Dağları hayalimde şekilden şekile sokarak çölü aştım. Renkli Kanyon’u nefes nefese geçtim. Akabe Körfezi’nin renkli mercanlarının arasında balıklarla oynaştım, yunus balıkları ile yarıştım. Sina Yarımadası’nda kısa da olsa binbir gece masallarını andırır bir gezi yaptım.
Sina Yarımadası’nda nefes nefese yaptığım gezinin ilk bölümünde, Kızıldeniz’in renkli su altı dünyasından, çöl ile deniz arasında uzayıp giden dünyanın en lüks otellerinden ve çölde yaptığım motosiklet gezisinden söz etmiştim. Bu hafta ise gezinin diğer etaplarını anlatacağım.
Sabah 06.00’da Magic Life’ın kapısında rehberimle buluştuğumda, tüm tesis mışıl mışıl uyuyordu. Yarımada’nın kuzeyine doğru dört saatlik bir yolculuk yapacağımız için bu kadar erken buluşmuştuk.
Bir süre denize paralel gittikten sonra, şoför sarı kumların ortasından, kara bir yılan gibi uzanan asfalt yola saptı. Bir süre gidince deniz, oteller, yeşillikler görüntüden çekildi. Yerini sarı-kahverengi düzlükler ve aynı renkteki dağlar aldı. Sina Yarımadası veya Sina Çölü, Arap Yarımadası ile Afrika arasına sıkışmış bir azı dişini andırıyordu. Kimi kaynaklar, yarımadanın adının bu diş benzeşmesinden geldiğini öne sürüyordu. Kimileri ise Sina adının, MÖ 3000 yılından daha eskilere dayandığını, Yakındoğu’daki dinsel kültlerin en eskilerinden biri olan Ay Tanrısı Sin’in adından geldiğini belirtiyorlardı.
Sina Çölü, zirveleri testereyi andıran dağlarla sarmalanmıştı. Kimi yerde sarı-kahverengi, kimi yerde kızıl-kahverengi, kimi yerde yeşil ve yakut damarlı kıskanç dağlar, Akabe Körfezi’nin turkuvaz sularından kalkıp gelen serin rüzgarları çöle sokmuyordu. Bu dağlar, ne yükseltileri, ne görüntüleri ile benim bildiğim yüce dağlara benziyorlardı. Hiçbirinin üstünde tek bir yeşillik, tek bir ot, tek bir bulut yoktu. Sadece eteklerinde diken kümeleri, tek tük akasya ağaçları vardı. Aslında bu dikenlere ve akasyalara saygı duymak gerekirdi. Yaşamın olmadığı yerde, yaşamayı becerebiliyorlardı.
DAĞLARDAKİ ŞEKİLLER
Sina’nın dağları, bulutlar gibi düş-resimlere açık dağlardı. Onlara baktıkça insanın gözünün önünde çeşitli şekiller oluşuyordu. Kimi yerde dağlar oturan bir deveye, bir kadına, bir aslana, bir kuşa, bir timsaha benziyordu. Güneşin değişen yansımasıyla kayalar canlanıyordu sanki.
Çölün sabit görüntü sunmadığını, kum tepelerinin sürekli değiştiğini, bir derede nasıl sadece bir kere yıkanılırsa, bir çöldeki manzaranın da sadece bir kere görülebileceğini biliyordum. Mısır çöllerinde rüzgar, her yıl topraktan ve kayalardan kalkan 60-200 milyon ton tozun ve 10-20 milyon ton kumun yer değiştirmesine yol açıyordu. Onun için de çölün görüntüsü sürekli değişiyordu.
Dağların ve çölün arasından giden yolda tek tük araba vardı. Ne bir dinlenme tesisi, ne de benzin istasyonu görünüyordu. Bir saat sonra, bir arama noktasında durduk. Sina’da, özellikle geçen yılki bombalama olayından sonra kentlere giriş çıkışta kimlik kontrolü yapılıyor, arabalar aranıyordu. Kuyrukta beklerken baktım, "bizim usul" bir kontroldü bu. Güvenlik kuvvetleri bir kenara oturmuş, çekirdek çıtlatıyor, araçlara "geç" işareti yapıyorlardı. Kontrolden geçip, Dahab kentine doğru saptık. Bir süre sonra yol, boncuk mavisi Akabe Körfezi’nin kıyısından ilerlemeye başladı. Karşı yakada Suudi Arabistan’ın boz toprakları görünüyordu. "Bağırsan duyulacak" kadar yakındı ama kimsenin olmadığı topraklardı.
KANYONDA MACERA
Az gittik uz gittik, bir yol ayrımına geldik. Buradaki kontrol biraz daha sıkıcaydı. Bu noktada hiç olmazsa pasaportuma bakıp, neyin nesi olduğumu anlamışlardı. Yolun biri Sina’nın içlerine, Sina Dağı’na (Musa Dağı) doğru gidiyordu. Yahudi, Hıristiyan ve İslam geleneklerine göre kutsal sayılan bu dağ, Yahudi tarihinde tanrısal vahyin indiği yer olarak kabul ediliyordu. Tanrı’nın burada Hz. Musa’ya görünerek, ona On Emir’i verdiğine inanılıyordu.
