Sonbahar iyice bastırmadan kıyılarımızı son bir kez daha ‘teftiş’ ettim. Önce Kaş civarında antik Likya Yolu’nda yürüdüm.
WWF-Türkiye’nin çevreyi koruyabilmek için yaptığı inanılmaz çalışmalara şahit oldum. Sonra alıp başımı cennet koylara gittim, sessizliğin ve yaz sonunun keyfini çıkardım.
Bundan iki yıl önce, bir müze açılışı için beni dünyanın öbür ucuna, Patagonya’ya yollayan, A&B Halkla İlişkiler firmasının yöneticisi Sibel Asna’dan bu kez bir yürüyüş daveti aldım. Yürüyeceğim yol öylesine uzaklarda bir yerde değildi. Kaş civarında, ‘Antik Likya Yolu’nda yürüyecektim. Aslında bu yol yabancım değildi. Daha doğrusu bu yolun ortaya çıkartılmasında, karınca kararınca benim de katkım olmuştu.
Garanti Bankası 1996 yılında, ülkemizin sahip olduğu değerleri gün ışığına çıkarmak amacıyla bir proje yarışması düzenlemişti. İçinde benim de bulunduğum jüri üyeleri, uzun tartışmalardan sonra İngiliz uyruklu Kate Clow’un sunduğu ‘Likya Yolu’ projesini birinci seçmişti. Fethiye’den başlayan bu antik yol, bakir koylardan dolaşıp, zirveleri aşıp, önemli antik kentlerden geçip Antalya’ya kadar uzanıyordu. Türkiye’nin bu en uzun parkuru tam 509 kilometre idi.
Uçakla Dalaman, oradan bir minibüsle Kaş’a vardığımızda karanlık basmış, gökyüzü yıldıza kesmişti. Vakit geçirmeden bir restorana yanaştık. Orada bizi WWF Türkiye’nin -Doğal Hayatı Koruma Vakfı- yetkilileri, bir İtalyan uzman, birkaç yabancı radyo programcısı ve gazeteci bekliyordu. Çevre Koruma Direktörü Atila Uras’ın hoş geldin konuşmasından sonra sıra en heyecanlı bölüme, yemek siparişine geldi. Ben tercihimi yörenin balığı olan Akya’dan yana kullandım. Kurutulmaması için de garsona sıkı tembihte bulundum.
SAVAŞÇI LİKYALILAR
Yemeği beklerken etrafıma bakındım. Gördüğüm kadarı ile burası 10 yıl önce geldiğim Kaş’a pek benzemiyordu. Daha büyümüş, daha betonlaşmış, daha kalabalıklaşmıştı. Karanlıkta bozulmanın daha fazlasını göremedim. Tabağıma bir takım garnitürlerle birlikte konan akyaya bakınca, tatsız bir akşam yemeği yiyeceğimi anladım. Tüm ısrarıma rağmen balığın suyu kaçmış, kupkuru olmuştu. Daha sonraki günlerde de değişik restoranlarda balık yedim. Bu deneyimden sonra, Kaş’taki restoranların çoğunun, balığı gerektiği şekilde pişiremediklerine karar verdim. Bir arkadaşın dediği gibi restoranlar bize, ‘Alman turisti muamelesi’ yapmış, masayı lüzumsuz mezelerle donatmış, güzelim akyayı, lagosu, levreği ızgaranın üstünden vaktinde kaldırmayı becerememişlerdi. O gece yarı-tok yatmak zorunda kaldım.
WWF Türkiye’nin etkinliğini ve Likya Yolu yürüyüşünü anlatmadan önce ‘Işık Ülkesi Likya’ hakkında biraz bilgi aktarmak istiyorum. Likya, bugün Teke Yarımadası diye andığımız, Fethiye Körfezi ile Antalya Körfezi arasında bir U harfi biçiminde Akdeniz’e uzanmış Anadolu parçasıdır. Bu bölgedeki yerleşimin tarihi Tunç Çağı’na kadar dayanıyordu. John Freely ve Prof. Bilge Umar’ın kitaplarından edindiğim bilgilere göre, İÖ 14. yüzyıl Hitit arşivlerinde bahsedilen Lukki adındaki isyankar halk muhtemelen Likyalılardı.
Heredot ‘Tarih’ kitabında bu halk için şunları yazmıştı: ‘Likyalılar elli gemiyle gelmişlerdi. Göğüslük ve dizlik giyiyorlardı. Kızılcık ağacından yayları ve dikensiz kamış okları ve mızrakları vardı. Omuzlarına keçi postu atarlar, başlarına çepeçevre tüyler takılı başlıklar geçirirlerdi. Ayrıca kılıç ve hançer de taşıyorlardı. Likyalılar Girit kökenlidir. Eskiden adları Termilae idi...’
Pırıl pırıl bir eylül sabahıydı. Gün ışığı, şarkı söyleyen kuşlar gibi köşe bucak koşuşturup duruyordu. Bir tekneye doluşup Meis Adası’na doğru ilerlemeye başladık. Bu adaya baktıkça hep şaşırırım. Bir ülke, diğer bir ülkenin içine nasıl bu kadar girebilirdi? Yüzerken fazladan iki kulaç atsan, kendini Yunanistan’da bulabilirdin. WWF-Türkiye, Kaş’taki dalış kulüpleriyle birlikte bölgenin daha iyi korunabilmesi için bir şamandıra projesi geliştirmişti. Projenin sponsorluğunu ise Garanti Bankası üstlenmişti. Amaç, dünyanın önemli dalış merkezlerinden biri olan bu bölgede, su altı zenginliklerini korumaktı.
