2 Nisan 2006
13. yüzyılda aydınların, yazarların ve kralların sığınağı olan Loire Vadisi’nde önce Rabelais’nin doğduğu eve gidip Gargantua’nın yaratıldığı toprakları gördüm. Sonra Balzac’ın sığındığı şatoda Vadideki Zambak’ı nasıl yazdığını düşledim. Şatoları gezdim, damak çatlatan yemeklerini yedim, lezzetli şarapları içtim, Fransa’nın pek bilinmeyen yüzüyle tanıştım.
Bu kez bildik Fransa yerine, pek bilinmeyen Fransa’ya gittim. Ülkenin orta kesiminde, Loire Nehri’nin suladığı bu bereketli, güleryüzlü vadi, 13. yüzyılda ülkenin entelektüellerinin en rağbet ettiği topraklardı. Yazarlar, ressamlar, şairler, başta Orleans olmak üzere, Loire Vadisi’ndeki kentlere akın etmişlerdi. Bunda, bu toprakların kraliyetle iç içe olması da önemli rol oynamıştı. Uzun süre bir yerde ikamet etmekten sıkılan kraliyet ailesi yüzünden, vadinin dört bir yanı birbirinden güzel şatolarla süslenmişti. Rönensans’ın en güzel yapıları, Loire Nehri’nin suladığı topraklarda inşa
edilmişti. Uçsuz bucaksız tarlaları, üzüm bağları, damak çatlatan mutfağı, dünyanın en lezzetli beyaz şarapları, meyvemsi, hafif alkollü, serin kırmızı şarapları, bozulmamış Ortaçağ köyleri, keşfedilmeyi bekleyen romanesk kiliseleri ve muhteşem şatoları ile Loire Vadisi, Fransa’nın gülümseyen yüzünü gözler önüne seriyordu.
Bu vadiye yaptığım gezinin ilk bölümünde gittiğim kasabalardan, köylerden, şatolardan ve yediğim yemeklerden söz etmiştim. Bu hafta ise devamını getireceğim.
Sabahlarımız oldukça erken başlıyordu. Çevrede o kadar çok görülecek şato, dinlenecek öykü, tadına bakılacak yemek vardı ki, zamanı iyi kullanmamız gerekiyordu. Yine soğuk ve güneşli bir sabaha uyanmıştık. Tarlalardan kopup gelen rüzgar, yanaklarımı pembe pembe kesiyordu. Birlikte yola çıktığımız rehber arkadaşım Serdar Arnas, "Sadece kahve iç çıkalım, sana kahvaltı için sürprizim var" dedi. Zaten kahvaltıya pek yüz vermiyordum. Kalori hakkımı öğle, özellikle de akşam yemeklerinde kullanmak istiyordum. Köylerin, tarlaların arasından geçip, Lerne Köyü’ne vardık. İçin için heyecanlanıyordum. Çünkü 15. yüzyılın önemli yazarlarından biri olan Rabelais’nin doğduğu ve ünlü eseri Gargantua’yı yazdığı evi görecektim.
GARGANTUA
Rabelais’nin 1494 yılında doğduğu La Deviniere malikanesi, arduvaz çatılı 4-5 evden oluşuyordu. Yazar, ortadaki iki katlı evin ikinci katında doğmuştu. Dört kardeşin en küçüğü olan François’nın tüm çocukluğu bu yörede geçmişti.
Yıllar önce hayranlıkla okuduğum Gargantua denen dev, işte bu evde yaratılmıştı. Merdivenlere oturup kitaptaki serüvenleri hatırlamaya çalıştım: Paris’teki Notre Dame Kilisesi’nin kocaman çanlarını nasıl kaçırdığını, işediğinde kadın ve çocukları saymazsak tam 260 bin 418 kişinin nasıl boğulduğunu, bir oturuşta birkaç düzine jambon, füme sığır dili ve tonlarca balık yumurtasını nasıl gövdeye indirdiğini, içkiye sabahtan başlayıp fıçılarla şarabı içtiğini, altı hacıyı salata yapıp nasıl yediğini...
Serdar "hadi" demese, gün boyu oturacaktım o basamaklarda. Lerne’nin dar sokaklarında yürüyüp, küçük bir fırının önünde durduk. Burası fuas denen küçük pidelerin, çöreklerin, nefis baget ekmeklerin yapıldığı bir fırındı. Bölge zaten ekmekleriyle ün salmıştı. Hele baharatlı ekmeklerini yemeye doyum olmuyordu. Fırının içi mis gibi ekşi maya kokuyordu. Meğer Serdar’ın sürprizi bu çöreklermiş. Öylesine tahrik olmuştuk ki, arabaya bininceye kadar sıcak fuasların yarısını mideye indirmiştik bile.
Yine ormanların, tarlaların, bağların, eski köylerin arasından dolanıp, bir başka yazarın peşine düştük. Bu kişi, ünlü Honore de Balzac’tı. Yazarın en verimli döneminde yaşadığı Sache Şatosu, diğerlerine nazaran oldukça küçüktü. Balzac, bu şatodaki en manzaralı odayı kendisine ayırmıştı. Çalışırken keşişleri andıran beyaz bir gecelik giyen Balzac, pencere kıyısındaki masasına oturuyor, kaz tüyü kalemiyle hiç ara vermeden 14-16 saat yazı yazıyordu. Bu süre içinde de durmadan kahve içiyordu. Daha sonra da iki tekerlekli arabasına binip, çevrede tur atıyordu. Balzac, ünlü romanları "Goriot Baba" ile "Vadideki Zambak"ı burada yazmıştı. Çevrenin görüntüsünü ise birçok romanında kullanmıştı.
ÖĞLE ZİYAFETİ
Gün öğleye yaklaştıkça hava daha da ısınmıştı. Çevre bahar kokuyordu. Loir Nehri’ne dal atmış olan serviler, daha bir canlanmış gibi göründü. Mayıs ayında doğada ne muhteşem cümbüş olurdu kim bilir? Sırada bu sefer "Azay le Rideau" Şatosu vardı. Burası, Loire Vadisi’ndeki en çekici ve en kadınsı şatoydu. Indre Nehri’ne yansıyan görüntüsü, oda ve salonlardaki muhteşem şömineleriyle insanı kendine aşık ediyordu.
Güzel bir öğle yemeğini hak edecek bir tempoda gezmiştik. Döndük, dolaştık, sorduk soruşturduk ve yemek yiyeceğimiz yeri bulduk: L’etape Gourmande.
Burası küçük bir çiftlikti. Şömine, yemek salonunu ısıtmıştı. Yemekleri beklerken önden birer kadeh soğuk "Sancerre" istedim. Bölgede üretilen bu şarap, dünyanın en lezzetli beyazları arasında yer alıyordu. Yemekte başlangıç için, pesto ve pancar soslu taze keçi peyniri ısmarladım. Bölgenin mantarlarının tadına bakmak için küçük bir porsiyon Galipettes’i de (kömürde mantar) ihmal etmedim. Ana yemekte ise Chinon’un hafif, berrak, meyvemsi ve serin kırmızı şarabı eşliğinde ilikli sığır eti yedim. Frenk üzümlü tart ile de yemeğe noktayı koydum.
Şatolar gezmekle bitmiyordu. Serdar rotayı çizerken en önemli olanları seçmişti ama liste yine de kabarıktı. Sırada Jardins de Villandry vardı. 16. yüzyıl mimarisinin en güzel örneği olan Villandry, vadide yapılan son büyük Rönesans şatosuydu. Bahçe, mutfak bahçesi, süslü bahçe ve su bahçesi olmak üzere üç kattan oluşuyordu. Sebze bahçesinde, her bitkinin tarihi ve neye iyi geldiği levhalara yazılmıştı.
Şatodan ayrılıp, bir köy kahvesinde bir solukluk mola verdik. Kahvemi yudumlarken, huzur içindeki bu toprakların aslında benim için "zararlı" bir yer olduğuna karar verdim. Her köşebaşı, insanı yemeye ve içmeye teşvik ediyordu. Damak çatlatacak kadar lezzetli olan yemekleri ve içecekleri geri çevirmek için yüksek irade gerekiyordu ki, o da ben de yoktu. Neyse ki gezi sürem kısaydı!.. Dönünce uzun bir süre aç gezeceğimi biliyordum.
ŞATO GEZMEK ZOR
Kısa moladan sonra önce "Uyuyan Güzel" masalına esin kaynağı olan Usse Şatosu’na gittik. Şatonun küf kokan odalarındaki "Uyuyan Güzel" düzenlemesini görünce hayal kırıklığına uğradım. Oradan kaldığımız kentin tepesini süsleyen Chinon Şatosu’na tırmandık. Aslında şato gezmek, oldukça kondisyon isteyen bir eylemdi. Çoğunluğu tepede olduğu için tırmanılan yokuşlar ve katlar arasındaki dik merdivenler insanı nefes nefese bırakıyordu. Burası yıkık dökük bir şatoydu. Onun için hızla gezip, dar sokaklardan aşağı indik.
Başta Votaire Sokağı olmak üzere, 15. ve 16. yüzyıl evlerinin sıralandığı sokaklar, Ortaçağ filminin çekildiği bir seti hatırlatıyordu. Bir evin üstünde 1450 tarihi yazılıydı. Bu ev yapıldığında Fatih İstanbul’u henüz ele geçirmemişti diye düşündüm. Sokaklar bittiğinde gün de bitmiş, gri karanlık kentin üstüne çökmüştü.
Vadideki son akşam yemeğimi deniz mahsullerine ayırdım: Marul, su teresi, pırasa ile yapılmış tarak salatası, harcına yılan balığı ve ançuez eklenmiş sazan balığı köftesi, dondurma eşliğinde taze çilek. Yemeğin yanına ise bölgenin ünlü beyaz şaraplarından istedim: Başlangıç için Sancerre, sonra Pouilly Füme ve Muscadet.
