11 Haziran 2006
Kızımın diploma törenini bahane edip gittiğim Amerika’da bu kez yeme-içme ağırlıklı keşifler yaptım. Geçen hafta Maine Eyaleti’nde ıstakoz peşindeki koşuşturmamı anlatmıştım. Bu hafta ise New York’taki lezzet duraklarından söz edeceğim. "Dünya Istakoz Başkenti" Maine’e yaptığım geziyi şiddetli yağmur yüzünden yarıda kesip New York’a döndüğümde, okulunu bitiren kızımın eşyalarının toparlanması, taşınacağı yeni evin temizlenmesi gibi zorlu işlerin büyük bir bölümünün tamamlandığını görüp sevindim. Eşim ve kızım, bu "hay huy" arasında bir de New York’taki lezzet keşifleri için çalışma yapmışlar, listeleri hazırlamışlar, rezervasyonları yaptırmışlardı. Yeri gelmişken söyleyeyim; New York’ta özellikle hafta sonları iyi restoranlarda yer bulmak imkansızdır. Birkaç gün önceden mutlaka yer ayırtmanız gerekir.
New York’ta dünyanın tüm tatlarını bulmanız mümkün. Örneğin, "Küçük Atina" da denen Astoria’da, işkembe çorbasını, yaprak sarmasını, çeşit çeşit bildik mezeleri, Brooklyn’de Musevi mutfağını, Flushing’te Güney Amerika yemeklerini, Chinatown’da Uzakdoğu mutfağının en lezzetli örneklerini ve otantik Çin lokantalarını, Midtown’da ünlü Japon şeflerin hazırladığı Japon yemeklerini, başta Little Italy olmak üzere Greenwich Village ve tüm Manhattan’da İtalyan’ın sofistike lezzetlerini, yukarı doğu yakasında Fransız lokantalarını, bistrolarını, kentin çeşitli semtlerinde Türk, İrlanda, Avrupa, Afgan, Ortadoğu, Hint, Karayip, Afrika, Rus ve aklınıza gelecek tüm ülke yemeklerini yiyebileceğiniz restoranları bulabilirsiniz.
New York’taki şarküterilerin, beni nasıl baştan çıkarttığını anlatmaya yarayacak kelimeleri bulmakta çok zorlanacağımı sanıyorum. Bunların arasında Broadway Caddesi üstündeki "Dean and Deluca"nın yeri en baş köşede. Dünyanın en lezzetli peynirlerini, şarküteri ürünlerini, ekmeklerini, baharatlarını, etlerini, sebzelerini, hazır yemeklerini burada bulmak mümkün. Lezzet satıcıları arasında Gourmet Garage’ı (453 Broome St.) saymadan geçmek olmaz. Bu küçük dükkanda da her şeyin en tazesi ve lezzetlisi müşteriye sunuluyor. Greenwich Village’teki Balducci’s (424 Ave. of the America), New York şarküterileri arasında bir klasiktir. Yiyecekler, burada bir sanat eseri görüntüsüne bürünür.
Union Square’de kurulan "Green Market", dolaşmayı sevdiğim pazar yerlerinin arasında yer alır. Burada kurulan tezgahlarda, kuzeydeki bahçelerde yetişen taze sebzeler sergilenir. Bir başka önemli şarküteri de Zabar’s’tır (2245 Broadway). Burada her gün iğne atsan yere düşmez türünden bir kalabalık vardır.
EN LEZZETLİ PİZZA
Chelsea Market’teki manav ve şarküteri dükkanları da, insanın ağzını sulandıracak lezzetler sunarlar. Eğer şarap dünyasının içinde bir yolculuk yapmak isterseniz mutlaka Sherry-Lehman (679 Madison Ave.) adlı dükkana gitmelisiniz. Aradığınız her şarabı veya kesenize uygun kaliteli şarapları buradan temin edebilirsiniz. Eğer baharata düşkünseniz, öncelikle Angelica’s Herbs and Spices’a (147 1st. Ave.) uğramanızı öneririm. Burada raflara dizilmiş kavanozlarda tam 2000 çeşit baharat sergileniyor. Diğer bir ünlü baharatçı da Aphrodisia (264 Bleecker St.). Burada da dünyanın dört bir yanından gelmiş yüzlerce çeşit baharatı bulmak mümkün.
Eğer benim gibi peynir düşkünüyseniz, Murray’s (254 Bleecker St.) tam aradığınız adres. Dünyanın en lezzetli peynirlerinin sergilendiği raflar, insanın ağzını sulandırıyor. Kıymetli peynirler ise ısısı ve nemi ayarlanmış özel cam bölmelerde saklanıyor.
New York’ta en önemli keşiflerimden biri, Brooklyn semtindeki "Dominick At Di Fara" (1424 Ave. J, Brooklyn) adlı pizzacı oldu. Domenico deMarco 70 yaşında bir İtalyan. Dükkan ve dükkandaki tüm alet edavat da kendisiyle aynı yaşta. Dükkan, mutfak bölümü dahil 40 metrekare civarında. 6 küçük masası var. Duvarlar ise Domenico deMarco hakkında çıkan dergi ve gazete yazılarıyla dolu. Hemen hemen bütün büyük dergiler ve gazeteler Dominick At Di Fara’yı, çeşitli yıllarda New York’un en iyi pizzacısı seçmişler.
Yaşlı pizzacının yardımcısı yok. Her şeyi kendisi yapıyor. Hamuru açıyor, üstüne malzemeleri yerleştiriyor, fırına koyuyor, dilimliyor, müşteriye servis yapıyor, hesabı alıyor. Durum böyle olunca tezgahın başında uzun süre beklemek zorunda kalıyorsunuz. Ama görüntü o kadar oyalayıcı ki, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Ben, eşimin ve kızımın tüm karşı çıkmalarına kulaklarımı tıkayıp, özel domates sosu ve peynirle yapılmış büyük bir pizza ısmarladım. Ortası incecik, kenarları kabarık kıtır kıtır pişmiş olan pizza öylesine lezzetliydi ki, kısa bir sürede silip süpürdük. Bugüne kadar böylesine lezzetli bir pizza yemediğimi söyleyebilirim.
BAR VE RESTORANLAR
New York’ta gerek akşamüstü gerekse yemek sonrası içkisi için birçok Amerikan bara gittim. Bunlardan size önereceklerimin başında The Modern’in (9 W. 53rd St.) barı geliyor. The Modern, Modern Sanatlar Müzesi’nin (MoMA) restoranı. Burada, sergideki gibi mutfakta da modern tatlar sunuluyor. Ama benim önerim, sergide yorulan ayaklarınızı ve zihninizi dinlendirmek için restoranın girişindeki barda soluklanmanız. Barın 16 metrelik mermer bir tezgahı var. Duvarlar ise çeşitli içkilerle dolu cam raflarla çevrelenmiş. Rafların bir bölümü ise şarap kavına dönüştürülmüş. Eğer şık bir barda içkinizi yudumlamak hoşunuza giderse, burası doğru bir adres. Yemek sonrası gidilecek bar için de Brandy Library’i (25 N. Moore St. TriBeCa) öneririm. Bu barda dünyada üretilen tüm viskileri, konyakları bulmak mümkün.
New York’ta en keyif alarak yemek yediğim mekan Nobu (105 Hudson St. TriBeCa) oldu. Ünlü Japon şef Nobuyuki Matsuhisa’nın ünlü aktör Robert De Niro ile ortaklaşa kurduğu bu restoran, modernize edilmiş Japon mutfağından çok lezzetli örnekler sunuyor. Nobu’da yemek yiyebilmek için, neredeyse bir ay önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Biz, çat kapı gittik ve mucize kabilinden yer bulduk. Mimar David Rockwell’in, Japon kırsal kesim yapılarını anımsatan dokunuşlarıyla oluşmuş yemek salonunda, Japonya’nın geleneksel sadeliğini izlemek mümkün. Nobu’nun suşilerinin ve saşimelerinin lezzeti dillere destan. Ben mönüden seçim yapmak yerine garsonun önerilerine uymayı tercih ettim.
Önce fenerbalığı pate, ardından miso soslu siyah morina balığı yedim. İkisinin tadı da anlatılacak gibi değildi. Damağımdaki tatlar silinmesin diye, bir süre bardağımdaki sıcak sakeyi içmedim. Eğer Nobu’da yer bulamazsanız, şansınızı hemen yan taraftaki NextDoor Nobu’da deneyebilirsiniz. Aynı mönünün sunulduğu bu restoranda rezervasyon yapılmıyor. Gidip isminizi ve cep telefonunuzu yazdırıyorsunuz. Sonra komşu bara geçip, sıranızın gelmesini bekliyorsunuz.
ETİN GERÇEK LEZZETİ
Eğer ete meraklıysanız size BLT Steak’i (106 E. 56th St.) önereceğim. Bir çatal darbesiyle dağılacak kadar yumuşak olan etler, gerçek lezzeti örten soslara bulanmadan servis ediliyor. Restoranda genellikle mısır ile beslenmiş özel Angus sığırının etleri kullanılıyor. Eğer etleri beklerken başlangıç ısmarlamaya niyetlenirseniz, Port şarabından yapılmış jöle ile kaplanmış kaz ciğerini ve yanında şalgam ve tere ile servis edilen fırınlanmış keçi peynirini öneririm.
Bir başka keşfim de "Davidburke and Donatella" (133 E. 61st St.) adlı restoran oldu. Eski bir New York evinin restorasyonu sonucu ortaya çıkan bu modern mekanda çok lezzetli yemekler yiyebileceğinizden emin olabilirsiniz. Bana sorarsanız kuşkonmazlı risotto, karamelize edilmiş minik havuçlar ve tarhun eşliğinde "Bronx usulü fileminyonu" öneririm.
Eğer geçmişe bir yolculuk yapıp, koloni dönemini andıran bir ortamda, bir akşam yemeği yemeyi arzularsanız "Le Colonial" iyi bir adres. Üst katındaki barda, tavanda dönen dev vantilatörlerin ürettiği serin rüzgar altında içkinizi yudumlayıp, daha sonra restoranda Vietnam mutfağının en güzel örneklerini tadabilirsiniz.
ÇİN USULÜ ÖRDEK
New York’a giderseniz yolunuz mutlaka Chinatown’a düşecektir. Çin ve San Francisco’daki Çin Mahallesi’nden sonra en çok Çinli’nin yaşadığı bu renkli semtte kendinizi Çin caddelerinde yürüyor sanacaksınız. Burada oturanların büyük çoğunluğu İngilizce bilmez. Dükkanların, mağazaların, işyerlerinin tabelaları Çince’dir. Canal Street’e sıralanmış küçük dükkanlarda ünlü markaların sahteleri satılır. Hediye sorununu burada çok ucuza halletmeniz mümkündür. Ayrıca bu sokaklarda satış yapan seyyar manavlarda, Uzakdoğu’nun tüm sebze ve meyveleri (hem de taze) satılır. Eğer benim gibi Pekin ördeği (nar gibi kızarmış) meraklısıysanız "Pekin Duck House" (28 Mott St.) en iyi adreslerden biridir. Masaya oturduğunuzda size uzatılan mönüyü uzun uzun inceleyip vakit kaybetmemenizi öneririm. Kaçınılmaz olarak Pekin ördeği ısmarlayacağınız için, midenize daha fazla işkence çektirmeyin.
