile sarayın ekmeği yapılırdı. Bostanlarda yetişen patlıcanın ise tadı tarif edilecek gibi değildi. En lezzetli ‘Hünkar Beğendi’ler bu patlıcanların eseriydi. Bostanların arasını ise çiçek bahçeleri süslerdi. Bu bahçelerdeki nergisler, güller tüm çayıra mis gibi kokular yayardı.
Göksu -Küçüksu- çayırının son dönemlerini hayal meyal hatırlıyorum. Çayırda top peşinde koşuşturduğumu, koca siyah kazanlarda kaynayan mısırları kemirdiğimi, annemin hazırladığı piknik sepetindeki kuru köfteleri ekmek arası yaptığımı, bir tülün ardından görür gibi oluyorum.
Geçenlerde -karlı bir gündü-, Göksu Deresi’nin, Küçüksu çayırının bugünkü halini görmeye gittiğimde, Küçüksu Kasrı gözüme çarptı. Birden 40 yıldan beri gördüğüm bu kasrın içini hiç gezmediğim aklıma geldi. Kapısında bir polisin nöbet tuttuğu Boğaz’ın bu süs taşını, bir rehber eşliğinde gezdim. Sonra martıların soluklandığı bahçede, bir yanıma çeşmeyi, karşıma da Rumelihisarı’nı alıp tekrar geçmişe döndüm.
Küçüksu Kasrı, sadrazam Divitdar Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış ve I. Mahmud’a hediye edilmişti. Bu ahşap köşk, uzun süre padişahların sığınağı olmuştu. III. Selim 1792’de köşkü büyük bir tadilattan geçirtmiş, önüne de annesi Mihrişah Sultan için bir çeşme yaptırmıştı. Sultan Abdülmecid ise bu av köşkünü tamamen yıktırmış, Dolmabahçe Sarayı’nı da babasıyla birlikte yapan mimar Nigoğos Balyan’a bugünkü kasrı inşa ettirmişti.
Soğuk odalarda, yanmayan süslü şöminelere, her hallerinden çok rahatsız oldukları belli olan işlemeli koltuklara, eprimiş ipek halılara, tavanlardan sarkan kristal avizelere, mumları yansıtmak için yükseklere asılmış büyük aynalara baktıkça içim üşüdü. Burada yaşanmış olan hayatlar hakkında sıcak bir ipucu yakalayamadım.
Abdülaziz’in tahta çıktığı ilk yıllarda, İngiltere veliaht prensi VII. Edward, özel bir ziyaret için İstanbul’a gelmişti. Padişah konuğuna burada bir öğle yemeği vermişti. Kasırda mutfak olmadığı için, yemekler Dolmabahçe’den özel kaplar içinde çatanalarla taşınmıştı. Ziyaret resmi olmadığı için herkes yemeğe sivil kıyafetlerle katılmıştı. Yemek sonunda padişah konuğuna, ‘birinci rütbeden murassa Osmanlı nişanı’ hediye etmişti.
ÖZEL KONUKLAR
Son halife Abdülmecid Efendi de, yedi çifte kuşlu kayığı ile bir yaz mevsiminde kasra inmiş, çayırda çalan ‘Darültalimi Musiki Heyeti’ni dinlemiş, kendisine ikram edilen kahve ve haşlanmış mısırı yedikten sonra tekrar saraya dönmüştü. Yaz aylarında Boğaz’da uzun tekne gezileri yapan Atatürk de bazen kasra iner, üst katta güneş batarken Bebek koyunu seyrederek manzaranın tadını çıkarırdı.
Daha anlatılacak çok geçmiş var ama bugüne gelmek lazım. Aslında bugünün çirkinliğinin ilk tohumları, 1909 yılında yağan müthiş sağanak yağmurla atıldı. O gün gök, adeta yırtıldı. İstanbul’un tüm dereleri sel olup, etrafını yıka döke denize doğru koşturdu. Bu derelerin arasında Göksu da vardı. Coşan dere üstündeki köprüleri yıktı, ahşap konakları örseledi, sandalları parçaladı, çayırı bataklığa çevirdi. Bu felaketten sonra dere ve çayır gözden düştü. Konaklar, köşkler terk edildi. İkinci darbeyi ise 1930’larda kurulan ve çevreyi toza dumana boğan Halat ve Tuğla Kiremit Fabrikaları vurdu.
Daha sonra Boğaziçi Köprüsü’nün inşaat çalışmaları öldürücü darbeyi indirdi. Çayır şantiyeye dönüştü, ağaçlar kesildi. Köprünün beton ve çelik tabliyeleri burada hazırlandı. Bunu Fatih Köprüsü’nün çalışmaları izledi.
Oraya vardığımda tüm geçmiş tası tarağı toplayıp gitmişti. Anadoluhisarı’nın karşısındaki yoldan içeri girip, yukarıda anlattığım dönemleri düşleyerek yürümeye başladım. Sol tarafta iki üç katlı, özelliği ve güzelliği olmayan beton evler vardı. Sağda ise evlerin arasından, çamur çamur akan Göksu Deresi görünüyordu. Kayıklar ve küçük tekneler burayı artık, Boğaz’ın sert rüzgarlarından saklanmak için kullanıyorlardı. Yine dere kıyısında pembe bir bina vardı. Kapısında buranın ‘Güzelcehisar’ ilköğretim okulu olduğu yazıyordu. Aydın Boysan’ın ‘İstanbul’un Kuytu Köşeleri’ adlı kitabına göz attığımda, buranın 1920’li yıllarda da ahşap bir okul binası olduğunu öğrendim. Aydın Bey’in annesi burada öğretmenlik yapıyordu. O da annesiyle birlikte okula geliyor, derenin pırıl pırıl sularında yüzen kaplumbağaları seyrediyordu. Solda evler bitince, eski ve yeni mezarların kucak kucağa durduğu mezarlık başlıyordu.
