15 Ekim 2006
Sayfamı bu hafta yalçın kayalıklar arasında çırpınan suyun mucizevi yolculuğa ayırıyorum. Burası dağların yarılıp derin bir oluğa dönüştüğü, Türkiye’nin en çarpıcı ve etkileyici vadilerinden biri olan Tortum Vadisi. Atlas Dergisi son sayısında sayfalarını bu masal diyarına ayırdı. Vadi’nin öyküsünü Cüneyt Oğuztüzün yazdı. İlginç rotalar ve fotoğraf düşkünlerine bu yazıyı kesip saklamalarını öneririm.
Erzurum Ovası’nın kuzeyinde arazi kabarmaya başlar. Yuvarlak, yeşil tepeler yumuşak yükselişlerle zirveyi 3 bin metrelere ulaştırır. Burası Dumlu Dağı’dır. Karasu’nun doğum yeri olan bu mütevazı dağ, sularını Fırat aracılığıyla Hint Okyanusu’na göndermekle kalmaz; bir yandan da Karadeniz’i besler: Kaynağını dağın kuzey eteklerinden alan Tortum Çayı ileride, Oltu Çayı’na döküldükten bir süre sonra Çoruh’un çılgın akışına katılır.
Yeşil çayırların arasından hafif bir eğimle akan Tortum Çayı kuzeye doğru ilerledikçe arazinin manzarası dramatik değişiklikler gösterir. Yeşil örtü, giderek kızıl-kahverengiyle yer değiştirir. Şiddetle dağıtılmış, kırılıp parçalanmış, kıvrılıp buruşmuş gibi bir görüntü sunan arazi yeni renkler kuşanır. Vadi, suyun geçtiği sarp ve dik kayaların arasında gittikçe derinleşen dar bir oluğa dönüşür. Oltu’ya kavuşana kadar 80 kilometre kat eden Tortum Çayı’nın o müthiş yolculuğunun 60 kilometrelik bölümü işte bu olağanüstü boğazda geçer.
Tortum Çayı’nın dağlarda açtığı geçit, aynı zamanda Erzurum-Artvin karayolu bağlantısını da sağlar. Buraya giren yolcuları, sürprizlerle dolu harika bir yolculuk bekler.
OLAĞANÜSTÜ BAŞLANGIÇ
Tortum, Erzurum’a 57 kilometre uzaklıkta, yalçın kayalıkların arasındaki bir girintiye sıkışmış küçük bir kenttir. Bir dağ yerleşimi atmosferine sahiptir. Ama yöreyi keşfe başlamak için en elverişli noktalardan biridir. Doğaya karışmak, coğrafya ve tarihe dokunmak için olağanüstü bir başlangıç noktasıdır.
Tarih burada kendisini zamanımıza kalan birkaç kale ve kilise ile ortaya koyar. Eserler ortaçağda yaratılmış başarılı bir uygarlığa, güney sınırında Tortum’un bulunduğu Gürcü uygarlığına işaret eder. Gürcüler tarih sahnesine, 9. yüzyıl başlarında Bagratlı hanedanı önderliğinde çıkmışlar, en parlak dönemlerinde gördükleri her sivri tepeye bir kale diktikleri gibi, ücra vadilerdeki vahalara da manastırlar inşa etmişlerdi. Hahuli de işte böyle bir yerde kurulmuştu. Tortum’a 34 kilometre uzaklıktaki eski adı Haho olan Bağbaşı beldesindeki kilise, şimdi derenin kenarındaki sık ağaçlık bir alana gizlenmiş durumda. Köylülerin Meryemana diye andıkları kilise, halen cami olarak kullanıldığından Taş Cami diye tanınır.
Tortum Kalesi, merkeze yakın Tortumkale Köyü’nde bulunuyor. Köyün hemen dışındaki kayalık bir tepeye kurulmuş kale, epeyce tahrip olmasına karşın sağlam kalan duvarları ve burçlarıyla eski ihtişamını hissettirir. Üngüzek Kalesi ise çayın kıyısından burgu gibi yükselen garip görünüşlü bir kayanın üzerindedir. Çok iyi korunmuş durumdaki, tipik mimariye sahip küçük kale, Uzundere’nin Dikyar Köyü sınırlarındadır. Uzundere’nin Çamlıyamaç Köyü ise vadinin en heybetli tarihi kalıntısı olan katedral boyutlarındaki Oşki Kilisesi’ni (Öşkvank) barındırır. Konik minaresi ve haç biçimli yapı planı ile Hahuli’ye benzeyen ancak çok daha büyük Oşki, uzaktan görülebilecek şekilde köyün ortasındaki açık alanda konumlanmıştır. Uzun yıllar cami olarak kullanılması sayesinde bugüne kalabilen Oşki, köye yeni cami yapıldıktan sonra kaderine, yani yıkılmaya terk edilmiş olmanın hüznünü yansıtır.
MANZARALI YOL
Anayoldan sekiz kilometre içerideki Çamlıyamaç’tan dönüşte, ülkenin en güzel manzaralı yollarından birinin başlangıç noktasına gelinir. Burası Tortum Gölü’nün güney ucu, çayın delta yaptığı küçük bir kuş cennetidir. Buradan itibaren turkuvaz renkli ince uzun Tortum Gölü başlar: Sekiz kilometre uzunluğuna karşılık genişliği bir kilometredir. Gölün batısındaki girintili çıkıntılı kıyıya dik inen yalçın kayalıkların arasından geçen dar ve virajlı yol göle uçurumların tepesinden bakar.
Rengi genelde turkuvaz görünse de bakış yönüne, ışığın ve atmosferik koşulların durumuna göre bulanık yeşilden, gümüş rengine, koyu maviden kurşuniye kadar geniş bir yelpazeyi eş anlı olarak sergileyebilen göl, aslında Tortum Çayı’nın önünün bir heyelan sonucu tıkanmasıyla oluşmuştur. Birkaç yüzyıl önce, bugünkü göl çanağının kuzeybatısındaki Kemerli Dağ’ın "heyelan eden" büyük bir parçası çayın önüne yüksek bir set çekmiştir. Yöre halkı bu oluşuma "tabiattan baraj" derler. Gölün çevresindeki tek yerleşim, kuzeybatıdaki Balıklı köyüdür. İçme suyunu gölden sağlamak durumundaki bu küçük köy, gölün tek yarımadası Uzunburun’u sınırları içinde bulundurur. Tortum Gölü gibi Tortum Şelalesi de, mucizevi varlığını aynı heyelana borçludur. Göl oluştuktan sonra, çayın yatak değiştirmesiyle yaklaşık 50 metrelik kendi halinde bir uçurum bir anda ülkenin en büyük şelalesi haline gelmiştir. Yöre halkının gözünde Asya ve Avrupa’nın en büyük şelalesi olan Tortum, yine yöre halkına göre dünyanın ikinci en büyüğüdür!
Yerbilimleri açısından doğal bir laboratuvar işlevi gören Tortum Vadisi, olağanüstü güzelliklerini ve mucizelerini volkanizma, tektonik, heyelan gibi jeolojik dinamiklere borçludur.
Size bu rotayı bir kenara not edip, buradaki inanılmaz güzellikleri görmek için yolunuzu bu taraflara düşürmenizi öneririm.
ATLAS’TA BU AY
Mucizeler tekkesi
İran’ın batısında, Kermanşah’ta mucizevi bir tekke, ilahi bir sanat galerisi var. Muavinü’l-Mülk Tekkesi. Tüm duvarları kutsal temaların işlendiği çinilerle kaplı. Göz kamaştırıcı resimlerin renklerini hiçbir şey; ne güneş ve kar, ne yağmur ve rüzgár, ne de geçen yüz yıl soldurmuş.
İnsandan Önce Dünya
Dünyada el değmemiş nadir yerlerden biri. Karaya binlerce mil mesafedeki adalar ve mercan resiflerinde araştırma yapan ekip, yaşamın sırlarını öğrenmek için bir araya gelmiş bir "çılgınlar" topluluğuydu. Daha önce hiç dalış yapılmayan Kingman Resifi’ndeki araştırmaya Atlas’tan Zafer Kızılkaya katıldı.
Lübnan: Ebedi Yıkım
İsrail ile Hizbullah arasındaki çatışma geride büyük acılar ve enkaza dönmüş bir ülke bıraktı. Lübnan’ın büyük bir yıkıma sürükleyen bombardıman, çoğu çocuk ve kadın binden fazla sivilin hayatına mal oldu.
Okyanustaki Vaha
Hakan Öge, Büyük Okyanus’ta onuncu günün sonunda gördü kara parçasını: Çölde bir vaha gibi duran küçük ada ülkesi Samoa’yı. Batılıların işgaliyle yok olmaya yüz tutan geleneksel kültür, ülkede şimdi yeniden diriltilmeye çalışılıyor. Tüm erkekler, hatta memurlar bile eskiden olduğu gibi eteklik giyiyor.
Akıllı Konut
İnsanın zamanının çoğunu geçirdiği evi, teknolojik gelişmeyle birlikte yeniden tanımlanıyor. Evden artık "akıllı" olması isteniyor, şimdi onun da bir IQ’su var. Kullanıcıya gerek bırakmayan, kendi kendine inisiyatif alan ev aletleri pek de uzakta değil.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2006
Ekimin başında alıp başımı İsviçre Alpleri’ne gitmiştim. Oradaki muhteşem manzaraları, güzel köyleri, tepeleri kaplayan üzüm bağlarını geçen hafta anlatmıştım. Bu hafta ise zirvedeki buzulları, köylerde yediğim yemekleri, 12 yılda bir yapılan festivali ve diğer güzellikleri anlatacağım. Sonbaharın tüm cazibesini sere serpe sergilediği günlerde, İsviçre Alpleri’nde, zirveler arasında dolaşıp duruyordum. Doğa büyüleyici bir güzelliğe sahipti ama evcilleşmişti. Ne zirveler, ne de ormanlar insanı korkutuyordu. İsviçre’de doğanın sürpriz yapmasına izin verilmiyordu. Bütün köşe bucağa insan eli değmişti. En uç noktaya giden patikalar bile asfaltlanmış, gidilmesi olanaksız zirvelere teleferik hattı çekilmiş, elektriğin ulaşmadığı hiçbir yer kalmamıştı.
Oysa geçen yüzyılın başında, henüz dizginlenmemiş bir vahşilik gözleniyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1926’ya ait İsviçre anılarını anlattığı "Alp Dağları’ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden" kitabında Alp Dağları için şu benzetmeyi kullanıyordu: "İptidai ve vahşi azametlerini şiddetle muhafaza eden" eteklerinde ve tepelerinde kurulan otellere, pansiyonlara, şalelere rağmen "kendilerine mahsus gizli hayatlarını yaşayan, gökyüzünün duvarlarıdır..."