Son önereceğim bir mekan da, Neuo Müze’nin kahvesi Sabrsky (1048 5th Ave.) olacak. Burada ise size elmalı turta yemenizi önereceğim.
New York’ta yeme-içme konusu sayfalara (belki de kitaplara) sığmayacak kadar geniş. Tüm lezzetlerin tadına bakmaya ömür yetmez. Benim size anlattıklarım son gezinin izlenimleri. New York’a giderseniz, verdiğim adreslere mutlaka uğrayın derim. Pişman olmazsınız.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2006
Bu kez Amerika’nın kuzeyinde, Kanada sınırındaki "Istakoz Dünya Başkenti" Maine Eyaleti’ne gittim. Tepemde gri bulutlar ve dinmek bilmeyen yağmur eşliğinde şirin balıkçı kasabalarında, sessiz köylerde, ıslak ormanlarda dolaştım. Dünyanın en lezzetli ıstakozlarını doya doya yedim.
Bu sefer New York’a gitme bahanem, kızımın yüksek lisans diploma törenine katılmak ve evini taşımasına yardımcı olmaktı. Serin, yağmurlu, gri giyinmiş bir New York bizi (eşimi ve beni) karşıladı. Arapsaçına dönmüş trafiğin içinde, yavaş yavaş ilerleyen taksinin penceresinden gördüklerim, öncekilerle aynıydı: Gökdelenlerin gölgelediği sokaklar, damları bulutlara değen yüksek binalar, "Z" ler çizerek binaların ön yüzünden aşağıya inen yangın merdivenleri, bir ellerinde karton bardaklarda kahve veya kola, diğer ellerinde ya laptop veya evrak çantası taşıyan aceleci kadın ve erkekler, kulakları sağır eden siren sesleriyle trafiği yarmaya çalışan cankurtaran, itfaiye, polis arabaları...
New York’taki bu görüntülerle ilk kez 1980 yılında tanışmıştım. İnşaatlarda, benzin istasyonlarında gece gündüz çalışmayla geçen zorlu yıllardı. Sonra kaç kez daha geldim bu kente unuttum.
Ben kentleri yürüyerek tanımayı tercih edenlerdenim. Yürüdükçe daha iyi görüyorum, daha iyi tanıyorum. Yalnız her geçen yıl dayanıklılığım biraz daha azalıyor. Ayaklarım artık daha çabuk isyan bayrağını çeker oldu. New York sokakları, yürüyüşçülere karşı fazla eli açık değil aslında. Onlara, yorgunluklarını gidermeleri için olanaklar sunmuyor. Örneğin, pek rahat olmayan banklara rastlamak bir mesele. Rastladığınızda da genellikle dolu oluyor. New York’ta bir banka oturup, etrafı seyretmekten oldum olası çok keyif alıyorum. Önümden sanki bütün dünya akıp gidiyor: Çinli’si, Japon’u, Güney Amerikalı’sı, Avrupalı’sı, siyahı, beyazı, akıllısı, çılgını, güzeli, çirkini... Onlara bakıp çeşitli hikayeler uyduruyorum.
Bu ve bundan sonraki yazıda size New York’u anlatmayacağım. Sanırım daha önce birkaç kez anlatmıştım. Yukarıda da belirttiğim gibi kentte değişen pek bir şey yok. Bu kez yeme-içme keşiflerimden söz etmeye çalışacağım. Lokantaları, sokak yemeklerini, barları, şarküterileri, pazarları...
YEME-İÇME KEŞİFLERİ
25 bin lokantanın, bir o kadar şefin var olma savaşı verdiği bu kentte, bir yerleri keşfetmenin epey zor olduğunu biliyorum. Ben bu gezimde, yaptığım keşiflerin veya damağı kuvvetli arkadaşlarımın verdiği listelerin peşine düştüm.
Diploma töreninden sonra, eşyaları toparlama, yeni evi gözden geçirme gibi işleri anne-kıza bırakıp, yazı konusu bulabilmek için Kanada sınırındaki "Dünya Istakoz Başkenti" Maine Eyaleti’ne doğru yola çıktım. Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar, kah bardaktan boşalan kah çiseleyen yağmur da bu yolculukta peşime takıldı.
Yemyeşil ormanların arasından uzanıp giden bir yoldu. Aslında bu yolu sonbaharda geçmenin doyumsuz olacağını biliyordum. Kavak, huş, ceviz, akağaç, meşe, kestane, kızılcık... Hangi cins ağacı arasan bu ormanlarda vardı. Onların yaprakları sonbaharda altın sarısına, portakal turuncusuna, kiraz kırmızısına boyanıyor, ortaya doyumsuz bir tablo çıkıyordu.
Kalacağım Ogunquit, Maine Eyaleti’nin okyanus kıyısındaki onlarca şirin kasabasından biriydi. Eski bir malikane olan otelim, deli dalgalarla kıyıyı döven deli denize tepeden bakıyordu. Sanırım koca binada benden başka müşteri yoktu. Hava üşütecek kadar soğuk ve yağmurluydu. Odamda, yattığım yerden dalgaları seyretmek mümkündü. Yatağa uzanıp, denize daldım. Bir yanda şöminenin çıtırtısı öte yanda dalgaların sesi yol yorgunluğunla birleşince, göz kapaklarımın kapanmasını engelleyemedim. Uyandığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Bir acele odadan fırlayıp, yiyecek bir yer bulma telaşına düştüm.
İyi ki de düşmüşüm. Restoranların çoğu kapalıydı. Kitapçının tarif ettiği "Five 0" adlı restoranı buluncaya kadar kasabanın sokaklarında döndüm durdum. Yemekten önce bir bardak şarap molası verdiğim barda, barmen kasabadaki sessizliğin nedenini açıkladı: "Buranın mevsimi iki aydır: Temmuz ve Ağustos... Her yer o zaman şenlenir. Bu mevsimde restoranların çoğu sadece hafta sonu açıktır."
Acıktığım için sözü uzatmadan yemeğe geçtim. Aklım fikrim dünyanın en lezzetli Maine ıstakozlarına bir an önce kavuşmaktaydı. İlk akşam yemeği mönüsü: Başlangıç, ıstakoz, yengeç, karides ve lokal balıkların etleri ile yapılmış dürümü andıran Haddock; ana yemek, soğan ve mango soslu ızgara ıstakoz kuyruğu; içecek, Kaliforniya Chardonnay.
DENİZ ÇEKİLİNCE
Ertesi gün pencereden gördüğüm manzara karşısında şaşırıp kaldım. Çünkü deniz çekip gitmişti. Bir gün önceki azgın suların yerini, altın sarısı kumlar almıştı. Bir çift, köpekleriyle birlikte denizin ortasında öpüşe, koklaşa yürüyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre, ayın belli günlerinde bu muhteşem gelgit (medcezir) olayının tüm aşamalarını seyretmek mümkün oluyormuş.
Şaşkınlığım geçince arabaya atlayıp, koy koy Maine Eyaleti’ni dolaşmaya başladım. Yağmur dinmişti ama gri bulutlar kasabaların üstüne bir kabus gibi çökmüştü. Koylarda kesik burunlu, her biri ayrı renge boyanmış ahşap ıstakoz tekneleri, renkli işaret dubalarını ve sepetlerini yüklenmiş sakin sakin bekliyorlardı. Istakoz avını bilmediğim için, neyi niçin beklediklerini kestiremedim. Öğrendiğime göre, bu lezzetli hayvanı avlamak sıkı kurallara bağlıydı. Bir santim küçüğünü tutmak, satmak kesinlikle yasaktı. Maine’den tüm dünyaya (Türkiye dahil) her yıl binlerce canlı ıstakoz gönderiliyordu.
Küçük koyları, bahçe içindeki müstakil evleri, ormanları, nehirleri, gölleri ile Maine tam rüyaları süsleyen diyarlardan biriydi. Eyaletin kıyılarındaki 68 tane deniz feneri de güzellikte birbirleriyle yarışıyorlardı. York Kasabası’ndaki Nubble Feneri, "Dünyanın en fotojenik deniz feneri" seçilmişti. Gittim, gördüm. Oranın bekçisi olmayı çok arzuladım.
Yemek konusuna dönersek, ikinci gün öğle yemeğini Portland kentinin eski limanındaki "Dimillo’s" adlı yüzer bir lokantada yedim. Mönü: Başlangıç, crab cake; ana yemek, lobster roll.
YAĞMURUN AZİZLİĞİ
Ondan sonraki birkaç günüm, hep aynı geçti: Issız kasabalarda dolaştım, yağmur altında ormanlarda gezindim, limanlarda ıstakoz avcılarıyla sohbet ettim. Tabii en lezzetli lokantaları bulmaya çalıştım.
Bulduğum lokantalardan bir tanesi (dünyanın en iyi 50 restoranından biri) kaldığım Ogunquit’teydi. Clark Fraiser ve Mark Gaier’in sahibi olduğu "Arrow" da (www.arrowrestaurant.com) hazırlanan yemekler, damağına düşkün olanların akıllarını baştan alacak cinstendi.
Aynı ikilinin Perkins Cove’da açtığı "MC", Rockland’deki "Cath of the Day", York Limanı’ndaki "Lobster Cove", bu kısa gezide mutfaklarına hayran kaldığım restoranlardı. Anlayacağınız, kolesterol korkusunu askıya alıp, ıstakoz, yengeç, midye ve tarak cinsi deniz canlılarını tıka basa yedim.
Yağmurun artan şiddeti Maine gezimi kısa kesmeme neden oldu. Geldiğim yoldan geri New York’a dönerken göz gözü görmüyordu. New York’a döndükten sonra öğrendim ki, benim ardımdan Maine Eyaleti’ne son 70 yılın en çok yağmuru yağmış, o güzelim kasabaları sular basmış, karayollarının bir bölümü çökmüş.
New York’un lezzetleri, renkleri haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2006
Dağları hayalimde şekilden şekile sokarak çölü aştım. Renkli Kanyon’u nefes nefese geçtim. Akabe Körfezi’nin renkli mercanlarının arasında balıklarla oynaştım, yunus balıkları ile yarıştım. Sina Yarımadası’nda kısa da olsa binbir gece masallarını andırır bir gezi yaptım. Sina Yarımadası’nda nefes nefese yaptığım gezinin ilk bölümünde, Kızıldeniz’in renkli su altı dünyasından, çöl ile deniz arasında uzayıp giden dünyanın en lüks otellerinden ve çölde yaptığım motosiklet gezisinden söz etmiştim. Bu hafta ise gezinin diğer etaplarını anlatacağım.