Yorulunca geri döndüm ve derenin kıyısındaki Hüseyin Bey’in kafeteryasında oturdum. Sessiz soluksuz, uzun uzun çevreyi seyrettim. Bu yoksul, çirkin, biraz da hüzünlü görüntülerin, muhteşem bir geçmişten süzülüp geldiğine kendimi bir türlü inandıramadım.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2005
Geçen hafta mafyanın anayurdu Sicilya Adası’na yaptığım gezinin ilk bölümünde, başkent Palermo’nun labirent sokaklarını, yoksul görüntüleri, lüks caddeleri, pazar yerlerini, adanın batı ucundaki Marsala’yı, üzüm bağlarını, bundan 300 yıl önce aynı yolculuğu yapan Goethe’nin de yardımıyla anlatmıştım. Bu hafta size bu yolculuğun devamını aktaracağım. Palermo’daki üçüncü günümde yağmurlu bir sabaha uyandım. Terasa çıktığımda karanlık bir aydınlık karşıladı beni. Koyun karşı kıyısındaki dağların üstüne bulut oturmuştu. Çisil çisil bir yağmur yağıyordu. Bir tanesi hariç tüm kuşlar susmuştu. O da cıvıl cıvıl bir şeyler söylüyordu. Belli ki aşık bir kuştu, kur yapıyordu.
Sicilya’ya beraber geldiğim gruptan (Fem, Aksel, Sibel, Sedef, Ülker) kimse uyanmamıştı henüz. Giyinip odadan çıktım. Koridor boyu duvarlara büyük, siyah-beyaz fotoğraflar asılmıştı. Daha önce bu otelde kalan ünlülerin fotoğraflarıydı bunlar. Bir tanesinin altında ‘F.M. İl Re del Siam’ yazılıydı. Çekik gözlü Siam kralı, kahvaltı ettiğimiz salonun önündeki terasta bir masaya oturmuştu. Masada iki kahve fincanı vardı. Bir tanesi fotoğraf çekenindi. Kraliçe miydi acaba? Veya bir başka kadın mı? Kral çok düşünceliydi. Bunca yolu aşıp neden Sicilya’ya gelmişti?.. Bir başka fotoğrafta, İngiltere Kralı VII. Edward, yanında şık hanımlar ve şık beylerle otelin kapısının önünde poz vermişti. Bir başkasında ise inci kolyeli güzel -ve asil- bir kadın, benim odamın terasında oturmuş, dalgın dalgın fotoğrafçıya bakıyordu. Yüzyılın başında, benim kaldığım odada kalmış olan bu kadın kimdi?..
KUTSAL PELEGRİNO
Biz kahvaltıyı bitirinceye kadar bulutlar insafa gelmiş, yağmurlarını yüklenip, Palermo’nun üstünden çekilip gitmişlerdi. Bir acele arabamıza binip, otelin hemen arkasından yükselen Pelegrino Dağı’na tırmanmaya başladık. Ormanların arasından döne döne yükselen bir yoldu. Yamaçları kırmızı meyveli kaktüsler süslemişti. Tırmandıkça kent kendini gizleyemez oldu. Her şey her yer tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serildi. Bütün dünyada olduğu gibi, Palermo da kibrit kutusu benzeri çirkin binaların işgaline uğramıştı. Labirent sokaklarda yürürken, bu çirkinliğin farkına varmamıştım.
Yükseklerden bakınca kent bir istiridye kabuğuna benziyordu. Onun için de buraya ‘Altın Kabuk’ deniyordu. Pelegrino Dağı, Palermoların gözünde kutsal bir dağdı. Çünkü kentin koruyucusu Azize Rosalia, bu dağdaki bir mağaraya çekilip, dünya nimetlerinden elini ayağını çekmişti. Goethe de bu dağın hayranlarından biri olmuştu. Ünlü yazar, seyahatnamesinde dağa şu övgüleri düzmüştü: ‘Monte Pellegrino, yüksekliğinden ziyade geniş, yayvan bir kaya kitlesi. Şeklinin güzelliğini tasvir edecek kelime bulamıyorum...’
Dağdan inip, adanın en batı ucundaki Marsala’ya doğru ilerlemeye başladık. Grubun şoförlüğünü üstlenen Aksel, önce kıyı kıyı gitti. O giderken ben küçük balıkçı köylerini hayal ettim. Girit’te gördüğüm köyleri. Bir tanesinde durup, salaş bir balıkçı lokantasında öğle yemeğinin tadını çıkartabileceğimizi anlattım. Çok hoşlarına gitti ama olmadı. Çünkü hedefe zamanında varabilmek için kıyı yolundan ayrılıp, tek şeritli otoyola çıkmak zorunda kaldık.
Yolun iki kıyısından yükselen tepeler, üzüm bağlarıyla kaplanmıştı. Şarabın uzmanı Sibel, bu bağlardan Sicilya’nın ünlü Nero d’avalo üzümü elde edildiğini, bu üzümden yapılan şarapların, anakarada yapılanlardan daha lezzetli olduğunu anlattı. Bağları seyrede seyrede yolu bitirip, Marsala’ya vardık. Burası adanın en eski yerleşim birimlerinden birisiydi. Adı ‘Marsa’Ali- Ali’nin Limanı’ndan geliyordu. Tatlı ve güçlü gövdeli şarabı, bütün dünyada nam salmıştı. Hatta bu şarabı ünlü Porto şarabıyla kıyaslayanlar bile çoğunluktaydı. Dar sokaklar, kiliseler, Duomo derken acıkıp, lokanta telaşına düştük. Sorduk, soruşturduk, denize nazır Palace Hotel’in restoranının en lezzetli balıkları sunduğunu öğrendik.
