Bu kez Amerika’nın kuzeyinde, Kanada sınırındaki "Istakoz Dünya Başkenti" Maine Eyaleti’ne gittim.
Tepemde gri bulutlar ve dinmek bilmeyen yağmur eşliğinde şirin balıkçı kasabalarında, sessiz köylerde, ıslak ormanlarda dolaştım. Dünyanın en lezzetli ıstakozlarını doya doya yedim.
Bu sefer New York’a gitme bahanem, kızımın yüksek lisans diploma törenine katılmak ve evini taşımasına yardımcı olmaktı. Serin, yağmurlu, gri giyinmiş bir New York bizi (eşimi ve beni) karşıladı. Arapsaçına dönmüş trafiğin içinde, yavaş yavaş ilerleyen taksinin penceresinden gördüklerim, öncekilerle aynıydı: Gökdelenlerin gölgelediği sokaklar, damları bulutlara değen yüksek binalar, "Z" ler çizerek binaların ön yüzünden aşağıya inen yangın merdivenleri, bir ellerinde karton bardaklarda kahve veya kola, diğer ellerinde ya laptop veya evrak çantası taşıyan aceleci kadın ve erkekler, kulakları sağır eden siren sesleriyle trafiği yarmaya çalışan cankurtaran, itfaiye, polis arabaları...
New York’taki bu görüntülerle ilk kez 1980 yılında tanışmıştım. İnşaatlarda, benzin istasyonlarında gece gündüz çalışmayla geçen zorlu yıllardı. Sonra kaç kez daha geldim bu kente unuttum.
Ben kentleri yürüyerek tanımayı tercih edenlerdenim. Yürüdükçe daha iyi görüyorum, daha iyi tanıyorum. Yalnız her geçen yıl dayanıklılığım biraz daha azalıyor. Ayaklarım artık daha çabuk isyan bayrağını çeker oldu. New York sokakları, yürüyüşçülere karşı fazla eli açık değil aslında. Onlara, yorgunluklarını gidermeleri için olanaklar sunmuyor. Örneğin, pek rahat olmayan banklara rastlamak bir mesele. Rastladığınızda da genellikle dolu oluyor. New York’ta bir banka oturup, etrafı seyretmekten oldum olası çok keyif alıyorum. Önümden sanki bütün dünya akıp gidiyor: Çinli’si, Japon’u, Güney Amerikalı’sı, Avrupalı’sı, siyahı, beyazı, akıllısı, çılgını, güzeli, çirkini... Onlara bakıp çeşitli hikayeler uyduruyorum.
Bu ve bundan sonraki yazıda size New York’u anlatmayacağım. Sanırım daha önce birkaç kez anlatmıştım. Yukarıda da belirttiğim gibi kentte değişen pek bir şey yok. Bu kez yeme-içme keşiflerimden söz etmeye çalışacağım. Lokantaları, sokak yemeklerini, barları, şarküterileri, pazarları...
YEME-İÇME KEŞİFLERİ
25 bin lokantanın, bir o kadar şefin var olma savaşı verdiği bu kentte, bir yerleri keşfetmenin epey zor olduğunu biliyorum. Ben bu gezimde, yaptığım keşiflerin veya damağı kuvvetli arkadaşlarımın verdiği listelerin peşine düştüm.
Diploma töreninden sonra, eşyaları toparlama, yeni evi gözden geçirme gibi işleri anne-kıza bırakıp, yazı konusu bulabilmek için Kanada sınırındaki "Dünya Istakoz Başkenti" Maine Eyaleti’ne doğru yola çıktım. Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar, kah bardaktan boşalan kah çiseleyen yağmur da bu yolculukta peşime takıldı.
Yemyeşil ormanların arasından uzanıp giden bir yoldu. Aslında bu yolu sonbaharda geçmenin doyumsuz olacağını biliyordum. Kavak, huş, ceviz, akağaç, meşe, kestane, kızılcık... Hangi cins ağacı arasan bu ormanlarda vardı. Onların yaprakları sonbaharda altın sarısına, portakal turuncusuna, kiraz kırmızısına boyanıyor, ortaya doyumsuz bir tablo çıkıyordu.
Kalacağım Ogunquit, Maine Eyaleti’nin okyanus kıyısındaki onlarca şirin kasabasından biriydi. Eski bir malikane olan otelim, deli dalgalarla kıyıyı döven deli denize tepeden bakıyordu. Sanırım koca binada benden başka müşteri yoktu. Hava üşütecek kadar soğuk ve yağmurluydu. Odamda, yattığım yerden dalgaları seyretmek mümkündü. Yatağa uzanıp, denize daldım. Bir yanda şöminenin çıtırtısı öte yanda dalgaların sesi yol yorgunluğunla birleşince, göz kapaklarımın kapanmasını engelleyemedim. Uyandığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Bir acele odadan fırlayıp, yiyecek bir yer bulma telaşına düştüm.