Alp Dağları, Yakup Kadri’yi korkutuyordu. Dağlara tarihin ve efsanelerin içinden bakınca büsbütün perişan oluyordu: "Karanlığın içinden onlara doğru bakarken, bunun içindir ki kendimi, siyahlara bürünmüş, beyaz saçlı, gururlu, sert, inatçı, geleneklerine bağlı bir ecdat heyeti huzuruna çıkmış sanıyorum ve kabahat işlemiş bir çocuk gibi çaresiz, perişan titriyorum. Aslında denilebilir ki, bu titreyiş, yüksek tepelerin verdiği baş dönmesinden hasıl olma sinir gerginliğinin bir neticesidir..."
Dağların yamaçlarındaki köylere baktıkça karmaşık duygulara kapılıyordum. O muhteşem görüntüler, cennetin burası olduğunu söylüyordu. Bir yandan bu inziva sessizliğinde yaşamanın doyumsuzluğunu düşlüyordum. Diğer yandan, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, bu küçük köy ve kasabalardaki yaşantının çok can sıkıcı olacağının farkındaydım. Bir, iki, üç bilemediniz dört gün sonra, bu tabloların teker teker silineceğinden, görünmez olacağından, tüm görüntülerin kanıksanacağından adım gibi emindim. Bu dağ başı sessizliğinden, kimsesizliğinden ve hareketsizliğinden birkaç kez kaçıp, kentin karmaşasına sığındığımı çok iyi hatırlıyordum.
ÇİFTLİKTE KAHVALTI
Sabah erkenden otobüsle, Col de Croix yakınındaki bir çiftliğe doğru tırmanırken bunları düşünüyordum. Küçük bir çiftlikte kahvaltı edecektik. Bizi önce iri, siyah bir köpek karşıladı. Peşine düşüp, patikadan tırmanmaya başladık. Dört bir yandan çayırda otlayan ineklerin çıngırak sesleri geliyordu. İnekleri görmüyordum ama duyuyordum. Çiftlik 2 bin metre yükseklikteydi. Yanından, dağdan sıçraya sıçraya gelen küçük bir dere akıyordu. Buz gibi berrak suları avuçlayıp, yüzüme çarptım. Zirvede hiç kalkmayan kar örtüsü pırıl pırıl parlıyordu. Bu buzullaşmış karlar, kim bilir kaç asırdan beri oradan vadileri seyrediyorlardı?
Çiftlikte üç tane tahta ev vardı. Birinde keçiler, yeni doğmuş bir buzağı, beş-on domuz kalıyor, birinde peynir, tereyağı yapılıyor, sonuncusunda ise çiftliğin sahibi oturuyordu. Peynir imalathanesinin ortasında yanan ateşin üstünde koca bir bakır kazanda fokur fokur süt kaynıyordu. Yanakları kan kırmızısı iki çiftçi, kazanın dibine çöken peyniri toparlıyor, kesiyor, sonra da kalıplara dolduruyordu. Kan ter içinde kalmışlardı. Bir kenarda yaşlıca bir köylü, elektrikli yayıkta yaptığı tereyağını paketliyordu. Bütün yaz boyu böyle çalışmışlardı. İlk karla birlikte tası tarağı toplayıp, vadideki köye döneceklerdi.
Bahçedeki masalardan birine kurulup, çiftlikte yapılmış kalın kabuklu taze ekmeğe, yine çiftlikte yapılmış peyniri, tereyağını, ev yapımı reçelleri katık ettim. Biraz önce sağılmış sütü de doya doya yudumladım.
Kahvaltıdan sonra hazım yürüyüşü yaparken, aşçı kıyafetleri içinde kırlarda çiçek toplayan bir adama rastladım. Yanaşıp, selam verdim. Adı Joel Quentin olan aşçı, yenilebilir çiçeklerin uzmanıymış. Alpler’den toplayıp sepetine doldurduğu çiçekleri akşam, bizim için pişirecekmiş. Duyunca sabahtan heyecanlandım.
Çiftlikten ayrılıp, küçük köylerden, çiçeklerle süslü evlerin bulunduğu şirin kasabalardan geçtik, Col du Pillon’dan teleferiğe binip, 3 bin metredeki Diablerets Buzulu’na tırmandık. Teleferik yükseldikçe önce inekler, sonra evler ve ağaçlar küçüldü. Zirvedeki modern binanın çizimini, İsviçre’nin ünlü mimarlarından Mario Botta yapmıştı. Restoranda çevreyi en güzel gören bir masaya oturup, hem manzaranın hem yemeklerin tadını çıkarttık.
Sonra buzulun üstünde, köpeklerin çektiği kızaklarla bir tur attım, kar otobüsüyle şeytan kayasına gidip, sislerin örttüğü uçurumlara taş fırlatıp, sesin yankılanmasını bekledim, karda yürümenin keyfini çıkardım. Zirvenin katışıksız havasını birkaç saat soluduktan sonra, gerisin geriye otelin bulunduğu Villars’a döndüm.
ASIRLIK ŞALEDE YEMEK
Akşam yemeği, ormanın içinde, asırlık bir şalede yenecekti. Akşam serinliğine karşı sıkı giyinip yola düştüm. Önce döne döne tepeye tırmandım. Soluğum kesildikçe, yol kıyısındaki otu çiçeği inceleme bahanesiyle kısa molalar verdim. Ormanda durup dalga seslerini dinledim. Rüzgarın ağaç dallarına çarpıp, ormanı dalga sesine boğduğunu çok önceden öğrenmiştim. Sonra dik bir yamaçtan inmeye başladım. Ağaçların seyrekleştiği yelerden karlı zirveler görünüyordu. Akşam güneşi, bu beyaz duvaklı zirvelerden kırmızı kırmızı yansıyordu. Bacak kaslarım yorgunluktan titremeye başladığında şale göründü. Bahçede mangallar kurulmuştu. Bir köşede de sabah rastladığım aşçı topladığı çiçekleri pişiriyordu.
Yemek yendi, içkiler içildi. Güneş dağları mora boyadı. Mor dağların zirveleri alacakaranlıkta testere dişleri gibi göründü. Sonra gümüş renkli ay çıktı. Ona yıldızlar eşlik etti. Yıldızlar zifiri karanlıkta pırıl pırıl parlayıp, dağlara, ormanlara göz kırpıyordu. Sarhoş olmak için içkiye gerek yoktu, görüntü insanı kendinden geçirmeye yetiyordu.
Sabah erkenden tekrar Alpler’in yükseklerine tırmandık. Keskin virajlarda otobüsün şoförü, boru sesini andıran özel dağ klaksonunu çalıyordu. Ormanlar ıssız değildi. Yürüyenler, dağ bisikleti ile tırmananlar, sessizliğin ve temiz havanın tadını çıkarıyordu. Köylerde, kasabalarda döndük dolaştık, bir şelalenin karşısında öğle yemeğine oturduk. Köylü kadınlar yemek için pastırmalı, patatesli makarna yapmıştı. Bu kalori bombardımanı, elma peltesiyle birlikte yeniyordu. "Dağ havası acıktırmış" bahanesine sığınıp, patatesli makarnayı bir güzel silip süpürdüm.
12 YILDA BİR FESTİVAL
Yemekten sonra otobüs bir hızla Interlaken kentine indi. Burada dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerle buluşacaktık. Bu kenti Goethe’den, Byron’dan, Hemingway’den hatırlıyordum. Onlar ve başka edebiyatçılar, bu kentte bir süre soluklayıp, hayal dünyalarını daha da zenginleştirmişti. İskeleye yanaşan eski gemiye binip, Briense Gölü’nde tura çıktık. Şansımıza güneşli bir gündü. Görüntü yine muhteşemdi: Tepelerde şatolar, köyler, kıyıda balkonları çiçeklerle bezenmiş ahşap evler, ikişer ikişer yüzen beyaz kuğular, yelkenliler, kayıklar... Birden vapurun, bir kartpostalın içinde dolaştığını düşledim.
O gün öyle aylak aylak dolaşarak ve seyrederek geçti. Ertesi gün son gündü ve 12 yılda bir düzenlenen bir festivali izleyecektim. Bir yanında otellerin diğer yanında geniş otlakların sıralandığı caddeye çıktığımda kendimi geçmiş yüzyıllarda buluverdim. Ben ve benim gibi bir avuç yabancı dışında tüm ahali geleneksel giysilerini giymişti. Yolun iki yanına tenteneler açılmış, kiminde sosisler ızgara ediliyor, kiminde fondü yapılıyor, kiminde eritilen peynirler ekmeklere sürülüyordu.
Önce çayırda kurulan alanda tüm kent halkının katıldığı dans gösterisini izledim. Sonra çeşitli köşelerde konser veren "Yodel" korolarını dinledim. Yodel aslında, Alp köylülerinin bir iletişim türüydü. Sesi gür haberciler zirveler arasında ahenkli sesler çıkartarak birbirine bağırır, bu seslerle çevre dedikodusunu, haberleri etrafa yayarlardı. Şimdi bu ahenkli bağırtılar koroya dönüşmüştü. Çayırın bir başka köşesinde ise 2-3 metre uzunluğundaki tahta "Alpenhorn"lar öttürülüyordu. Kırmızı köknar ağacından yapılan ve üstü bambuyla sarılan bu "Alp borazanı"nı çalmak için, epey büyük bir ciğere gerek vardı sanırım. Ama çalgıcılar öylesine kolay ve ahenkli sesler çıkartıyorlardı ki, uzun süre karşılarından ayrılamadım.
Sonra bir köşede, büyük kaya parçalarını en uzağa atma yarışmasını izledim. Yarışmacılar kelimenin tam anlamıyla "çam yarması"nı andırıyordu. İnterlaken caddelerinde, bir yandan yiyip içerek, bir yandan seyrederek ve dinleyerek Alp Dağları’ndaki gezintimi bitirdim. Gördüğüm manzaralar muhteşemdi ama hep bir şeylerin eksikliğini hissettim. Eksik olan ruh muydu? Yaşama sevinci miydi? Bu her şeye sahip şanslı toplumda, coşkulu yaşama iştahı yoktu sanırım. Ama onları görmemezlikten gelerek, bu kartpostalın içinde kendi coşkumla el ele tutuşarak, bir kez daha koşturup durmak isterdim.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2006
Eylül’ün son günlerinde İsviçre Alpleri’nde dolaştım durdum. Kah durgun göllerdeki kuğuların peşine takılım, kah tepeleri kaplayan bağların arasında dolaşıp, şarapların tadına baktım. Zirvesi karlı dağların eteklerindeki kartpostal kadar güzel köylerde, yaşamın tadına varmaya çalıştım. İsviçre Havayolları, İsviçre Turizm Ofisi ve İsviçre’nin yüz yıllık otobüs şirketi PostBus’ın ortaklaşa davetiyle bir kez daha (kaçıncı acaba?) kendimi İsviçre’de buldum. Davet edilen sadece ben değildim. Üçlü organizasyon, dünyanın hemen her yerinden 60 kadar gazeteciyi davet etmiş, onları gruplara ayırıp İsviçre’nin çeşitli bölgelerini tanıtmayı planlamıştı. Bana da zirveleri karlı Alp Dağları düşmüştü. Bu gezi, Alp Dağları’ndaki ilk gezintim değildi ama, tabloyu andıran bu manzaraların arasında ilk kez bu kadar detaylı dolaşacaktım.