Sabah 06.00’da Magic Life’ın kapısında rehberimle buluştuğumda, tüm tesis mışıl mışıl uyuyordu. Yarımada’nın kuzeyine doğru dört saatlik bir yolculuk yapacağımız için bu kadar erken buluşmuştuk.
Bir süre denize paralel gittikten sonra, şoför sarı kumların ortasından, kara bir yılan gibi uzanan asfalt yola saptı. Bir süre gidince deniz, oteller, yeşillikler görüntüden çekildi. Yerini sarı-kahverengi düzlükler ve aynı renkteki dağlar aldı. Sina Yarımadası veya Sina Çölü, Arap Yarımadası ile Afrika arasına sıkışmış bir azı dişini andırıyordu. Kimi kaynaklar, yarımadanın adının bu diş benzeşmesinden geldiğini öne sürüyordu. Kimileri ise Sina adının, MÖ 3000 yılından daha eskilere dayandığını, Yakındoğu’daki dinsel kültlerin en eskilerinden biri olan Ay Tanrısı Sin’in adından geldiğini belirtiyorlardı.
Sina Çölü, zirveleri testereyi andıran dağlarla sarmalanmıştı. Kimi yerde sarı-kahverengi, kimi yerde kızıl-kahverengi, kimi yerde yeşil ve yakut damarlı kıskanç dağlar, Akabe Körfezi’nin turkuvaz sularından kalkıp gelen serin rüzgarları çöle sokmuyordu. Bu dağlar, ne yükseltileri, ne görüntüleri ile benim bildiğim yüce dağlara benziyorlardı. Hiçbirinin üstünde tek bir yeşillik, tek bir ot, tek bir bulut yoktu. Sadece eteklerinde diken kümeleri, tek tük akasya ağaçları vardı. Aslında bu dikenlere ve akasyalara saygı duymak gerekirdi. Yaşamın olmadığı yerde, yaşamayı becerebiliyorlardı.
DAĞLARDAKİ ŞEKİLLER
Sina’nın dağları, bulutlar gibi düş-resimlere açık dağlardı. Onlara baktıkça insanın gözünün önünde çeşitli şekiller oluşuyordu. Kimi yerde dağlar oturan bir deveye, bir kadına, bir aslana, bir kuşa, bir timsaha benziyordu. Güneşin değişen yansımasıyla kayalar canlanıyordu sanki.
Çölün sabit görüntü sunmadığını, kum tepelerinin sürekli değiştiğini, bir derede nasıl sadece bir kere yıkanılırsa, bir çöldeki manzaranın da sadece bir kere görülebileceğini biliyordum. Mısır çöllerinde rüzgar, her yıl topraktan ve kayalardan kalkan 60-200 milyon ton tozun ve 10-20 milyon ton kumun yer değiştirmesine yol açıyordu. Onun için de çölün görüntüsü sürekli değişiyordu.
Dağların ve çölün arasından giden yolda tek tük araba vardı. Ne bir dinlenme tesisi, ne de benzin istasyonu görünüyordu. Bir saat sonra, bir arama noktasında durduk. Sina’da, özellikle geçen yılki bombalama olayından sonra kentlere giriş çıkışta kimlik kontrolü yapılıyor, arabalar aranıyordu. Kuyrukta beklerken baktım, "bizim usul" bir kontroldü bu. Güvenlik kuvvetleri bir kenara oturmuş, çekirdek çıtlatıyor, araçlara "geç" işareti yapıyorlardı. Kontrolden geçip, Dahab kentine doğru saptık. Bir süre sonra yol, boncuk mavisi Akabe Körfezi’nin kıyısından ilerlemeye başladı. Karşı yakada Suudi Arabistan’ın boz toprakları görünüyordu. "Bağırsan duyulacak" kadar yakındı ama kimsenin olmadığı topraklardı.
KANYONDA MACERA
Az gittik uz gittik, bir yol ayrımına geldik. Buradaki kontrol biraz daha sıkıcaydı. Bu noktada hiç olmazsa pasaportuma bakıp, neyin nesi olduğumu anlamışlardı. Yolun biri Sina’nın içlerine, Sina Dağı’na (Musa Dağı) doğru gidiyordu. Yahudi, Hıristiyan ve İslam geleneklerine göre kutsal sayılan bu dağ, Yahudi tarihinde tanrısal vahyin indiği yer olarak kabul ediliyordu. Tanrı’nın burada Hz. Musa’ya görünerek, ona On Emir’i verdiğine inanılıyordu.
Biz bu kutsal dağa doğru sapmayıp, "Colored Canyon-Renkli Kanyon" okunu izledik. Sapaktan sonra yol iyice kimsesizleşti. Birden önümüze bir gazal (ceylan) fırladı. Birkaç saniye bizi süzdükten sonra, narin bacaklarının üstünde hoplaya zıplaya tepelerin arasında kayboldu.
Sonra asfalttan çıkıp, Aynü’l-Furtaga vahasına daldık. Hoplaya zıplaya toz duman içinde giden taşlık bir yoldu. Yarım saat süren yolculuktan sonra, bir tepenin üstünde durduk. Renkli Kanyon’un başlangıcı burasıydı. Kanyonun tabanına doğru inişe başladığımda hava iyiden iyiye ısınmıştı. Kanyonda beni neyin beklediğini, geçişin ne kadar süreceğini, nefesimin yetip yetmeyeceğini hiç bilmiyordum. Mahmut’a da bir şey sormuyordum. Bildiğim tek şey geriye dönüşün olmadığıydı. Kanyonun başlangıcından itibaren, kayalar kanyonun adına yakışır şekilde renklendi. Kırmızı, kirli sarı, zümrüt yeşili, bakır rengi, mor kuşaklı kayaların arasından yürüyüp gidiyordum. Kanyon biraz yürüdükten sonra daraldı. Uzun bir süre yan yan gitmek zorunda kaldım. Bazen daracık bir oyuktan birkaç metre aşağıya kayıyor, bazen kanyonun duvarlarına tutunarak birkaç metre tırmanıyordum.
SICAK VE YOKUŞ
Kanyon geçişini bitirip, arabanın beni beklediği tepeyi görünce yıkılıp kaldım. O an o yükseklik bana Ağrı’nın zirvesi gibi geldi. "Buraya asla tırmanamam" dedim içimden. Bir yandan 40 dereceye varan sıcak, bir yandan yorgunluk tüm cesaretimi kırmıştı. Ama dönüş yoktu. Çaresizdim. Kendime lanetler okuyarak tırmanmaya başladım. Zirveye vardığımda, ciğerlerim kalaycı körüğü gibi inip inip kalkıyordu. Hemen bir gölgeliğe uzandım. Başımdan aşağıya da bir büyük şişe suyu boca ettim. Sanırım bu dört saat süren macera, yaşamımın son kanyon geçişi olmuştu. Dönüş yoluna geçtiğimizde tüm kaslarım hálá titriyordu.
Mahmut yolumuzun üstündeki Dahab kentinde bir mola vereceğimizi söyledi. Bu şehir de Sina’nın turistik yerlerinde biriydi. Önce bir kahvede oturup, koca bir şişe buz gibi suyu içtim. Ardından dükkanlara bir göz attım. Caddede bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Bu gezdiğim mekanın, bir gün sonra teröristler tarafından bombalanacağını, 20 kişinin öleceğini, onlarca kişinin yaralanacağını aklımın ucundan bile geçirmedim.
Magic Life tesislerine vardığımda gün yine akşam olmuştu. Kanyonun tozundan arınabilmek için yarım saat duşun altında kaldım. Tesiste akşam yemeği için birçok seçenek vardı. Ben yerel yemeklerin sunulduğu restoranı seçtim. Yemeği beklerken denizden esen serin rüzgar bahçedeki palmiyelerle oynaşmaya başlamıştı. Yorgunluktan yemeğin keyfini pek çıkartamadım. Yattığımda vücudumdaki tüm kasların ağrıdığını hissediyordum.
Son gün programı biraz daha insaflıydı. Bir tekneye binip, Akabe Körfezi’nin ortasında, Suudi Arabistan sınırındaki Tiran Adası açıklarında şnorkelle saatler boyu denizin altını seyrettim. Sonra yunus sürüleriyle yarışa yarışa Magic Life’a dönüp, Dalış Merkezi’nde beni bekleyen Murat Zayim hocayı buldum. Sözüm ona Murat Hoca bana, tüple dalmayı öğretecekti. Önce heveslendim, sonra elbiseyi, tüpleri, saatleri falan görünce bu maceradan vazgeçtim. Şnorkeli takıp, hocanın peşine takıldım. Körfezin en renkli resifi tesisin hemen kıyısındaydı. Onun etrafında dolaşıp durdum. Bana sürtünen balıklarla göz göze geldim.
Bir yanda altın sarısı bir çöl, diğer yanda turkuvaz bir deniz, denizin altında rengarenk bir dünya, akşamları kollarına atıldığım lüks bir tesis... Kısa bir tatile şahane görüntüler, anılar ve ilginç notlar sığdırarak döndüm. Eğer su altındaki renkli dünyaya ilgi duyuyorsanız Şarm el Şeyh’e gitmenizi öneririm.
NOT: Şarm el Şeyh’e gitmek isteyenler Magic Life Center’ın 444 4 666 numaralı telefonundan ayrıntılı bilgi alabilirler.
ZORUNLU AYRILIK
Siz bu özür yazısını okurken ben çok uzaklarda yeni yerlerin ve yeni tatların peşinde olacağım. Çok kısa süreceğini umduğum bu zorunlu ayrılık için okurlarımdan özür diliyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2006
Hafta sonuna eklemeler yapıp, bir koşu Sina Yarımadası’na gittim. Dünyanın en lüks tesislerinin sıralandığı çölün güney ucunda, sualtındaki renkli dünyaya hayran kaldım. Dört tekerlekli motosikletle çölün içinde tozu dumana kattım. Bu hafta, Sina Çölü’nde yaşadığım maceranın ilk bölümünü sizlerle paylaşacağım. Mısır’ın başkenti Kahire’ye indiğimde önce Sahra’dan kopup gelen toz duman sıcak rüzgarla kucaklaştım. Tanıdık bir sıcaktı. Tanıdık olduğu kadar, yorucu, bıktırıcı, bezdirici bir sıcak. Oldum olası sıcakla dost olmayı beceremedim. Zorunlu karşılaşmaların dışında hep ondan kaçıp, serinliklere sığındım, üşümeyi yeğledim. Çıkış kapısının önünde, ismimin yazılı olduğu tabelayı taşıyan adama el sallayarak kendimi tanıttım. Adam hemen pasaportumu aldı. Uzayıp giden kuyruğa aldırış etmeden, herkesin önüne geçti ve işlemleri tamamladı. Bavulumu alıp, kapının önünde beni bekleyen arabaya bindiğimde gölgeler uzamaya başlamıştı artık.