İyi ki de düşmüşüm. Restoranların çoğu kapalıydı. Kitapçının tarif ettiği "Five 0" adlı restoranı buluncaya kadar kasabanın sokaklarında döndüm durdum. Yemekten önce bir bardak şarap molası verdiğim barda, barmen kasabadaki sessizliğin nedenini açıkladı: "Buranın mevsimi iki aydır: Temmuz ve Ağustos... Her yer o zaman şenlenir. Bu mevsimde restoranların çoğu sadece hafta sonu açıktır."
Acıktığım için sözü uzatmadan yemeğe geçtim. Aklım fikrim dünyanın en lezzetli Maine ıstakozlarına bir an önce kavuşmaktaydı. İlk akşam yemeği mönüsü: Başlangıç, ıstakoz, yengeç, karides ve lokal balıkların etleri ile yapılmış dürümü andıran Haddock; ana yemek, soğan ve mango soslu ızgara ıstakoz kuyruğu; içecek, Kaliforniya Chardonnay.
DENİZ ÇEKİLİNCE
Ertesi gün pencereden gördüğüm manzara karşısında şaşırıp kaldım. Çünkü deniz çekip gitmişti. Bir gün önceki azgın suların yerini, altın sarısı kumlar almıştı. Bir çift, köpekleriyle birlikte denizin ortasında öpüşe, koklaşa yürüyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre, ayın belli günlerinde bu muhteşem gelgit (medcezir) olayının tüm aşamalarını seyretmek mümkün oluyormuş.
Şaşkınlığım geçince arabaya atlayıp, koy koy Maine Eyaleti’ni dolaşmaya başladım. Yağmur dinmişti ama gri bulutlar kasabaların üstüne bir kabus gibi çökmüştü. Koylarda kesik burunlu, her biri ayrı renge boyanmış ahşap ıstakoz tekneleri, renkli işaret dubalarını ve sepetlerini yüklenmiş sakin sakin bekliyorlardı. Istakoz avını bilmediğim için, neyi niçin beklediklerini kestiremedim. Öğrendiğime göre, bu lezzetli hayvanı avlamak sıkı kurallara bağlıydı. Bir santim küçüğünü tutmak, satmak kesinlikle yasaktı. Maine’den tüm dünyaya (Türkiye dahil) her yıl binlerce canlı ıstakoz gönderiliyordu.
Küçük koyları, bahçe içindeki müstakil evleri, ormanları, nehirleri, gölleri ile Maine tam rüyaları süsleyen diyarlardan biriydi. Eyaletin kıyılarındaki 68 tane deniz feneri de güzellikte birbirleriyle yarışıyorlardı. York Kasabası’ndaki Nubble Feneri, "Dünyanın en fotojenik deniz feneri" seçilmişti. Gittim, gördüm. Oranın bekçisi olmayı çok arzuladım.
Yemek konusuna dönersek, ikinci gün öğle yemeğini Portland kentinin eski limanındaki "Dimillo’s" adlı yüzer bir lokantada yedim. Mönü: Başlangıç, crab cake; ana yemek, lobster roll.
YAĞMURUN AZİZLİĞİ
Ondan sonraki birkaç günüm, hep aynı geçti: Issız kasabalarda dolaştım, yağmur altında ormanlarda gezindim, limanlarda ıstakoz avcılarıyla sohbet ettim. Tabii en lezzetli lokantaları bulmaya çalıştım.
Bulduğum lokantalardan bir tanesi (dünyanın en iyi 50 restoranından biri) kaldığım Ogunquit’teydi. Clark Fraiser ve Mark Gaier’in sahibi olduğu "Arrow" da (www.arrowrestaurant.com) hazırlanan yemekler, damağına düşkün olanların akıllarını baştan alacak cinstendi.
Aynı ikilinin Perkins Cove’da açtığı "MC", Rockland’deki "Cath of the Day", York Limanı’ndaki "Lobster Cove", bu kısa gezide mutfaklarına hayran kaldığım restoranlardı. Anlayacağınız, kolesterol korkusunu askıya alıp, ıstakoz, yengeç, midye ve tarak cinsi deniz canlılarını tıka basa yedim.
Yağmurun artan şiddeti Maine gezimi kısa kesmeme neden oldu. Geldiğim yoldan geri New York’a dönerken göz gözü görmüyordu. New York’a döndükten sonra öğrendim ki, benim ardımdan Maine Eyaleti’ne son 70 yılın en çok yağmuru yağmış, o güzelim kasabaları sular basmış, karayollarının bir bölümü çökmüş.