Cenevre’den Montrö’ye giden trenin penceresinden akıp giden manzaraları seyrederken, aklıma Nazım Hikmet düştü. O da İsviçre’yi bir tren penceresinden seyretmiş ve şu dizeleri yazmıştı:
"Geçiyor İsviçre camdan
güneşli bir akvaryumdan
geçen bir balık gibi,
çok renkli bir balık.
Bakıyorum vagonumdan
kederli, alaycı
öfkeli, biraz da alık
bakıyorum vagonumdan
not alıyorum
İsviçre üstüne doğru yanlış bildiklerimi
gördüklerimi katarak.
Hava ne soğuk, ne sıcak,
ne serin, ne ılık.
ayarlı bir saat
markası ünlü bir kol saati.
İsviçre oyuncak bir memleket
dev dağlarla karışık.
Dev dağlar gülüm,
çocukluğumun dağları
Tobler çikolatasının.
Uzaklardan gelen sütlü bir tat ağzımda
ve çocukluğumu hatırlamanın kaderi
düğümlendi boğazımda..."
DAĞLAR VE GÖLLER
Montrö yakınlarında, Cenevre Gölü’ne bakan otele geldiğimde gün çoktan çekip gitmiş, yerini ıslak bir geceye bırakmıştı. Bütün İsviçre’deki gibi, burada da sokaklar çoktan boşalmıştı. Yatmadan önce pencereden karşı kıyıdaki Fransız köyüne baktım. Orada ışıklar hálá geceye göz kırpıyordu.
Sabah yağmurlu bir güne uyandım. Karşıdaki lacivert dağların ardında, gümüş parlaklığında bir ışık yükseliyordu. Yamaçlarda gece yağmuruyla sırılsıklam olmuş ormanlar, beyaz dumanlar saça saça uyanıyordu. Beyaz bulut kümeleri gölgelerini gölün üstüne yansıtıp, bir başka zirveye doğru akıp gidiyordu.
Manzara, insanı bir başka boyuta taşıyacak kadar etkileyiciydi. Zaten Yahya Kemal Beyatlı da "Siste Söyleniş" şiirinde, İstanbul’un güzelliğini anlatabilmek için bu gölleri örnek vermemiş miydi: "Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri / Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri"
Sabahın erkeninde Montrö iskelesinden küçük bir vapura bindim. Vevey yamaçlarındaki üzüm bağlarında şarapçılık hakkında bilgiler edinecektim. Vapurun yanından beyaz kuğular süzülüyordu. Dağların görüntüsü durgun suya yansımıştı. İçimden bu durgun suyu öpmek, okşamak geçiyordu. Nereye baksam başka bir kartpostal görüyordum. Ne şanslı insanlardı bu İsviçreliler. Bu şansı John Berger şöyle anlatmıştı: "İsviçre öyle ileri derecede sanayileşmiş falan değil. Onun için kapitalizmin getirdiği bir sürü pislikten kurtulmuş. Buna rağmen kapitalist... Güzel ve temiz bir doğası var. Doğayı tamamen evcilleştirmiş. Üç ayrı milletten insan yaşıyor ama tek bir millet. Demek ki bütün o millet falan ilkelliklerini aşmışlar. Yani her bakımdan burjuvazinin bütün ideallerine sahipler..."
BAĞLARIN ARASINDA
Vevey sırtları yeşil bağlarla kaplıydı. İskelenin önünde bekleyen "Şarap Treni"ne binip, bağların arasından döne döne tepeye, Chexbres’ye tırmandım. Sonra Lavaux bağlarındaki üzümlerin tadına baka baka, asfalt patikaların arasında dolaşmaya başladım. Aslında gezindiğim bağların geçmişi çok eskilere dayanıyordu. Bundan 800 yıl önce keşişler tarafından kurulmuştu. O günden beri de şarap damıtılıyordu.
Chasselas, Müller-Thurgau, Sylvaner, Pinot Blanc, Pinot Gris üzümlerinden yapılan beyaz şaraplar, damağımda şaşırtıcı tatlar bırakmadı. Onca zahmete rağmen ortaya çıkan şaraplar, orta halli bir kaliteyi ancak tutturabilmişti. Pinot Noir ve Gamay üzümlerinden üretilen az miktarda kırmızı şarap da, lezzet sıralamasında çok aşağı sıralarda yer alıyordu. Dik yamaçlardaki bağlar güneşe yüzlerini olabildiğince dönmüştü ama, gerek yüce Alp Dağları, gerek zirveler arasında koşturup duran bulutlar, ışığın üzümle buluşmasına engel oluyordu. Zamanlı zamansız yağan yağmur da, tanelerdeki şıranın kıvamını bozuyordu. Her ne kadar rehberim ballandıra ballandıra anlatsa da, ortaya çıkan şarabın tadı damağımı tahrik edemiyordu. Her tadımdan sonra sorduklarında, yanıtım hep yuvarlak kelimelerden oluşuyordu.
Her şarapevinde birkaç çeşidin tadına bakmak başımı döndürmüştü. Şimdi göl, üstündeki yelkenli, bulutlar, martılar, kuğular, köylerin kırmızı damlı evleri gözüme daha da hoş görünmeye başlamıştı. Yazdıklarına bakılırsa, bir asır önce buralara gelmiş Ali Kemal de benimle aynı duyguları paylaşmıştı: "Bir taraftan göl, nehir, o pak sular, bir taraftan o yüce, káh karlı, káh berrak, káh dumanlı dağlar henüz açılmamış zihnimi, fikrimi nurlarla dolduruyor, gönlümü vecde getiriyordu..." Acaba o da yazmadan önce bir iki kadeh şarap içmiş miydi? İşte şarabın sırrı buradaydı. Ne kadar lezzetsiz olursa olsun, içene dünyayı daha güzel göstermeyi beceriyordu.
ŞARKÜTERİ TABAĞI
Yemek için gittiğim lokantada, göle hakim bir masaya oturdum. Mönüye bakmadım bile. İsviçre’nin ünlü peynirlerinden taze ve yıllanmış birkaç çeşit ve yine biraz salam, pastırma, sosisten oluşan bir şarküteri tabağı söyledim. Garsonun tüm ısrarına rağmen raklet ve fondüye yüz vermedim. Aslında zengin İsviçre’nin fakir bir mutfağı vardı. Evlerde ve restoranların çoğunda ana yemeği, eritilmiş peynirle ekmek oluşturuyordu. Şarküteri tabağımın yanına küçük bir şişede kırmızı şarap açtırdım. Göl ve dağ manzaralarını da şarabıma katık ettim.
Yemekten sonra bir otobüse binip, yarı uykulu gözlerle etrafı seyrederek Montrö’ye döndüm. Bu kent İsviçre’de sevdiğim yerlerin baş köşesinde yer alıyordu. Sahil boyu sıralanmış otelleri, pencerelerinden rengarenk sakız sardunyası sarkan evleri, kıyıdaki küçük parkı, tepelerdeki şaleleri her türlü düşe açıktı. Göl kıyısındaki bir banka oturup, bu düşlerden bir tanesine girdim. Düşüm burada yaşamakla ilgiliydi. Sonra bu kadar düzenden, sürprizi olmayan tek düze yaşamdan sıkılabileceğime karar verdim. Sadece her yıl düzenlenen dünyaca ünlü caz festivali süresince kalabalıklara karışabilirdim.
Buradaki aşırı düzenli yaşama karşı çıkan sadece ben değildim. Burada yaşayan John Berger de aynı duyguları paylaşmıştı anlaşılan. Ünlü düşünür düzene karşı öfkesini şöyle dillendirmişti: "Bu düzeni görmek insanı sinir ediyor, anarşist duygular veriyor. Bir şeyler çalmak veya bir şeylere vurup kırmak istiyorsun. Şiddet içeren bir şey geçiyor içinden..."
MONT BLANC’IN HEYBETİ
Bankta göle karşı dalıp gitmiştim. Rehber yola çıkma vakti geldiğini hatırlatmasa daha orada saatlerce oturabilir, zirvelerle oynaşan bulutlara daha bir sürü düş yükleyebilirdim. Ormanların arasından geçip giden yol bir saat kadar sürdü. Dağların ortasında, 1550 metre yükseklikteki Villar-sur-Orion kentindeydik (belki de kasaba).
Otelde odamın penceresinden görünen manzara muhteşemdi. Aşağıdaki köye sis inmişti. Biraz ileride Alpler’in en yüksek zirvesi Mont Blanc, tüm heybetiyle çevresindeki dağlara tepeden bakıyordu. İstemeye istemeye odamdan çıkıp, kenti keşfetmeye çalıştım. Biraz sağ tarafa, biraz sol tarafa yürüyünce kent bitiyordu. Ana caddenin çevresine mağazalar ve oteller sıralanmıştı. Kışın kayakçılarla canlanan bir kente benziyordu.
Zirvelerde ağaçların arasında tek tük evler vardı. Buralara kimler oturur, nasıl çıkılırdı acaba? Bu evler kış aylarında karların altında kaybolup gitmezler miydi? Bu sorulara yanıt ararken bir de baktım ki gün akşam olmuş, kırmızı suratlı kadınlar ve adamlar çoktan evlerine çekilmişti.
Haftaya İsviçre’nin devamı var: Zirvedeki buzul, 12 yılda bir yapılan festival, Alp şarkıcıları, dev borazanları çalan çalgıcılar.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2006
Antik dönemin önemli tedavi merkezlerinden Bergama yakınlarındaki Allianoi, tıpkı Hasankeyf gibi baraj sularının altında yok olup gidecek.
Arkeologlar her kazma vuruşunda, başka bir mimari harikayı gün yüzüne çıkartıyor. Uzmanlar ise bu antik mirasın yok olmaması için çeşitli projeler üretiyor. Ama şimdilik bir umut ışığı yok.Midilli Adası’ndan döndüğümde vakit çok erken olmamasına rağmen, Ayvalık’ta bir pazar sabahı mahmurluğu vardı. Yani gün henüz kıvamına girmemişti. Bir taksiye binip, soluğu Cunda yani Alibey Adası’nda aldık. Sessiz sahilde bir tur attık. Birkaç balıkçı ağ ayıklıyordu. Durduk baktık; uskumrular büyük ve boldu. Plastik leğenlerin birinde
kalamarlar, diğerinde ahtapotlar duruyordu. Bir köşeye de bir kova dolusu papalina saklanmıştı. Serçe parmağı büyüklüğündeki bu sardalye yavruları, bu aydan sonra kayıplara karışacaktı. Balıkçı belli ki bunları has bir müşterisine verecekti. Kediler rıhtıma sıralanmış, kısmetlerini bekliyordu. Martılar da çığlık çığlığa kayıkların üstünde dönüp duruyordu. Onlar da bir şeyler kapmak umudundaydı.