ELVEDA PALERMO
Gruptakiler uzmanlık alanlarına göre iş bölümü yaptılar: Şarapları Sibel, yemekleri Ülker’le Sedef seçti. Aksel, lobideki piyanoda Akdeniz ezgileri çaldı. Ben de Fem’le birlikte fotoğraf çektim. Uzun uzun yedik içtik, her lezzeti alkışladık, her kelimeye güldük. Yaşamın tadını çıkardık. Öğle ikindiye devrilirken dönüş yoluna çıktık. Bu kez acelemiz olmadığı için kıyıyı izledik. Tuzlaları, değirmenleri, kimsesiz yazlıkları, balıkçı köylerinin kışlık halini seyrede seyrede Palermo’ya geri döndük.
Kentteki son günümüzdü. Bir koşu Kukla Müzesi’ne oradan Via Maqueda ile Via Roma caddelerinin arasında, yerel yiyeceklerin satıldığı Vigliera Meydanı’na gittik. Tezgahlarda öylesine lezzetli peynirler, deniz ve şarküteri ürünleri satılıyordu ki, birkaç kez almaya niyetlendim ama dönüşe daha iki gün olduğu için cesaret edemedim. Daha sonra D. Perani Meydanı’ndaki bit pazarına uzandık. Eski eşyalar, eski elbiseler, eski kitaplar... Sicilya’nın küf kokan satılık geçmişinin arasında dolaştık durduk. Ayaklarımız isyan bayrağını çekinceye kadar sokakları arşınladık.
Koşuşturmalı bir gün olmuştu... Otele dönüp, bir zamanlar kralların ve kraliçelerin oturduğu terasta, Palermo’nun şerefine kadeh kaldırdık. Akşam yemeği için, lezzetli bir Sicilya pizzasını hak ettiğimize inanıyordum. Gruptan itiraz eden olmadı. Geç saatlerde, mahalle arasındaki bir pizzacıda, mutfaktan gelen ekşi hamur, pişmiş domates, erimiş peynir, patlıcan, ançuez kokuları arasında, şarabımızı yudumlayarak beklerken kimseden ses soluk çıkmıyordu. Herkes sanki son enerjisini pizzaya saklamıştı.
Ertesi gün erkenden, adını bir deniz kızından alan ‘Grand Hotel Villa İgiea’ya veda edip, Sicilya’nın en doğusundaki Catania kentine doğru hareket ettik. Pırıl pırıl güneşli, baharı anımsatan bir gündü.
Günü kazanma telaşına düştüğümüz için, Aksel otoyolda hız sınırını zorlamaya başladı. Hız çevreyi gözlememe engel olmuyordu. Dere tepe yemyeşildi. Sebze bahçeleri, özellikle küçük kafalı -Karaburun benzeri- enginar tarlaları yamaçlara bir halı gibi serilmişti.
HEYBETLİ ETNA
Yolun ve Ada’nın ortalarına doğru bu yeşillikler arasından, bembeyaz, heybetli bir dağ fışkırdı. Zirveleri beyaz dumana bürünmüş güzel bir dağdı bu. Aslında ben daha heybetlilerini görmüştüm: Ağrı, Süphan, Alpler, Everest... 3343 metre yüksekliğindeki Etna Dağı, belki de hálá dumanlar, küller, kızıl lavlar fırlattığı için bu kadar heybetli ve tehditkar görünüyordu. Sicilyalıların onu, mırıl mırıl uyuyan bir kediye benzettiklerini biliyordum. O, tüm adaya korku yerine huzur veriyordu.
Otoyoldan çıkıp, tepelerden birinde kurulmuş olan Agira Köyü’ne tırmandık. Bir arabanın zor sığdığı dar sokaklar zirvede son buluyordu. Buradan Etna daha heybetli görünüyordu. Heybetli dağı uzun uzun seyrettik, kare kare fotoğraf çektik sonra fazla oyalanmadan köyü terk ettik.
Catania’da bizi tampon tampona bir trafik karşıladı. Sağdan dalanlar, soldan kaçanlar, tersten gelenler, çaresizce elini kolunu sallayan polisler, ayyuka çıkan klakson sesleri. Yabancımız olmayan görüntülerdi bunlar. Otelin adının yazılı olduğu okları izlediğimiz halde, yine de bu kargaşada kaybolduk... Sora sora ancak bulabildik.
Catania, adanın doğu yakasında, Etna ile denizin arasına sıkışıp kalmış eski bir kentti. 1669 yılında Etna’nın püskürttüğü lavlarla harap olmuş, dağın öfkesi geçince aynı yere yeniden kurulmuştu. Goethe, bu felaketten yaklaşık yüz yıl sonra gittiği kenti şöyle anlatmıştı: ‘Müthiş lav akıntısı şehrin büyük bir kısmını tahrip etmişti. Yukarı sokaklarda bu lavların izleri hálá belli oluyordu. Sonradan donarak sertleşen bu ateş selini, herhangi bir kayayı işler gibi işlemişler ve bunların üstüne yapılması tasarlanan sokakların bir kısmı da tamamlanmış...’