Aslında, Sina Yarımadası’nın tam güney ucundaki Şam el Şeyh’e gidiyordum. Ama iki uçuş arasında üç saat süre olduğu için, programı yapanlar bu süre Nil kıyısında akşam yemeği molası vermemi uygun görmüşlerdi. Havaalanından biraz uzaklaşınca, kendimi bir trafik selinin içinde buldum. Akmayan, gürültülü bir seldi bu. Arabalar gitmiyordu ama klaksonlar canhıraş yeri göğü inletiyordu. Akşam ezanı bile klakson çığırtısına çare olamıyordu. Kentin dört bir yanından yankılanan ezan sesleri, trafik gürültüsünün arasında eridi gitti, Sahra’nın uçsuz bucaksızlığında kayboldu.
Akşam yemeğini yiyeceğim lokanta, Kahireli zenginlerin oturduğu Zemelik Adası’nda, Nil Nehri’nin kıyısındaydı. Beni karşılayan garsona, dışarıda oturmak istediğimi söyledim. Daha oturur oturmaz sivrisineklerin saldırısına uğrayınca, fikrimi değiştirip, içerinin serinliğine sığındım. Cam kenarındaki masamdan görünen manzaralar pek yabancım değildi. Dört yıl öncede, Nil üstündeki bir teknede akşam yemeği yemiş ve aynı şeyleri seyretmiştim: Turist gezdiren yelkenli felukkalar, avaz avaz müzik çalarak dolaşan rengarenk ışıklarla bezenmiş tekneler, gökyüzüne tırmanan gökdelenler, lüks oteller, Nil manzaralı pahalı apartmanlar...
ŞARM’IN KOLYESİ
Yemekten önce manzaranın keyfini çıkarmak için bir bardak soğuk beyaz şarap istedim. İstemez olaydım. Kloru fazla kaçmış çeşme suyu kokusunu duyunca, tadına bakmadan bardağı geri yollayıp şansımı kırmızı da denedim. O, biraz daha şarabı andırıyordu. Aslında ısmarladığım yemeklerin hiçbiri şarapla yenecek cinsten değildi: Tahina, babaganuş, tabule, şiş köfte, pide... Şarap ne kadar kötü idiyse yemekler aksine damak çatlatacak kadar lezzetliydi. Tekrar havaalanına doğru hareket ettiğimde, baharatlar hálá damağımda oynaşıp duruyorlardı.
Uçak Şam el Şeyh’e doğru alçalırken aşağıya baktım. Tüm sahil boydan boya ışıl ışıldı. Çöl ve denizin karanlığı arasında pırıl pırıl parlayan altın bir zinciri andırıyordu. Gezi boyunca kalacağım Magic Life tesislerine vardığımda vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Lobide beni ön büro müdürü Şakir İbrahimhakkıoğlu karşıladı. Ayaküstü sohbette, bu lüks ve devasa tesisin tüm üst yönetiminde Türklerin bulunduğunu, tesisin tamamen dolu olduğunu, Sina Yarımadası’nda şaşırtıcı güzelliklerle karşılaşacağımı, nem olmadığı için sıcağın pek rahatsız etmediğini anlattı. Sabah program 08.00’de başlayacaktı. Yorulmuştum. İyi geceler deyip, dans pistinde fısıldaşan çiftlerin arasından geçip, bir daire büyüklüğündeki odama çekildim.
Sabah, bir yandan saatimin alarmı diğer yandan uyandırma servisinin uzun uzun çaldırdığı telefonun sesiyle gürültülü bir uyanış yaptım. Dışarıda çiğ bir ışık vardı. Bir acele hazırlanıp rehberimle buluşmak için tesisin kapısına koşturdum. Hava sıcaktı ama çok bunaltmıyordu. Mahmut, 24 yaşında genç bir turizmciydi. Arabada giderken bulunduğumuz yer hakkında bilgi vermeye başladı. İlk öğrendiğim şey, Şam el Şeyh (Şeyhin Koyu) demeye dili dönmeyen Batlıların buraya kısaca "Şarm" dedikleriydi. Şarm, Sina Yarımadası’nın ucundaki Muhammed Burnu’nun hemen kuzeyinde yer alıyordu. Buradaki lüks tesislerin ilk tohumlarını, bu kıyıyı 1967 savaşında ele geçiren İsrailliler atmıştı. 1982’de yarımadayı geri alan Mısırlılar yatırımları sürdürmüşlerdi.
RENGARENK BİR CENNET
Kıyı boyunca sıralanmış dünyanın en büyük otellerinin tabelalarını okuya okuya gidiyordum. Sağ tarafımda ise Sina Çölü ve çorak dağlar akıp gidiyordu. Sağdaki çorak, sıcak, sarı görüntü, başımı sola çevirince yerini yeşil çim tepelerine, palmiye ormanlarına, birbiriyle mimari üslup yarışındaki lüks tesislere, çiçekli tretuvarlara, alışveriş merkezlerine ve turkuvaz bir denize bırakıyordu. Bu tezatlar arasındaki yolculuğum 10 kilometre sonra küçük bir limanda son buldu.
Burada altı camla kaplı bir tekneye binip, koydaki mercan resiflerinin üstünde gezinecektim.
Gelmeden önce okuduğum kaynak kitaplar, Kızıldeniz’deki su altı dünyasını öve öve bitiremiyordu. Anlatılan renkli ve sessiz cenneti biraz sonra görecektim. Tekne, hareketinden beş dakika sonra ilk resifin üstünde durdu. Dalma ile aram iyi olmadığı için denizin altını ilk kez böylesine yakından görüyordum. Aynı fotoğraflardaki gibiydi. Bir yanda rengarenk mercan kayaları öte yanda onların etrafında dönüp duran rengarenk balıklar. Kaptan bir yandan gidiyor, bir yandan da anlatıyordu. Dipteki balıkların ve mercanların bazılarının daha önce fotoğraflarını görmüştüm ama çoğuna ilk kez rastlıyordum.
Ne kadar da çok balık çeşidi vardı yarabbim: Papağan, Kelebek, Napolyon, Tatlı Dudak, Kardinal, Melek, Anemon, Süpürge, Keçi, Tetik, Cerrah... Kimi kırmızı, kimi allı yeşilli, kimi sarı üstüne siyah çizgili, kimi mor üstüne sarı benekli, kimi mor, kimi eflatun, kimi gümüş üstüne kırmızı noktalı. Elimde kağıt kalem, üşenmeden her gördüğüm rengi defterim not ediyordum.
Mercan resifleri de balıklarla çeşit ve renk yarışındaydı sanki: Ateş, mozaik, beyin, siyah, yıldız, ağaç, brokoli, ot, üzüm... Bütün bu renkli dünyayı ise turkuvaz bir su kucaklamıştı. Tekneden indiğimde, aklımın deniz altındaki büyülü görüntülerin arasında kaldığını fark ettim.
Programda deniz altından sonra çölde gezinti vardı. Dört tekerlekli motosikletle, Sina’nın güneyinde kum tepelerini aşıp, Bedevi köylerini gezecektim. Hareket yerinde önce motosiklet hakkında teknik bilgiler aldım. Sonra rehber içinde büyük bir işe su, meyve ve sandviç olan yolluk torbasını verdi. Ağzımı toza karşı bandana ile kapatmamı tembihledi. Şapkamı kulaklarıma kadar indirdim. İlk molayı bir saat sonra vereceğimizi söyleyen rehberin peşine takıldığımda güneş tam tepedeydi.
Başlangıçta yolculuk epey romantikti. Kulağımda müzik, önümde uçsuz bucaksız çöl görüntüsü, kafamın içinde hoş hayaller... Ama sıcak giderek bunaltmaya başladı. Uçuşan kumlar tüm önlemlerime karşın gözüme, kulağıma, burun deliklerime doluşuyordu. İlk molayı verdiğimiz Bedevi çadırında, hemen bir gölgeliğin insafına sığındım.
Çadırda bize ikramı (su ve çay) erkek yapıyordu. Kadınlar ortalıkta görünmüyordu. Çocuklar ise bir tepsinin içindeki incik boncuğu bana satmaya çalışıyorlardı. Yüzyıllardan beri bu acımasız sıcağın altında, elektriksiz, susuz ve kimsesiz çölün ortasında yaşayan Bedevilere bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Başlangıçta bu yaşamı neden seçtiklerini anlayabilirdim ama hálá bu zorluklara neden katlanmaya devam ettiklerine anlam veremiyordum. Öldürücü sıcak, sessiz, kimsesiz ot bitmez bir çöl, toz duman bir çevre, her türlü olanaktan yoksun, bir yudum su için bir lokma yemek için bin zahmet...
DEĞİŞEN BEDEVİLER
Aslında bazı Bedevi köyleri yavaş yavaş modern dünyaya ayak uydurmaya başlamıştı. Sina Yarımadası’nda yaptığım geziler sırasında, bazı Bedevilerin çadırdan kerpiç evlere taşındığını, evlerin önündeki develerin yerini dört çeker jiplerin aldığını, damlarda çanak antenlerin sıralandığını gördüm. Yine de çölün ortasındaki devinimsiz yaşama bir anlam yükleyemedim.
Motosikletle çölde yaptığım yolculuk tam dört saat sürdü. Başlangıç noktasına döndüğümde tozdan görünmez hale gelmiştim. Bir de şortumun ve tişörtümün dışında kalan yerlerim kıpkırmızı olmuştu. O an bir şey duymuyordum ama akşam bunun acısının çıkacağını tahmin edebiliyordum.
Magic Life’tan içeri girdiğimde kendimi bir vahada zannettim. Müşteriler akşam yemeği hazırlığı için odalarına çekilmişlerdi. Denize kadar yürümeye üşendim. Mayomu giyip kendimi büyük havuzun serin boncuk mavisi sularına bıraktım. Denizden esen serin akşam rüzgarının, kollarımdaki ve bacaklarımdaki güneş yanıklarını okşamasına izin verdim.
Maceranın devamı, çöller, vadiler, resifler, yemekler haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2006
Eskişehir ile Ankara arasında yer alan Sivrihisar İlçesi, gerek eski sokaklarındaki tarihi eserleri, gerek ilginç portreleri, gerekse çevre köylerde sunduğu güzelliklerle sizi şaşırtacak. Baharın her tarafı rengarenk boyadığı bugünlerde, haftasonu için ilginç adresler arayanlara oldukça güzel bir rota. Çoğu kişi, Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’da doğduğunu bilmez. Bu yüzden Konya’nın Akşehir ve Eskişehir’in Sivrihisar ilçelerinin hısım sayıldığının da çoğu kişi farkında değildir. Demek ki Sivrihisar, Nasreddin Hoca’ya can veren, ilk kucağına alan, kulağına ismini ve kaderini fısıldayan yerdir.
Öyleyse bu hafta Nasreddin Hoca’nın peşine takılıp Sivrihisar’a gitmeli. Ama Hoca’dan öte Sivrihisar’ın başka güzelliklerine, farklı renklerine de hazırlıklı olmak gerek. İlçe merkezini güney hariç üç yandan çeviren, Sivrihisar’a adını veren kayalıklara mesela. Ya da antik Phryg kenti Pessinus üzerine kurulan, her evinde binlerce yıllık taşların kullanıldığı, hayvanların binlerce yıllık lahitlerden su içtiği Ballıhisar Köyü’ne. Bazılarının kurutulsun ve tarıma açılsın diye uğraştığı ama kuşdili de bilen bazı duyarlı insanların da desteğiyle yüzlerce kuş türünün inadına ötüştüğü Balıkdamı Kuş Cenneti de Sivrihisar’da. Zamanında önemli bir uçbeyliği olduğu için özellikle Selçuklulardan kalan camiler ve Sivrihisarlı kadınların düşlerini, acılarını, masallarını anlatan kilimler de...