"Kolay gelsin" dedik ve yürümeye devam ettik. Biraz ileride başka bir balıkçı, elindeki ahtapotu taşa sürtüp duruyordu. Bu lezzetli hayvanı yumuşatıp, yenecek hale getirmek ne de zahmetli bir işti! Sonra eşimle birlikte Taş Kahve’nin önünde oturduk. Bir koşu gidip Ayvalık tostu aldım. Bu tost için özel yapılmış ekmeğin içine sadece teneke tulumuyla domates koydurdum. Canım sucuk çekmedi nedense. Sonra iki demli çay söyleyip Cem’i beklemeye koyulduk. Cem, Yakamoz teknesinin sahibiydi. Bizi adaların serin sularında dolaştıracaktı. Bir iki saat önce uyandığım Midilli, uzaklarda, karaltı halinde uzanıyordu. Biraz sonra Cem sökün etti. Kumanyayı aldık ve açıldık.
MUTFAKTAKİ LEZİZ TEHLİKE
Ayvalık’ı Ege’nin sert rüzgarlarından koruyan kimsesiz adaların koylarında denizle oynaştık. Teknenin gölgesinde kitapları karıştırdık. Yemek yedik, çay-kahve içtik. Gün akşam olmadan Cunda’ya döndük. Otelde akşam için "iki dirhem bir çekirdek" olduktan sonra, sahildeki Nesos restoranda yerimizi aldık. Cunda’nın sahil restoranlarını çok severim. Hepsi birbirleriyle lezzet yarıştırır. Mezelerinin bir benzerine dünyanın hiçbir yerinde rastlanmaz.
Nesos’un sahibi Murat, her zaman yaptığı gibi kolumdan tutup beni mutfağa sürükledi. Oranın ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu bildiğimden, gitmemek için ayak diredim ama beceremedim. Sonra korktuğum başıma geldi. Ben ısmarladım, Murat alt alta yazdı: Biraz akisvedas, ahtapot yahnisi iki kaşıktan fazla olmasın, birkaç tane kalamar yumurtasını sarmısaklı tereyağında çeviriver, iki tane kabak çiçeği dolması, Cunda enginarını unutma, otlardan karışık bir tabak yap, börülcenin üstüne bol zeytinyağı ve sarmısak isterim, iki parça lakerda, iki tane midye dolması, aman papalinaları ihmal etme, kalamarları mürekkepleriyle ızgaraya koy. Yer kalırsa uskumru yeriz. Sabah gözümüz kaldı da...
Ölçüyü yine kaçırdığımı söylemedim ama eşim anladı. Çünkü her yıl aynı oyunu oynuyorduk. Sadece balık yemeye oturduğumuz masadan, balık yiyemeden ama tıka basa doymuş kalkıyorduk. Kendimizin ve memleketin tüm sorunlarını bir akşamlığına erteleyerek yedik, içtik, güneşi batırdık, yakamozları seyredip güne noktayı koyduk.
ANTİK ŞİFA MERKEZİ
Ertesi gün erkenden yola koyulduk. Önce Bergama’ya gidip, antik çağın önemli sağlık merkezlerinden Allianoi ile vedalaşacaktık. Burası Hasankeyf ile aynı kaderi paylaşıyordu. Yani Allianoi de bir barajın tuttuğu suların altında kaybolup gidecekti. Burası su için, suyla şifa dağıtmak için kurulmuştu ama bugün yine su için yok olmak üzereydi.
Antik dönemde insanlara şifa dağıtan ve hepsi Ege havzasında bulunan sağlık yurtlarının sayısı beşi geçmiyordu. Buralar Tanrı Asklepios’un adıyla anılıyordu. Asklepios, antik Yunan mitolojisinde hastaları iyileştirip onlara şifa dağıtan, hekimliğin, tıp biliminin tanrısıydı. Babası Apollon onu yarı at yarı insan Khiron’a emanet etmişti. O da okumayı, yazmayı, bilgeliği, değişik hastalıkları tedavi eden otlarla hazırladığı ilaçların formüllerini Khiron’dan öğrenmişti.
Bu nedenle Asklepios adına kurulmuş, içinde tapınakları, sunakları, tedavi binaları bulunan sağlık merkezlerine Asklepieion (Asklepios’un Yeri) deniyordu. Bu konuya ilgi duyanlara, Nedim Atilla ile Nezih Örtüre’nin yazdığı, "Sağlık Yurdu Batı Anadolu" adlı kitabı öneririm.
Bergama-İvrindi yolundaki Allianoi de, Batı Anadolu’daki önemli sağlık merkezlerinden biriydi ve ömrü 40-50 yılla sınırlı Yortanlı Barajı burayı yutup, yok edecekti.
CERRAHİ MÜDAHALE MERKEZİ
Aslında Yortanlı Barajı, Allianoi’nin hem gün yüzüne çıkmasına neden olmuş hem de onu yok etme işlevini üslenmişti. Şöyle ki: Temeli 1994’te atılan baraj yüzünden, arkeologlar kurtarma çalışmalarını hızlandırmıştı. 1998’de kazı ekibinin başına geçen Ahmet Yaraş, arkadaşlarıyla birlikte canla başla çalışıp, görkemli caddeleri, göz kamaştırıcı yapıları, şifa odalarını, şifalı suları barındıran kaplıcaları gün yüzüne çıkarmıştı.
Ahmet Yaraş çalışmalarını anlatırken, Allianoi’nin dünya kültür mirası listesine girebileceğini belirtip şunları söylemişti: "Allianoi ile birlikte Bergama’nın antik çağda başlı başına bir tıp merkezi olduğu anlaşılıyor. Bergama Asklepieion’unda müzik ve telkinle psikoterapi uygulanırken, Allianoi’de uzun yıllar boyunca, sıcak su kaynağından dolayı hidroterapi yapılıyordu. Kazılarda çıkartılan Roma çağına ait bronz aletler, bu termal merkezinde ayrıca cerrahi müdahalelerin de yapıldığını gösteriyordu. Biri halen kullanılan çift kemerli Roma köprüleri ve ılıcanın çevresinde yoğunlaşan kazılar ise Allianoi’nin, sütunlu anıtsal caddeleri ve kesişen sokaklarıyla Roma çağındaki mühendislik ve şehircilik anlayışının ne kadar gelişkin olduğunu ortaya koyuyordu."
Allianoi’ye ikinci gidişimdi. Çok sıcak bir gündü. Ağustosböceklerinin cızırtısından başka hiçbir ses duyulmuyordu. Tarihi Bizans köprüsünü geçtik, derme çatma kapıyı açıp kazı alanına girdik. Etrafta kimsecikler yoktu. Orası neresi, burası neresi derken, yanımızda iki genç peydah oldu. Kazıda görevliymişler. O gün tatil olduğu için ekip Bergama’ya inmiş. Genç arkeologlar bize tüm kazı alanını gezdirdi, anlattı, bu hazinenin domates tarımına kurban gitmemesi için destek vermemizi istedi.
KURTARMA PROJELERİ
Yortanlı barajının inşaatı bitti. Ama henüz su tutmaya başlamadı. Uzmanlar bu antik hazinenin su altında kalmaması için hazırladıkları kurtarma projelerini DSİ Genel Müdürlüğü’ne gönderdiler. Bu projeye göre su tutma havzasının ortasındaki Allianoi’nin radyal iki set ve bağlantı tüneliyle koruma altına alınabileceğini öne sürüyorlardı. Ancak başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, tüm yetkililer kulaklarını tıkıyordu.
Eğer yetkililerin inadı kırılmaz da, baraj su tutarsa Allianoi kenti suyun 17 metre altında kalacaktı. Barajın ömrü tükendiğinde de, antik merkez 12 metre kalınlığında bir çamur tabakası ile kaplanacaktı. Yani geçmişimizi oluşturan bir mekan daha kaybolup gidecekti.
Direksiyonu İstanbul’a doğru kırarken "güle güle Allianoi" demedim. Kim bilir belki de bir mucize gerçekleşir diye umudumu sakladım.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2006
Tatilimin kısacık bir bölümünü "burnumuzun dibindeki" Midilli (Lesbos) adasında geçirdim. Bildik mezeleri yedim, bizim köylere benzeyen köylerde gezindim, zeytin ağaçlarının gölgesinde denize girdim, karşı kıyıdaki kahvelere oturup Türkiye’yi seyrettim.
Tatil günlerimi evde kitap okuyarak geçirmeyi planlamış, onun için de okumayı ertelediğim kitapları kütüphanemin raflarından indirip, çalışma masamın üstüne yığmıştım. Hepsini okuyamayacağımı biliyordum ama onları seyretmek bile hoşuma gidiyordu. Tatilimin ilk günü, okumaya hangi kitaptan başlayacağımı kararlaştırmakla geçti. Önce bir tanesini alıyor, önsözü okuyup bir diğerine atlıyordum. Tatili evde okuyarak geçirme kararını sevinçle karşılayan eşim, kendi köşesine çekilmiş, seçtiği kitabı yarılamıştı bile. Ben ise gün bitiminde hálá o kitaptan bu kitaba sıçrayıp duruyordum.
Birden sıkıldığımı hissettim. Masada, kitaplardan arta kalan yere haritamı açtım. Orası, burası derken gözüm Midilli Adası’na takıldı. Hemen eşime dönüp, "Hazırlan yarın erkenden yola çıkıyoruz. Hedefimiz Midilli" dedim. Önce ne yanıt vereceğini bilemedi. Sonra, "Sen delisin" demekle yetindi. Daha sonra da yol çantasını hazırlamak için kitabını bir kenara bıraktı. Onun da benim gibi bir "gezi tutkunu" olduğunu bildiğim için, itiraz etmeyeceğini tahmin ediyordum. Yanılmamıştım ama kıs kıs güldüğümü yine de belli etmedim.
Ertesi gün bir acele yola çıkıp, soluğu Ayvalık’ta, Midilli iskelesinde aldık. "Jale" adlı firma, tam 25 yıldır aralıksız iki yaka arasında yolcu taşıyordu. Yazın her gün 18.30’da Ayvalık’tan Midilli’ye, her sabah 8.30’da da Midilli’den Ayvalık’a sefer düzenleniyordu. Yani Türkiye’den gidenler bir gün zorunlu olarak adada kalıyordu. Midilli’den gelenler ise alışverişlerini yapıyor, yemeklerini yiyor, akşam da evlerine dönüyordu.