Başkent Palermo’yu için için kıskanan ve İtalyan’dan çok Avrupalı olmaya özenen Catania, limon ve portakal cennetiydi. Bu iki meyve de kentin simgesi haline gelmişti. Onların iddiasına göre, burada yetişen portakalın ve mandalinanın lezzetini, dünyanın başka bir yerinde bulmak olanaksızdı. Bunun nedeni de Etna’nın püskürttüğü küllerdi. Onlarla karışan topraktan bereket ve lezzet fışkırıyordu.
Kısa geziler insanı çok yorar. Her yeri göreceğim telaşı ile insan sokak sokak koşturup durur. Biz de öyle yapıyorduk. Catania’ya yarım gün ayırmış, bu süreye bir çok şeyi -alışveriş dahil- sığdırmayı planlamıştık. Önce bir koşu Duomo Meydanı’na gittik. Meydanın ortasında bir çeşme, çeşmenin üstünde lav taşından yapılma küçük fil heykeli vardı.
Heykelin arkasındaki meydanda pazar kurulmuştu. Balıkçılar büyük balıkları dilimliyor, küçük balıkları yıkıyor, jumbo karidesleri ayıklıyor, deniz kestanelerinin, kehribar renkli içlerini kavanozlara topluyorlardı. Balıkçıların diğer yanındaki alanda ise kasaplar marifetlerini sergiliyordu.
Omuz omuza bir kalabalık vardı. Ben o omuzların üstünden durmadan fotoğraf çekiyordum. Sanki bunlar daha önce görmediğim manzaralardı!.. Sanki Kumkapı’daki, Galatasaray’daki, Bostancı’daki, Kadıköy’deki o rengarenk balık pazarlarına hiç gitmemiş gibiydim!..
EMEKLİ TETİKÇİLER
En çok ilgimi pazarın biraz ötesindeki parkta biriken yaşlılar çekti. İş bekleyen işsizlere benziyorlardı. Bazıları, ağaç gölgesine koydukları bir masada kumar oynuyor, bazıları bastonlarına dayanmış sessiz sedasız oturuyorlardı.
Ülker, ‘eski mafya tetikçileri galiba’ dedi. Benzetmeyi çok sevdim. Gerçekten de işsiz kalmış, yaşlı gangsterlere benziyorlardı. Sanki mafyayı bekliyorlardı.
Onları orada bırakıp tekrar meydanlar, kiliselere, saraylara, eski kalelere, indirim yapan mağazalara döndük. Bir de baktık ki gün akşam olmuş.
Son bölüm haftaya kaldı: Dünyanın en güzel köyü Taormina ve Sicilya’da yeme-içme.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2005
Bu kez rotamda Akdeniz’in en büyük adalarından biri olan Sicilya vardı. Birçok uygarlığın uğrak yeri olmuş bu ada dünyanın en acımasız suç örgütünü doğurmuştu. Ünlü sanatçı Göethe’nin koluna girip, adayı köşe bucak dolaştım. Bu hafta anlatmaya başkent Palermo’yla başlayacağım. Ne bayram tatilinde ne de arifesinde bir yerlere gitmek adetimdir. Hele kalabalıklarla yola çıkmayı hiç sevmem. Her kafadan bir ses yükselir. Ne yediğimden zevk alırım, ne gördüğümden bir şey anlarım. Onun için gezilere çoğunlukla tek başına çıkarım. Bu sefer tüm kurallarımı yıktım. Keyifli bir grupla (Fem, Aksel, Sibel, Sedef, Ülker) bayram arifesinde yollara düştüm. Bu grubu seçmemin nedeni, rotalarının çok cazip olmasıydı. Sicilya’yı keşfetmeyi akıllarına koymuşlardı. Bir de yemeyi ve içmeyi... Damaklarının hassasiyetini bildiğim için, ben de peşlerine takılmaya karar verdim.
Aslında bayram öncesi tatile gitmek öyle kolay olmuyormuş!.. Daha önceden plan program yapmak lazımmış. Hep kimsenin yola çıkmadığı dönemlerde yolda olduğum için, bu tür zorunlulukları unutmuşum. Hemen Travel Club’ın sahibi olan arkadaşım Kayhan Çolaker’e sığındım. O, dolu uçaklarda yer, en iyi otellerde oda buldu... Bugüne kadar her işimi kendim hallettiğim için bu kolaylıklar çok hoşuma gitti. Bundan böyle de kendimi Kayhan’ın ellerine emanet etmeye karar verdim.
Her geziyi bir yazarla birlikte yapmayı adet haline getirdim. O yazarın yazdığı öyküdeki veya romandaki sokakları, kentleri, manzaraları seyrederken kendimi kitabın kahramanlarından biri sanırım. Sicilya’ya giderken de, Almanların ünlü sanat adamı Göethe’nin koluna girdim. Yazarın ‘İtalya Seyahati’nin Sicilya bölümünü adeta ezberledim. Göethe bu yolculuğu, 1787 yılında gerçekleştirmişti. Aradan geçen iki asırda, Akdeniz’in en büyük adasında acaba ne gibi değişiklikler olmuştu?..