Dalgalı lacivert denizde, Meis’in yakınındaki Fener, Kovan ve Heybeli adalarının bulunduğu yere doğru giderken Atila Uras projeyi anlattı:
‘Kaş, sahip olduğu denizel zenginlik bakımından çok önemli bir alandır. Burada yeşil deniz kaplumbağası, caretta caretta, bir midye türü olan pina, deniz eriştesi, çok sayıda orfoz bulunur. Dalış teknelerinin ve günü birlik gelen teknelerin demirleri bu tür deniz dibi yaşamına zarar vermektedir. Tekneler bundan böyle demir atmak yerine, buralara koyacağımız şamandıralara bağlanacak ve deniz dibine zarar vermeyeceklerdir.’
Önce dubalar denize atıldı. Sonra denizin turkuvaz rengine dayanamayanlar kendilerini ılık sulara bıraktı. Yüzenleri seyrederken şu birkaç saat içinde çevreyle ilgili ne kadar çok şey öğrendiğimi düşündüm. Ve şu cümleye bir kez daha hak verdim: ‘İnsan her şeyi bildiğinde ve anladığında yetkin olacaktır ve yaşam kutsanacaktır...’
BETONLAŞMIŞ KAŞ
Öğle sıcağını sahilde, bir kahvenin gölgesinde geçirdim. Likya yolunda yürümek için sıcağın insafa gelmesi gerekiyordu. İşte o zaman Kaş’a alıcı gözüyle baktım. Tanıyamadım. Dağ tepe her yer biçimsiz beton binalarla dolmuştu. Yapıların yöre mimarisi ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktu... Kim bilir bir 10 yıl sonra Kaş neye dönecekti?..
Öğleden sonra esintisiyle birlikte yürüyüş başladı. Aslında kat edeceğimiz Likya Yolu, Kaş’ın içinde başlayıp, geçmişi İÖ 4. yüzyıla kadar dayanan Aperlai antik kentinde son buluyordu. Parkurun uzunluğu 23 kilometreydi. Biz işin kolayına kaçıp yürüyüşe Büyük Çakıl’dan başladık ve parkuru epey kısalttık.
Ben, özellikle doğa yürüyüşlerinde bilmediğim pek çok şeyi öğrenirim. Örneğin ağaç gölgelerinin neden bu kadar kutsal olduğunu, onların gölgesinde serinlediğimde fark ettim. Ağaçkakan’la ağaç arasındaki aşkı da, böğürtleni toplamak için dikenli dallardan sakınmayı da, keçiboynuzlarının balının tadını da, yabani kekiklerin keskin kokusunu da, koyun köpeklerine korku içinde ‘hoşt’ demeyi de, ormanın derinliklerinden gelen hiçbir ağızdan çıkmamış sesleri duymayı da, hep bu yürüyüşlerim sırasında öğrendim.
Önde deneyimli rehber arkada biz yürüyüşe başladık. Bacaklarımızı bizden nefret ettirecek diklikte yokuşlara tırmandık, bacak kaslarımızı kas olduklarına pişman ettiren inişler yaptık, bir yanını kaya mezarlarının diğer yanını uçurumların süslediği daracık patikalardan geçtik, antik taşlara bastık, kırmızı topraklara bulandık. Sonra daracık bir patikadan aşağıya inip, başlangıçtan bir saat sonra Limanağzı Koyu’na vardık.
KAŞ’TA GÜNEŞ BATIMI
Diğerlerini bilmem ama, benim ciğerlerim demirci körüğü gibi inip çıkıyordu. Terden sırılsıklam olan gömleğim tenime yapışmıştı.
Tekneyle Kaş’a dönerken karşıdaki yarımada -Kurbağa yarımadası- gündüz renklerini terk edip, laciverte bürünmüştü artık. Güneş tepenin ardında bir noktada altın gibi yanıyordu. Sanki önündeki tepeyi eritmek, ona bir oyuk açmak isteyen bir lazer topuna benziyordu. Tepe fazla dayanamadı eridi. Güneşin ışığı denize döküldü. Altından pırıl pırıl bir yol tekneye kadar uzandı. Sonra gökyüzünde renkler birbirine girdi. Tıpkı üstüne su damlamış suluboya resim gibi. En sonunda aydınlık, karanlığın içinde eriyip gitti.
Akdeniz, özellikle bu kıyılar -Kaş, Kalkan- Michel Foucault’nun dediği gibi ‘boydan boya rüyacı dükkanlarıyla doluydu...’ Özellikle alacakaranlık, betonları görünmez kılınca.
Likya kıyıları anlatmakla bitmez. Baştan çıkartıcı güzel koylar, efsaneler, geçmiş ve bugün... Gezinin diğer durakları, özellikle orfoz balığının inanılmaz öyküsü diğer yazılara kaldı.