Bir yandan vize zorunluluğu, bir yandan çıkış parası yüzünden Türkiye’den adaya gidenlerin sayısı pek azdı. Tekneleri Midillililer dolduruyordu. Hem ucuza alışveriş yapan adalılar hem de Ayvalık esnafı bu durumdan çok memnundu.
KALDİRİMİ MEYHANESİ
Tekne, Ayvalık’ın önüne sıralanmış adaların önünden geçerken, güneş Ege’yi yavaş yavaş kızıla boyamaya başlamıştı. Önce Ayvalık gözden kayboldu. Sonra Cunda, Şeytan Sofrası, Çıplak Ada mor bir siluete dönüştü. Uzaklardan Altınova’nın ışıkları göz kırpmaya başladı. Bir buçuk saat süren yolculuktan sonra Midilli Adası’nın en büyük kentlerinden Mitilini ışıl ışıl önümüze çıktı. Limanın bitişiğindeki Blue Sea Oteli’ne yerleştiğimizde akşam ilerlemiş, yemek vakti kapıyı çalmaya başlamıştı. Zaten teknede adaya doğru baktıkça, aklıma hep mezeler üşüşmüş, ağzım sulanmıştı. Tabii buzlu uzolar da! Kısa bir hazırlanma döneminden sonra kendimizi sokağa attık. Elimde, buraları çok iyi bilen İzmirli meslektaşım Nedim Atilla’nın verdiği meyhane adresleri vardı.
Tüm Akdeniz’de akşam yemeklerinin bir şölen olduğunu ve çok geç yendiğini bildiğim için acele etmiyordum. Zaten nemli sıcak da buna engel oluyordu. Limanın etrafını kahveler sarmalamıştı. Hepsi tıklım tıklımdı. Sanki adanın tüm gençleri limanın etrafında toplanmıştı. Aralarından geçip, sora sora "Kaldirimi" meyhanesini buldum ama yer bulamadım. "Turko" dedim, "Ayvalık" dedim, "komşi" dedim sonunda bir köşeye sıkışmayı başardım. Kaldirimi, bir sokağı baştan sona işgal etmiş bir meyhaneydi. Taze naneli kabak çiçeği dolması, beyaz peynirli mücver, kıtır kıtır kabak kızartması, üstünde koca bir dilim beyaz peynirle soğanlı domates salatası, taze bakla püresi, ahtapot ızgara, torba yoğurduna cacık... Tüm bu bildik mezelerin yanına, adada üretilen ve tüm Yunanlıların çok sevdiği Barbayani marka uzo söyledim. Eşimle, mezelerin kusursuzluğu ve lezzeti üstüne söz ede ede yemeği bitirdik. Biz otele dönerken Mitilini’de gece daha yeni başlıyordu.
12 MİLYON ZEYTİN AĞACI
Ertesi sabah odanın balkonundan mahmur bakışlarla kenti taradım. Burasının Doğu Ege’nin en eski kentlerinden biri olduğunu biliyordum. Kaynaklar Mitilini’nin kuruluşunu MÖ 10. yüzyıla kadar götürüyordu. Limanı çevreleyen binaların çoğu 19. ve 20. yüzyılın başlarından kalmaydı. Yeni binalar daha çok yamaçlardaydı. Kentin görüntüsü geçmişi çağrıştırıyordu.
Bir araba kiralayıp, bu koca adayı keşfetmek için yola koyulduk. Yol denizle kolkola gidiyordu. Lacivert Ege, çok tahrik edici görüntüler sunuyordu. Karşıda Türkiye, tüm haşmetiyle bize bakıyordu. Küçük kasabalar, köyler derken Petalidi’de direncimiz kırıldı. Küçük bir koyda kendimizi Ege’nin kucağına atıverdik. Tam karşıda Ayvalık’ın Sarımsaklı Plajı olmalıydı. Baktım ama göremedim. Türkiye, sahillerini bir pus tülünün ardına saklamıştı, sadece Kaz Dağları’nın yüce tepeleri görünüyordu. Zeus bize bakıyor muydu acaba diye düşündüm.
TANIDIK MANZARALAR
Serinleme faslından sonra tekrar yola koyulup, kuzeye doğru yola devam ettik. Bir taraf deniz, diğer taraf zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Adada 12 milyon zeytin ağacı bulunduğu öne sürülüyordu. Bu ağaçlardan yılda 50 bin ton yağ elde ediliyor ve adalılar bu yağın tadını anlata anlata bitiremiyordu. Kuzeye yaklaştıkça yol dağlara sardı. Zeytin ağaçları yerlerini çam, köknar, çınar, kestane ve kayın ağaçlarına terk etti. Köyler, zirvelerde kartal yuvası gibi göründü.
Bir yokuştan inip, Skala Sikamineas’ta tekrar denizle buluştuk. Niyetimiz, karşıdaki Assos’u seyrederek öğle yemeği yemekti. Önce küçük limanda bir turladık. Restoranların masaları deniz manzaralıydı. Hemen hepsinin önüne gerilen iplere ahtapotlar asılmıştı. Izgara öncesinde yapılan bu kurutma işinin lezzete lezzet kattığını söylüyorlardı. Yemekte tattık, doğru söylediklerini gördük. Kalın kabuklu ekmek lokmalarını da çiğ zeytinyağına banıp, kaliteyi kontrol ettik. Ayvalık ve Edremit Körfezi’nde sızılan yağların daha lezzetli olduğuna karar verdik. Birkaç meze, küçük bir şişe buz gibi reçine şarabı, karşıda Türkiye, beyaz köpüklü Ege derken keyifli bir öğle yemeği yiyip, tekrar yola koyulduk.
Köy köy gidiyorduk. Bildik görüntülerdi. Aynı bakkallar, aynı meydanlar, erkeklerin pineklediği aynı köy kahveleri, camilerin yerine kiliseler, dar sokaklar, pencerelerde renkli sardunyalar, balkonlarda uçuşan çamaşırlar... Sadece kasaplar değişikti. Çengele asılmış kuzular, koyunlar dükkanın ortasında sallanıp duruyordu.
Adanın en kuzeyindeki Molivas kenti, zirvesinde bir ortaçağ kalesiyle bizi karşıladı. Arabayı kale duvarının gölgesine emanet edip, taş döşeli dar sokaklardan limana doğru inmeye başladık. Burası tüm Ege’de en iyi korunmuş ortaçağ yerleşim yerlerinden biriydi. Bazı sokaklar, cumbalı evleriyle Osmanlı dönemi izlerini yansıtıyordu. Çiçeklerle ve önlerinde ahtapotların sallandığı balıkçı restoranlarıyla süslenmiş küçük liman, insanı birçok düşün içine doğru çekiştiriyordu. Bu düşlerin çoğu tabii ki tatil çağrışımlıydı. Buram buram Akdeniz kokan Molivas bana Sicilya’daki Teormina kasabasını, eski Bodrum’u, Santorini Adası’nı, Alaçatı’yı anımsattı.
Molivas’tan sonra direksiyonu Kalloni’ye doğru kırdım. Adanın iç kesiminden bir acele aşıp, hava kararırken Mitilini’ye vardım. Kentliler limandaki kahvelerde yerini almış, güneşi uğurlamaya hazırlanıyorlardı. Biz de öyle yaptık. Birer bardak soğu reçine şarabı ısmarlayıp, gece mavisinin peşine takılıp gelen karanlığı seyrettik.
Akşam gideceğimiz meyhanenin adresini yine Nedim Atilla’dan almıştım. Sağlı sollu mağazaların, dükkanların sıralandığı dar sokağın sonunda Hermes’i bulduk. Çıtı pıtı garson kız meğer Hermes’in ilk sahibinin torunuymuş. Dedesi, Çeşme göçmeniymiş. Adaya gelince burayı bir Türk’ten satın alıp meyhaneye dönüştürmüş. Memleket hasreti yüzünden uzun süre Türk müşterilerden hesap almamış, onlarla kadeh tokuşturmuş, yolluklarını bol tutmuş. Biz de dedesinin ruhuna uzo kadehlerini kaldırdık, onu andık. İki gecelik ada gezintimize Hermes’in çardak altında noktayı koyduk.
Ertesi sabah Jale adlı tekne Midilli’den uzaklaşırken, bir dosttan ayrılıyormuşçasına hüzünlendim nedense. Ama, karşıda Cunda adlı bir sevgilinin de beklediğini bilmek bana teselli verdi.
Maceranın devamında Cunda’nın (Alibey Adası) damak çatlatan mezeleri, Ayvalık’a siper olan adaların serin sahilleri ve Bergama yakınlarında baraj suları altında kalacak antik sağlık merkezi Allianoi var. Tekmili birden haftaya kaldı.
SAPPHO’NUN ADASI
Bizim Midilli, Yunanlıların ve tüm dünyanın Lesvos ya da Lesbos dediği adanın aklıma getirdiği ilk isim, lirik şair Sappho’ydu. Bu güzeller güzeli kadın, şiirlerinde daha çok kadınları anlatmıştı. Aşklarını kadınların arasından seçmiş, onlara lir çalmış, şarap sunmuş, renkli bir yaşam sürmüştü. Bu nedenle ada, cinsel tercihini hemcinslerinden yana kullanan kadınların tapınağına dönüşmüştü.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2006
Geçen hafta Singapur’un ıslak sıcağını, tertemiz sokaklarını, nüfus yapısını, adına neden "Aslan Şehir" dendiğini, bu şehir-ülkede 7 milyon ağaç bulunduğunu, kimsenin kirada oturmadığını, sakız satışının yasak olduğunu, Singapur’un Doğulu bir ülkeden daha çok Batılı bir ülkeye benzediğini anlatmıştım. Bu hafta geriye kalan bilgileri aktaracağım. Islak sıcaktan kurtulmak, serin bir hava solumak, terimi kurutup akşam yemeğine hazırlanmak için, kendimi Singapur’un en ünlü ve eski oteli Raffles’ın barına attım. Bir zamanlar ünlü yazarların mekan tuttuğu bu barda, bir yandan burada yaratılmış "Singapore Sling" adlı kokteyli yudumluyor, bir yandan ayıkladığım fıstıkların kabuklarını yere atıyor (ádet böyleydi), bir yandan da kentle ilgili bir dergiyi karıştırıyordum.
Birden derginin her sayfasında bir "Raffles" adına rastladığımı fark ettim: Raffles Plaza, Raffles alışveriş merkezi, Raffles Meydanı, Raffles Oteli, Raffles heykelleri... Kente imzasını atan bu adam kimdi acaba? Kısa bir araştırmadan sonra Singapur’un kurucusu Sir Thomas Stamford Raffles’in, "Karayip Korsanları"nı kıskandıracak kadar heyecanlı bir yaşam öyküsüne sahip olduğunu öğrendim.