Bağlı olduğu Eskişehir’e 100, Ankara’ya 135 kilometre uzaklıkta bir Orta Anadolu kenti Sivrihisar. Sanayinin pek gelişmediği, geçimini daha çok verimli tarım topraklarından sağlayan ilçenin merkez nüfusu 11 bin civarında. Belde ve köylerinde ise yaklaşık 22 bin kişi yaşıyor.
Sivrihisar’da Yoğurt Pazarı’nda eski bir evin kapısı, her geleni güzel bir rüyaya sürüklüyor. Kapının üstüne çizilmiş resimde, bakır rengi toprağın içinden gürültüyle bir tren gidiyor. Trenin vagonları kutu kutu; evler gibi. Her birinin pencereleri, perdeleri, kapısı var. Pencerelerinden sarı bir ışık fışkırıyor. Tren kapkaranlık bir tünelin ağzına yaklaşıyor. Bir köprünün üzerinden geçiyor. Altında bir ırmak akıyor çağıl çağıl, mavi mavi. Irmakta bir siyah kuğu süzülüyor, her şeyden azade. Eski evin kapısındaki bu resmin altında bir tarih ve imza: 1940, Sadık Kara.
AHŞAP DİREKLİ CAMİ
Saat sabahın dokuzu. Birazdan saat kulesi saati vurur. Aslında Sivrihisar çoktan uyandı. Terzi Ruhi Usta dükkanını açtı bile. Ağzında iğneler, boynunda mezura bir ceket teyelliyor. Ulu Cami’nin önündeki şadırvanın etrafına satıcılar dizili. Zerzevat satıyorlar. Her köyün ünlü bir ürünü var: Kepen kelemi (lahanası), Koçaş patlıcanı, Okçu fasulyesi, Hortu kabağı ve başka şeyler. Arkalarındaki Ulu Cami, Anadolu Selçuklularının 13. yüzyılda yaptığı, ahşap direkli bir mimarlık şaheseri, ilçenin zengin tarihinin en büyük tanığı.
Hemen ötede ise camisiz bir minare yükseliyor. Nasreddin Hoca şakası sanki... Ama öyle değil. Eskiden Kılıç Mescidi’nin minaresiymiş. Kılıç Mescidi yanınca camisinden yetim kalmış, şimdi kendi kendisinin minaresi. Öylece yükseliyor Yoğurt Pazarı’nın orta yerinde. Sivrihisar’ı seyrediyor. Merak edenlere "Bak yabancı burada eskiden bir mescit vardı; Kılıç Mescidi" diyor, etmeyenlere Nasreddin Hoca şakası.
Bir ses bütün Sivrihisar’a "hayırlı sabahlar" diyor: "Hayırlı sabahlar! Bugün 12 Eylül Pazartesi. Yeni günün başlamasıyla, hepinize sağlık ve mutluluk getirmesini dileriz. Belediye Başkanlığı." Karşıda saat kulesi dokuz kere vuruyor, iki dakika bekliyor, dokuz kere daha vuruyor. Yetmiş küsur yaşındaki saatçi Süleyman Usta arastadaki dükkanında rahat bir nefes alıyor. Süleyman Özenç, elli senedir, her beş günde bir ilçenin saatini kuruyor. Elli senedir her saat başı huzursuzlanıyor. Saat vurunca rahatlıyor. Sivrihisar Ulu Cami’de ve Yeni Cami’de, yaşları yüzyılı aşan saatlerin bakımıyla da o ilgileniyor.
TATAR KÖYLERİ
Sivrihisar’ı ve köylerini dolaşırken, Tatar köylerine uğramamak olmaz. Ortaklar, dört Tatar köyünden biri. Sarının, yeşilin, kırmızının, mavinin laciverdin, lilanın, pembenin, morun, kavuniçinin sarmaladığı bir köy. Bir Tatar düğünü yapılıyor. Renkler el işi kağıtlarından. Makaslar, tutkallar var. Kesiyor, yapıştırıyorlar. Bir horoz maketi renklerle telleniyor ama aslında damat telleniyor. Hem tatlı tatlı alay ediyorlar damatla, hem de "Renklendin, kabardın, erkek oldun" diyorlar. Daha doğrusu gelenek böyle diyor. Gelenek, bu tellenmiş horozun bir tepsiye yerleştirilmesini ve akşam herkesin bu tepsiyi eline alıp oynamasını söylüyor. Tatarlar bu geleneğe "horoz telleme" diyor.
Antik çağdaki adıyla Pessinus, bugünkü adıyla Ballıhisar Köyü ise tarihe ve antik zamanlara merak duyanları ağırlıyor daha çok. Ballıhisar, Sivrihisar ilçe merkezinin hemen yakınında. Köy müzesinde bekçilik yapan 36 yaşındaki Koray Faydacı: "Eskiden 220 hanelik köydü burası. Şimdi 70 hane var. Onların da çoğunda ya tek başına bir ihtiyar yaşıyor ya da ihtiyar karıkocalar." Roma, Bizans döneminden kalma pithoslar (büyük toprak küpler), ölenin yaşını, mesleğini, cinsiyetini söyleyen binlerce yıllık mezar taşları var. Aşağıda yıllar önce akmayı bırakan mitolojik Gallos Nehri’nin yatağı, her iki kıyısından yükselen mermer setlerle kendini belli ediyor.
HUZURLU BİR GEÇMİŞ
Sabah yola çıkıp, köy gezilerini erkenden tamamladıktan sonra ilçe merkezine dönenler için, ikindi vakti gezintileri Yoğurt Pazarı’ndan başlayıp Çağlapaşa Sokağı’nın sonunda, 1881 tarihli Surp Yerortyum Ermeni Kilisesi’ne bakan kulübesinde sona erer. Baki Amca’nın teneke kutularda yetiştirdiği çiçeklerin arasına yerleştirdiği rengarenk kumaşlar, metal plakalar, anahtarlar, çanlar, oyuncak bebekler, parti bayraklarıyla süslediği evi buradadır. "Ben böyleyim" diyor, "nerede güzel, renkli bir şey bulsam getiririm, duramam".
İşte böyle... Sivrihisar hüzünlü bir zamanı yaşıyor. İlçede neredeyse genç kalmamış. Nereye giderseniz sizi her biri birbirinden güzel, birbirinden hoş ihtiyarlar karşılıyor. Eskişehir, Eskişehir değilken bu civarın merkezi olan, Anadolu’nun en eski yerleşimlerinden Sivrihisar hem insanlarıyla, hem de Ulu Cami, Alemşah Kümbeti, Kılıç Mescidi’nin yalnız minaresi, muhteşem hat ve duvar resimleriyle Haznedar Camii, Kurşunlu Camii, Hoşkadem Camii, Yeni Cami ve Zaimpaşa Konağı ve antik zamanların tanıkları ile gezginleri huzurlu bir geçmişe davet ediyor. Eskişehir ile Ankara’nın arasında yer alan Sivrihisar’a yapacağınız bir hafta sonu gezisi sizi fazlasıyla mutlu edecektir.
NOT: Eğer Sivrihisar’a gitmeye niyetlenirseniz, Atlas Dergisi’nin mayıs sayısında Bülent Kule’nin yazdığı ayrıntılı röportajı okumanızı öneririm.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2006
Geçen hafta rehber arkadaşım Serdar Arnas’ın eşliğinde, 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olacak olan İstanbul’un Fener semtinde dolaştım. O dar sokakları arşınlarken ve semtin öyküsünü dinlerken, uzun yıllardan beri yaşadığım İstanbul’u hálá tam anlamıyla bilmediğimi fark ettim. Bir bu kadar yıl daha dolaşsam bu muhteşem kentin gizemini çözemeyeceğime inandım.
Fener semtinin zirvesinde kırmızı tuğladan yapılmış, Viktorya tarzı dev bir yapı vardır. Galata’dan Haliç’e doğru bakıldığında göze önce bu bina çarpar. 1882 yılında tamamlanan bu kırmızı yapıda, Yunanlıların Megali Skhola, yani Büyük Okul dedikleri Fener Rum Lisesi bulunur. Bizans sonrası Rum aristokrasisinin ünlü ailelerinin çocukları burada eğitim görmüştür. Okul hálá açıktır ama, sınıfları dolduracak kadar öğrencisi yoktur.
Eğer bu muhteşem binanın yanında durup, bugünkü Fener semtine bakacak olursanız şunları görürsünüz: Daracık sokaklar, çoğu yıkılmak üzere olan 3-4 katlı cumbalı, kagir evler. Bu yaşlı ve yorgun binalarda hálá yaşam sürmektedir. Yaşayanlar, evlerinin kırığını döküğünü, renkli badanalarla örtmeye çalışmışlardır. Onun için bu evler,
aşırı makyajla kırışıklıklarını örtmeye çalışan yaşlı kadınlara benzerler. Tüm bu manzaraya bakınca, Fener’in yoksul bir semt olduğunu hemencecik anlarsınız. Bu semtte hiç kimse yoksulluğunu saklama gayreti içinde değildir zaten.
Fener’in bugünü yoksuldur ama, geçmişi hiç de öyle değildir. Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre burası, "1500 yıllık tarihin sıkıştığı bir dünya tiyatrosudur." Sadece İstanbul’un değil, bütün Akdeniz dünyasının en önemli ve anlamlı mahallelerinden birisidir.
ZENGİN YAŞAMLAR
Fener, Bizans döneminde limanın, kalabalık, gürültülü, eğlenceli, her türlü yasadışı yaşamın sürdüğü bir semtti. Aynı zamanda da, bütün dünyayla kurulan ilişkilerin düğüm noktasıydı. Venedikli, Cenevizli tüccarlar, uzak Asya’dan ve Avrupa’dan gelenler, resmi veya gayriresmi işlerini burada hallederlerdi. Aya Yorgi Kilisesi’ne yerleşen Ortadoks mezhebinin merkezi olan İstanbul Patrikhanesi, Fener’e, ticaretin yanısıra önemli bir dinsel merkez olma özelliğini de kattı.
