O dar sokakları arşınlarken ve semtin öyküsünü dinlerken, uzun yıllardan beri yaşadığım İstanbul’u hálá tam anlamıyla bilmediğimi fark ettim. Bir bu kadar yıl daha dolaşsam bu muhteşem kentin gizemini çözemeyeceğime inandım.
Fener semtinin zirvesinde kırmızı tuğladan yapılmış, Viktorya tarzı dev bir yapı vardır. Galata’dan Haliç’e doğru bakıldığında göze önce bu bina çarpar. 1882 yılında tamamlanan bu kırmızı yapıda, Yunanlıların Megali Skhola, yani Büyük Okul dedikleri Fener Rum Lisesi bulunur. Bizans sonrası Rum aristokrasisinin ünlü ailelerinin çocukları burada eğitim görmüştür. Okul hálá açıktır ama, sınıfları dolduracak kadar öğrencisi yoktur.
Eğer bu muhteşem binanın yanında durup, bugünkü Fener semtine bakacak olursanız şunları görürsünüz: Daracık sokaklar, çoğu yıkılmak üzere olan 3-4 katlı cumbalı, kagir evler. Bu yaşlı ve yorgun binalarda hálá yaşam sürmektedir. Yaşayanlar, evlerinin kırığını döküğünü, renkli badanalarla örtmeye çalışmışlardır. Onun için bu evler,
aşırı makyajla kırışıklıklarını örtmeye çalışan yaşlı kadınlara benzerler. Tüm bu manzaraya bakınca, Fener’in yoksul bir semt olduğunu hemencecik anlarsınız. Bu semtte hiç kimse yoksulluğunu saklama gayreti içinde değildir zaten.
Fener’in bugünü yoksuldur ama, geçmişi hiç de öyle değildir. Tarihçi İlber Ortaylı’ya göre burası, "1500 yıllık tarihin sıkıştığı bir dünya tiyatrosudur." Sadece İstanbul’un değil, bütün Akdeniz dünyasının en önemli ve anlamlı mahallelerinden birisidir.
ZENGİN YAŞAMLAR
Fener, Bizans döneminde limanın, kalabalık, gürültülü, eğlenceli, her türlü yasadışı yaşamın sürdüğü bir semtti. Aynı zamanda da, bütün dünyayla kurulan ilişkilerin düğüm noktasıydı. Venedikli, Cenevizli tüccarlar, uzak Asya’dan ve Avrupa’dan gelenler, resmi veya gayriresmi işlerini burada hallederlerdi. Aya Yorgi Kilisesi’ne yerleşen Ortadoks mezhebinin merkezi olan İstanbul Patrikhanesi, Fener’e, ticaretin yanısıra önemli bir dinsel merkez olma özelliğini de kattı.
Okulun yanından bakarken gördüğünüz yoksul evlerin yerinde bir zamanlar, elçilik konaklarının, Cenova ve Venedik tüccarlarının, Rum zenginlerinin oturduğu, bütün Akdeniz dünyasının renk ve zevkini yansıtan şık evlerin bulunduğunu hayal etmekte zorluk çekeceğinizi tahmin edebiliyorum. Ama gerçek böyleydi. Tüm tarihçiler böyle kayıt düşmüşlerdi. Onlardan biri olan İlber Ortaylı semti şöyle anlatıyordu: "Fener, kabadayı kahvehaneleri, ünlü meyhaneleri, yedi iklim dört bucaktaki ülkelerin gelenekleri, dil kalıntılarıyla rengarenk bir semtti. Bugün İstanbul’un bir sefalet mahallesi görünümünde, oysa kentin canlı, neşeli bir merkezi olmaması için bir neden yok. En azından beton han ve apartmanların istila etmediği pitoresk bir mahalle görünümünü hálá koruyabildiği için..."