KADINLARIN ŞATOSU
Son gün yine erken başladı. Bugün son iki şatoyu görüp, akşamüzeri üç saat uzaklıktaki Paris’ten uçağa binip dönecektik. İlk olarak romantik bir zevk sarayı olan Chenoncea’ya gittik. Cher Nehri’nin iki yakası arasında uzanan şato, bir dizi kemerin üstüne inşa edilmişti. Şato hep kadınların elinde biçimlenmişti. İlk sahibesi Catherine Briçonnet ilk bölümü yaptırmıştı. II. Henri’nin güzeller güzeli metresi Diane de Poitiers bahçelerle, nehrin üstündeki kemerleri ekletmişti. Kralın karısı Catherine de Medici köprüyü galeriye çevirtmişti. III. Henri’nin yaslı karısı Louise de Larrine, tavanı matem rengi olan siyaha boyatmıştı.
Daha sonra Amboise kentine gidip, Leonardo da Vinci’nin üç yıl yaşadığı ve öldüğü Le Clos Luce’yi gezdik. Vinci Müzesi’ne dönüştürülen evin duvarlarına ünlü sanatçının özdeyişleri asılmıştı. Bunlardan bir tanesi, sanki bu güleryüzlü vadinin sırrını ele veriyordu: "İnanıyorum ki insandaki mutluluk, iyi şarabın bulunduğu yerde başlar." Sonra kralların konutu Amboise Şatosu’na gidip Vinci’nin mezarını ziyaret ettik.
Şatoları, tarlaları, bağları, ormanları, acelesiz akan Loire Nehri’ni, Ortaçağ köylerini, siyah damlı evleri geride bırakıp Paris’e doğru yöneldiğimizde, bu vadiyi özleyeceğimi hissettim. Şarapların ve yemeklerin tatlarını ise hiçbir zaman unutamayacağımı biliyordum.
NOT: Eğer Loir Vadisi’ne yolculuk yapmaya niyetlenirseniz, daha fazla bilgi için www.dunyaninrenkleri.com sitesini ziyaret edebilir veya 212-351 0301 no’lu telefonu arayabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2006
Bu hafta size Fransa’nın az bilinen kırsal yüzünü anlatacağım. Loire Nehri’nin suladığı bu vadi, birbirinden güzel şatoları, tarlaları, uçsuz bucaksız üzüm bağları, ortaçağdan kalma kasabaları, lezzetli yemekleri ve öyküleri ile insanı geçmiş dönemlere götürüyor.
Fransa denince çoğu gezginin aklına önce Paris gelir. Sonra biraz Nice, biraz Marsilya hatırlanır. Yeme içme düşkünleri için ise listeye Bordeaux ve Lyon girer. Aslında Fransa’nın gezilmesi, bilinmesi gereken bir başka yüzü de Loire Nehri’nin suladığı bereketli bölgedir. Fransızlar buraya "Krallar Vadisi" adını takmıştır ve Fransa tarihi burada yazılmış, en görkemli şatolar burada yapılmıştır. En güzel, en temiz, en mükemmel Fransızca’nın burada konuşulduğu söylenir. Onun için birçok masal buradan doğmuş, birçok ünlü yazar önemli eserlerini burada yaratmıştır.
Fransa’nın orta yerindeki bu bölgede yaşamın hızı yavaştır. Nehirler okyanusa varmak için hiç acele etmezler. Üstünde sülünlerin, kekliklerin uçuştuğu yemyeşil ovalar, tarlalar göz alabildiğine uzanır gider. Arada bir ormanlar görüntüye girer. Fransa’nın en lezzetli şaraplarının üretildiği üzüm bağları, yamaçları bir yorgan gibi örter. Yuvarlak kuleli, siyah kiremitli (arduvaz), sivri çatılı görkemli şatolar bu bölgenin süsleridir. Fransa’nın tarihi (hatta tüm Avrupa’nın) bu şatolarda biçimlenmiştir.
Baskısı tükenmiş olan, Rabelais’in yazdığı "Gargantua" adlı romanın üç ünlü çevirmeni, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat ve Vedat Günyol, kitaba yazdıkları önsözde bölgeyi şöyle anlatırlar: "Zengin, bereketli, şarabı bol bir topraktır burası. Ürünlerin en dolgununu, canlıların en gürbüzünü yetiştirir. Şişkin ve şendir, kırsal yaşadığı nimetler ve zevklerle beslenen insanları. Biraz kaba ve ilkeldir davranışları. Galyalı Ruhu dedikleri egemendir Fransa’nın bu bölgesine. Köylü derebeyliği bugün bile silinmemiştir oralardan."
DA VINCI’NİN MERDİVENİ
Son gezimi, Fransa’nın işte bu güler yüzlü bölgesine yaptım. Aslında gitmek için seçtiğim mevsim zamansızdı. Baharın başında daha çiçekler açmamış, ağaçlar yapraklanmamış, bağlar ve tarlalar yeşillenmemişti. Gidince gördüm ki, eğer mayıs ayında gelseydim kendimi cennette sanacaktım. Rehber arkadaşım Serdar Arnas’la birlikte, güneşli ama soğuk bir öğleden sonra, Charles De Gaul havaalanından kiralık bir arabayla yola çıktık. Orleans kentini geçtikten sonra otoyolu terk edip, Loire Nehri ile karşılaştık. Şatolar da bu noktadan sonra başladı. Meung-sur-Loire, Clery-Saint-Andre, Beaugency... Tüm bu şato sapaklarını geçip, Chambord okundan saptık. Önce ormanların içinden ilerledik. Her cinsten ağacın bulunduğu, uçsuz bucaksız ormanlardı bunlar. Sonra bahçelerin içinde dolaştık. Vadinin en güzel şatosu olan Chambord’a varabilmek için neredeyse yarım saat yol katettik.
Rönesans mimarisinin en önemli örneklerinden biri olan şato gerçekten de görkemliydi. Salonun tam ortasından terasa kadar yükselen spiral merdiveni, Kral I. Francis’in davetlisi olarak bölgeye gelen Leonardo da Vinci tasarlamıştı. Şatonun 440 odası vardı, her odada da dev bir şömine bulunuyordu. Bu koca binayı ısıtabilmek için her kış bir ormanı kesmek gerekir diye düşündüm. Bazı odalarda duvarlara, kral ve kraliçelerin dev tabloları asılmıştı. Gördüğüm kadarı ile akraba evliliği yapan kraliyet ailesi çirkin bir sülaleydi.
Chambord’dan sonra yine ormanların, tarlaların, bahçelerin aralarından döne dolaşa Cheverny Şatosu’na vardık. Ağaçların arasına gizlenmiş şatonun beni en çok etkileyen yeri, iki bin geyik boynuzunun sergilendiği av odası oldu. Avcılar çevredeki tüm geyiklerin kökünü kurutmuştu anlaşılan. O dönemde köşkün sahibi olan kont Huraut’un av partileri dillere destandı. Yüzlerce köpek eşliğinde çıkılan avlarda, gerçek bir kıyım yaşanırdı. Çizgi roman kahramanı Tenten’in yaratıcısı Belçikalı Georges Remi Herge, bölgeye yaptığı bir gezi sırasında Cheverny şatosuna hayran kalmış, bazı maceralarında çizgi kahramalarını bu şatoda koşturup durmuştu.
Gezi boyunca kalacağımız Chinon kentine vardığımızda gün kararmış, hava ayaza çekmiş, karnımız iyiden iyiye acıkmıştı. Serdar, iyi bir yemeğin tüm yorgunluğumuzu alıp götüreceğini iddia ediyordu. Bölge şatoları, bahçeleri ve manzaraları kadar mutfağı ile de ünlüydü. Zaten oburluk destanı "Gargantua"nın yazıldığı bölgeden başka ne beklenirdi ki!.. Geyik, tavşan, yaban domuzu, yaban ördeği, sülün, keklik gibi av hayvanları, tatlı su balıkları, hamur işleri, çevre bahçelerde yetişen sebzeler, özellikle patates bölge mutfağının gözdeleri arasında yer alıyordu.
AKŞAMIN LEZZETLERİ
Akşam yemeği için gittiğimiz "Au Plaisir Gourmand" da, önce birer şampanya ile midemizin isyanını bastırdık. Sonra da mönüden lezzetli seçimler yaptık. Benim o akşam ne yediğimi merak ederseniz: Başlangıç olarak, yeşil sebzeler eşliğinde kaz ciğeri ile doldurulmuş yavru dişi ördek rulosu. Ana yemekte, yanında bütün olarak sote edilmiş maydanozlu küçük patatesler eşliğinde elmalı sülün göğsü. Tatlı olarak altüst edilmiş elmalı tart. Finalde de, taze ve yıllanmış keçi peyniri. Bu lezzetli yemeklere, bölge bağlarından damıtılmış kırmızı şarabın eşlik ettiğini söylememe gerek var mı!.. Söz şaraptan açılmışken; Loire Vadisi’nde üretilen Cabernet Franc üzümünden yapılan şaraplar, daha güneydeki Bordeaux bölgesi şarapları gibi gövdeli değildi. Daha az tanenli, daha hafifti. Av ve kümes hayvanlarıyla iyi uyum sağlıyordu.
Sonunda gece yarısına doğru, kentin yakınında bulunan bir ortaçağ köyündeki otelimize vardık. Buraya otel yerine pansiyon demek daha doğru olurdu. Çünkü 300 yaşındaki binada sadece beş oda vardı. Zaten çevrede bir çok böyle küçük otel-pansiyon bulunuyordu. Antika eşyalarla döşenmiş odamda fazla oyalanmadan uykuyla sarmaş dolaş oldum.
Serdar, ertesi gün için yoğun bir program yapmıştı. Onun için oyalanmadan yola koyulduk. Loire’ın büyük kollarından biri olan Vienna Nehri’nin kıyısından, suya dal atmış selvilere, dev kestane ağaçlarına, garip budanmış ıhlamurlara bakarak manzaranın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Arada bir, yol küçük kasabaların dar sokaklarına sapıyordu. Siyah kiremitli, dik çatılı evler asırlar öncesini bugüne taşımışlardı. Her kasabada, penceresinin sahanlığında renkli sardunyaların bulunduğu, camları tüllerle örtülü şık küçük lokantaların önünden geçiyorduk. Türkiye’de olmayan bu yol üstü lezzet durakları, gezilere başka bir heyecan katıyordu.