Okulun yanından bakarken gördüğünüz yoksul evlerin yerinde bir zamanlar, elçilik konaklarının, Cenova ve Venedik tüccarlarının, Rum zenginlerinin oturduğu, bütün Akdeniz dünyasının renk ve zevkini yansıtan şık evlerin bulunduğunu hayal etmekte zorluk çekeceğinizi tahmin edebiliyorum. Ama gerçek böyleydi. Tüm tarihçiler böyle kayıt düşmüşlerdi. Onlardan biri olan İlber Ortaylı semti şöyle anlatıyordu: "Fener, kabadayı kahvehaneleri, ünlü meyhaneleri, yedi iklim dört bucaktaki ülkelerin gelenekleri, dil kalıntılarıyla rengarenk bir semtti. Bugün İstanbul’un bir sefalet mahallesi görünümünde, oysa kentin canlı, neşeli bir merkezi olmaması için bir neden yok. En azından beton han ve apartmanların istila etmediği pitoresk bir mahalle görünümünü hálá koruyabildiği için..."
Bu yoksul semtin geçmişinde sadece görkemli konaklar yoktu. İnsanları da çok değerliydi. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm dış ilişkilerini, bu sokaklarda oturmuş olan Rumlar gerçekleştirmişti. Bu sokaklarda büyümüş olan Fenerli Rumlar, Osmanlı devlet yapısı içinde önemli görevler almışlardı. Bunlar için tarihe "Fenerliler" diye not düşülmüştü. Bu Fenerli beyler ve beyzadeler çok önemli yurtdışı görevleri üstlenmişlerdi.
Fenerlilere sağlanan bu ayrıcalığa, aldıkları eğitimin, birkaç dil bilmelerinin yanı sıra bir kalleşliğin de neden olduğu öne sürülüyordu. Bir söylentiye göre bu semtte oturan soylular, bir altın tepsi içinde kentin anahtarını gizlice Fatih’e sunmuşlar ve bağlılık yemini etmişlerdi. Yani Bizans’ı arkadan hançerlemişlerdi.
Bazı kaynaklar ise bu ihanet öyküsü yerine, bir kahramanlık destanı anlatıyorlardı. Bu kaynaklara göre, kentin düştüğünü bilmeyen Fenerliler, semtin sokaklarında Yeniçerilerle göğüs göğüse dövüşmeyi sürdürmüş, bu yüzden yokuşlardan aşağıya oluk oluk kan akmıştı.
Eğer Fener’in yoksulluğunu seyrettiğiniz Rum lisesinden biraz daha yukarı tırmanırsanız, kırmızı badanayla boyanmış bir kilise ile karşılaşırsınız. Asıl adı Kutsal Meryem Kilisesi olan bu kilisenin diğer adı da "Kanlı Kilise"dir. Bu adı almasının nedeni de, önündeki yokuştan oluk oluk akan kanlardı.
Aslında bu kilisenin hüzünlü bir öyküsü vardı. İmparator Mikhail Palaiologos, gayrimeşru kızı Maria’yı Moğol Hanı Hülagu ile evlenmesi için İran’a göndermişti. Prenses Moğol başkentine ulaşmadan Hülagu ölünce, onun yerine oğlu Abaka ile evlendi. Sarayda 15 yıl kadar yaşadı. Abaka kardeşi tarafından öldürülünce Maria Konstantinopolis’e dönmek zorunda kaldı. Bu kiliseyi onartıp, burada inzivaya çekildi. Fenerliler ona "Moğolların Meryemi" adını taktılar. Fetihten sonra Fatih bu Fenerlilerin kiliselerini kullanmaya devam etmelerini emreden bir ferman yayınladı. Sonraki padişahlar da bu hakkı tanıdılar. Eğer bu kiliseye giderseniz bu fermanları görebilirsiniz.
FENER’İN KADINLARI
Fener’in renkli badanalarla, kırığı döküğü saklanmaya çalışılmış yoksul evlerinin geçmişini, 1854 yılında İstanbul’a gelen gezgin Theophile Gautier şöyle anlatıyordu: "Taş evler güzel mimari üslubundadır. Bu evlerin çoğunda, merdiven biçiminde kesilmiş konsollara ya da kıvrıntılı dirseklere dayalı güzel balkonlar vardır. Daha eski olan başka evler yarı kale, yarı sivil yapı olan küçük ortaçağ konaklarını hatırlatır..."
Piyer Loti ise "Aziyade" adlı romanında Fener’i yere göğe sığdıramıyordu: "Rumların Noel Yortusu’ydu. Tüm Fener bir festival yeriydi sanki. Her boyda ve renkte lambalar ve kağıttan değirmenler taşıyan çocuklar kapıları çalıyor, davul sesleri seranadlara karışıyordu. Bizans zamanından kalma eski kapılar açıldığında Paris elbiseleri giymiş genç kızlar beliriyor ve müzisyenlere bakır paralar atıyorlardı..."
Söz kadınlardan açılmışken Fener’de yaşayan kadınları araştırmacı Jak Deleon şöyle tanımlamıştı: "Fener’de oturan soylu Rum ailelerinin kızları, şıklıkları ve kibarlıklarıyla nam salmıştır. Tümü de kültürlüdür. Bunların arasında Lord Byron’ın şiirlerini İngilizce’den Rumca’ya çevirenler bulunmaktadır..."
Fener, insanları, konakları kadar eğlence dünyasıyla da ünlüydü. Reşat Ekrem Koçu, İstanbul’un en önemli gedikli meyhanelerinin burada olduğunu belirtmiş, bugüne hiçbir izleri kalmayan bu eğlence yuvalarını şöyle sıralamıştı: Sukiyas, Gümüş Halkalı, Kamburoğlu, Tanaşaki, Sakızlı ve Kafesli. Ayrıca 18. yüzyıl İstanbul’unun en büyük ve en meşhur gazinosu da Fener sahilindeydi. Üsküdarlı Aşık Razi bu gazino için şu mısraları yazmıştı: "İskele başındaki gazinonun / Methini duydum da gittim Fener’e / Selsebil olmuş ülfet muhabbet / Çıkamaz içine giren bir kere."
ÇAPKIN BEYLER
Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde bu gazinoyu şöyle anlatmıştı: "İstanbul’un hovarda meşrep, çapkın beyleri Kağıthane alemleri için burada toplanıp buluşurlar, kafayı çektikten sonra Fener iskelesinden kayık ve sandallara binip Kağıthane’ye giderlerdi. İstanbul’un en namlı hanende ve sazendeleri buraya gelip çalar, okurlardı. Şöhreti şehrin her tarafına yayılmış bir gazino idi..."
Fener’in meyhaneleri, gazinosu kadar bıçkın kayıkçıları da ünlüydü. O dönemde Haliç’te vapur seferleri yapılmadığı için, iki yaka arasındaki ulaşım kayıklarla sağlanıyordu. Kayıtlara göre o dönemde Fener iskelesine bağlı 78 kayık ve 78 kayıkçı neferi vardı. Bunların 36 tanesi Müslüman, 42’si ise gayrimüslim idi. Üsküdarlı halk şairi Aşık Razi, 1880’de yazdığı bir şiirde, bu kayıkçıları şöyle anlatmıştı: "Gayet ile süslüdür Fener’in kayıkları / Sarhoşlara mahsustur taşımaz ayıkları / Fener’in kayıkçısı pedimu ya palikar / Pekçe vursa topuğunu iskelesini yıkar..."
Semtin şöhreti ve neşesi, 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra yavaş yavaş sönmeye başladı. Önce zengin Rum aileleri Yeniköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Tarabya ve Adalar’da yaptırdıkları köşk ve konaklara göç ettiler. 1940 yılından sonra da geride kalan Rumlar çekip gitti. Onlardan boşalan yerlere, Anadolu’dan İstanbul’a göç edenler yerleşti. Fener bundan sonra sosyal açıdan önemli değişimlere uğradı. Giderek yoksullaştı, süslerini, eğlencesini teker teker yitirdi. Şimdilerde evler onarılıp, eski görkemli görüntülerine kavuşturulmaya çalışılıyor.
İstanbul keşfedilmekle bitmiyor. Gezdikçe, dinledikçe, okudukça ne kadar gizemli, ne kadar muhteşem bir kent olduğunu gözler önüne seriyor. Yıllarca önünden geçip gittiğim semtin öyküsünü okuduktan, Kanlı Kilise’yi, Rum Okulu’nu, Aya Yorgi’yi, tarihçi Moldavya Prensi Dimitri Kantemir’in şimdi çöplüğe dönmüş sarayını, sahildeki "portatif" Bulgar Sveti Stefan Kilisesi’ni, balkonlarında çamaşırların uçuştuğu evleri, daracık sokakları gördükten sonra, İstanbul’u ne kadar az tanıdığımı fark edip utandım.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2006
Tatil için plan yapma zamanı geldi. Geçen hafta tatilini ilginç rotalarda keşif yaparak geçirmeye niyetlenenlere çeşitli güzergahlar sunmuştum. Bu hafta da rota önerilerime devam edeceğim. Bu rota üstünde görülmesi gerekli yerleri, çevreyi ve yiyip içme olanaklarını sizlere anlatmaya çalışacağım. Tabii bu rotadan arada bir sapıp kendi keşiflerinizi de yapabilirsiniz. İyi yolculuklar ve heyecanlı keşifler diliyorum.
İZNİK’TEN BEYPAZARI’NA
Osmanlı’nın izinde
Rotanın başlangıç noktası olarak İznik Gölü’nü seçtim. Eski adı Nikaia olan İzmit, gerek Selçuklular gerek Bizanslılar gerekse Osmanlılar döneminde önemli bir kent olmuştu. Burada görülecek ve gezilecek çok yer olduğu için hızlı davranmak zorundasınız. Çünkü rotamız bir hayli uzun.
Önce ilçenin ortasında, Hıristiyanlık aleminde çok önemli kararların alındığı Ayasofya Kilisesi’ni gezmenizi öneririm. Sonra sırasıyla Hacı Özbek Camii, Süleyman Paşa Medresesi, minaresi çinilerle kaplı olan Yeşil Cami, Nilüfer Hatun İmareti, İznik Müzesi, surların antik kapıları görülebilir.
Sonra direksiyonu Pamukova’ya doğru kırıp, Çerkesli, Mekece, Bayat, Kozan, Bozören köylerini geçip, Adapazarı’nın Geyve ilçesine varacak, buradan Taraklı istikametine doğru sapacaksınız. Kah ovadan kah tepelerden kah kiraz ormanlarından geçip giden düzgün bir yol sizi güzel görüntülerin içinden aşırıp, eski bir Osmanlı kasabası olan Taraklı’ya götürecek. Eski ahşap evlerin arasında dolaşırken, kendinizi zaman tünelinden geriye gitmiş gibi hissedeceksiniz.
Taraklı’dan sonraki durakta Göynük var. "Türbeler Diyarı" olarak da bilinen Göynük, eski bir Osmanlı yerleşim yeri. Fatih’in hocası Akşemseddin’in türbesi burada. Bazıları onarılmış, bazıları yılların insafına bırakılmış olan eski evler Göynük’ün süsleri. İlçenin zirvesinde ise Zafer Kulesi yer alıyor.
İlçede dolaştıktan sonra, biraz ilerideki Sünnet Gölü’nün kıyısında yorgunluk atabilirsiniz.