Annesi onu, fırtınalı bir yolculuk sırasında, kocasının yönettiği bir gemide doğurmuştu. Çocukluğu gemilerde geçen Raffles, 14 yaşında Britanya Doğu Hindistan Kumpanyası’na katip olarak girmişti. 23 yaşında bölge valisinin yardımcı sekreteri olmuştu. 1811 yılında ise Cava’ya devlet başkan vekili atanmış, beş yıllık görevi sırasında, Malay Yarımadası’nın ucundaki güvenli liman ilgisini çekmişti. Bu liman Johor Sultanı’na aitti ve 150 kadar Malay ve Çinli balıkçı yaşıyordu. 1819’da Raffles, sultandan bu toprakları kiralayarak, bugünkü Singapur’un temellerini attı.
UZAKDOĞU’NUN LEZZETİ
İki bardak "Singapore Sling"den sonra iyiden iyiye gevşemiştim. Bu arada da yemek vakti gelmişti. Lau Pa Sat denen bir mekanda yemek yiyecektik. Burası 1894’te Glasgow’dan getirilen demir putrellerle yapılmış, koskoca sekizgen bir yapıydı. Binada büyüklü küçüklü yüzlerce mutfak vardı ve Uzakdoğu’nun her türlü yemeği pişiyordu: Çin, Malezya, Tayland, Kore, Japonya, Vietnam, Endonezya, Hindistan... Mutfakların önüne masalar konmuştu. Her mutfaktan başka bir koku yayılıyordu. Masalar tıklım tıklım doluydu.
Bu görsel ve kokusal şölenin arasında dolaşıp, güç bela boş bir masa bulduk. Yemek ısmarlama işi nedense bana verildi. Mutfağa gidip işaret diliyle yemekleri sıraladım: Şişlerde kabuğuyla ızgara edilmiş jumbo karidesler, tatlı ekşi sosla kızartılmış balık, hindistancevizi sütünde pişirilmiş erişte, tavuk ve et satayı (tatlı baharatlarla marine edilip, bambu şişlere geçirilmiş kebap), bambu tencerelerde buharda pişirilmiş etli ve tavuklu mantılar, acı biber, zencefil ve sarmısakla tavada kızartılmış büyük kırmızı yengeçler...
Bu yengeçler Singapur’un en önemli yemeğiydi. Ya karnım çok acıkmıştı ya da bana verilen görevde mahcup olma telaşı yüzünden porsiyon sayısını biraz abartmıştım galiba. Çünkü garson getirdiği tabakları masaya sığdırmakta zorlanıyordu. Yediklerim öylesine lezzetliydi ki, damağımla yüreğimin yer değiştirdiğini sandım.
MUTFAKTAN MUTFAĞA
Yemek sırasında, yutkunmaktan ve terimizi silmekten fırsat buldukça Singapur mutfağı üstüne konuştuk, mutfaklar arası karşılaştırmalar yaptık. Öğrendiğime göre Çin mutfağının tüm türlerini Singapur’da bulmak mümkündü. Örneğin baharatların daha az kullanıldığı, her türlü hayvanın yendiği, en lezzetli eriştelerin yapıldığı, yumurtaların yıllandırıldığı ünlü Kanton mutfağı, en gözde mutfakların başında geliyordu. Dünyanın en pahalı yemeği "Kuş Yuvası" da bu mutfağın ürünüydü. Bu yemek, deniz kıyısındaki sarp falezlerde yaşayan minik kırlangıçlardan yapılıyordu.
Hamur işlerinin ağırlıkta olduğu Pekin Mutfağı, daha baharatlı ve porsiyonların daha büyük olduğu Zeşuan mutfağı, yağsız ve hafif Teoşew mutfağı, deniz ürünleriyle meşhur Şanghay mutfağı ve Tayland mutfağı Singapurlulara ve buraya gelen turistlere damak çatlatan cinsten yemekler sunuyordu. Çin mutfağının gölgesinde kalan Malay mutfağı da gerek hindistancevizi sütüyle yapılan yemeklerle, gerek bitki ve köklerle yaptıkları özgün tatlarla damağına düşkünlere seçenekler sunuyordu.
Ertesi sabah tanıma turu erkenden başladı. Bir sıcak, bir soğuk, bazen terden sırılsıklam, bazen soğuktan titreyerek gezdik durduk. Singapur’un bir refah ülkesi olduğu her halinden belliydi. Bunun kanıtı da kişi başına yıllık 30 bin dolara yaklaşan gelirdi. Değirmenin suyu nereden geliyordu acaba? Sordum, söylediler: Singapur dünyanın en önemli liman kentiydi. Limana her üç dakikada bir gemi yanaşıyordu. Bir gemi 75 dakikada yüklenip boşalıyordu. Aynı anda 120 gemiye hizmet veriliyordu. Ayrıca değerli teknolojinin üretim merkeziydi.
640 kilometrekarelik dünyanın 8. küçük ülkesine yılda tam 8.5 milyon turist geliyordu ve bu turistler günde 256 dolar harcıyordu. Petrolü yoktu ama petrol zenginiydi. Çünkü ham petrolü işleyip satıyor, aradan milyar dolarlar kazanıyordu.
Orkide bahçesi, Singapur’da görülecek yerlerin başında geliyordu. Rengarenk bir bahçeydi. Her köşede bir başka tür orkide göze çarpıyordu. 85 yıl önce orkide yetiştiriciliğine başlayan Singapur, şimdi dünyanın en önemli orkide ihracatçısı haline gelmişti.
AKVARYUMDA KÖPEKBALIĞI
Ülkenin aslında turiste gösterecek pek az yeri vardı. Bunlardan biri de, bir zamanlar ölümcül hastaların kaderlerine terk edildiği Sentosa adasıydı. Singapur’un 3 kilometre kadar güneyinde, yani Ekvator’a daha yakın bu adaya bizi götürecek teleferiği beklerken birden yağmur bastırdı. İşte o zaman tropik yağmurun nasıl bir şey olduğunu anladım. Gökyüzünden bir şelale akıyordu sanki. Bu yağmurun altında yürüyen insan havasızlıktan boğulurdu. Yağmur şiddetini hiç azaltmadan bir saat kadar sürdü. Durduğunda ise nem ve sıcaklık iyice dayanılmaz hale geldi. Adada tek ilginç şey dev akvaryumdaki balıklardı. Orada dev köpekbalıklarıyla burun buruna geldim, dişlerini sayma fırsatını buldum.
Son akşam yemeğini ise kasaba lokantasını andıran bir melez lokantasında yedim. "Peranakan" denilen bu melez kuşak, Singapur’a ticarete gelen Çinli tüccarlarla, Malay kızların evlenmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Bu kuşak, Çin mutfağı ile yörenin baharatlı mutfağını birleştirip kendi yemeklerini yaratmışlardı. Gittiğim lokanta Chilli Padi Nonya işte bu yemeklerle ünlüydü.
Otele dönerken birçok evin önünde mumların yakıldığını, masaların üstüne çeşitli yiyecek ve eşya konduğunu gördüm. Rehber, bu hediyelerin kötü ruhlara ait olduğunu söyledi. Yöre inanışına göre, cehennem ağustos ayında kapılarını kapatıyordu. Bu nedenle de kötü ruhlar tatil için dünyaya dönüyordu. Onların gazabına uğramak istemeyenler de evlerinin önüne onlar için çeşitli hediyeler bırakıyordu. Rehber Singapur’da ölülerin mezara para, kredi kartı, uçak, otomobil maketi, cep telefonu gibi eşyalarla birlikte gömüldüğünü söyledi. Tüm bunların, ölünün diğer dünyada rahat etmesini sağladığını belirtti.
Son günümü Singapur’un alışveriş merkezi Orchard caddesinde geçirdim. Büyük mağazalarda, daha çok elektronik aletleri inceledim. Laf aramızda, öyle anlatıldığı gibi fiyatların hiç de ucuz olmadığını gözlemledim. Akşam dönüş yolculuğu için uçaktaki koltuğuma kurulduğumda, yorgunluktan vücudumun her hücresinin sızladığını fark ettim. Onun için bu kez lezzetli yemeklere ve içkilere pek yüz vermedim. Ne olduğunu bilmediğim bir filmin karşısında, kendimi uykunun kollarına teslim ettim.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2006
Asya’nın karadan ulaşılacak en uç noktasına hiç durmadan 11 saat uçtuktan sonra varabildim. Nemle birleşen hava sıcaklığı dışarıda bir cehennemi andırıyordu. Binaların içinde ise kutup soğuğu hakimdi. Sokakları çiçekli ve tertemiz bu küçük ülke modern görünümü ile Doğuludan çok bir Batı ülkesini andırıyordu.
Türk Hava Yolları Singapur’a yapacağı ilk direkt uçuşa beni de çağırınca önce tereddüt ettim. Şöyle ki; uçuş neredeyse 12 saat sürecekti. Böyle uzun uçuşları iyi bilirim. Yemesi içmesi kuvvetli olmazsa, uçuş bir türlü bitmek bilmez. Son günlerde medyada uçaklardaki ikram hakkında çıkan olumsuz haberlere bakılırsa, yeme-içme konusu pek iştah açıcı olmayacaktı. Gözümü korkutan diğer bir konu da beş saatlik zaman farkıydı. Singapur, Türkiye’den beş saat ilerideydi ve vücudum bu farka alışamadan gezi sona erecekti. Bir başka nokta da, sıcak ve nefes almayı bile zorlaştıran nem miktarıydı. Son olarak da, Singapur’la ilgili beni heyecanlandıracak hiçbir bilgiye ulaşamamak da hevesimi kırmıştı.
Körükte koca Airbus-340 uçağının business class’ına doğru yürürken, tüm bu tereddütler kafamda köşe kapmaca oynuyordu sanki. Geniş koltuğuma kurulup uçuş anını beklerken, ikram edilen şampanya beni biraz ümitlendirdi. Bardağın içindeki baloncuklar bir türlü sönmek bilmiyordu. Bu da kalitenin göstergesiydi. Merak ettim markasını sordum: "Gosset Grand Reserve" olduğunu söylediler.
Uçak havalandı, burnunu Singapur’a çevirdi ve kabindeki bar da açıldı. Hostesin raflara sıraladığı şişeleri görünce şaşırdım kaldım. Profesyonel bir barı dolduracak kadar çeşit vardı ve hepsi de ünlü markalardı. Örneğin Bailey’s likörü, Hennessy VSOP konyak, malt viskilerin Cadillac’ı sayılan 12 yıllık Macallan, 18 yıllık Glenfiddich, 12 yıllık Chivas Regal, 12 yıllık Johnnie Walker, Jack Daniel’s, Smirnoff Black votka, Gordon cin, Kulüp Rakısı, rengarenk Türk likörleri...
