Hafta sonuna eklemeler yapıp, bir koşu Sina Yarımadası’na gittim. Dünyanın en lüks tesislerinin sıralandığı çölün güney ucunda, sualtındaki renkli dünyaya hayran kaldım. Dört tekerlekli motosikletle çölün içinde tozu dumana kattım. Bu hafta, Sina Çölü’nde yaşadığım maceranın ilk bölümünü sizlerle paylaşacağım.
Mısır’ın başkenti Kahire’ye indiğimde önce Sahra’dan kopup gelen toz duman sıcak rüzgarla kucaklaştım. Tanıdık bir sıcaktı. Tanıdık olduğu kadar, yorucu, bıktırıcı, bezdirici bir sıcak. Oldum olası sıcakla dost olmayı beceremedim. Zorunlu karşılaşmaların dışında hep ondan kaçıp, serinliklere sığındım, üşümeyi yeğledim. Çıkış kapısının önünde, ismimin yazılı olduğu tabelayı taşıyan adama el sallayarak kendimi tanıttım. Adam hemen pasaportumu aldı. Uzayıp giden kuyruğa aldırış etmeden, herkesin önüne geçti ve işlemleri tamamladı. Bavulumu alıp, kapının önünde beni bekleyen arabaya bindiğimde gölgeler uzamaya başlamıştı artık.
Aslında, Sina Yarımadası’nın tam güney ucundaki Şam el Şeyh’e gidiyordum. Ama iki uçuş arasında üç saat süre olduğu için, programı yapanlar bu süre Nil kıyısında akşam yemeği molası vermemi uygun görmüşlerdi. Havaalanından biraz uzaklaşınca, kendimi bir trafik selinin içinde buldum. Akmayan, gürültülü bir seldi bu. Arabalar gitmiyordu ama klaksonlar canhıraş yeri göğü inletiyordu. Akşam ezanı bile klakson çığırtısına çare olamıyordu. Kentin dört bir yanından yankılanan ezan sesleri, trafik gürültüsünün arasında eridi gitti, Sahra’nın uçsuz bucaksızlığında kayboldu.
Akşam yemeğini yiyeceğim lokanta, Kahireli zenginlerin oturduğu Zemelik Adası’nda, Nil Nehri’nin kıyısındaydı. Beni karşılayan garsona, dışarıda oturmak istediğimi söyledim. Daha oturur oturmaz sivrisineklerin saldırısına uğrayınca, fikrimi değiştirip, içerinin serinliğine sığındım. Cam kenarındaki masamdan görünen manzaralar pek yabancım değildi. Dört yıl öncede, Nil üstündeki bir teknede akşam yemeği yemiş ve aynı şeyleri seyretmiştim: Turist gezdiren yelkenli felukkalar, avaz avaz müzik çalarak dolaşan rengarenk ışıklarla bezenmiş tekneler, gökyüzüne tırmanan gökdelenler, lüks oteller, Nil manzaralı pahalı apartmanlar...
ŞARM’IN KOLYESİ
Yemekten önce manzaranın keyfini çıkarmak için bir bardak soğuk beyaz şarap istedim. İstemez olaydım. Kloru fazla kaçmış çeşme suyu kokusunu duyunca, tadına bakmadan bardağı geri yollayıp şansımı kırmızı da denedim. O, biraz daha şarabı andırıyordu. Aslında ısmarladığım yemeklerin hiçbiri şarapla yenecek cinsten değildi: Tahina, babaganuş, tabule, şiş köfte, pide... Şarap ne kadar kötü idiyse yemekler aksine damak çatlatacak kadar lezzetliydi. Tekrar havaalanına doğru hareket ettiğimde, baharatlar hálá damağımda oynaşıp duruyorlardı.
Uçak Şam el Şeyh’e doğru alçalırken aşağıya baktım. Tüm sahil boydan boya ışıl ışıldı. Çöl ve denizin karanlığı arasında pırıl pırıl parlayan altın bir zinciri andırıyordu. Gezi boyunca kalacağım Magic Life tesislerine vardığımda vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Lobide beni ön büro müdürü Şakir İbrahimhakkıoğlu karşıladı. Ayaküstü sohbette, bu lüks ve devasa tesisin tüm üst yönetiminde Türklerin bulunduğunu, tesisin tamamen dolu olduğunu, Sina Yarımadası’nda şaşırtıcı güzelliklerle karşılaşacağımı, nem olmadığı için sıcağın pek rahatsız etmediğini anlattı. Sabah program 08.00’de başlayacaktı. Yorulmuştum. İyi geceler deyip, dans pistinde fısıldaşan çiftlerin arasından geçip, bir daire büyüklüğündeki odama çekildim.
Sabah, bir yandan saatimin alarmı diğer yandan uyandırma servisinin uzun uzun çaldırdığı telefonun sesiyle gürültülü bir uyanış yaptım. Dışarıda çiğ bir ışık vardı. Bir acele hazırlanıp rehberimle buluşmak için tesisin kapısına koşturdum. Hava sıcaktı ama çok bunaltmıyordu. Mahmut, 24 yaşında genç bir turizmciydi. Arabada giderken bulunduğumuz yer hakkında bilgi vermeye başladı. İlk öğrendiğim şey, Şam el Şeyh (Şeyhin Koyu) demeye dili dönmeyen Batlıların buraya kısaca "Şarm" dedikleriydi. Şarm, Sina Yarımadası’nın ucundaki Muhammed Burnu’nun hemen kuzeyinde yer alıyordu. Buradaki lüks tesislerin ilk tohumlarını, bu kıyıyı 1967 savaşında ele geçiren İsrailliler atmıştı. 1982’de yarımadayı geri alan Mısırlılar yatırımları sürdürmüşlerdi.