Sonra Hacımusalar, Çavuşderesi üstünden Mudurnu’ya varacaksınız. Burası da eski bir yerleşim yeri. Çay kıyısına sırlanmış yorgun Mudurnu evleri, size buradaki geçmiş yaşamlar hakkında önemli ipuçları sunacak. Mudurnu’dan sonra Nallıhan’a doğru direksiyon kıracaksınız. Trafiği az, yeşilliği fazla olan bu yol sizi önce Nallıhan’dan geçirecek, sonra Sarıyar Barajı’nın kıyısına getirecek. Eğer mevsiminde oraya giderseniz, buradaki Kuş Cenneti’nde değişik türden kuşları izleme fırsatını bulabilirsiniz.
Nallıhan-Beypazarı arasındaki dağların küf yeşili, bakır kırmızısı renkleri sizi oldukça şaşırtacak. Burada sık sık durup fotoğraf çekeceğinizi biliyorum. Rotanın son durağındaki Beypazarı, yörenin en güzel kasabalarından biri. Eski evlerin çoğu onarılmış. Tarihi çarşıda, unutulmaya yüz tutmuş bir sürü sanatın hálá icra edilmekte olduğunu görüp şaşıracaksınız. İnözü Vadisi’ndeki duvar mağaraları ise size başka ilginç görüntüler sunacak. Beypazarı’nda bol bol fotoğraf çekmeyi ihmal etmeyin.
YEME-İÇME
İznik Gölü’nün kıyısındaki lokantalarda, gölden veya Sakarya Nehri’nden tutulan sazan tavanın ve yayın şişin tadını kolay kolay unutamayacaksınız. Göynük’te, Sünnet Gölü’nün kıyısındaki tesislerde, keşli cevizli ev eriştesi, süzme yoğurt ve kızılcık tarhanası yemenizi öneririm. Ayrıca tarhana, keş ve erişte almayı da ihmal etmeyin. Mudurnu’nun saray helvasının çok lezzetli olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Eşe dosta hediye emek için bagaja birkaç kutu koymakta yarar var. Beypazarı’nda ise büyük bir ziyafet sizi bekliyor: Akpüskül üzümünün narin yaprağından yapılan sarma, güveç, çiğ börek benzeri Yarımca, Oğmaç çorbası, 80 katlı baklava, höşmerim, perçem... Hepsi birbirinden lezzetli yemekler. Beypazarı’nın simgesi ise galeta benzeri bir yiyecek olan "kuru". Ondan bol bol almayı sakın unutmayın.
BODRUM’DAN DİDİM’E
Hem tarih hem tatil
Bu rota Bodrum’dan başlayıp, yine Bodrum’da sona erecek. İlk olarak Bodrum kalesini gezmenizi öneriyorum. Sonra Milas’a doğru yol alacaksınız. Antik dönemdeki ismi Mylasa olan Milas, Helenistik ve Roma dönemlerinde Karia’nın en önemli iç kentlerinden biriydi. Burada antik dönemden kalma iki tapınak kalıntısını, iyi korunmuş bir Roma kapısını, Gümüşkesen adıyla bilinen muhteşem bir Roma anıtmezarını gezdikten sonra, Bafa Gölü’ne doğru yola devam edeceksiniz. Yoldaki tabelaları dikkatli okumanız gerekiyor. Çünkü biraz sonra önünüze çıkacak olan antik Eurosmos sapağını gösteren tabelayı kaçırabilirsiniz. Burası Karia’nın en önemli kentlerinden biriydi.
Toprak yol sizi doğruca Zeus Tapınağı’nın yanına götürecek. Daha sonra zeytin ağaçlarının arasına gizlenmiş kalıntıları görüp, Bafa Gölü’ne doğru yolculuğa devam edeceksiniz. Göle yaklaşırken Gölyaka, Kapıkırı tabelasından sapıp antik Herakleia kentine varacaksınız. Beşparmak Dağları’nın eteğindeki kalıntılar, özelikle dev yuvarlak taşların görüntüsü sizi şaşırtacak. Ayrıca buradan gölün çok güzel fotoğraflarını çekebilirsiniz.
Sonra tekrar ana yola çıkıp, gölün güney kıyılarını aşıp dosdoğru Didim’e gideceksiniz. İsterseniz Akköy sapağında Miletos’a doğru bir dönüş yapıp, "Büyük Kentlerin Anası" diye adlandırılan antik kenti gezebilirsiniz. Buradaki muhteşem kalıntılar sizi tarihin çok eskilerine kadar götürecektir.
Sonra tekrar Didim yoluna çıkıp, 22 kilometre süren bir yolculuktan sonra, Didyma antik kentindeki Apollon Tapınağı’nı ve diğer kalıntıları görebilirsiniz. Bundan sonraki yolculuğunuz kıyı kıyı devam edecek. Yol üstündeki köyleri sıralarsam sanırım kaybolmadan gitmenize yardımcı olurum. Didim’den sonra Denizköy, Akbük, Gürçamlar, Taşlı, Zeytinlikuyu ve Kıyıkışlacık. Burada bir süre durup Iasos antik kenti kalıntılarını gezeceksiniz. Sonra tekrar ana yola çıkıp başlangıç noktası Bodrum’a döneceksiniz.
SELÇUK’TAN AKHİSAR’A
Lezzetin peşinde
İzmir’den Selçuk’a gelirken sağ tarafta zirvede gördüğünüz kale Keçi Kalesi’dir. Bizans döneminde yapılmıştır. Selçuk girişinde Tire’ye doğru sapıp, Küçük Menderes Ovası’ndaki yolculuğunuzu başlatabilirsiniz. Ağaçlıklı, yeşil bir yol sizi antik dönemde adı Thyrea olan Tire’ye ulaştıracaktır. Tire, hem Bizans hem de Osmanlı döneminde bölgenin en önemli yerleşim yerlerinden biriydi. Burada gezeceğiniz tarihi yapıları şöyle sıralayabilirim: Yahşi Bey Camii, Ulu Cami, Bedesten, Neşetoğlu Konağı. Ayrıca eski sokakları, unutulmaya yüz tutan sanatların hálá icra edildiği çarşıyı mutlaka gezmek gerekir. Salı ve cuma günleri kurulan pazar yeri de ilginç görüntüler sunar.
Tire’den sonra, Ödemiş’te bir tur atıp, 8 kilometre ötedeki Birgi Köyü’ne ulaşacaksınız. Köyün geçmişi Bizans’a dayanır. Birgi’nin en önemli iki eseri Ulu Cami ile Çakır Ağa Konağı’dır. Ayrıca dere boyuna sıralanmış taş evler de görülmeye değer. Birgi, mutlaka görülmesi gereken köylerden biridir.
Birgi’den sonra, Salihli istikametine doğru Bozdağ tırmanışı başlar. Virajlı yoldan yedi kilometre kadar yol aldıktan sonra, görüntüye giren Gölcük Gölü sizi kendine davet edecektir. Yolu biraz uzatıp göle doğru sapın, pişman olmazsınız.
ALTIN SARDES
Gölü çepeçevre dolaştıktan sonra tekrar Bozdağlar’a dönüp, şaşırtıcı manzaraları aştıktan sonra Salihli’ye doğru ineceksiniz. Burada Lydia’nın başkenti "Altın Sardes" sizi bekliyor. Kent kalıntıları, muhteşem Gymnasion, Artemis Tapınağı, Kybele Tapınağı, Sardes Sinagogu sizi şaşkınlığa uğratacaktır.
Sart kalıntılarını gezdikten sonra, direksiyonu Akhisar istikametine doğru kıracaksınız. Bu yol sizi, adını Lydia krallarına ait tümülüslerden alan "Bin Tepe" adlı bölgeye götürecek. Burada gördüğünüz her yükseltinin bir kral mezarı olduğunu unutmayın. Bunların içinde en büyük olanı, 355 metre çapında ve 73 metre yüksekliğindeki Alyattes’in mezarıdır. Herodotos bu tümülüsü, "Mısır ve Babil’deki anıtlar bir yana, öyle bir anıt varır ki, bilinen bütün öbürlerini aşar" diye tanımlar.
Yol, Marmara Gölü’nün kıyısından, yeşil tarlaların ve kral mezarlarının arasından geçip Akhisar’a ulaşır. Buradan sonra "evli evine köylü köyüne" misali dileyen dilediği istikamete doğru direksiyonunu kırabilir.
YEME-İÇME
Tire’de Kaplan Köyü’ne tırmanıp, Kaplan Restoran’a (Lütfü ve Hürmüz’ün yeri) giderseniz, otlardan yapılmış çok lezzetli yemekler yiyebilirsiniz. Mönü otlarla kısıtlı değil, keşkek, Tire kebabı da ihmal edilmeyecek tatların arasında. Tireliler kahvaltıda tandır ve tandır suyuyla yapılmış pirinç çorbası yerler. Bu değişik kahvaltıyı denemek isterseniz, sabah çok erkenden çarşının yolunu tutmanız gerekecek. Tire’nin sucuğu, tatlı lor peyniri de oldukça lezzetlidir. Bagajda bunlar için yer açmanız gerekir. Ödemiş’in "Yağlı Kebabı"nın da mutlaka tadına bakmalısınız. Salihli’nin meşe odunu közünde ızgara edilen "Odun Köftesi"nin lezzeti de dillere destandır. Gölmarmara’nın çıkışındaki lokantalarda taze göl balıklarını yemek mümkün. Akhisar’a kadar gelip de köfte yememek olmaz. Ben tercihimi Ramiz’den yana kullanıyorum. Onun köftesinin yanı sıra, salata büfesi de yabana atılacak cinsten değil.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2006
Tatil planları yapmanın tam zamanı. Önümüzdeki tatil fırsatlarında nerelere gidilecek, nereler gezilip görülecek, hangi gizli cennetler keşfedilecek? Tüm bunların düşüncesi bile insanı heyecanlandırıyor. Nasıl bir tatili tercih ediyorsunuz? Güneşin altında tembel tembel yatmayı, serin lacivert sularda kulaç atmayı, gölgeliklerde kitap okumayı mı seversiniz. Veya arabanıza atlayıp, o dağ senin bu ova benim diyerek, rotaların peşinde koşmak mı hoşunuza gider. Uzak diyarlardaki kentleri, kasabaları, kıyıları, lezzetleri keşfetmek de bir başka seçenek. Hatta hiçbir yere gitmeyip, evinizin bahçesinde veya balkonunda, bulutları, kuşları, gelip geçeni seyretmek de tercihiniz olabilir. Tatil olsun da nasıl olursa olsun. Tembellikten daha güzeli var mı? Ben bu hafta, tatilini yollarda keşfetmekle geçirmek isteyenlere yardımcı olmaya çalışacağım. Aslında "yol yapmak" için en ideal aylara girdik. Yollar bu mevsimde inanılmaz güzel tablolar sunar. Ben bu mevsimde yollarda olmaya hem bayılırım hem çekinirim. Bayılırım çünkü, uyanan doğayı seyretmeye doyamam. Çekinirim çünkü, etrafı seyretmekten dikkatimi yola vermekte zorlanırım, kaza yapacağım diye korkarım. Bu yazımda sizlere ilginç rotalar önereceğim. Nasıl gidersiniz, neler görürsünüz, nerede ne yiyip içersiniz gibi soruların yanıtlarını vermeye çalışacağım. Diğer rotalar haftaya kaldı.