GEÇMİŞİN GEZGİNLERİ
Kitabı okurken, o dönemde gezgin olmadığıma bir kez daha şükrettim. Göethe, Sicilya’ya ulaşabilmek için zorlu bir gemi yolculuğu yapmak zorunda kalmıştı. Adadaki gezisini ise bazen katır sırtında, bazen de atlı arabalarda hoplaya zıplaya gerçekleştirmişti. O dönemde otel bulmakta bir meseleydi. Örneğin Enna kentindeki günlerini, pencerelerinde cam olmayan bir tavan arasında geçirmişti. Caltanisetta’daki otel macerasını ise şöyle anlatmıştı:
‘Katırlar için üzerleri taş kubbelerle örtülü mükemmel ahırlar mevcut. Seyisler ise hayvanlar için hazırlanmış yonca yığınlarının üstünde yatıyorlar. Fakat şehri ziyarete gelen yabancılar, başlarını sokabilecek bir yer bulmakta zorlanıyorlar. Tesadüfen işe yarar bir oda bulduğunuz takdirde, buranın baştan aşağı temizlenmesi gerekiyor. İskemle veya sıra gibi bir şey mevcut değil. Sert ağaçtan yapılmış alçak tabureler üzerinde oturuyorlar. Masa da burada nadir bulunan bir nesne. Bu taburelerin karyola ayağı gibi kullanılması lazım geldiği zaman, marangoza gidip yeteri kadar kalas kiralanıyor. Biz de öyle yaptık. Yanımızdaki deri torbaları samanla doldurup, taburelerin arasına uzattığımız kalasların üstüne koyduk...’
Zorluklar konaklama ve yemekle bitmiyordu. O zamanlar fotoğraf makinesi henüz bulunmadığı için, Göethe yanında bir de ressam taşıyordu. Kniep adındaki ressam için şunları yazmıştı: ‘Ressamım neşeli, iyi bir insan ve sadık bir dost. Her gördüğünü durmadan, büyük bir sadakatle çiziyor, bütün adaları, sahilleri daha görünür görünmez hemen tespit ediyor...’ Şimdi öyle mi!.. Her görüntüyü deklanşöre bir basışta donduruyorum. Hele digital makineler çıktıktan sonra fotoğraf müsrifi oldum çıktım.
BABA’NIN MEMLEKETİNDE
O zamanki gezginlik pek heveslenecek bir iş değilmiş anlaşılan. Şimdi ise her şey çok kolay; İstanbul’dan bindiğimiz uçak, bir solukta Roma’ya, oradan da göz açıp kapayıncaya kadar bir sürede Palermo’ya vardı. Sicilya’ya ilk kez gidiyordum. Okuduğum bir-iki röportaj, ansiklopedilerdeki kuru bilgilerden başka hiçbir birikimim yoktu. Aslında Göethe’nin şu cümlesi etkilemişti beni: ‘Sicilya’yı görmeden İtalya’nın resmini ruhumuza nakşetmek imkansız...’ Bir de gözümün önünden akıp giden ‘Baba’ filminin kanlı görüntüleri vardı. Sicilya demek mafya demekti. Siyah takım elbiseli, biryantinli saçlı, tamburalı makineli tüfekli, acımasız, gözünü kırpmadan adam öldüren kişilerin örgütü mafyanın anayurduydu. Şimdi bunların hiçbirinin kalmadığını bildiğim halde, yine de heyecanlanıyordum.
SARAY GİBİ OTEL
Baba Corleone’nin yetiştiği topraklara ayak bastığımızda hava kararmış, kenti çevreleyen dağlar görünmez olmuştu. Havaalanından kiraladığımız arabaya doluşup, harita üstünde tam anlayamadığımız bir tarifi izleyerek oteli aramaya koyulduk. Bilmedik kentler, akşam karanlığında daha da bilinmez olurlar. Kaybola kaybola, sora sora sonunda kendimizi otelin bahçesinde bulduk. Grand Hotel Villa İgiea, limanın kıyısında, 1905 tarihinde yapılmış, saray görünümünde bir yapıydı. Yüksek tavanlar, büyük kapılar, işlemeli duvarlar, kristal aynalar, kemerler ve sütunların arasından geçip odama girdim. Kadife perdeyi aralayıp, bahçeye nazır bir terasın beni beklediğini görünce, Sicilya gezisinin iyi geçeceğine karar verdim.
Toparlanıp bir acele yemeğe gittik. Yol boyunca balıkları, ahtapotları, kalamarları, deniz kestanelerini, midyeleri, makarnaları, pizzaları, bademli kurabiyeleri ve şarapları düşünmekten tahrik olmuştum. O hızla mönüyü elime alıp, yiyemeyeceğim kadar yemek ısmarladım. Müthiş bir ziyafet oldu. Lezzetli yemekler ve şaraplar, adanın baharı andıran gecesiyle birleşince, attığımız kahkahalar gökyüzüne kadar yükseldi... Yemek kısmını daha sonra uzun uzun anlatacağım için detaya girmek istemiyorum. Lokantadan çıkıp, mutlu ve mesut otele döndük.
Ertesi gün erkenden uyanıp, terasa çıktım. Bulutların arasından süzülen gri ışık görüntüyü netleştirmişti. Bahçe, portakal ağaçlarıyla süslenmişti. Palmiyeler gökyüzüne doğru uzayıp gitmiş, kırmızı meyveli kaktüsler kayaları yeşillendirmişti. Küçük dalgalar limanda bağlı teknelerle oynaşıyor, kuşlar çığlık çığlığa yeni günü müjdeliyorlardı. Yağmurlu ama güzel bir gündü.
EN ESKİ CADDE
Vazgeçebileceğimiz tek öğün kahvaltı olduğu için fazla oyalanmadan kendimizi Palermo’nun en ünlü ve en eski caddesi Vittorio Emanuele’ye attık. Bu cadde Göethe zamanında da kentin tek büyük caddesiydi. O zamanki ismi Cassaro idi ve Arapça’daki Kasr-kale sözcüğünden geliyordu. Ünlü yazar 3 Nisan 1787 Salı günü, yanında ressamı olduğu halde soluğu bizim gibi bu caddede almış ve defterine şu notu düşmüştü: ‘Bütününü çabuk kavrayabilmekle beraber insan bu şehri kolay tanıyamıyor. Bir mil uzunluğundaki bu cadde, şehri aşağıdan yukarıya doğru katediyor. Bu caddeyi ortalara doğru başka caddeler kesiyor. Bu caddeler üstünde her şeyi bulmak çok kolay. Şehrin iç taraflarıysa yabancılar için çok çapraşık. Bu labirentlerin içinden ancak bir kılavuz yardımıyla çıkmak kabil...’