Bu yoksul semtin geçmişinde sadece görkemli konaklar yoktu. İnsanları da çok değerliydi. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm dış ilişkilerini, bu sokaklarda oturmuş olan Rumlar gerçekleştirmişti. Bu sokaklarda büyümüş olan Fenerli Rumlar, Osmanlı devlet yapısı içinde önemli görevler almışlardı. Bunlar için tarihe "Fenerliler" diye not düşülmüştü. Bu Fenerli beyler ve beyzadeler çok önemli yurtdışı görevleri üstlenmişlerdi.
Fenerlilere sağlanan bu ayrıcalığa, aldıkları eğitimin, birkaç dil bilmelerinin yanı sıra bir kalleşliğin de neden olduğu öne sürülüyordu. Bir söylentiye göre bu semtte oturan soylular, bir altın tepsi içinde kentin anahtarını gizlice Fatih’e sunmuşlar ve bağlılık yemini etmişlerdi. Yani Bizans’ı arkadan hançerlemişlerdi.
Bazı kaynaklar ise bu ihanet öyküsü yerine, bir kahramanlık destanı anlatıyorlardı. Bu kaynaklara göre, kentin düştüğünü bilmeyen Fenerliler, semtin sokaklarında Yeniçerilerle göğüs göğüse dövüşmeyi sürdürmüş, bu yüzden yokuşlardan aşağıya oluk oluk kan akmıştı.
Eğer Fener’in yoksulluğunu seyrettiğiniz Rum lisesinden biraz daha yukarı tırmanırsanız, kırmızı badanayla boyanmış bir kilise ile karşılaşırsınız. Asıl adı Kutsal Meryem Kilisesi olan bu kilisenin diğer adı da "Kanlı Kilise"dir. Bu adı almasının nedeni de, önündeki yokuştan oluk oluk akan kanlardı.
Aslında bu kilisenin hüzünlü bir öyküsü vardı. İmparator Mikhail Palaiologos, gayrimeşru kızı Maria’yı Moğol Hanı Hülagu ile evlenmesi için İran’a göndermişti. Prenses Moğol başkentine ulaşmadan Hülagu ölünce, onun yerine oğlu Abaka ile evlendi. Sarayda 15 yıl kadar yaşadı. Abaka kardeşi tarafından öldürülünce Maria Konstantinopolis’e dönmek zorunda kaldı. Bu kiliseyi onartıp, burada inzivaya çekildi. Fenerliler ona "Moğolların Meryemi" adını taktılar. Fetihten sonra Fatih bu Fenerlilerin kiliselerini kullanmaya devam etmelerini emreden bir ferman yayınladı. Sonraki padişahlar da bu hakkı tanıdılar. Eğer bu kiliseye giderseniz bu fermanları görebilirsiniz.
FENER’İN KADINLARI
Fener’in renkli badanalarla, kırığı döküğü saklanmaya çalışılmış yoksul evlerinin geçmişini, 1854 yılında İstanbul’a gelen gezgin Theophile Gautier şöyle anlatıyordu: "Taş evler güzel mimari üslubundadır. Bu evlerin çoğunda, merdiven biçiminde kesilmiş konsollara ya da kıvrıntılı dirseklere dayalı güzel balkonlar vardır. Daha eski olan başka evler yarı kale, yarı sivil yapı olan küçük ortaçağ konaklarını hatırlatır..."
Piyer Loti ise "Aziyade" adlı romanında Fener’i yere göğe sığdıramıyordu: "Rumların Noel Yortusu’ydu. Tüm Fener bir festival yeriydi sanki. Her boyda ve renkte lambalar ve kağıttan değirmenler taşıyan çocuklar kapıları çalıyor, davul sesleri seranadlara karışıyordu. Bizans zamanından kalma eski kapılar açıldığında Paris elbiseleri giymiş genç kızlar beliriyor ve müzisyenlere bakır paralar atıyorlardı..."