Bu kadar çeşidi görünce kafamda soru işaretleri uçuştuğunu itiraf etmeliyim. Acaba bu bar, dedikoduları örtbas etmek için biz basın mensuplarına özel olarak mı düzenlenmişti? Böyle olmadığını hostes içki mönüsünü dağıttığı zaman anladım. Binlerce mönü bastırıldığına göre, bu bar her uçuşta aynı çeşitle açılıyordu demek.
SICAK VE ISLAK HAVA
Yemek mönüsünü de gördükten sonra keyfim iyiden iyiye yerine geldi. Uçuşun iyi geçeceği belli olmuştu ama sonrası hakkında tereddütlerim hálá sürüyordu. Yemekte başlangıç olarak füme alabalık, elmalı patates salatası ve kurutulmuş dana eti, ana yemek olarak da barbekü sosunda tavada somon ve tatlı-ekşi sote karides yedim. Kırmızı şarapta İtalyan Chianti Classico’yu ve Türk şaraplarını es geçip, önce bir Fransız Bordeaux’su, ardından Güney Avustralya Şiraz’ı yudumladım. Peynir tabağından sonra geceyi Portekiz’den bir nefis Port ile noktaladım.
Yemek bitince biraz kanallar arasında filmden filme atladım, biraz kestirdim bir de baktım ki o kadar saat geride kalmış, uçuş bitmişti bile. Bavulumu kapıp dışarı çıktığımda, kapağı açık bir fırının önünde durduğum hissine kapıldım. Rüzgar alev alev sıcak üflüyordu. Sıcağın yanı sıra nem, ıslak mendil gibi tüm vücudumu sarmalıyordu. Otobüse doğru yürürken gömleğim sırılsıklam olmuştu.
Asya kıtasının karadan ulaşılan en uç noktasında olduğumu ve dünyanın ortasından geçen ekvatorun sadece 150 kilometre ileride olduğunu düşünerek sıcağa ve neme hak vermeye çalıştım! Otobüsün içi buz gibi soğutulmuştu. Islak gömleğim tenime dokundukça bu kez soğuktan ürpermeye başladım. Vücudumun ilk sıcaklık farkı şokunu atlatmak için epey zorlandığını hissediyordum. Bu şok Singapur’da kaldığım sürece devam edecekti aslında. Çünkü tüm kapalı mekanlar üşütecek kadar serin, dışarısı ise bir fırından farksızdı.
SAKIZ YASAĞI
Singapur’un otobüsün penceresine yansıyan ilk görüntüleri şöyleydi: Yollar tertemiz ve ağaçlıktı. Ağaçlığın ötesinde kent adeta bir ormanın içindeydi. Edindiğim bilgiye göre, dünyanın en küçük ülkelerinden Singapur’da tam 7 milyon ağaç vardı. Tretuvarlar rengarenk çiçeklerle süslenmişti. Kırmızılı begonviller, orkideler ve diğer tropik çiçekler duvarlardan, evlerin pencerelerinden, teraslardaki bahçelerden sarkıyordu.
Rehberin anlattığına göre ülkeye sakız sokmak yasaktı. Hele hele sakızı yere atmak epey ağır bir suçtu (Cezası: 500 ABD doları, yaklaşık 725 YTL). Yöneticilere göre, hastalıklı birinin attığı sakızdaki mikroplar, sakızın yapıştığı ayakkabı ile evden eve yayılıp, bir salgına dönüşebilirdi. Aynı şekilde yere sigara izmariti atanlara da yüksek para cezası veriliyordu.
Singapur’da hiç yıkık dökük, gecekondu türünde eve rastlamadım. Binaların çoğu yüksek katlıydı. Yine rehberden öğrendiğime göre, bu binaların çoğunu devletin yaptırdığı sosyal konutlar oluşturuyordu. Bunlar 99 yıllığına halka satılıyordu. Daha fazla gelir sahipleri ise özel sektörün yaptırdığı biraz daha lüks evlerde oturuyorlardı. Sayıları çok az olan 2-3 katlı müstakil evlerde ise nüfusun ancak yüzde 5’i oturabiliyordu. Ülkede geçici süre çalışmaya gelenlerin dışında kirada oturan yoktu.
ETNİK YAPI
Bu görsel ve işitsel bombardımandan sonra odama çıkıp bavulumu açtığımda, yeterli sayıda gömlek ve tişört getirmediğimi fark ettim. Daha doğrusu bu nemi unutup, günde birkaç kez üst baş değiştireceğimi hesap edememiştim. Gezinin süresi kısa olunca koşuşturması da fazlalaşıyordu. İnsan hep hızlı tempolu olmak zorunda kalıyordu. Hız, nemli sıcakla birleşince de gezi işkenceye dönüşüyordu. 10 dakika sonra grup kapının önünde buluşacaktı. O yüzden yalan yanlış bir duş aldım, yarı ıslak bedenime giysilerimi geçirip bir koşu lobiye indim.
Önce Çin mahallesine uğradık. Sonra Hint mahallesine ve Malayların oturduğu mahalleye geçtik. Singapur’da 3 milyon 600 bin kişi yaşıyordu. Bu nüfusun yüzde 77’si Çinli (Budist), yüzde 14’ü Malay (Müslüman), yüzde 7’si de Hintli (Hindu) idi. Ortak dil İngilizce’yi kullanan bu renkli mozaik, kavgasız gürültüsüz yaşayıp gidiyordu.
Sokaklar arasında dolaşmaktan yine sırılsıklam olmuştum. Önüme çıkan bir seyyar satıcıdan iki tişört satın alıp, bir mağazanın tuvaletinde ıslanan gömleğimi değiştirdim. Diğerini ise yedekledim.
Kentin merkezine yaklaştıkça trafik yoğunluğu arttı. Rehber hem arabaların çok pahalıya satıldığını hem de kent merkezine girmek için para ödendiğini söyledi. Buna rağmen trafik yine de adım adımdı. Kentin merkezi tam bir Batı görüntüsündeydi. Aslında insan Singapur’da kendini Asya kıtasında hissetmiyordu. Hemen hiçbir Doğulu görüntü yoktu. Doğu’nun gizemi burada yerini Batı’nın realitesine terk etmişti.
ASLAN ŞEHİR
Kentin merkezi, tüm merkezler gibi gökdelenlerin işgalindeydi. Bunlardan 280 metre yüksekliğindeki "OUB Center" Singapur’un en yüksek binasıydı. Çevredeki az katlı binaların çoğu ise sömürge dönemden miras kalma yapılardı. Limanın girişinde ağzından sular fışkıran koca bir deniz aslanı heykeli yükseliyordu. Bu heykel kentin adını simgeliyordu. Efsaneye göre Sumatra’nın Budist prensi Nila Utama, 13. yüzyılda adaya ayak bastığında kıyıda yatan bir aslan görmüş ve bunun üzerine buraya Singa Pura (Malay dilinde Aslan Şehir) adını koymuştu.
Akşama kadar kutup soğuğu ile cehennem sıcağı arasında gidip gelip, Singapur’u tanımaya çalıştım. Tabii bu arada sırt çantamdaki ıslak tişörtlerin sayısı da arttı. Akşamüstü bu hızlı tempoya pes edip, kendimi ünlü Raffles Oteli’ne attım. 1887’de Ermeni Sarkis kardeşlerin yaptırdığı bu otelde birçok ünlü yazarın konakladığını, barında içki içtiğini biliyordum. Bunlardan en tanınmışı Somerset Maugham’dı. Yazar birçok öyküsünü, otelin bahçesindeki bir ağacın gölgesinde veya tavandaki pervanenin serinlettiği odasında yazmıştı.
Yarı loş barın tavanında o dönemlerdeki gibi yine pervaneler dönüyor, yelpazeler sallanıyordu ama salon klimaların üflediği havayla soğutuluyordu. Terimi kuruttuktan sonra, bu barın ünlü içkisi "Singapore Sling" adlı kokteylden ısmarladım. Cin, kiraz likörü, taze misket limonu suyu, Cointreau veya Benedictine, baharat ve soda karışımından yapılan bu kokteyl, Birinci Dünya Savaşı sırasında bu barda yaratılmış, buradan tüm dünya barlarına yayılmıştı. Yudumlar başımı döndürmeye başlayınca, kendimi bir süreliğine sömürge dönemine doğru itekleyip hayallere daldım...
Yazı yine uzayıp gitti. Defterime bakıyorum da ne kadar çok not almışım meğer. Ama hepsini yazmaya sayfada yer kalmadı. Halbuki bu küçük ülkeyi bir yazıda bitiririm sanıyordum. Beceremedim, gezinin sonu haftaya sarktı. Gelecek bölümü kaçırmamanızı öneririm. Çünkü en heyecanlı kısımlar haftaya kaldı. Örneğin binlerce çeşit orkide, "Aç Ruhlar Bayramı", en önemlisi yeme-içme faslı.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2006
Kemaliye tanıtılıyor. Taş ve ahşap işçiliği ile süslenmiş evleri, ortasından geçen Fırat’ı, kanyonu ve dağlarıyla unutulmaz bir güzelliğe sahip bu ilçeyi Atlas ekibinden Erdem Kabadayı anlatıyor. Anlatıldıkça insanın gözleri önünde o zenginlik dönemindeki Kemaliye canlanıyor. Artık kimsenin uğramadığı Sorak Vadisi’nden kopup gelen İpek Yolu kervanları, silinmeye tutmuş zikzaklı yollardan tek sıra halinde Fırat’a iniyor. Dünyanın ilk paralı köprülerinden biri olma özelliğini taşıyan Şırzı Köprüsü’nden sağ salim geçiyorlar.
Atlarını bağlayıp, aileleriyle bir günlüğüne hasret gidermeleri için evlerine dağılıyorlar. Memleketinden uzak kalanlar ise hanlara yerleşiyor, ardından çarşıya gidiyorlar. Zamanında onlarca demircinin, dericinin, kuyumcunun, ayakkabıcının, halıcının, tüccarın çalıştığı dillere destan, ahşap dükkánlarla kaplı meşhur Kemaliye Çarşısı’na... Önce 1896’da sonra da 1987’de yanıp kül olacak, geçmişe dair pek bir şeyi kalmayacak çarşıya; dolaşıp, ihtiyaçlarını gideriyorlar. Kervan
yarın yeniden yürüyecek çünkü.