RENGARENK BİR CENNET
Kıyı boyunca sıralanmış dünyanın en büyük otellerinin tabelalarını okuya okuya gidiyordum. Sağ tarafımda ise Sina Çölü ve çorak dağlar akıp gidiyordu. Sağdaki çorak, sıcak, sarı görüntü, başımı sola çevirince yerini yeşil çim tepelerine, palmiye ormanlarına, birbiriyle mimari üslup yarışındaki lüks tesislere, çiçekli tretuvarlara, alışveriş merkezlerine ve turkuvaz bir denize bırakıyordu. Bu tezatlar arasındaki yolculuğum 10 kilometre sonra küçük bir limanda son buldu.
Burada altı camla kaplı bir tekneye binip, koydaki mercan resiflerinin üstünde gezinecektim.
Gelmeden önce okuduğum kaynak kitaplar, Kızıldeniz’deki su altı dünyasını öve öve bitiremiyordu. Anlatılan renkli ve sessiz cenneti biraz sonra görecektim. Tekne, hareketinden beş dakika sonra ilk resifin üstünde durdu. Dalma ile aram iyi olmadığı için denizin altını ilk kez böylesine yakından görüyordum. Aynı fotoğraflardaki gibiydi. Bir yanda rengarenk mercan kayaları öte yanda onların etrafında dönüp duran rengarenk balıklar. Kaptan bir yandan gidiyor, bir yandan da anlatıyordu. Dipteki balıkların ve mercanların bazılarının daha önce fotoğraflarını görmüştüm ama çoğuna ilk kez rastlıyordum.
Ne kadar da çok balık çeşidi vardı yarabbim: Papağan, Kelebek, Napolyon, Tatlı Dudak, Kardinal, Melek, Anemon, Süpürge, Keçi, Tetik, Cerrah... Kimi kırmızı, kimi allı yeşilli, kimi sarı üstüne siyah çizgili, kimi mor üstüne sarı benekli, kimi mor, kimi eflatun, kimi gümüş üstüne kırmızı noktalı. Elimde kağıt kalem, üşenmeden her gördüğüm rengi defterim not ediyordum.
Mercan resifleri de balıklarla çeşit ve renk yarışındaydı sanki: Ateş, mozaik, beyin, siyah, yıldız, ağaç, brokoli, ot, üzüm... Bütün bu renkli dünyayı ise turkuvaz bir su kucaklamıştı. Tekneden indiğimde, aklımın deniz altındaki büyülü görüntülerin arasında kaldığını fark ettim.
Programda deniz altından sonra çölde gezinti vardı. Dört tekerlekli motosikletle, Sina’nın güneyinde kum tepelerini aşıp, Bedevi köylerini gezecektim. Hareket yerinde önce motosiklet hakkında teknik bilgiler aldım. Sonra rehber içinde büyük bir işe su, meyve ve sandviç olan yolluk torbasını verdi. Ağzımı toza karşı bandana ile kapatmamı tembihledi. Şapkamı kulaklarıma kadar indirdim. İlk molayı bir saat sonra vereceğimizi söyleyen rehberin peşine takıldığımda güneş tam tepedeydi.
Başlangıçta yolculuk epey romantikti. Kulağımda müzik, önümde uçsuz bucaksız çöl görüntüsü, kafamın içinde hoş hayaller... Ama sıcak giderek bunaltmaya başladı. Uçuşan kumlar tüm önlemlerime karşın gözüme, kulağıma, burun deliklerime doluşuyordu. İlk molayı verdiğimiz Bedevi çadırında, hemen bir gölgeliğin insafına sığındım.
Çadırda bize ikramı (su ve çay) erkek yapıyordu. Kadınlar ortalıkta görünmüyordu. Çocuklar ise bir tepsinin içindeki incik boncuğu bana satmaya çalışıyorlardı. Yüzyıllardan beri bu acımasız sıcağın altında, elektriksiz, susuz ve kimsesiz çölün ortasında yaşayan Bedevilere bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Başlangıçta bu yaşamı neden seçtiklerini anlayabilirdim ama hálá bu zorluklara neden katlanmaya devam ettiklerine anlam veremiyordum. Öldürücü sıcak, sessiz, kimsesiz ot bitmez bir çöl, toz duman bir çevre, her türlü olanaktan yoksun, bir yudum su için bir lokma yemek için bin zahmet...
DEĞİŞEN BEDEVİLER
Aslında bazı Bedevi köyleri yavaş yavaş modern dünyaya ayak uydurmaya başlamıştı. Sina Yarımadası’nda yaptığım geziler sırasında, bazı Bedevilerin çadırdan kerpiç evlere taşındığını, evlerin önündeki develerin yerini dört çeker jiplerin aldığını, damlarda çanak antenlerin sıralandığını gördüm. Yine de çölün ortasındaki devinimsiz yaşama bir anlam yükleyemedim.
Motosikletle çölde yaptığım yolculuk tam dört saat sürdü. Başlangıç noktasına döndüğümde tozdan görünmez hale gelmiştim. Bir de şortumun ve tişörtümün dışında kalan yerlerim kıpkırmızı olmuştu. O an bir şey duymuyordum ama akşam bunun acısının çıkacağını tahmin edebiliyordum.
Magic Life’tan içeri girdiğimde kendimi bir vahada zannettim. Müşteriler akşam yemeği hazırlığı için odalarına çekilmişlerdi. Denize kadar yürümeye üşendim. Mayomu giyip kendimi büyük havuzun serin boncuk mavisi sularına bıraktım. Denizden esen serin akşam rüzgarının, kollarımdaki ve bacaklarımdaki güneş yanıklarını okşamasına izin verdim.
Maceranın devamı, çöller, vadiler, resifler, yemekler haftaya kaldı.