Vienna ve Loire nehirlerinin kucaklaştığı köşede, kasabaya tepeden bakan bir başka şatoya tırmandık. 15. yüzyılda inşa edilen Montsoreau Şatosu da Fransız edebiyatına konu olmuştu. Ünlü yazar Alexandre Dumas "Monsoreaulu Kadın" adlı romanında, bu şatonun kontesi güzel Fronçoise’nın hazin aşk hikayesini anlatmıştı. Zaten her şatonun başka bir öyküsü vardı, sadece gezdiklerimi yazsam kalınca bir kitap ederdi.
Montsoreau’dan sonra yine nehir kıyısını izleyip, Saumur kenti yakınlarındaki dünyanın en ünlü binicilik okulu "Ecole Nationale d’Equitation"a gittik. Atların maharetlerini izledik, olimpiyat şampiyonu binicilerle tanıştık. Sonra bir sonraki kasabadaki Bouvet-Ladubay şampanya firmasına kapağı attık. Firmanın yer altında, bir katedrale dönüştürdüğü 8 kilometre uzunluğundaki muazzam kavlarını gezip, tadım salonuna geldiğimizde soluk soluğa kalmıştık. Önce iki değişik beyaz, ardından bir pembe, finalde tattığımız kırmızı şampanyalar günün yorgunluğunu aldı götürdü. Şarapevinden çıkarken, başımın hafif hafif döndüğünü hissediyordum.
Öğle yemeğini yol üstündeki bir kasaba lokantasında geçiştirdik: Patatesli ısırgan otu çorbası, ayva marmeladı eşliğinde yaban ördeği, armutlu tart ve peynir tabağı.
Yokuşlar, şatoların merdivenleri, baş döndüren şampanyalar, lezzetli yemekler derken üstümüze bir ağırlık çöktü. Arabayı nehrin kıyısına çekip, bahar güneşinin ısıtmayan sıcağının altında bir süre şekerleme yaptık. Geziye ayrılan süre az, görülecek yer çok olunca insan nefes nefese kalıyordu. Kendimize gelince yine hışırdayan yulaf ve mısır tarlalarının, üzüm bağlarının arasındaki yollara daldık. Yollarda kimsecikler yoktu ve tarlaların üstünden yaban kazı sürüleri geçiyordu. Bu kuşların, geleceği tahmin eden kahinlerin ve büyücülerin dostu olduğunu bir yerlerde okumuştum. Onlara uzak diyarlardan haber taşırlarmış.
GÜNAHKARLAR MANASTIRI
Az gittik uz gittik, sonunda günün son durağı Fontevraud Manastırı’na vardık. Burası ülkenin en kutsal sığınaklarından biriydi. Keşişler, rahibeler, hastalar, cüzamlılar, pişmanlık duyan günahkarlar burada dertlerine çare ararlardı. Kral 15. Lui kurulmak istediği dört kızını buraya kapatmıştı. Kral II.Henry ile Aslan Yürekli Richard’ın mezarları da buradaydı.
Chinon’a döndüğümüzde karanlık iyiden iyiye bastırmıştı. Sokaklardan el etek çekilmişti. Bütün kırsal kesimlerde olduğu gibi burada da akşam erken başlamıştı. Bölgeyi iyi bilen Serdar, yaz akşamlarının daha hareketli olduğunu söyledi. Dünyanın dört bir yanından gelenlerin, kahveleri, restoranları doldurduğunu, şen kahkahaların yıldızlı gökyüzüne doğru yükseldiğini anlattı.
Akşam yemeği için "Le Parvis" in cam kıyısındaki bir masasına oturduk. Mutfaktan gelen kokular çok iştah açıcıydı. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Bu yeme-içme diyarında diyet kelimesini silip atmaktan, birkaç gün dizginleri salmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım ve akşam yemeğini ısmarladım: Kaz ciğeri, kestane çorbası, enginar, yabani havuç, lahana, şalgam ve pırasa ile yapılmış IV.Henry’nin tavuklu türlüsü, Markiz de Goulaine’in cheescake’i. Gargantua, Balzac ve diğer şatolar, lezzetli yemekler haftaya aldı.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2006
Eski bir daveti kabul edip hafta sonunda İsviçre’nin Leman Gölü kıyılarında hızlı bir tur yaptım. Ünlü çikolatalarının tadına baktım, ekmeğimi fondü tenceresindeki peynire daldırdım, rakle peynirinin eriyen tadıyla kendimden geçtim. Tablo gibi manzaraların içinde dolaşıp İsviçre’nin keyfini çıkardım.
Bu, birkaç yıldan beri tekrarlanan bir davetti. Gençlik arkadaşım Erhan Key, gazeteciliği bıraktıktan sonra girdiği büyük bir uluslararası şirkette, merdivenleri üçer beşer tırmanıp, zirvedeki koltuklardan birine oturmuştu. Şimdi İsviçre’nin Lozan kentinde, şirketin İnsan Kaynakları bölümünün sorumluluğunu yürütüyordu. Erhan her fırsatta (mail veya telefonla) beni oraya davet eder, tahrik etmek için de, kavında iyi şarapların bulunduğunu belirtmeyi ihmal etmezdi.
Nereden nereye!.. Uzun yıllar önce Erhan Key’le işsiz günlerimizi paylaşmış, zor günleri kolaya çevirmek için, Kurbağalıdere’nin kıyısındaki kahvede olmayacak hayaller kurmuştuk. Erhan şimdi, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşıyor, ben ise onun şaraplı, etli, peynirli, çikolatalı davetlerini bahaneler uydurup geri çeviriyordum.
Fas dönüşü, elektronik posta kutumdaki son daveti görünce, "fazla naz sevgili usandırır" dedim ve hafta sonu Zürih üstünden Cenevre’ye uçtum. Çeşitli mevsimlerde İsviçre’ye gitmiş, kimi zaman karlı Alp dağlarına, kimi zaman rengarenk çiçeklerle süslenmiş köylere, kimi zaman Zürih’in göl kıyısına hayran kalmıştım. İsviçre’ye ne zaman gitsem, kendimi bir tablonun içinde geziniyormuş gibi hissediyordum hep.
Erhan’la kucaklaşırken akşam geceye dönmek üzereydi. Gölü yalayıp gelen rüzgar, gecenin epey soğuk olacağını haber veriyordu. Erhan, "Lozan’a kadar dayanamazsın diye Cenevre’de bir restoranda yer ayırttım" dedi. Kentin ünlü restoranlarından biri olan "Lipp"te midye yiyecektik. İstanbul’da uzun süreden beri midyeyle ilişkimi kesmiştim. Halbuki midye dolması, midye tavası, kum midyesi ile yapılan makarna sevdiğim yemeklerin başında geliyordu. Bildiğiniz gibi midyeler denizin filtresidir. Pis suyu alır, temizler, denize geri verir. Boğazın, Marmara’nın çöplüğe dönmüş sularıyla oynaşan midyeleri yemeye cesaret edemiyordum. Onun için Erhan’ın midye yeme teklifine balıklama atladım.
İki tencere midyeyi, biraz konuşarak, biraz gülüşerek mideye indirip, Lozan’ın yolunu tuttuk. Erhan, kente 10 dakika uzaklıktaki bir köyde yaşıyordu. Biz oraya vardığımızda köy çoktan uyumuştu. Sokak lambaları soğuk sisi delip geçemediği için, etraftaki tarlaları, karlı ormanı, dalları hışırdayan ağaçları göremedim. Şöminenin çıtırtısını ninni niyetine dinleyip uyudum.
ERTESİ GÜN
Uyandığımda Erhan kahvaltılık için köy bakkalına(!) gitmişti. Giyinip yürüyüşe çıktım. Yol uçsuz bucaksız tarlaların arasından geçip, ormana doğru gidiyordu. Sisin arasından evlerin çatıları ve ağaçların üst dalları görünüyordu. Tarlalarda ne ekiliydi acaba? Karalahanaya benziyordu. Karalahananın ne işi vardı buralarda? Karadenizli değillerdi ki bunlar!.. İsviçreliler dolma sarmasını bilirler miydi acaba? Yoksa ineklere mi yediriyorlardı? Şu tarlaya buğday ekilecekti galiba. Odunları ne kadar düzgün istiflemişlerdi. Saman balyalarını bile naylonlara sarıp sarmalamışlardı. Doğada bile bir düzen vardı. Sıkıcı bir düzendi bu. İsviçre’de Akdenizli gibi sallapati yaşamak mümkün müydü acaba?
Kafamda sorular, karlı patikadan, ormanın derinliklerine doğru yürüdüm durdum. Bir saat sonra eve döndüğümde, yanaklarım al al olmuş, ciğerlerim oksijene doymuş, kulaklarım köyün sessizliğine şaşırmıştı. Bir saatlik yürüyüşten sonra masadaki jambonları, çeşit çeşit peynirleri, sosisleri ve kaba siyah ekmek dilimlerini hak ettiğimi düşünüyordum.
Kahvaltıdan sonra, önce yakınlardaki Bugy-Villar adlı bir köye gittik. Yamaçlar bağlarla kaplanmıştı. Bildiğim kadarı ile çoğu beyaz üzümdü. Ünlü ve eski Chasselas şarabının üretildiği üzümler miydi bunlar acaba? Yapraklar yeşillenmeye başlayınca, tepelerde kim bilir ne muhteşem görüntüler oluşacaktı. Köyün dar sokaklarından geçip, kapısında "Artisan Chocolatier" yazılı küçük bir dükkandan içeri girdik. El yapımı çikolatalar, masaların üstünde müşterilere sunulmuştu. Çikolata sanatçısı Tristan’ın açıklamaları eşliğinde neredeyse tüm çikolataların tadına baktım. Hepsi de çıldırtıcı bir lezzete sahipti. Güne damağımda çikolata tadıyla başlamak çok keyiflendirmişti beni.
Köyden çıkıp, Leman Gölü’nü kıyı kıyı izleyerek Lozan kentine vardık. Yokuşu bol bir kentti. Yürüyerek dolaşmaya kalkarsanız tık nefes olurdunuz. Onun için arabanın ön koltuğuna yaslanıp, rehberliği Erhan’a bıraktım. Açılış tarihi 1275’e dayanan Notre Dame Katedrali, 1674’te yeniden inşa edilen belediye binası, Rumine Sarayı... Tepeleri indik çıktık, sonunda Leman Gölü’nün kıyısındaki "Hotel Angleterre"nin önündeki kahvede mola verdik.