ÇANAKKALE - FOÇA
Hem tarih hem lezzet
Bu rotanın üstünde oldukça ilginç görülecek yerler ve lezzet durakları var. Çanakkale’den İzmir istikametine doğru giderken ilk olarak İntepe’ye doğru sapıp, Hektor’un mezarı olduğu öne sürülen tümülüsü görebilirsiniz. İntepe’den sonraki durakta ünlü Troya harabeleri var. Bu geziye çıkmadan önce, Homeros’un İlyada Destanı’nı okumanızı, hatta kitabı yanınıza almanızı öneririm. Çünkü rotanız destanın anlattığı yerlerden geçecek. Troya’da kalıntılarını gezerken, burada işin içine Tanrıların da katıldığı savaşın seslerini duyar gibi olacaksınız. Antik duvarlardan birinin üstüne oturup, İlyada’da savaşın anlatıldığı bölümden birkaç dize okumak, size bir başka keyif verecektir.
Sonra kıyı yoluna sapıp (Gülpınar istikameti), Assos’a doğru direksiyon kırabilirsiniz. Geyikli’yi geçtikten sonra önce Alexandreia Troas antik kentinin harabelerini, sonra bölgenin en eski kenti Neandreia ören yerini gezebilirsiniz. Gülpınar’dan sonra önünüze Apollon Smintheus Tapınağı çıkacak. İlyada Destanı’nın açılış konusu olan Akhilleus ile Agamemnon’un bu tapınakta kavga ettiği öne sürülür.
Tapınaktan sonra Baba Burnu’nda tarihi Osmanlı kalesini görüp, limanda bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra yola devam edebilirsiniz. Zeytin ormanlarının arasından kıvrıla kıvrıla giden yol sizi Behramkale Köyü’ne götürecektir. Zirvedeki Athena Tapınağı’ndan, Ege’yi kuşbakışı seyretmenin keyfine doyum olmaz. Hele güneş batarken orada olursanız, unutamayacağınız anlar yaşayacağınıza emin olabilirsiniz.
Yola devam etmeden önce kıyıya inip, Assos’un antik limanını mutlaka görmek gerekir. Assos’tan sonra yine kıyı yolundan Küçükkuyu istikametine doğru gidip, Tanrıların sığınağı İda (Kaz) Dağları ile kucaklaşabilirsiniz. Burada Zeus’un Troya Savaşı’nı izlediği tepede bin pınarlı İda’nın sesini dinleyebilir, Sarıkız Zirvesi’ni ve Tahtakuşlar Köyü’ndeki etnografya müzesini gezebilirsiniz.
Sonra kıyı yolunu izleyerek Akçay, Edremit, Ören üzerinden Ayvalık’a varacaksınız. Türkiye’nin en lezzetli zeytinyağlarının üretildiği bu ilçe, aynı zamanda da önemli bir turizm merkezidir. Burada eski Ayvalık’ın dar sokaklarında gezinmenizi, Cunda Adası’nda eski Rum evlerinin süslediği sokakları ve Taksiyarhis Kilisesi’ni görmenizi öneririm. Bir de Ayvalık’ın en yüksek yeri olan Şeytan Tepesi’ne çıkıp, oradan adalara bakarak güneşi batırmayı ihmal etmeyin.
Ayvalık’tan sonraki durakta Bergama var. Burayı gezmek için epey bir zaman ayırmak gerektiğini aklınızdan çıkarmayın. Zirvedeki antik Bergama Tiyatrosu, antik tıp merkezi Asklepion, Kızılavlu Tapınağı, 1398’de yapılan Ulu Camii, Yortamlı Barajı’nın yutacağı Alinoi size ilginç görüntüler ve öyküler sunacaktır.
Rotanın son durağında ise Eski Foça var. Yüzyıllar öncesinin önemli limanı olan çok kültürlü Foça, tadına doyum olunmayan küçük ilçelerden biridir. Kordonboyu’nda yürürken göreceğiniz eski taş binalar sizi kendisine çekecektir.
YEME-İÇME
Bu rota görülecek yerler kadar, yeme içme konusunda da zengin. Örneğin Troya’dan Assos’a giderken, yol üstündeki Dalyan Köy’de Osman’ın yerinde, Ege’ye karşı taze balık yiyebilirsiniz. Ezine’ye uğrayıp lezzetli beyaz peynirlerinden almanızı da öneririm. Kaz Dağları’nda, Çamlıbel’deki Zeytinbağı Oteli’nde, Erhan Şeker’in yöre otlarından pişirdiği yemeklerin lezzetini unutamayacağınızı söyleyebilirim. Edremit’ten geçerken zeytin ve sepet peyniri almayı ihmal etmeyin. Ayvalık Cunda sahilindeki lokantalar, meze konusunda adeta birbirleriyle yarışırlar. Hepsi lezzetli şeyler yaparlar ama benim favori mekanım Nesos’tur. Orada mevsim otlarıyla yapılan mezelere, balıklara doyum olmaz. Tabii sabah kahvaltısında, Taş Kahve’nin önüne oturup, teneke tulumu ile yapılmış "Ayvalık Tostu"nu yememek olmaz. Ayvalık’tan ayrılmadan bagajınıza küçük bir teneke sızma zeytinyağı koymayı da sakın unutmayın. Bergama’da köfteci Pala’nın kimyonlu köftelerinin tadına mutlaka bakmalısınız. Eski Foça’da ise Celep’in Yeri’nde en taze balıkları ve mezeleri yiyeceğinizden emin olabilirsiniz.
KAPIDAĞI
Manzaralı rota
Rota antik Arteke kentinin yerine kurulan Erdek’ten başlıyor. Bu rota az bilinen Kapıdağı Yarımadası’nın tüm güzelliklerini gözler önüne seriyor. Kent parkında sergilenen birkaç tarihi parçadan başka görülecek bir şey olmayan Erdek’te fazla oyalanmadan, Ocaklı-Narlı istikametine doğru direksiyon kıracaksınız. Marmara Denizi’nin kıyılarını izleyen bu yol, özellikle bahar aylarında tablo gibi güzel manzaralar sunuyor. Deniz kıyısındaki balıkçı köyleri olan Narlı, İlhan, Doğanlar, Turan, Ormanlı, Ballıpınar, Çayağazı, Çakıllı, Karşıyaka ve Hamamlı’yı dolaşıp turu tamamlayacaksınız. Bu turunuzda size tepeleri süsleyen katırtırnakları, gelincikler, papatyalar ve çam ağaçları eşlik edecek. Kıyıdaki köylerde küçük balıkçı lokantalarında taze balıkla karnınızı doyurmak mümkün.
AFYON - AKŞEHİR
Gölden göle
Bu rotanın başlangıç yeri Afyon. Bu kentin zirvesindeki kaleyi gezerek yolculuğu başlatabilirsiniz. Sonra bir zamanlar Bizans’ın mermer ocağı olan Şuhut’u geçip, Vişne ormanlarının arasından (Bozdurmuşbeli, Barla), Eğirdir Gölü’nün küçük çanağı olan Hoyran Gölü’ne varacaksınız. Bu yola girdikten sonra fotoğraf makinenizi hazırda tutun, çünkü çok güzel manzaralarla karşılaşacaksınız. Yol yedi renkli Eğirdir Gölü’nün kıyısından kah tırmanacak, kah göl hizasına inecek ve sizi Eğirdir ilçesine ulaştıracak.
Eğirdir oldukça gelişmiş, derli toplu bir yerleşim yeri. Burada Selçuklu medresesini, Hızır Bey Camii’ni, Yeşilada’daki Ayastafonos Kilisesi’ni gezebilirsiniz. Antalya yolu üstündeki küçük Kovada Gölü’nün bulunduğu milli parkta, orman içindeki parkurda yürüyüş yapıp, bisiklete binebilirsiniz. Bu park kamp kurmak için de çok idealdir. Daha sonra Çandırlı istikametine doğru gidip, Yazılı Kanyon’un vahşi güzelliği ile karşılaşacaksınız. Bu arada Karacabey Baraj Gölü’nün sunduğu güzellikler de sizi sarıp sarmalayacak.
Buradan tekrar geldiğiniz istikamete doğru döneceksiniz. Sütçüler, Ayvalı, Aksu, Yenişarbademli üstünden Türkiye’nin 3. büyük gölü Beyşehir’e varacaksınız. Burası Eğirdir gibi kendini çok ele vermiyor. Sazlıkları aşıp gölün kıyısına ulaşabilmek için epey dönüp dolaşmanız gerekecek. Alaeddin Keykubat döneminde bölgenin en önemli şehirlerinden biri olan Beyşehir, ilçeden çok büyük bir kenti andırıyor. Burada Eşrefoğlu Camii görülmesi gerekli tarihi eserlerden en önemlisi. Diğer görülecek yerleri ise şöyle sıralamak mümkün: İsmail Aka Medresesi, Taş Medrese, Demirli Mescit ve Köşk Köyü Mesciti.
Beyşehir’den sonra gölün doğu kıyısından, Şarkikaraağaç istikametine doğru direksiyon kıracaksınız. Yol sizi Yalvaç’a kadar götürecek. Burada Kral I.Antiokhos’un kurduğu antik kentin görkemli görüntüsü sizleri şaşırtacak.
Yalvaç’tan sonra, Nasrettin Hoca’nın maya çalmaya kalktığı ünlü Akşehir Gölü karşınıza çıkacak. Burada önce Hoca’nın türbesini gezmek gerek. Daha sonra ilçenin arka sokaklarında eski sokaklarında, bu sokakları süsleyen eski evlerin arasında dolaşabilirisiniz. Burada 1510 yılında yapılan İmaret Camii, 1213 tarihli Ulu Camii, önemli bir Selçuk yapısı olan Taş Medrese görülmesi gereken yerlerin arasında yer alıyor. Hoca’nın maya çaldığı göl kıyısına ulaşmak, gölü yakından görmek oldukça zor. Eğer patika yollardan birisini bulabilirseniz şansınızı deneyin.
Rotanın son gölünde ise Eber var. Bu göle köyün içinden geçip (sora sora) ulaşabilirsiniz. Şansınız varsa çevrede ilginç kareler yakalayabilirsiniz.
YEME-İÇME
Bu rota, görüntü olarak sunduğu zenginlikleri yeme içme konusunda pek sunmuyor. Afyon’da kaymaklı sade ve vişneli ekmek kadayıfı, sucuk döneri yiyebilirsiniz. Eğer sucuğu seviyorsanız Afyon’dan birkaç kangal almayı ihmal etmeyin. Eğirdir Gölü’nün kıyısındaki lokantalarda ise levrek böreği ve sazan tava yemenizi öneririm. Beyşehir’de Konya’nın damakları çatlatacak kadar lezzetli etli ekmeğini bulmanız mümkün.
Yazının Devamını Oku