Vittorio Emanuelle ile Via Roma’nın kesiştiği yerde, biz de bu labirente daldık ve kaybolduk. Kalabalıklar bizi Vucciria Pazarı’na sürükledi. Burası tıpkı bizim pazar yerlerini andırıyordu. Daracık sokağı yırtık tenteler gölgelemiş, tezgahları, çeşit çeşit deniz canlıları, rengarenk sebzeler, çengellerden sarkan kuzular, domuz başları, yeni doldurulmuş sosisler, işkembeler, şişe şişe zeytinyağı ve baharatlar süslemişti. Satıcılar da çığırtkanlıkta bizimkilerden aşağı kalmıyorlardı.
Pazara açılan dar sokaklarda ise oldukça yoksul yaşamların izleri görülüyordu. Balkonlar arasına gerilmiş iplerde asılı duran yırtık çarşaflar, eskimiş çamaşırlar, rengi solmuş gömlekler bu sokaklardaki zor yaşamların belgeleri gibi uçuşuyorlardı. Her sokağın başında, duvara açılmış bir oyuğun içinde mumların aydınlattığı küçük Meryem Ana heykelleri, bu yoksul sokakların koruyucularıydı sanki.
BAHÇEYE DÖNMÜŞ BALKONLAR
Bir süre sonra bu labirentten çıkıp tekrar Vittorio Emanuele caddesine saptık. Cadde bizi önce, 1184’te yaptırılan ve içinde Sicilya krallarının mezarlarının bulunduğu Duomo’ya, ardından da meydanlara, tarihi kiliselere, çeşmelere, şapellere götürdü. Yoksul sokaklar bir yerde, lüks mağazaların bulunduğu Liberta Caddesi’ni kesti. Grup burada birden çözüldü, çil yavrusu gibi sağa sola dağıldı. Ben de bir banka oturup, bir yandan ayaklarımın isyanını batırmaya çalıştım, bir yandan da İtalyanlara benzemeyen Sicilyalıları seyretmeye koyuldum. Palermo yoksul bir kentti. Görüntüsü tam bir güneyliydi. Ferforje korkuluklarla süslü balkonlar ve teraslar çiçek bahçesine dönüştürülmüştü. Pencerelerin arasına gerilmiş iplerde rengarenk çamaşırlar, Afrika’dan kopup gelen rüzgarın önünde uçuşup duruyordu. Palermo Napoli’yi andırıyordu. Ve en önemlisi, tüm Güney İtalya’da olduğu gibi burada da pizza fırınları öğle yemeğinde yanmıyordu.
Sayfa bitti ve Sicilya’nın gerisi haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2005
Yılın son gezisini Zürih kentine ve kayak merkezi St. Moritz’e yaptım. Her şeyin tıkır tıkır işlediği bu ülkede hiçbir sürprizle karşılaşmadığım için yazıyı yazmakta zorlandım. Gezi sonunda karlar altındaki kış İsviçre’sini değil de dağlarında çiçekler açmış yaz İsviçre’sini daha çok sevdiğime karar verdim.
Eski yılın son gezisini İsviçre’nin Zürih kentine yaptım. Gezimin nedeni, Swiss Air Lines’ın kısa bir davetiydi. Nefes nefese bir hafta sonu geçirdim. Önce Zürih, ardından Avrupa’nın ünlü kayak merkezi St.Moritz... Hızlı ama keyifli bir gezi oldu. Bir kış tablosunun içinde dolaşıyormuş gibi hissettim kendimi. Dönüşte notlarıma göz atıp, bu gezi hakkında neler yazacağımı düşündüm. Yazıya başlamakta zorlandım. Bir saat gibi tıkır tıkır işleyen, yaşama dair hiçbir sürpriz sunmayan bir kentin -bir ülkenin- neyini yazacağımı kestiremedim. Onun için benden önce bu ülkeye giden yazarlardan da yardım aldım.
Aslında eski gezginlerin ve edebiyat adamlarının, gittiğim yerlerle ilgili anılarını okumayı, onların neleri gördüğünü, nelere dikkat ettiğini, bunları hangi kelimelerle anlattıklarını hep merak ederim. Kendi yazdıklarımla kıyaslarım. Beni çok etkileyenleri de sizlerle paylaşırım. Okurlarım bu huyumu bilir.
Bu, Zürih’e ikinci gidişimdi ve hava soğuktu. Göl kıyısındaki otelimin penceresinden dışarı baktığımda, uçuşan sarı yapraklar dışında rıhtımda kimsecikleri göremedim. Belki karanlık bastırdığı için belki de soğuktan, göl boyunca uzanan rıhtımdan el ayak çekilmişti. Halbuki ilk gelişimde -bir yaz başıydı- yürüdüğüm aynı rıhtım şen şakraktı. Yürüyenler, koşanlar, köpeklerini dolaştıranlar... Bir kahveye oturup, şarabımı yudumlarken çevreyi gözlemiştim; Bunca kalabalığı oluşturan insanlar yapayalnızdı. Kendi başlarına koşuyor, yürüyor ve sadece köpekleriyle konuşuyorlardı. Birbirine sokulmuş birkaç sevgili bu yalnızlığı bozuyordu. Belki de onlar buralı değildi!.. O zaman, Zürihlilere acıdığımı anımsıyorum.