Bir minibüs, her zaman olduğu gibi; koltuklarda insanlar, aralarda bavullar, torbalar, denkler... Bağıştaş’a, istasyona gidiyor. Mevsim, Kemaliye’ye yani daha sık kullanılan adıyla Eğin’e gelme zamanı ama giden de eksik değil. Çalan uzun hava yola çıkmanın, ayrılığın hüznüne pek bir uygun. İlk sıranın sol başındaki ihtiyar başını cama dayamış, yüzünde huzur, bastonuna yaslanmış uyukluyor. İşte bir giden daha... Vedalaşmalar, öpüşmeler, gözyaşları. "Seneye görüşüyoruz" diyor uğurlayan kalabalığın içinden birisi. Seneye. Yine de Kemaliye için iyi. Gidip de dönmeyenlerin, dönüp de ardında bıraktıklarını bulamayanların memleketi burası. Uzun havadan sonra sırayı devralan Kemaliye yani Eğin türküsü gerekenleri söylüyor zaten.
"Eğin dedikleri de ölem, küçük bir şehir
ölem ölem
Ana ben cahilem nedem, çekemem gahır
Yediğim içtiğim ölem, ağuyla zehriyle
ölem ölem
Engel anam engel yavrum Eğinli misin?
Sılaya gelmeye de yavrum yeminli
misin?"
"Dedem Elazığlı, babam Malatyalı, ben Erzincanlıyım. Tabii ki hepimiz Eğinliyiz. Değişen sadece Eğin’nin bağlı bulunduğu vilayet. Çünkü Kemaliye tarih boyunca birçok medeniyet arasında el değiştirdiği gibi çeşitli iller arasında da el değiştirilmiş. Bu yüzden hepimiz, sorulduğunda Eğinliyim deriz" diyor Ahmet Güzey. İstanbul’da yaşayan bir Kemaliyeli o.
Kemaliye’yi "7 Bölge 7 Kent" projesiyle Unesco’nun da katkılarıyla koruma altına almaya çalışıyor ÇEKÜL Vakfı. Kemaliye zamanında İpek Yolu kervanlarının güzergáhında bulunmasıyla zenginliği tatmış ve kazandıklarını İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde değerlendirmiş. Gurbette edinilen yaşam tarzı ve kültürünü de Kemaliye’ye taşınmış. Doğunun bu küçük kasabasının evlerinin unutulmuş köşelerinde Londra’dan, Paris’ten gelen pirinç karyolaların, parfüm şişelerinin bulunmasının ardındaki sır bu.
Kemaliyeli Anadolu’dan göçün acısını herkesten önce, daha Yavuz Sultan Selim zamanında çekmeye başlamış. Munzur ve Sarıçiçek Dağları’nın arasına, Fırat’ın en büyük kollarından Karasu’nun kıyısına kurulu bu kasaba ekecek tarla, hayvan otlatacak mera bulamayınca çareyi başkente gitmekte bulmuş. Yavuz Sultan yazdırmış "Eğin ve 19 pare köyüne" diye başlayan bir ferman ve İstanbul’un et kethüdalığını, yani kasaplık işini Kemaliyeliye devretmiş. Ondan sonra iş bulamayan almış başını, tutmuş başkentin yolunu, tanıdığının kapısını çalmış. Sultan 4. Murat da su ile odun-kömür kethüdalığını verince herkes gözünü dikmiş gurbete. O zamanlar İstanbul’a gelmek şimdiki gibi değil ki! Ancak çalışana izin varmış.
"Kalfa, yani yapı ustası; bakkal, yani yiyecek satan; hamal, yani yük taşıyıcı hep buraya dönerler. Çünkü uzun zamandan beri adet, Kemaliye’den bütün genç erkeklerin o sene için baş şehre gelmeleri, orada vebadan ölmeleri ve yahut zengin olarak kayalık vadilerine dönmeleridir" diye yazıyor Helmuth Von Moltke.
O günlerden geriye kalanlar bir hatıralar, bir de taş ve ahşap işçiliğinin en güzel örneğini veren ama bugün sac kaplamaların ardına saklanmak zorunda kalan üç, dört katlı Kemaliye evleri. Bir baba ve iki, hatta üç oğlunun aileleriyle bir arada yaşayabildiği, her katının kendi sokak kapısı olan evler bunlar. Nadide demir işçiliğiyle kadınların ve erkeklerin kendilerine özel kapı tokmakları bulunan Kemaliye evlerini yıllar, yağmur, rüzgár değil bakımsızlık perişan etmiş. Oysaki 230 yıldır ayakta duran, halen insanlarını barındıran evler var Kemaliye’de.
Yanı başından, artık bir baraj gölü haline gelen Fırat geçen bir kasaba Kemaliye. Aslında Fırat’ın en büyük kollarından Karasu bu ama herkes Fırat ismini bellemiş.
Kemaliye’nin dört tarafı dağlarla kaplı merkeziyle, Şatik Deresi arasında bulunan Sarıçiçek Yaylası kayalık bir yapıda olmasına rağmen, su ve ot bakımından gayet verimli. Bağdat seferi sırasında bizzat Sultan Murad tarafından yaptırılan, bugün ancak bilen gözlerin ayırdına varabildiği, Divriği - Kemaliye sınırını da oluşturan Sultan Murad Caddesi de burada, endemik ve ender bulunan bitkiler de. Kemaliye’den arıcılık, Malatya’dan peynircilik için gelen aşiretler de eksik değil.
Açıkçası Kemaliye’nin hepsi kendine özgü, birden fazla değeri var. Evleri, dağları, kanyonu, türküleri, oyunları, bitki ve hayvanlarıyla çarpıcı bir zenginlikler diyarı. Ama kasabanın asıl özelliği, konukseverlikleri, sakin tabiatlarında saklı coşkun heyecanları, şaşırtıcı hayat hikayeleriyle barındırdığı insanlar. O insanların macerasına tanık olmak hiç de zor değil; bir "merhaba"yla başlayabilir her şey. Yeter ki, Kemaliye’ye gitmeyi, onu görmeyi, tanımayı, ondan hikayeler derlemeyi istiyor olalım.
UMUT DOLU BİR MEKTUPIlısu Hasankeyf’i kurtaracak
"Baraj yapmak uzun süre, yatırım ve planlama gerektiren bir iştir. Barajlar sadece elektrik üretimi için değil, bölgedeki toprakların sulanması, topraktan geçinenlerin kazancının ve refahının artırılması için de yapılır. Temelini attığımız Ilısu Barajı da hem önemli bir hidroelektrik enerji üretimi hem de 120 bin hektar alanın sulanmasını sağlayacaktır. Başta Diyarbakır, Batman, Mardin, Siirt ve Şırnak illeri olmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin tamamının kalkınmasına katkıda bulunacak olan Ilısu Barajı ayrıca inşaat süresince çalışanlar ve aileleriyle birlikte 80 000 kişinin geçimine imkán sağlayacaktır. İnşa edilecek en büyük baraj olan Ilısu, GAP içinde çok önemli bir köşe taşıdır. Dış kredi ile inşa edilecek olan baraj için temin edilen kredinin 25 milyon EUR’luk bölümü "Hasankeyf tarihi ve kültürel varlıklarının korunması ve kurtarılması" projesi için kullanılacaktır.
Hasankeyf’in çok sayıda medeniyetin katkısıyla oluşmuş 6 000 yıllık bir tarihi bir mirası yansıtmakta olduğunu biliyoruz. Nitekim Ilısu baraj gölü altında kalacak olan bütün kültürel varlıklar ve yerleri resmi makamlar tarafından onaylanmış olan yeniden yerleşim eylem planı çerçevesinde belirlenmiştir. Bütün bu kültürel varlıklar inşaat süresince kazılarla çıkarılıp korunacaktır. Yanlış imar ve yapılaşma neticesinde Hasankeyf yok olmak üzere iken, henüz baraj inşaatına başlamadan, alanında uzman heyetler ile tarihi koruma çalışmaları başlatılmıştır.
Bir başka deyişle, Ilısu Barajı projesi Hasankeyf’teki tarihi eserlerin kurtarılmasına da vesile olacaktır. Çünkü ne yazık ki orada baraj yapılana kadar buradaki tarihi ve kültürel varlıklar kimsenin aklına gelmemiştir. Tarihi köprü yıkılmak üzere olup geriye sadece ayakları kalmıştır. Zeynel Bey Türbesi de çökme tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Biz bunların hepsini kurtaracağız. Türkiye ve dünyada bu hususta uzmanlaşmış eksperler yönetiminde bu eserler Hasankeyf Yeni Kültürel Park Alanı’na taşınacaklar ve yerleştirileceklerdir. Ilısu Projesi’nin maksimum su kotundan etkilenmeyen Hasankeyf Yukarı Şehir Alanı’nda yer alan kültürel varlıklar, bu bölgenin geliştirilmesiyle birlikte bir "Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi"nde yeniden hayat bulmaya devam edecektir.
Hasankeyf’in yüzde 80’inden fazlasının Ilısu Barajı suları altında kalmayacağını ve bu çerçevede Yukarı Şehir’de bulunan onlarca mezar, türbe, höyük, eski kalıntılar ve 4 bin 200 mağara evin barajdan etkilenmeyeceğini hatırlatmak isterim. Kültürel mirasın korunması, kurtarılması ve gelecek nesillere aktarılması DSİ Genel Müdürlüğü için her zaman çok önemli olmuştur. Enerji için tarihten vazgeçildiği şeklindeki yanlış kanı gerçeği yansıtmamaktadır. Burada enerji ile tarih arasında bir tercih yapılmamaktadır. Tarihi eserler korunarak baraj yapılacaktır.
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan da "Biz kültürel mirasın parayla ölçülemeyeceğini en iyi bilenlerdeniz. Eğer kültürel mirasınıza, kimliğinize sahip çıkmıyorsanız, hiçbir değer üretemezsiniz. Bu konuda herkesin hassasiyet göstermesi bizi sadece memnun eder" sözleri ile Hasankeyf’in tarihi ve kültürel mirasının korunması konusuna verdiği önemi göstermektedir.
Türkiye’nin artan enerji ihtiyacı ile tarih, kültürün uzlaştırılması ve ortak bir çözüm bulunması yönündeki yaklaşımını ortaya koyan Başbakanımız hiçbirini diğeri için feda edilmeyeceğini her fırsatta vurgulamaktadır.
Başta Başbakanımız ve Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanımız Dr. M. Hilmi Güler olmak üzere devletin bütün yetkili organları, bilimin bütün imkanlarını kullanarak Hasankeyf’i farklı bir yere taşımak suretiyle yaşatılması için her türlü desteği vermektedir.
Binyılların birikimini günümüze taşıyan paha biçilmez eserlerin hiçbir surette heba edilmeyeceğini bir kez daha kuvvetle vurgulamak isterim. DSİ’nin bu konudaki hassasiyeti bundan sonra da aynı şekilde devam edecektir."
Prof. Dr. Veysel EROĞLU, DSİ Genel Müdürü
Yazının Devamını Oku