Söz kadınlardan açılmışken Fener’de yaşayan kadınları araştırmacı Jak Deleon şöyle tanımlamıştı: "Fener’de oturan soylu Rum ailelerinin kızları, şıklıkları ve kibarlıklarıyla nam salmıştır. Tümü de kültürlüdür. Bunların arasında Lord Byron’ın şiirlerini İngilizce’den Rumca’ya çevirenler bulunmaktadır..."
Fener, insanları, konakları kadar eğlence dünyasıyla da ünlüydü. Reşat Ekrem Koçu, İstanbul’un en önemli gedikli meyhanelerinin burada olduğunu belirtmiş, bugüne hiçbir izleri kalmayan bu eğlence yuvalarını şöyle sıralamıştı: Sukiyas, Gümüş Halkalı, Kamburoğlu, Tanaşaki, Sakızlı ve Kafesli. Ayrıca 18. yüzyıl İstanbul’unun en büyük ve en meşhur gazinosu da Fener sahilindeydi. Üsküdarlı Aşık Razi bu gazino için şu mısraları yazmıştı: "İskele başındaki gazinonun / Methini duydum da gittim Fener’e / Selsebil olmuş ülfet muhabbet / Çıkamaz içine giren bir kere."
ÇAPKIN BEYLER
Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde bu gazinoyu şöyle anlatmıştı: "İstanbul’un hovarda meşrep, çapkın beyleri Kağıthane alemleri için burada toplanıp buluşurlar, kafayı çektikten sonra Fener iskelesinden kayık ve sandallara binip Kağıthane’ye giderlerdi. İstanbul’un en namlı hanende ve sazendeleri buraya gelip çalar, okurlardı. Şöhreti şehrin her tarafına yayılmış bir gazino idi..."
Fener’in meyhaneleri, gazinosu kadar bıçkın kayıkçıları da ünlüydü. O dönemde Haliç’te vapur seferleri yapılmadığı için, iki yaka arasındaki ulaşım kayıklarla sağlanıyordu. Kayıtlara göre o dönemde Fener iskelesine bağlı 78 kayık ve 78 kayıkçı neferi vardı. Bunların 36 tanesi Müslüman, 42’si ise gayrimüslim idi. Üsküdarlı halk şairi Aşık Razi, 1880’de yazdığı bir şiirde, bu kayıkçıları şöyle anlatmıştı: "Gayet ile süslüdür Fener’in kayıkları / Sarhoşlara mahsustur taşımaz ayıkları / Fener’in kayıkçısı pedimu ya palikar / Pekçe vursa topuğunu iskelesini yıkar..."
Semtin şöhreti ve neşesi, 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra yavaş yavaş sönmeye başladı. Önce zengin Rum aileleri Yeniköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Tarabya ve Adalar’da yaptırdıkları köşk ve konaklara göç ettiler. 1940 yılından sonra da geride kalan Rumlar çekip gitti. Onlardan boşalan yerlere, Anadolu’dan İstanbul’a göç edenler yerleşti. Fener bundan sonra sosyal açıdan önemli değişimlere uğradı. Giderek yoksullaştı, süslerini, eğlencesini teker teker yitirdi. Şimdilerde evler onarılıp, eski görkemli görüntülerine kavuşturulmaya çalışılıyor.
İstanbul keşfedilmekle bitmiyor. Gezdikçe, dinledikçe, okudukça ne kadar gizemli, ne kadar muhteşem bir kent olduğunu gözler önüne seriyor. Yıllarca önünden geçip gittiğim semtin öyküsünü okuduktan, Kanlı Kilise’yi, Rum Okulu’nu, Aya Yorgi’yi, tarihçi Moldavya Prensi Dimitri Kantemir’in şimdi çöplüğe dönmüş sarayını, sahildeki "portatif" Bulgar Sveti Stefan Kilisesi’ni, balkonlarında çamaşırların uçuştuğu evleri, daracık sokakları gördükten sonra, İstanbul’u ne kadar az tanıdığımı fark edip utandım.