Tam karşımda, Türkiye’nin sınırlarının çizildiği Uşi Şatosu duruyordu. Aslında sisler altındaki Leman Gölü ve Lozan kenti, Türkiye tarihinde önemli roller üstlenmişti. Örneğin 30 Ocak 1923’te, Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan anlaşma sonunda bir sürü yaşam altüst olmuştu. Bu anlaşma ile Türkiye’deki Rumlarla, Yunanistan’daki Türkler karşılıklı olarak yer değiştirmişlerdi. 24 Temmuz 1923 tarihinde ise iki yüz metre ilerimdeki şatoda imzalanan antlaşma ile de bugünkü Türkiye şekillendirilmişti.
Peynirli krep ziyafetinden sonra, bir aşağı bir yukarı dolaşıp Lozan’ı bitirdik. Mağazalarıyla, şarküterileriyle, çiçekçileriyle insanı para harcamaya tahrik eden eli yüzü düzgün bir kentti. Karanlık basmadan köye dönüp, şöminenin çıtırtısında bir "İsviçre Gününü" bitirdik.
Son gün program yoğun olduğu için sabah erkenden yol çıktık. Yine Leman Gölü’nün kıyısını izleyerek gidiyorduk. Göle bakan yamaçlar göz alabildiğine bağlarla kaplanmıştı. Bildiğim kadarı ile bu bölgede şarapçılık 600 yıl öncesine kadar uzanıyordu. Bağların arasındaki küçük şaraphaneler, kurduğum hayallerdeki yapılara çok benzeşiyordu. Leman Gölü’nün güzelliği ise bir pus perdesinin gerisine gizlenmişti. Karşı kıyıdaki Fransız Alpleri’ni seçmekte zorlanıyordum.
ÖNCE VEVEY
Önce Vevey’i geçtik. Burası bir iş kentiydi. Uluslararası şirketlerin merkezleri çirkin ve büyük binalarıyla bu kente yayılmışlardı. Vevey’den sonra Montrö görüldü. Yüzünü göle dönmüş olan bu kent de, Türk tarihinin sayfalarında yerini almıştı. Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın statüleri bu kentte imzalanan antlaşma ile Türkiye lehine değiştirilmişti.
Montrö tüm dünyada caz festivali ile ünlenmişti. Bu yıl 40 yaşına basacak olan festival döneminde, kent bir bayram yerine dönüyordu. Montrö’nün göl boyunca uzanan sahil şeridine oteller sıralanmıştı. Çoğu eski ve şık otellerdi. Leman’a bakan küçük balkonları, romantik düşler üretmeye açıktı. Montrö’den ayrılırken bu kente bir daha (büyük olasılıkla caz festivali sırasında) gelmem gerektiğine karar verdim.
Sonra bir hızla Friburg Kantonu’nun güneyinde, Bern Alpleri’nin arasına sıkışmış olan peynir diyarı Gruyere’e gittik. Yani bildiğimiz Gravyer peynirinin doğum yerine. Burası bir tepenin zirvesinde küçük bir köydü. Büyükçe bir kapıdan geçilip köyün içine giriliyordu. Alanı kaplayan evlerin çoğu bugün ya otele ya da restorana dönüştürülmüştü. Kapıların üstündeki tarihler, köyün eskiliğini kanıtlıyordu: 1537, 1586, 1618...
Köy alanını geçtikten sonra, iç kapıyı geçip şatoya vardık. Şato 923’ten 1555 yılına kadar tam 19 konta hizmet etmişti. Şatonun son sahibi Kont I. Michel binanın onarımı, döşenmesi, çalışanların ücretlerinin ödenmesi için alınan borçları ödeyemeyince, çareyi kaçmakta bulmuş ve sürgünde ölmüştü.
Şatonun girişindeki eski bir lokantada günü lezzetlendirmek istedik. Önce peynir, sarmısak, şarap karışımı ile yapılan fondüye bol bol ekmek batırdık, ardından elektrikli özel ızgaranın yavaş yavaş erittiği rakleyi kalın dilimlere sürdük. Fondü yedikten sonra iki saat boyunca su içmek sakıncalı olduğu için, hararetimizi yörenin soğuk beyaz şaraplarıyla söndürdük.
Eve doğru dönerken, kar Alplerin zirvelerine beyaz örtülerini sermeye başlamıştı. İsviçre gezim, tam Erhan’ın dediği gibi gerçekleşmişti: Çikolata, şarap, şarküteri, fondü, rakle ve tablo benzeri manzaralar. Ertesi gün İstanbul’a dönerken damağım hálá lezzetlerle oynaşıyordu.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2006
Dünyanın en ünlü fotoğrafçılarından biri olan Yann Arthus- Bertrnd’ın çektiği bu muhteşem ev, Meksika’nın Jalisco Eyaleti’nde, Careyes Koyu’nun tepesinde bulunuyor. Evi, İtalyan mimar Gianfranco Brignone tasarlamış. "Batı Güneşi" adını taşıyan evin cepheleri göz alıcı renklerle boyanmış. Mimar malzemeleri çevreci bir yaklaşımla seçmiş. Örneğin çatıyı palmiye yaprakları ile kaplanmış, samanlı harç ile sıvanan duvarların sürekli nefes alması sağlanmış. Bir falezin üstünde kartal yuvasını andıran bu evin dört bir
yanı havuzla çevrilmiş. Şimdi bir süreliğine her şeyi unutup, bu havuzda yüzdüğünüzü, Pasifik Okyanus’unun sonsuzluğunu seyrettiğinizi hayal edebilirsiniz. Veya daha tatlı ve daha yaratıcı hayaller de kurabilirsiniz. Ben bu hafta sizlere bu, "Hayal Kurduran Fotoğrafı" sunmakla yetineceğim. Bir yandan Fas’ta çölün sıcağı, ardından Alp Dağları’nın buzlu zirveleri, sonra İstanbul’un lodosu derken, direncini yitiren vücudum yine virüslere teslim oldu. Bu yıl kaçıncı teslim oluş unuttum. Notları toparlayacak, cümleleri kuracak halim kalmadığı için sizden bir süreliğine izin istiyorum. Yeni gezilerde buluşmak dileği ile iyi hayaller diliyorum...
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2006
Çölün soğuk gecesinde gökyüzünün sonsuzluğuna bir kez daha şaşırdım. Marakeş kentinde ise zamanın durduğunu gördüm. Kızıl kahverengiye boyanmış bu kentin kalbi olan Camaa el Fna adlı meydanında kendimi bir masalın içinde dolaşıyormuş sandım.
İlk bölümünü geçen hafta anlattığım Fas yolculuğu, kelimenin tam anlamıyla soluk soluğa geçiyordu. Uğradığımız her yeri bir koşu geziyor, sonra yolumuza devam ediyorduk. Hedefimiz çöldü. Nissan firmasının uzman hocaları, bize kum tepeleri arasında nasıl araba kullanılacağını öğretecekti. Önce Kazablanka, ardından güneyde çöle komşu Ourazazate kenti... Geçen hafta anlattığım görüntülerden sonra Cezayir sınırına doğru konvoy halinde hareket etmiştik.
Önce bir kasabada naneli çay, ardından bir başka kasabada yemek (Tajin, kuskus) molası verdikten sonra, nihayet çölün başlangıcına ulaştık. İlk eğitimi bu küçük kum tepelerinde alacaktık. Fransız hoca Manuel, önce işin tekniğini anlattı. Arazi vitesi sürekli "4 Low" da olacaktı. Kum tepesine tırmanış başlamadan vites üçe geçirilecek, debriyaja hiç basılmayacak, ayak gazdan hiç çekilmeyecekti. Kum tepesinin zirvesinde, hem çok dikkatli olunacak hem kesinlikle frene basılmayacaktı. Tepeye yan girilmeyecekti. Bu arabanın takla atmasına neden olabilirdi. Kesinlikle patinaja izin verilmeyecekti. Yoksa tekerlekler hemen kuma gömülürdü. Arabanın kaydığı tarafa doğru direksiyon kırılacaktı.
Manuel daha bir çok şey anlattı ama, hepsini yarım kulak dinledim. Bu öğreneceğim bilgilerin, bundan sonraki yaşam diliminde işime pek yaramayacağına inanmıştım nedense. Grubumuzdaki genç arkadaşlar ise Manuel’in anlattıklarına dikkat kesilmiş, hatta işi daha da ciddi boyutlara taşıyıp, not bile tutmuşlardı. Beni çölde araba kullanmaktan çok, çölün kendisi ilgilendiriyordu. Çünkü ben bir çöl hayranıydım.
MİLYONLARCA YILDIZ
Bir-iki saat süren ilk dersten sonra tekrar yola koyulduk. Yol yavaş yavaş daraldı, bozuldu sonra yok oldu. Artık çölün içindeydik. Henüz kumun mutlak hakimiyeti başlamamıştı. Top top sarı çalılar, kaktüs benzeri ağaçlar yaşama dair görüntüler sunuyorlardı. Alacakaranlık basarken bir köyde durduk. Manuel, cep telefonlarının kullanılabileceği son noktanın burası olduğunu söyledi. Bir acele evlere son haberleri uçurup, vedalaştık. Bilinmeyen bir dünyanın kapısından girip, kayıplara karışacaktık sanki. Alt tarafı, iki gün dünyayla ilişkimiz kesilecekti. Büyük kentlerde bu kayboluşun özlemini yaşamıyor muyduk hep!..
Yeniden çölün iç kesimine doğru hareket ettik. Sağımızdaki Atlas dağları önce morardı, sonra karardı, bir süre sonra da kayboldu. Önümüzdeki kum tepeleri de durmadan renk değiştirdi. Güneş son ışıklarını toplayıp giderken, kum tepeleri kahve telvesi gibi koyu kahverengiye dönüştü.