TABLO GİBİ GÖLLER
Akşam yemeğini yiyeceğim lokantaya yürüyerek gitmeyi tercih ettim. Göl kıyısından, başlarını kanatlarının içine gömüp uykuya dalmış kuğuları seyrede seyrede... Çevresinde yükselen karlı dağlar, pencerelerinden ışık saçan iki-üç katlı evler, ağaçlarla göl karanlıkta bir tablo gibi duruyordu. İsviçre’nin bütün gölleri gibi çok güzeldi. Bu güzel göller Yahya Kemal Beyatlı’yı da o kadar etkilemişti ki, ‘Siste Söyleniş’te İstanbul’un güzelliğini anlatabilmek için onlardan esinlenmişti: ‘Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri / Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.’
Yemekte İsviçre’ye özgü bir şeyler yedim. Tabii et ve şarküteri ağırlıklı. Tuzlu ve yağlı yemeklerdi. Kırmızı şarapla bastırmaya çalıştım. Mönüde yazılanlar, üç aşağı beş yukarı iki hafta önce Viyana’da yediklerimin aynısıydı. Sürpriz bir tatla karşılaşmadım. Yemekten sonra, Zürih’te yaşayan bir dostumla buluşacaktım. Sokaklar ışıl ışıl süslenmişti. Binlerce küçük lambadan fışkıran ışık, bir nehir gibi akıp gidiyordu. Soğuk rüzgarın koluna girip, sıkı bir yürüyüşten sonra buluşma yerine vardım. Biraz erken gelmiştim. Pencere kıyısında bir iskemleye oturup beklemeye başladım.
Gelip geçenleri seyrederken aklıma, geçmişin ünlü gezgini Ahmed İhsan’ın söyledikleri takıldı. Bunlar övgü dolu cümlelerdi: ‘Gezilerim sırasında tatlı ömür sürdüğüm yerlerin birincisi Zürih’tir. Burada, Almanya şehirlerinde yaptığım gezintilere nazaran 4-5 saat kalmakla her tarafı görebileceğim halde ben iki gece kaldım...’ Üstat bana biraz abartmış gibi geldi. Sonra arkadaşım göründü. O anlattı ben dinledim... Daha çok Zürih’ten uzakları, dünyanın en ilginç noktalarını konuştuk. Konuşa konuşa geceyi ilerlettik.
ŞANSLI ÜLKE
Ertesi sabah gökyüzünde, beyaz bulut kümeleri koşuşturup duruyordu. Gölün kıyısındaki bir banka oturup, bana kenti gezdirecek rehberi beklemeye koyuldum. Kuğular uyanmış, yanlarında siyah ördekler olduğu halde gölün üstünde bir aşağı bir yukarı kayıyorlardı. Martılar her zamanki gibi çığlık çığlığa kanat çırpıyorlardı. Sessiz, soğuk ve güzellikler sunan bir kış sabahıydı. İsviçre’nin şanslı bir ülke olduğunu düşündüm. Bu şansı John Berger arkadaşı Murat Belge’ye şöyle anlatmıştı: ‘İsviçre burjuvazinin El Doradosu’dur. Bir kere öyle ileri derecede sanayileşmiş falan değil. Onun için kapitalizmin getirdiği bir sürü pislikten kurtulmuş. Buna rağmen kapitalist... Güzel ve temiz bir doğası var. Doğayı tamamen evcilleştirmiş. Üç ayrı milletten insan yaşıyor ama tek bir millet. Demek ki bütün o millet falan ilkelliklerini aşmışlar. Yani her bakımdan burjuvazinin bütün ideallerine sahipler...’
Ne kadar doğru bir tanımlamaydı. İsviçre’nin ana gelir kaynaklarını şöyle sıralamak olasıydı: Bankacılık, saat, çikolata, çakı, peynir, turizm... Hepsi tertemiz, hepsi dumansızdı. Tüm ülkeye tıkır tıkır işleyen bir düzen hakimdi. Ama bu düzen John Berger’i öfkelendiriyordu: ‘Bu düzeni görmek insanı sinir ediyor, anarşist duygular veriyor. Bir şeyler çalmak veya bir şeylere vurup kırmak istiyorsun. Şiddet içeren bir şey geliyor içinden...’
Rehberim tam vaktinde geldi. Esas mesleği otelcilikmiş. Özellikle Arap ülkelerinde yöneticilere eğitim veriyormuş. Ama avukat olan karısının yüzünden Zürih’e demir atmak zorunda kalmış. Tüm bunları bir çırpıda anlattı. Ve kenti yürüyerek gezmeyi teklif etti. O, kentleri yürüyerek öğrenirmiş hep. Tıpkı benim gibi... Eski mahallelere doğru yürürken karşımıza bir heykel çıktı. Bir elinde kutsal kitap, diğer elinde kılıç vardı. Huldrych Zwingli, bu bölgeye protestan anlayışını yerleştiren kahramandı. Onu selamlayıp daracık sokaklara daldık. Rehberin söylediğine göre evler 200-300 yıllıktı. Ama hepsi dün yapılmışçasına bakımlıydı.
KENTİN ÜNLÜ KONUKLARI
Rehberim öyle heyecanlı, öyle yüksek sesle ve oynayarak anlatıyordu ki, gelen geçen bize bakıyordu. İlginç yerlere götürdü beni. Örneğin Lenin’in devrimi planladığı evin bulunduğu sokağa. Koca lider bu eve taşınmadan önce biraz ilerideki bir sokakta, kırık dökük bir evde, alkolikler ve orospularla birlikte oturmak zorunda kalmıştı. Bir başka sokakta da Albert Einstein’i anlattı. Oturduğu evi gösterip bir de dedikodu sıkıştırdı: ‘Buluşları aslında matematikçi karısının yaptığı’ uzun süre bu sokaklarda konuşulmuştu.