Biz bu kutsal dağa doğru sapmayıp, "Colored Canyon-Renkli Kanyon" okunu izledik. Sapaktan sonra yol iyice kimsesizleşti. Birden önümüze bir gazal (ceylan) fırladı. Birkaç saniye bizi süzdükten sonra, narin bacaklarının üstünde hoplaya zıplaya tepelerin arasında kayboldu.
Sonra asfalttan çıkıp, Aynü’l-Furtaga vahasına daldık. Hoplaya zıplaya toz duman içinde giden taşlık bir yoldu. Yarım saat süren yolculuktan sonra, bir tepenin üstünde durduk. Renkli Kanyon’un başlangıcı burasıydı. Kanyonun tabanına doğru inişe başladığımda hava iyiden iyiye ısınmıştı. Kanyonda beni neyin beklediğini, geçişin ne kadar süreceğini, nefesimin yetip yetmeyeceğini hiç bilmiyordum. Mahmut’a da bir şey sormuyordum. Bildiğim tek şey geriye dönüşün olmadığıydı. Kanyonun başlangıcından itibaren, kayalar kanyonun adına yakışır şekilde renklendi. Kırmızı, kirli sarı, zümrüt yeşili, bakır rengi, mor kuşaklı kayaların arasından yürüyüp gidiyordum. Kanyon biraz yürüdükten sonra daraldı. Uzun bir süre yan yan gitmek zorunda kaldım. Bazen daracık bir oyuktan birkaç metre aşağıya kayıyor, bazen kanyonun duvarlarına tutunarak birkaç metre tırmanıyordum.
SICAK VE YOKUŞ
Kanyon geçişini bitirip, arabanın beni beklediği tepeyi görünce yıkılıp kaldım. O an o yükseklik bana Ağrı’nın zirvesi gibi geldi. "Buraya asla tırmanamam" dedim içimden. Bir yandan 40 dereceye varan sıcak, bir yandan yorgunluk tüm cesaretimi kırmıştı. Ama dönüş yoktu. Çaresizdim. Kendime lanetler okuyarak tırmanmaya başladım. Zirveye vardığımda, ciğerlerim kalaycı körüğü gibi inip inip kalkıyordu. Hemen bir gölgeliğe uzandım. Başımdan aşağıya da bir büyük şişe suyu boca ettim. Sanırım bu dört saat süren macera, yaşamımın son kanyon geçişi olmuştu. Dönüş yoluna geçtiğimizde tüm kaslarım hálá titriyordu.
Mahmut yolumuzun üstündeki Dahab kentinde bir mola vereceğimizi söyledi. Bu şehir de Sina’nın turistik yerlerinde biriydi. Önce bir kahvede oturup, koca bir şişe buz gibi suyu içtim. Ardından dükkanlara bir göz attım. Caddede bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Bu gezdiğim mekanın, bir gün sonra teröristler tarafından bombalanacağını, 20 kişinin öleceğini, onlarca kişinin yaralanacağını aklımın ucundan bile geçirmedim.
Magic Life tesislerine vardığımda gün yine akşam olmuştu. Kanyonun tozundan arınabilmek için yarım saat duşun altında kaldım. Tesiste akşam yemeği için birçok seçenek vardı. Ben yerel yemeklerin sunulduğu restoranı seçtim. Yemeği beklerken denizden esen serin rüzgar bahçedeki palmiyelerle oynaşmaya başlamıştı. Yorgunluktan yemeğin keyfini pek çıkartamadım. Yattığımda vücudumdaki tüm kasların ağrıdığını hissediyordum.
Son gün programı biraz daha insaflıydı. Bir tekneye binip, Akabe Körfezi’nin ortasında, Suudi Arabistan sınırındaki Tiran Adası açıklarında şnorkelle saatler boyu denizin altını seyrettim. Sonra yunus sürüleriyle yarışa yarışa Magic Life’a dönüp, Dalış Merkezi’nde beni bekleyen Murat Zayim hocayı buldum. Sözüm ona Murat Hoca bana, tüple dalmayı öğretecekti. Önce heveslendim, sonra elbiseyi, tüpleri, saatleri falan görünce bu maceradan vazgeçtim. Şnorkeli takıp, hocanın peşine takıldım. Körfezin en renkli resifi tesisin hemen kıyısındaydı. Onun etrafında dolaşıp durdum. Bana sürtünen balıklarla göz göze geldim.
Bir yanda altın sarısı bir çöl, diğer yanda turkuvaz bir deniz, denizin altında rengarenk bir dünya, akşamları kollarına atıldığım lüks bir tesis... Kısa bir tatile şahane görüntüler, anılar ve ilginç notlar sığdırarak döndüm. Eğer su altındaki renkli dünyaya ilgi duyuyorsanız Şarm el Şeyh’e gitmenizi öneririm.
NOT: Şarm el Şeyh’e gitmek isteyenler Magic Life Center’ın 444 4 666 numaralı telefonundan ayrıntılı bilgi alabilirler.
ZORUNLU AYRILIK
Siz bu özür yazısını okurken ben çok uzaklarda yeni yerlerin ve yeni tatların peşinde olacağım. Çok kısa süreceğini umduğum bu zorunlu ayrılık için okurlarımdan özür diliyorum.