Yol, tabela, ışık hiçbir şey yoktu. En öndeki Faslı sürücünün peşine takılmış gidiyorduk. Yönünü, yolunu nasıl buluyordu acaba? Büyük bir olasılıkla, uzaydan aldığı sinyallerle yol gösteren GPS kullanıyordu. O gitti, biz izledik ve yaklaşık 3 saat sonra, kıl çadırlarla çevrilmiş bir kampa ulaştık. Çadırların ortasındaki alan halılarla kaplanmıştı. Ortalık yerdeki sabit bir mangalda odunlar çıtırdıyordu. Çadır kapılarına gaz fenerleri asılmıştı.
Bana ayrılan çadıra girip hemen kat kat giyindim. Çöl gecelerinin ne kadar soğuk olduğunu, daha önceki çöl gezilerimden öğrenmiştim. Onun için çantama soğuk geceler için kalın bir kazak atmıştım. Sonra bir içki alıp, mangalın kenarındaki minderlerden birine çöktüm. İşte en çok sevdiğim anlardan biriydi. Karanlık ve sessizlik beni her şeyden saklamıştı.
Yemekten sonra (yine Tajin ve kuskus), çadırın arkasındaki bir kum tepesine uzanıp gökyüzüne dalıp gittim. Yukarıda milyonlarca yıldız parlıyordu. Onlara baktıkça, yaşamın neden sadece dünyada olduğuna bir türlü akıl erdiremiyordum. En küçük yıldızlar, en uzak olanlar mıydı acaba? Gördüklerim kaç asır öncesinin görüntüleriydi? Bir yıldız uzun uzun kaydı ve yok oldu. Karanlığı dinleyince, bir çok ses duyar gibi oldum. Aslında bunlar, sessizliğe alışmamış kulaklarımdaki çınlamalardı. Kaldığım bütün çöllerde bu sesleri duymuş, gökyüzüne bakıp hep aynı soruları sormuştum kendime.
Soruların ardı arkası gelmeyince, çadıra gidip, kalın battaniyeyi başıma çektim ve gökyüzü ile ilişkimi kestim.
ÇÖLÜN ŞARKISI
Sabah alaca karanlıkta kalkıp çadırdan çıktım. Tan yeri yeni yeni kızarıyordu. En yüksek kum tepesine tırmanıp, güneşin doğuşunu seyretmek istiyordum. Kum henüz soğuk olduğu için yürümekte zorlanmıyordum. Amacım çölün şarkısını dinlemekti. Faslı yazar Driss Chraibi bir kitabında, çölün gün ağarmadan birkaç saniye önce şarkı söylediğini yazmıştı. Tepeye oturup beklemeye başladım. Güneş doğarken, toprağın bebeğini emziren bir anne gibi yavaş yavaş nefes aldığını duyduğumu sandım. Ama şarkı söylediğini işitemedim. Atlas dağlarından gelen rüzgarın şarkıları önüne katıp götürdüğünü düşündüm.
Çölde iki gün hep aynı geçti: Gündüzleri kumda sürüş kursu, akşam mangal başı sohbeti, tajin ve kuskustan oluşan yemek, çadırcılardan kurulu orkestranın yaptığı yerel müzik ve herkes yattıktan sonra gökyüzüne bakarak evrenin sonsuzluğunu düşünmek...
Üçüncü gün sabahı erkenden, kumlar henüz sertken tekrar konvoy halinde Marakeş’e doğru yola koyulduk. Çölden sonra toprak renkli kasabaları, köyleri, vahaları geçip, karlı Atlas Dağları’na tırmandık. Uçurumlara teğet geçtik, buzlu virajlarda nefesimizi tuttuk, sonunda bir vaha kenti olan masal diyarı Marakeş’e geldik. Fas’ta her kentin bir rengi vardı. Rabat beyazlara bürünmüş, Fez maviyi seçmiş, Meknes yeşile boyanmış, Marakeş’te kızılkahveyi sevmişti.
İNANILMAZ BİR MEYDAN
Otelim, kentin modern bölümündeydi. Çevrede, balkonlarından sarmaşıklar sarkan lüks apartmanlar, palmiyelerin süslediği çiçekli bulvarlar, birbirinden güzel oteller vardı. Burası bir zengin bir Akdeniz kentini andırıyordu. Ama asıl Marakeş burası değildi. Masalın içine girebilmek için Kutubia Camii’ne doğru yürümeye başladım. Önce dünyanın en ünlü otellerinden biri olan Mamoumia’nın önünden geçtim. Camiye yaklaşınca kendimi bir başka Marakeş’in içinde buldum. Caddellerde at, eşek arabaları, taksiler, otobüsler, faytonlar, çoğunluğunu kadınların kullandığı mobiletler, bisikletler bir karmaşa içinde gidip geliyorlardı. Kutubia Camii’nin bir köşesinde toplanan bir gurup, peygamberin karikatürünü yayınlayan Batılı ülkelere lanetler yağdırıyorlardı. Çocuklar ise tüm bu koşuşturmanın içinde, caminin bahçesinde çift kale maç yapıyorlardı.
Bütün bu karmaşa beni kentin kalbi olan "Camaa el Fna" yani "Ölü Canlar" meydanına sürükledi. Bir zamanlar mahkumların idam edildiği meydana gelince önce şaşırdım. Bir başka zamana geçtiğimi, bir masalın içine düştüğümü sandım. Ben böyle bir manzarayı hiçbir kentte, hiçbir ülkede, hiçbir filimde görmemiştim. Akıl almaz görüntülerin tam ortasında kalmıştım.
Yılan oynatanlar, diş çekenler, saç kesenler, yanık sesli şarkıcılar, çalgıcılar, tefçiler, maymununu sırtınıza koymaya çalışanlar, dans edenler, orta oyunu oynayanlar, sihirbazlar, cambazlar, ateş yiyicileri, sokak kumarbazları, dövmeciler, falcılar, masal anlatanlar, kına yakanlar, satıcılar, dilenciler, rengarenk çarşaflarıyla kadınlar, cellabilerine sarılmış erkekler... Bu kargaşanın içinde dolaşırken kendimi bir masal kahramanı gibi hissediyordum. Meydanın bir köşesine de uzun masalar ve sıralar konmuştu. Burası duman altı olmuş bir yerdi. Izgaralarda şiş kebaplar sıralanmıştı. Kuyruğa girenlerin kimi Tajin, kimi kuskus, kimi humus, falafel alıyordu. En uzun kuyruk ise haşlanmış salyangoz satan tezgahın önündeydi.
Yoruluncaya kadar dolaşıp, sonra caminin nispeten sakin bir köşesinde bir duvara oturup, bu meydanı nasıl anlatacağımı düşündüm. "Camaa el Fna" kelimelerle tarif edilemezdi. Burası ancak görsel ve işitsel anlatılabilirdi. Bir dahaki sefere buraya bir kamera ile gelmeye karar verdim.
Sonra, bizim Kapalıçarşı benzeri suka girdim. Kalabalıkları yara yara vitrinlere baktım. Sıkı pazarlıklar yaptım. İkram edilen tatlıları tattım. İyiden iyiye yorulunca da, bu masaldan çıkıp otelimin yolunu tuttum. Bu kadar kısa bir sürede Fas’ın keşfedilemeyeceğini bir kez daha anladım. Hele Marakeş’in ruhuyla tanışabilmek için, günlerce bu masalın içinde dolaşmak gerektiğine inandım. Ertesi gün, havaalanına doğru hareket etmeden önce, suktan aldığım mavi bir boncuğu, bir palmiyenin kızılkahve püskülüne bağladım. Onun uğuru sayesinde bu kente bir kez daha geleceğime inandım.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2006
Bu kez Afrika’nın okyanus kıyılarına, Fas’a gittim. Gittim ama çölde kum tepelerinin arasında koşuşturmaktan kentleri yeterince göremedim. Kazablanka’nın gizemini, Marakeş’in Binbir Gecesi’ni tam anlamıyla yaşayamadım. Yani Fas’ın tadı damağımda kaldı. İstanbul karla cebelleşirken, ben çölde araba kullanmak için Fas’a doğru uçuyordum. Katılacağım kursu, Nissan otomobil firması düzenlemişti. Üç gün boyunca kuma batmadan araba sürmeyi, çölde yön bulmayı öğrenecektim. Uçsuz bucaksız kum tepelerinin arasında araba kullanmayı bilmek, bundan sonraki yaşam diliminde ne işime yarayacaktı bilemiyordum ama, bugüne kadar görmediğim Fas’a gitmek için iyi bir bahaneydi.
İstanbul-Kazablanka arası tam 4 saat 20 dakika sürdü. Uçuşun uzun olacağını bildiğim için çantama Paul Bowles ile Faslı yazar Driss Chraibi’nin kitaplarını atmıştım. İki kitapta anlatılan öyküler, Fas’ın çeşitli kentlerinde geçiyordu. O öykülerde ülkeyle ilgili ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Anlatılanların kurmaca olduğunu biliyordum ama benim derdim öykü kahramanlarından çok, fondaki kentler, sokaklar, mekanlarlaydı.
Uçak Kazablanka’ya indiğinde hava pırıl pırıl güneşliydi ama çok sıcak değildi. Okyanus’tan kopup gelen soğuk rüzgarla kucaklaşınca, çantamı yanlış giysilerle doldurduğumu anladım. Yanıma ince yazlık şeyler almıştım. Afrika’nın bu mevsimde de sıcak olacağını düşünmüştüm nedense. Afrika bana hiçbir zaman soğuğu çağrıştırmamıştı zaten. Kenti tanımak için beş saat vaktim vardı. Bu süre içinde ne görürsem yanıma kár kalacaktı. Kazablanka gibi bir kenti, bu süre içinde tanıyamayacağımı bildiğim için telaşlanmadım. Kendimi rehberin insafına terk ettim. Aslında bu gezide konakladığım Marakeş’i de, Ouarzazat’ı da koşuşturmaktan doğru dürüst göremedim. En çok çölde kaldım. Uçsuz bucaksız kum tepelerine bakarak da, Fas hakkında pek bilgi sahibi olamadım. Onun için bu yazıda Fas’ın kentleriyle ilgili pek detay veremeyeceğim. Bu yazı daha çok "yol notları" ağırlıklı olacak.
KORSAN YATAĞI
Bizi havaalanından alan minibüsün penceresine başımı dayamış, kentin ilk görüntülerini yakalamaya çalışıyordum. Portakal ağaçları, güneşle yıkanmış beyaz binalar, düzgün caddeler, çoğunluğu dört çeker olan otomobiller... İspanyolca "Beyaz Ev" anlamına gelen Kazablanka, camın önünden akıp giden görüntülere bakılırsa güzel bir kente benziyordu. Rehber, başı örtülü, Fatma adında bir Berberi kızıydı. Düzgün İngilizcesiyle bir makine gibi tıkır tıkır anlatıyordu. Cümleler söylene söylene tüm ruhunu yitirmişti sanki. Fatma, Kazablanka’yı anlatabilmek için kaçıncı kez aynı kelimeleri peş peşe sıralıyordu kimbilir?
Kulağıma çalınanlara göre, bugünkü kentin yerinde 12. yüzyılda Anfa adında bir Berberi köyü vardı. Burası bir korsan yatağıydı. Köyün limanına saklanan korsan gemileri, Hıristiyan tüccarlarına soluk aldırmıyorlardı. Sonunda Portekiz donanması, Anfa köyünü 1468 yılında yerle bir etti. Tüm korsanları hurma ağaçlarında sallandırdı. 1515 yılında bölgeye dönen Portekizliler, burada Casa Branca (Beyaz Ev) adında yeni bir köy kurdular. Köy büyüdü, önce İspanyol tüccarları, sonra Fransız bohemleri ve diğer Avrupalı maceraperestleri konuk etti. Geçmişi böylesine Avrupalı olan Kazablanka, bugün Fas’ın en önemli liman kentlerinden biri oldu.
Minibüs önce kentin önemli mekanlarından biri olan V.Muhammed Meydanı’nın etrafında dolaştı. İtalya’da bütün yollar nasıl Roma’ya çıkıyorsa, Kazablanka’da da yollar bu meydanda başlıyor ve dört bir yana uzanıp gidiyordu. Şık mağazalar, işyerleri, oteller, sinemalar, restoranlar hep bu meydanın çevresine sıralanmıştı.
Minibüs meydan turunu tamamlayıp, eski kentin (Medina) girişinde durdu. Bir acele arabadan inip, bir koşu eski belediye sarayının muhteşem oymalarla süslü duvarlarını, mavi-yeşil çinili avlularını gezdik. Gerçekten de epey göz nuru, el emeği dökülmüş bir binaydı. Sonra eski sokaklardan geçip, sarayın avlusunda, yüksek duvarların arkasına gizlenmiş binayı görmeye çalıştık. Ben bir şey göremedim ama, Fatma yapının içini dışını bir güzel anlattı. Aslında anlattığı detayları onun da görmediğini tahmin edebiliyordum!
OKYANUSUN CAMİSİ
Sonra tekrar minibüse binip, okyanus kıyısına gittik. Gidince de 2. Hasan Camii ile karşı karşıya geldik. Okyanusun uçsuz bucaksızlığına bakan bu muhteşem cami, gerçekten de modern mimarinin mücevherlerinden biriydi. Bir kule gibi gökyüzüne uzanan, üst kısmı mavi çinilerle bezeli 173 metre yüksekliğindeki minareden uzun süre gözümü alamadım. Rehber Fatma’ya göre 2. Hasan cami yapılırken şunları söylemişti: "Bu camiyi suyun üstünde yaptırmak istedim. Çünkü Kuran şöyle der: ’Allah’ın tahtı suyun üstündedir.’ Bu camiye gelecek cemaat toprak üstünde olacaktır ama, bulunduğu yerden Allah’ın gökyüzü ile okyanusunu seyredecektir."
80 bin kişinin aynı anda namaz kıldığı bu muhteşem camiyi, kapalı olduğu için gezemedim. Çevresinde dönmekle yetindim. Sonra kalabalıkların sıra sıra oturduğu bir duvara yaslanıp, okyanustan kopup gelen yorgun dalgaları seyrettim. Bu dalgalar kim bilir, hangi uzak sahilleri okşadıktan sonra burayla kucaklaşmışlardı. Okyanustan esen rüzgar oldukça soğuktu. Çevreme baktım, erkeklerin ve kadınların çoğu kalın celebalarına sarılmış, başlıklarını da başlarına geçirmişlerdi. Ben ise yazlık keten ceketimin içinde titriyordum.
Camiden sonra Fatma iki seçenek sundu. İsteyen alışverişe gidecek, isteyen Hyatt Oteli’nin Ritz barında Humphrey Bogart’ı anacaktı. Tereddütsüz ikinci seçeneği seçtim. Bara girince önce, Bogart’ın "Kazablanka" filminin kareleriyle karşılaştım. Bütün duvarlar Bogart’ın ve Ingrid Bergman’ın fotoğraflarıyla süslenmişti. Barın hemen karşısındaki piyanonun bulunduğu yerde ise dev bir Humphrey Bogart posteri duruyordu. Sanki Bogart, piyaniste burada "bir daha çal Sam" demişti. Aslında Kazablanka’da böyle bir yer yoktu ama, bütün barlar filmin tüm dünyada yarattığı sansasyonu paraya dönüştürmeye çalışıyorlardı. Umberto Eco’nun, "tüm filmlerin anası" nitelemesini yaptığı film sayesinde 1940’lı yıllarda Kazablanka tüm dünyanın gözdesi olmuştu. Barın bir iskemlesine oturdum. Bir bardak şarap ısmarladım. Sabahın köründen beri koşuşturup durmaktan yorulmuştum. İlk yudumla gevşeyip, Bogart’ın fotoğrafına bakarak kenti düşünmeye çalıştım.
Kazablanka aslında, dünyanın kaderinin belirlendiği önemli bir kentti. II. Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Churchill, burada bir araya gelip, Almanya’nın yoğun bir şekilde bombalanmasını, Fransız direnişçilerin desteklenmesini, Almanya, İtalya ve Japonya’dan kayıtsız şartsız teslim olmalarının istenmesini kararlaştırmışlardı. Bu kent böylesine önemli bir geçmişi tarihine not düşmüştü. Fatma tüm bunları bilmiyor muydu acaba? Veya bunları bizlere anlatmaya değmeyecek lüzumsuz detaylar diye kendisine mi saklamıştı? Bardan kalkarken ünlü "As Time Goes By" şarkısı çalmaya başlamıştı. Parçanın bitmesini beklemeden otelden çıktım.
Akşam yemeğinde Fas’ın milli yemekleri Tajin ve Kuskus ile tanıştık. Gezi boyunca da genellikle bu yemekleri yedik. Yemeklerden daha ileride bahsedeceğim için şimdilik geçiyorum. Yemekten sonra Fatma ile vedalaşıp havaalanına gittik. Yolculuğun ikinci etabı için, çöle açılan kentlerden biri olan Ouarzazate’ye uçacaktık. Gece yarısı havalanan uçağa bindiğimde, artık göz kapaklarıma söz geçiremez bir hale gelmiştim...
Ertesi gün uyandığımda, karşımda kızıl kahverengi bir kent buldum. Draa Vadisi ile Marakeş arasındaki dört yol ağzını tutan Ourazazate kenti, Fas’a gelen çöl gezginlerinin uğrak yeriydi. Kahvaltıdan sonra bahçede toplanıp, kurs hocası Fransız Manuel Mamane ile tanıştık. Ayaküstü ilk talimatları aldıktan sonra, kamyonetlere eşyaları yükleyip yola koyulduk. Bir aksilik olmazsa dört saatte 250 kilometre yol alıp M.Hamid’e varacaktık.
PALMİYE ORMANI
Kentten sonra yol ıssızlaştı. Nereye baksam kimsesiz, taşlı, kahverengi toprakları görüyordum. Uzaklardaki dağların tepeleri masa gibi dümdüzdü. Arada bir görüntüye giren köyleri seçmekte zorlanıyordum. Toprakla aynı rengi taşıyan evler, yaslandıkları tepelerde kaybolup gitmişlerdi. Arada bir gökyüzünde daireler çizen kerkenezler dikkatimi çekiyordu. Yıldırım hızıyla güvercin sürülerinin arasına dalıp, kaptıkları avlarla gözden kayboluyorlardı.
Önce birkaç palmiyenin süslediği vahaları gördüm. Sonra palmiyelerin sayısı arttı, ormana dönüştü. Haritaya bakınca, Draa Nehri’nin suladığı Draa Vadisi’ne girdiğimizi gördüm. Bir mola sırasında Manuel vadide milyonlarca palmiyenin bulunduğunu söyledi. Kavurucu sıcakta, palmiye gölgesini düşlemeye çalıştım.
İlk molayı büyükçe bir vaha olan Agdz’de verdik. Yol kenarındaki bir kahvede, Faslıların en gözde içeceği olan nane çayı içtim. Yeşil çay ve taze nane ile yapılan bu çayın hazmettirici, ferahlatıcı olduğunu o kahvede öğrendim. Fas’ta geçerli dil Fransızca olduğu için anlaşmakta zorlanıyordum. En büyük kentten, çölde yaşayan Bedevilere kadar çoluk çocuk herkes akıcı bir Fransızca konuşuyordu. Ben bu dili bilmediğim için, sorularımı çevirmenler aracılığı ile sormak zorunda kalıyordum.
Dar Azwaad’da yemek molası verdikten sonra, direksiyonu çöle doğru çevirdik. İlerledikçe yol daraldı, kızıl kumlar, çöl bitkileri göz alabildiğine uzandı.
Maceranın bundan sonrası haftaya kaldı. Çölde geceleme, kumlara bata çıka yolculuk, Marakeş’te Binbir Gece ve yemekler...
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2006
Kar yüzünden uzak geziler yerine masabaşı gezilerle ile yetinmek zorunda kaldım. Bu hafta size kentlerde gezinmenin tadını anlatmaya çalışacağım. Bir de yurtdışına gidecek olan yemeğe düşkün okurlarıma dünyanın önemli restoranlarının adreslerini vereceğim. Aklınızın bir köşesinde kalsın, belki bir gün lazım olur. Kar yolları tıkayınca, bir süre İstanbul’dan çıkamadım. Ara sokaklar karla kaplı olduğu için, sokaklarda yürümenin tadını da çıkartamadım. Aslında son yıllarda kent gezilerini daha çok sever oldum. Buna, geçen yıllarla birlikte düşüşe geçen enerjim mi neden oldu bilmiyorum. Yakın bir geçmişe kadar ormanlarda, ıssız koylarda, yaylalarda kendimle baş başa kalmaya can atardım. Hatta kısa süreli kayboluşlar çok hoşuma giderdi. Kimseye haber vermeden, kimseden haber almadan geçen birkaç günün keyfini çıkarmak için her türlü fırsatı değerlendirirdim.
Artık öyle olmadığımı fark ettim. Kendimi evcilleşmiş bir kurt gibi hissetmenin ezikliğini yaşıyorum. Kent gezginliğini tercih ettiğimi ayan beyan söylemeye çekiniyorum. Aslında düşününce, kentlere olan sevgimin birden bire depreşmediğini görüyorum. Kent sokaklarındaki maceraların, doğadaki maceralardan daha ürkütücü, daha vahşi olduğunu biliyorum. Yabancısı olduğum kentlerin arka sokaklarında kendimi, heyecanlı maceralar peşinde koşarken yakaladığım çok olmuştur.
YALNIZLIK ÖYKÜLERİ
Aslında kentlerin yalnızlığını seviyorum... Yaz aylarının pazar günleri kentler yalnız kalırlar. Caddeler, sokaklar boşalır, kepenkler iner, kapılar kilitlenir, hafta arasının gürültüsü kalabalıklarla birlikte çekip gider. İşte bu ıssız sokaklarda dolaşmaya bayılırım. Müşterisi olmayan kahvelerde oturur, garsonları izinli lokantalarda bayat yemekler yerim.
Koskoca bir kentte tek başıma ve her şeye yabancı olmak, hüzün yerine haz veren duygularla sarar beni. Bir kenara çekilip diğer yalnızları seyrederim; Köpeğini gezdiren yaşlı kadın, nereye gittiğini bilmeyen bir garip, sandviçini kuşlarla paylaşan bir başka yalnız... Onları seyredip, öyküler uydururum.
Kent gezilerini tercih eder olduğumdan beri, kentleri anlatan yazarlara olan düşkünlüğüm de arttı. Örneğin Nedim Gürsel’in, görmediğim kentleri ve o kentlerde yaşanan aşkları anlatan kitaplarını daha sıkı okur oldum. Osmanlı ve cumhuriyet dönemi seyyahlarının kent anıları, önemli kaynak kitaplarımın arasında başköşeye yerleşti. Falih Rıfkı Atay, Cenap Şehabettin, Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet İhsan’ın kent anılarını okumanın keyfine doyamaz oldum.
Edebiyatçıların gezi notlarını okurken, hem o kentlerin geçmişini hem de gezi yazısı yazmanın inceliklerini öğrenirim. Cenap Şehabettin öğretmenlerimin başında gelir. Çok az usta yazar, bir kenti onun gibi gözler önüne serebilir. İşte bir örnek: "Viyana’nın büyük caddelerinde rast geleceğiniz kadınlar ve erkekler size sık sık şair Nigar Hanımefendi’nin sözünü hatırlatırlar: ’Yarabbi, bu şehirde hiç mi çirkin yok?’ Özellikle kadınlar, hemen hepsi seher gibi pembe ve masumluk kadar beyazdır... Sokak gezisinde yorulanlar, her zamanki gibi bir kahvehanede dinlenirler. Burada kahvehane denen kurumlar biraz kütüphane, biraz kulüp, biraz lokanta, biraz salondur. Kahvehanelerde yer bulmak gerçek bir başarıdır. Oralardaki kalabalığın derecesini anlatmak için bizim Fatih-Harbiye tramvayının saat beşten sonraki durumunu hatırlatmak isterim..."
KENTİN TARİFİ
Küba asıllı Guillermo Cabrera İnfante’nin kent yazıları da, keyifle okuduğum yazıların başında yer alır. Bazı kentleri, özellikle Londra’yı onun alaycı üslubuyla birçok kez dolaşmışımdır. Kent hakkındaki sorularımın gerçek yanıtını da İnfante’nin "Kentlere Övgü" adlı bir giriş yazısında bulduğumu söyleyebilirim:
"İnsanoğlu kenti icat etmemiş, daha çok kent, insanı, insana özgü gelenekleri ve alışkanlıkları yaratmıştır. Şehirlilik sözcüğü (urbanidad), Latince urbs sözcüğünden gelir. Bildiğimiz anlamıyla kent, büyük olasılıkla İsa’dan önce altıncı ve birinci binyıllar arasında Asya kıtasında ortaya çıkmıştır. Ancak şehir fikri, Yunanistan’da şehir-devlet ya da polis ile doruğa ulaşır. İşte bu yüzden Aristoteles bunu "soylu bir amaç için ortak bir yaşam" olarak tarif eder... Ancak kent, onu kuran insanoğlu tarafından defalarca yerle bir edildi. Söylenceye göre, Neron Roma’yı yaktı. Ama Roma yeniden inşa edildi ve günümüze kadar yaşadı. Tarihte ibret olan tek kent. Roma’nın geçmişi, yıkıntılar arasında yaşamını sürdürür. Kuşkusuz ölümsüz kenttir Roma. Berlin ve Havana gibi kentler, savaşlar veya yöneticilerinin uyuşukluğu sonucunda yıkılmıştır. Gerçekten de Havana bugün yıkık bir kent görünümündedir. Berlin örneğindeki gibi havadan değil, içten gelen bir yıkımdır bu. Ama Berlin, yangından sonraki eski Roma’da olduğu gibi yeniden inşa edilmiştir. Havana ise harabeler arasında tuhaf bir güzelliğin bekçiliğini yapar..."
Kentlerde yapılan yalnız yolculuklar düşüncelere gebedir. Bazen gördüklerimle aklımdan geçenlerin çakışmasına şaşar kalırım. Bazen de kentin boş sokaklarındaki sessizlikte, melankolik bir şarkının ritmini yakalarım. Boş restoranlarda, kimsesiz otel lobilerinde, ıssız arka sokaklarda, karanlık barlarda, yani yalnızlık veren her yerde yalnızlığımın dindiğinin farkına varırım.
Artık kent gezmelerini daha çok seviyorum. Dağlar için nefesim mi tükendi acaba?..
Midesine düşkün gezginler için
Birçok okurum, yolculuğa çıkmadan önce, elektronik posta aracılığı ile gidecekleri yerlerdeki lezzet duraklarının adreslerini soruyorlar. Size aşağıda bazı ülkelerdeki en gözde restoranların isimlerini sunacağım. Bu restoranlar mutfakları, şefleri ve mönüleri ile sadece bulundukları kentte değil, tüm dünyada da adlarından bahsettiriyorlar. Eğer bu kentlerden birine giderseniz, hiç olmazsa bir akşam yemeğini bu restoranlardan birinde yemenizi öneririm. Belki günün birinde işinize yarar diye listeyi kesip saklamanızda yarar var.
ARJANTİN Buenos Aires: Casa Cruz
AVUSTRALYA Melbourne: Taxi Dining Room, Flower Drum, Sidney: Flying Fish, Omega, Tetsuya’s, Rockpool
KANADA Montreal: Le Bounchon de Liege, Vancouver: Vintropolis
ABDNew York: Nobu, Balthazar, Gramercy Tavern, Per Se, Masa, Spice Market, Blue Ribbon, Jean Georges, Şikago: Charlie Trotter, Onesixtyblue, Miami: Joe’s Crab, San Francisco: Boulevard
İNGİLTERE Londra: Hakkasan, Umu, Locanta Locatelli, The Ivy, Tom Aikens, Nobu, The Connaugt, Le Gavroche, Gordon Ramsey, St. John, Bray-Berkhire: The Fat Duck
ÇİN Pekin: Mei Mansion, Hatsune, Şankay: Jean Georges, Laris
ÇEK CUMHURİYETİPrag: Cerny Kohout, Hot
MISIR Kahire: Citadel
FRANSA Paris: Restaurant du Murano, Chez Andre, Aux Lyonnais, Pierre Gagnaire, Restaurant Le Procope, Guy Savoy, Le Chinq, Aprege, Korova, Cannes: Felix, Simplicite, Lyon: Nicolas le Bec, Bordeaux: La Tupina
ALMANYA Berlin: 44, Vitrum, Frankfurt: Silk
YUNANİSTAN Atina: Milos, Cake, Spondi
HİNDİSTAN Bombay: Wasabi
İRLANDA Dublin: Town Bar and Grill
İTALYA Floransa: Teatro del Sale, İl Latini, Enoteca Pinchiorri, Milano: La Risacca 6, Roma: Trattoria, Checciano dal 1887, Antica Trattoria Polese, Perilli A Testaccio
FAS Marakeş: Casa Lalla, Yakut
RUSYA Moskova: Simple Pleasures
İSPANYA Madrid: Fast Good, Casa Labra, Casa Botin, Zalacain, Montjoi: El Bulli, San Sebastian: Arzak, Barcelona: Cal Pep, El Raco de Can Fabes
AVUSTURYA Viyana: Griechenbeisl, Steirereck, Plachutta,
HOLLANDAAmsterdam: Blakes, Christophe, Yamazato
GÜNEY AFRİKA Cape Town: Blues, Mount Nelson
ENDONEZYA Bali: Living Room, Mades Warung, Four Seasons Jimbaran
(Kaynak: Doors Mix- Restaurant İssue)
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2006
Eğer değişik rotaların ve görüntülerin peşindeyseniz, bu haftaki yazıyı okuduktan sonra kesip saklamanızı öneririm. İlginç rotalar aradığınızda size yol gösterebilir. Burdur’un Tefenni ilçesine bağlı Hasanpaşa beldesinde, yüzyıllardan beri kutlanan bu bayram törenleri, çok renkli görüntülere sahne oluyor. Kırsal kesime yaptığım gezilerde aklım hep çobanlara takılır kalır. Yanlarında köpekleriyle sürülerinin peşi sıra dolaşıp duran yapayalnız insanlardır. Onları görünce aklıma bir sürü soru üşüşür: Ne düşünürler, kendi kendilerine mi konuşurlar, yalnızlıktan canları sıkılmaz mı?.. Hep yanlarına gidip konuşmak geçer içimden. Ama bugüne kadar bunu bir türlü gerçekleştiremedim. Arada bir kendimi onların yerine koyduğum olur. O zaman dalar giderim. Koyunlar otlarken bir ağacın dibinde kitap okuduğumu düşlerim. Veya boş boş gökyüzüne bakarken yakalarım kendimi.
Anadolu’nun her bir köşesinde bir çoban efsanesi vardır. Örneğin geçen hafta yazdığım çoban Endymion’un öyküsü, tüm çobanların rüyasını süsler. Efsanenin özeti şöyledir: Karialı genç ve yakışıklı bir çoban olan Endymion’u, Latmos (Beşparmak) dağlarında hayvanlarını otlatırken gören Ay Tanrıçası Selene ona aşık olur. İki sevgili bir mağarada yaşamaya başlarlar. Bunu duyan Zeus, Endymion’u bir daha asla uyanamayacağı büyülü bir uykuya yatırır.
Bir başka çoban efsanesi de İda (Kaz) Dağı’nda geçer. Zeus üç tanrıça, Hera, Athena ve Afrodit arasından dünyanın en güzel kadınını seçmesi için çoban Paris’i hakem tayin eder. Bir başka efsanede de Afrodit, sarışın bir genç kız kılığına girip, İda Dağı’nın yakışıklı çobanı Ankhises’i baştan çıkartır. Bir de Alakoyun efsanesi vardır ki, hala dilden dile anlatılır. Efsaneye göre eğer çoban, uzun süre susuz bırakılmış alakoyunu, su içmeden dereden geçirmeyi başarırsa ağanın kızını alacaktır. Çoban kavalının sihirli nağmeleriyle bunu gerçekleştirir ve muradına erer.
KINALI EL KOYUN
Efsanesi bu kadar bol olan Anadolu’da, bir de asırlardan beri kutlanan "Çoban Bayramı" vardır. Köşede bucakta kalmış bir bayram olduğu için, bilenlerin sayısı azdır. Eğer aşağıda anlatmaya çalışacağım bu etkinlik ilginizi çekerse, bir yerlere not alıp, bir gezinizde yolunuzu buraya düşürmeye çalışın.
Çoban Bayramı, ağustosun son ya da eylülün ilk haftasında Burdur’un Tefenni ilçesine bağlı Hasanpaşa beldesinde düzenleniyor. Bu bayram nedeniyle, yöredeki çobanlar arasında bir yarışma gerçekleşiyor. Bu yarışmada, sürüsünü oluşturulan gölcükten (böğet) en kısa sürede, yıkayarak geçiren çoban birinci oluyor. Burada çoban kadar, sürünün lideri olan "el koyun"un davranışı da çok önemli. Eğer o çobanı izlemez, göletin başında panikleyip suya girmezse, arkadan gelen sürü de girmemekte direniyor. Deneyimli çobanlara göre iyi bir "el koyun", suyun başına gelince tereddütsüz çobanın kucağına atlamalı ve sürüye cesaret vermelidir.
Bu nedenle sürüye liderlik edecek "el koyun" özenle seçiliyor. Bayramdan önce özel olarak besleniyor. Lider koyun, aşı taşından elde edilen kızıl kestane renkte boya ile boyanıyor. Deneyimli çobanlara göre, boyanan koyun liderliğinin sorumluluğunu hissediyor, davranışları değişiyor.
YARIŞMANIN SIRRI
Bu yarışmada birinci gelmenin bir formülü, sırrı var mı? Yarışma olur da taktik olmaz mı? Meslekte eski çobanlar bu sırrı şöyle anlatıyorlar: "Gölete gelmeden önceki virajı iyi almak gerek. Boyalı koyun en önde olacak. Çoban el koyunun yarım metre önünde yürümesi gerekiyor. Böğet (gölcük) başında beklemeyeceksin. Eğer çoban tereddüt eder ve arkasına bakarsa koyun güvenini yitirir, gölete girmez. Suya girerken ayakları sürümek gerek. Çünkü gölcükte oluşacak dalga el koyunun suratını ıslatmayacak, gölcüğe girdiğini fark etmeyecek..."
Bir de yarışma öncesi koyunları alıştırma dönemi var. Çoban yarışmaya bir ay kala, ön sırada yer alacak üç dört koyunu özel olarak beslemeye başlıyor. Onlara fındık, fıstık, lokum gibi yiyecekler vererek kendisine yakınlaştırmaya çalışıyor. Bir de kokusunu tanısınlar diye sık sık terini yalatıyor. Böyle yetişen lider koyunlar çobana alışıyor, nereye giderse gitsin onu izliyor, sesini duyunca hemen ona doğru koşturuyorlar.
KÜTÜK ATMA TÖRENİ
Eğer bayramı izlemeye gittiğinizde, Hasanpaşa’da bir de erkek çocuk doğmuşsa şanslısınız demektir. Çünkü bu doğum sayesinde, "kütük atma" törenine şahit olacaksınız. Tören şöyle gerçekleşiyor: Ailenin ilk erkek çocuğu doğunca, mahalleli tören için seferber oluyor. Önce büyükçe, dallı budaklı bir kütük bulunuyor. Bu kütük, sülalenin devam etmesi, dallanması, budaklanması dileklerini ifade ediyor. Kütükten sonra bir de al renkli tülbent bulunuyor. Sonra davul zurna eşliğinde kütük mahallede gezdiriliyor. Konu komşu tülbendin içine, gönlünden ne koparsa bir şeyler bırakıyor. Sonra kütük eve getirilip dama çıkartılıyor. Damda geleneksel tekerleme söylendikten sonra, kütük aşağıya atılıyor. Çocuğun babası kütüğü alıp evin bir köşesinde saklıyor. Çocuk büyüyüp evlenince, kütük saklandığı yerden çıkartılıp, düğün yemeğinin ateşinde yakılıyor.
Çoban Bayramı’nda bir de tüm köy kadınları el birliği ile yaptıkları börekleri, çörekleri namazdan sonra cami avlusunda tüm köye dağıtıyorlar.
Hem Çoban Bayramı hem de Kütük Atma Töreni, bizlerden uzaklardaki yaşamların bilmediğimiz renkli yönleri. Anadolu’da daha nice bilmediğimiz kutlamalar, törenler var. Eğer değişik bir rota, ilginç yaşamlar ve görüntüler peşindeyseniz, Tefenni ilçesine bağlı Hasanpaşa beldesine yolunuzu düşürmenizi öneririm.
NOT: Çoban Bayramı hakkında daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak isterseniz, Yusuf ERKAN’ın Atlas Dergisi’nin Şubat 2006 sayısında yayınlanan röportajını okumanızı öneririm.
ATLAS’IN ŞUBAT SAYISI MUHTEŞEM
Patagonya’ya giriş
Arjantin’deki ilk durağı Mar del Plata’da demir atan Hakan Öge, karadan Patagonya’nın yolunu tuttu. Amacı Güney Amerika kıyılarında yapacağı zorlu seyirlerden önce iklimi ve dalgaları daha iyi tanımak, cesaret toplamaktı. Sonunda bölgenin yaban hayat hazinesi Valdes Yarımadası’na vardı. Dünyayı yelkenlisiyle dolaşan Hakan Öge’nin nefes kesen gezisi Atlas’ta.
Karabağ sürgünleri
Sovyetler Birliği’nin dağılması pek çok halk için yeni ve umutlu bir başlangıç oldu. Azerbaycan sınırları içindeki Dağlık Karabağ özerk bölgesi ve çevresindeki yerleşimlerde yaşayan Azeriler için ise büyük acıların, bitmeyen bir trajedinin miladıydı. O tarihte dünyanın gözleri önünde bir etnik temizlik suçu işlendi. Ermenistan’ın işgaliyle bir milyona yakın Azeri, topraklarından sürülüp atıldı. Atlas ekibi bu dramı yerinde inceledi ve yazdı.
Kaçak coğrafyalar
Atlar hazırlandı, bidonlar bağlandı ve kervan yola çıktı. Nal sesleri geceyi delerken ay ışığında mayın tarlalarından geçecek, bazen de kurşun yağmuruna tutulacaklar. İran tarafındaki köylerde, kız alıp verdikleri için akrabaları var. Orada dinlenecekler. Ve bidonları benzin ya da mazotla dolduracaklar. Van’a bağlı Başkale’nin sınır yörelerinde, kuşaklar boyu sürüyor "kaçağa gitme". Kaçırılan, dün Afgan ve İran halıları, koyun sürüleri ve renkli televizyondu; bugün de akaryakıt bidonları. Uzaklardaki bu öykü, birbirinden güzel fotoğraflar eşliğinde Atlas’ta.
Eskişehir’de genç ruh
Her dönem farklı bir kent oldu. On dokuzuncu yüzyıl biterken demiryolu kentiydi. Sonra göçmenler kenti. Tayyare ikmal merkezi ve şeker fabrikasıyla büyüdü. Devinim hiç durmadı. İç Anadolu’yu batıya bağlayan Eskişehir, iki üniversitesinde barındırdığı 40 bin öğrencisiyle bugün gençlerin kenti. Atlas’ın şubat sayısında.
Karatepe tanrıları
Osmaniye ilinde, Toroslar’ın eteğinde Demir Çağı’nda kurulan bir uçkale; Asativataya. Halet Çambel’in elinde 2 bin 800 yıl sonra yaşama döndü. Fırtına Tanrısının gözetimindeki, Luvice ve Fenikece yazıtları ile ünlenen kaledeki buluntular mitolojik káhin Mopsos’a gerçeklik kazandırdı. Anıtsal kapıların duvarlarına dizili tapınılan, sığınılan, yalvarılan, gazabından korkulan ve düzenli kurbanlar sunulan tanrı ve tanrıçalar kalenin girişinde ziyaretçilerini karşılıyordu.
Yazının Devamını Oku