Bir başka sokakta bir restoranın önünde durup, bu kez de röntgen ışınlarını bulan Wilhelm Conrad Röntgen’in dedikodusunu yaptı. Koca alim meğerse restoranın sahibinin kızına abayı yakmış, evleninceye kadar gece gündüz bu sokağı arşınlayıp durmuştu. Küçücük Zürih meğerse ne kadar çok ünlüyü misafir etmişti!.. Ahmed İhsan’ın dediği gibi, 3 saatlik bir yürüyüş sonunda kentin büyük bir bölümünü gezmiştim.
Rehberimden ayrılıp, St. Moritz’e gidecek trene binmek için gara gittim. Vagonun üst katında rahat bir koltuğa oturup hareket saatini bekledim. İsviçreliler trenlerinin tam vaktinde kalkmasıyla da çok övünüyorlardı. Gerçekten de tren tamı tamına söylenen saniyede hareket etti. Başımı soğuk cama dayayıp, akıp giden manzarayı yakalamaya çalıştım.
NAZIM’IN GÖZÜNDEN
Burada sözü fazla uzatmadan, kalemi Nazım Hikmet’e bırakmak lazım. Ünlü şair vagon penceresinden gördüğü İsviçre’yi şöyle anlatmıştı:
‘Geçiyor İsviçre camdan
güneşli bir akvaryumdan
geçen bir balık gibi,
çok renkli bir balık.
Bakıyorum vagonumdan
kederli
alaycı
öfkeli biraz da alık
bakıyorum vagonumdan
not alıyorum
İsviçre üstüne doğru yanlış bildiklerimi
gördüklerimi katarak.
Hava ne soğuk ne sıcak,
burda her şey böyle galiba, gülüm,
ne soğuk, ne sıcak,
ne serin, ne ılık.
Ayarlı bir saat
markası ünlü bir kol saati...
İsviçre oyuncak bir memleket
dev dağlarla karışık.
Dev dağlar, gülüm,
çocukluğumun dağları
Tobler çikolatasının.
Uzaklardan gelen sütlü bir tad ağzımda
ve çocukluğumu hatırlamanın kederi
düğümlendi boğazımda...’
St. Moritz’e vardığımda karanlık basmış, kar hızlanmıştı. Beni karşılayan otel görevlisi, karın yağış hızından memnun değildi. Daha çok kar istiyordu. Çünkü burada kar para demekti. St. Moritz diğer İsviçre kasabalarına benzemiyordu. Geleneksel köy evleri burada yerini apartmanlara bırakmıştı. Otel fiyatları yanına yaklaşılacak gibi değildi. En ucuz oda fiyatı 500 dolardan başlıyor, çıkabildiği kadar çıkıyordu. Ben geceliği 15 bin dolar olan bir süit daire bile gördüm.
FİYATLAR EL YAKIYOR
Avrupa’nın sosyetesi, kaymak için buraya geliyordu. Bu ünlü simaları, otel lobilerinde görmenin imkanı yoktu. Onlar dağın yamacında, 40-50 milyon dolarlık özel evlerde kendilerini gizliyorlardı. Bir telesiyeje oturup, dona dona kayak pistlerinin olduğu yere çıktım. Renkli kayak elbiseleri yüzünden dağ, çiçeklenmiş gibi görünüyordu. Bir bardak sıcak şarap eşliğinde kayanları seyrettim. Kayakla aram olmadığı için, pistlerin iyi olup olmadığını kestiremedim.
Bembeyaz St. Moritz’de bir gün kaldım. Bütün keşiflerimi bu bir güne sıkıştırmak zorunda kaldım. En büyük keşiflerimden biri de, Waldhaus Am See otelinin ‘Devils Place’ adlı barı oldu. Bu bar, dünyanın en zengin viski koleksiyonunu barındırıyordu. Raflarda ve alt kattaki özel kavda, çoğu malt olmak üzere 2500 çeşit viski vardı. Koleksiyona 20 yıl önce başlayan otelin sahibi Claudio Bernasconi, bana bildiğim tüm viskilerin ilk yıllarına ait açılmamış şişeleri gösterdi. Guinness rekorlar kitabına giren bu zengin koleksiyona bence paha biçmek oldukça zordu. O gece tattığım viskileri bir daha tadacağımı sanmıyorum.
Ertesi gün yoğun kar yağışı altında trenle gerisin geriye döndüm. Yolda, İsviçre’nin rengarenk boyanmış yazlık halinin, benim ruh yapıma daha uygun düştüğüne karar verdim.
Tüm okurlarıma sağlıklı, huzurlu, mutlu ve bol gezmeli bir yıl diliyorum.
Şıllık’ın anlamı
Urfa yemeklerini anlatırken Şıllık tatlısından bahsetmiş, bu tatlının adının öyküsünü bulamadığımı yazmıştım. Mehmet Akif Adsız ve Yusuf Kılıç adlı okurlarım bu konuda beni aydınlattılar. Yazdıklarına göre bu tatlının asıl adı ‘Şike’. Bu ad kırsal kesimde ‘Şılkı’ olarak telaffuz ediliyormuş. Şılkı Kürtçe kökenli bir kelime. Islak, sulu anlamına geliyor. Bu tatlı kent sofralarında görülmeye başladığından beri adı ‘Şıllık’a dönüşüyor. Okurlarıma teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku