6 Ağustos 2006
Dargeçit ilçesinin doğusunda, Dicle Nehri’nin üstünde yer alan Ilısu Barajı’nın dün temeli atıldı. Bu, uygarlıklar yatağı, Türkiye’nin en büyük kültür değeri Hasankeyf’in ölüm fermanının imzalanması demek. Baraj su tuttukça, tarihi kale-kent suların altına gömülecek, yer yüzünden silinip gidecek. Size bu hafta Hasankeyf’le vedalaşmanızı öneriyorum.
Bu yazı cuma günü yazıldığı için, aynı gün düzenlenen protesto gösterilerinin ve bir gün sonraki temel atma töreninin gerçekleşip gerçekleşmediğini bilemiyorum. Eğer bir aksilik olmadıysa, başta Hasankeyf olmak üzere, çevredeki 208 sit alanını sular altında bırakacak Ilısu Barajı’nın temeli, dün (5 Ağustos) Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından atılmış
olmalı. Törende bir konuşma yapan Başbakan Erdoğan, Ilısu Barajı’nın tüm Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin kalkınmasına önemli katkıda bulunacağını, bunun yanı sıra yörenin tarihi değerinin de koruncağını öne sürmüştür sanırım. Bu konuşmanın çok alkışlandığından eminim. Havaya renkli balonlar salındığını da tahmin ediyorum. Belki diğer hükümet büyükleri de hem barajın faydaları hem tarihin koruncağı konusunda konuşmalar yapmışlardır.
Öte yandan bölgeye çadır kuran "Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi"nin cuma günü düzenlediği etkinliklerde, bir gün sonra yapılacak temel atma töreni protesto edildiğini sanıyorum. Belediye başkanları, sanatçılar konuşmalar yapmış, şarkılar, türküler söylenmiştir. Protestolar ve şenlikler sabaha kadar sürmüştür. Ama bir faydası olmadığı da ortadadır.
Daha önceden gönderilen programa göre, cuma ve cumartesi günleri bunların olması gerekiyordu. Eğer bir aksilik yaşanmadan temel atıldıysa yazıklar olsun! Demek ki Hasankeyf’in ölüm kararı infaz edilmeye başlandı demektir. Protesto gösterilerinin ise kavgasız dövüşsüz, yarasız beresiz bittiğini umarım. İnşallah sadece gözyaşları dökülmüştür.
KİMSESİZ TOPRAKLAR
Hasankeyf’e ilk kez geçen yıl gitmiştim. Diyarbakır Havaalanı’ndan bindiğim otobüs, önce pamuk tarlalarının kenarından geçmişti. Sonra renkler değişmiş, toprak tüm bitkilerden soyunup çırılçıplak kalmış, kızarmış, bozarmış, kupkuru olmuştu. Anızları yakılmış buğday tarlaları, boz topraklarda kara lekeler gibi duruyordu. Kıvrıla kıvrıla giden asfalt yol, bazen kayalıklara doğru tırmanıyor, bazen de vadi tabanında, suya hasret kalmış dere yataklarının yanına iniyordu.
Batman’a doğru, eşek benzeri petrol pompalarını görmüştüm. Onları, önlerine konan samanları yemeye çalışan eşeklere benzetmiştim nedense. Sonra terk edilmiş mağara evleri gördüğümü hatırlıyorum. Dicle’nin kıyısından yükselen kayalara oyulmuş bu mağara evleri, hayalimde bir mağara otele dönüştürmüş, böyle bir otelden tüm dünyada söz edileceğini düşlemiştim.
Yol kimsesiz kaya evlerden sonra, Dicle’nin koluna girip Hasankeyf’e ulaşmıştı. Burası aslında çok adlı bir kale kentti. Hesna de Kepha, Hısn Keyfa, Cepha, Kastron Piskkephas, hepsi de buranın adıydı ve hepsi de kayayla orada yaşayanlar arasındaki çetin bağı gösteriyorlardı. Hasankeyf buranın son ismiydi. Suların örteceği bir kente nasıl olsa başka isim gerekmeyecekti.
Otobüs köprüyü geçtikten sonra kasabanın dar sokaklarına girmişti. Kimse bize dönüp bakmamıştı bile. Turistleri mi kanıksamışlardı yoksa bizlerden umutlarını mı kesmişlerdi? Kestirememiştim. Vadinin sonunda otobüsten inip, peşime takılan iki küçük rehberin eşliğinde tepedeki kaleye doğru tırmanmaya başlamıştım. Hava çok sıcaktı. Kıvrım kıvırım tırmanan dik bir yoldu. Neredeyse her kıvrımdan sonra bir geçit vardı. Zirveye vardığımda kan ter içinde, nefes nefese kaldığımı hatırlıyorum.
Rüzgar alan bir yıkıntının üstüne oturup, çevreye bir göz atmıştım. Karşıda bulutların gölge düşürdüğü boz bir dağ vardı. Eteklerinde ise yarısı yeşil, yarısı sarı bir ova uzanıyordu. Yaz yorgunu deli Dicle sakin akıyordu. Halbuki tarihçiler onun akışına bakarak, "Tanrısal bir dehşet ve saygınlık yüklü" diye yazmışlardı. Nehrin kıyısında bir nazar boncuğu gibi parlayan Zeynel Bey kümbeti, biraz ileride 1409 yılında yapılmış El Rızk camisinin tek başına kalmış minaresi, kervanları nehrin üstünden aşıran Artuklu Köprüsü’nün bugüne miras kalmış kemerleri ve sular altında kalacak evler tabloyu tamamlıyordu.
ERİŞİLMEZ KALE
Manzaraya dalıp gitmiş, kendimi Hasankeyf’in geçmişinde bulmuştum. Burası Mezopotamya’daki kale kentlerin en erişilmezlerinden birisiydi. Bu kenti Dicle’nin deli deli akan suyunun gücünü bilenler kurmuştu. Hasakeyf, eteklerinden gürül gürül akıp giden nehre rağmen suya hasretti. Çünkü yağmurlarla oluşan dereler, seller bir acele tepeden aşağıya inip, Dicle’nin sularına kavuşuyor ve uzak diyarlara akıp gidiyordu. Onun için Hasankeyf’te, suyun bir damlası bir pırlanta kadar değerliydi. Kent suya bu kadar hasretliyken zaman Ortaçağ’ı gösteriyordu. O zamanlar dereleri tepeleri aşıp kaleye gelenleri işlemeli kapılar, minareler, sütunlar, doğal kemerler, saray duvarları, kemerli köprüler karşılardı. Hasankeyf, yüzyıllar boyu kendisine sığınmış uygarlıklara güven duygusu vermişti. Onları tehlikelere karşı korumuş, düşmana teslim etmemişti. Onun için bu tepeden yansıyan kültürel mirasın ışığı, asırlar boyu çevreyi aydınlatıp durmuştu.
ZAMAN ORTAÇAĞDI
"Burası ilmi arzulayanların kenti" dendiğinde de zaman yine Ortaçağ’ı gösteriyordu ve kale-kent Selçuklunun Artukoğulları’na emanet edilmişti. Sonra el değiştirdi. Kültürler katmanlaştı. Hasankeyf’in yapıları, Doğu ile Batı’nın, Bizans ile Pers’in, Sasani’nin, Hıristiyan ile Müslüman’ın buradaki varlıklarını tüm açıklığı ile gösterir olmuşlardı. Zirvede eski Roma kalesinin yerine yapılan ve 14. yüzyıla tarihlenen kale, M.S 2. yüzyıldan kalma kaya kiliseleri, Artuklu taş ustalarının el emeği olan Büyük Saray, duvarlarına altından şiirler işlenen Küçük Saray, Dicle’ye inen merdivenler, gizemli yer altı yolları, Eyyubi sultanının 728 yılında yaptırdığı Ulu Cami, Süleyman Eyyubi’nin yaptırdığı Cami-el Rızk, Sultan Süleyman Camii, Kızlar Camii, bahçeler, hanlar, çarşılar... Dicle Nehri’nin ve dağlardan inen sel sularının binlerce yılda oyduğu derin kanyonlarla çevrili kayalıkların üstündeki Yukarı Şehir, nehrin güney yakasındaki düzlüğe kurulmuş aşağı şehir ve kuzeydeki Raman Dağı’nın eteklerindeki mahallesiyle Hasankeyf, dayanabildiği kadar dayanmıştı.
Tepede uzun uzun kalıp, aklımı fikrimi Hasankeyf ile doldurmuş, bir daha göremeyeceğim manzaraları doya doya seyretmiştim. Sonra Dicle’nin kıyısına kurulmuş sundurmaların gölgesine sığınıp, yörenin lezzetli yemeklerini yemiş, buz gibi ayranlarını kana kana içmiştim.
Dünkü temel atma töreninden sonra, bu muhteşem geçmişin gözler önünden silinip gideceğini düşünmek beni hüzünlendirdi. En son 1260’ta Moğol istilası zamanında yakılıp, yıkılan kente son darbeyi indirmek Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP hükümetine nasip olmuştu demek. Bir yanda bölgenin kalkınmasına önemli katkıda bulunacak Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santralı, öte yanda yok olup gidecek Türkiye’nin en büyük kültürel değeri ve çevredeki kayaları yuva bilmiş alaca yalıçapkınları, küçük kerkenezler, tavşancıllar, kızıl akbabalar, boz kiraz kuşları... Acaba bu işin bir orta yolu bulunamaz mıydı? "Geçmişi yok edersen, geleceksiz kalırsın" diyen bilgelere
kulak vermek gerekmez miydi?...
BİR ÖNERİ DAHA İzninizin tamamını kullanmadıysanız, kalan bölümün 3-4 gününü Mardin ve Hasankeyf’e ayırmanızı öneririm. Mardin daracık sokakları, muhteşem taş evleri, camileri, kiliseleri ile görülmesi şart olan yerlerin başında geliyor. Ayrıca yörenin muhteşem tatlarını da ihmal etmemenizi öneririm. Tabii Süryani şarabının tadına bakmayı da... Oradan Hasankeyf"e geçip, bu uygarlıklar yatağını dünya gözüyle son kez görmenizi, ona veda etmenizi öneririm. Tadı damağınızda kalacak, yıllarca anlatacağınız bir tatil geçireceğinizden emin olabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2006
Yüz yıla yakın bir süre Anadolu’nun İstanbul’a açılan kapısı olan tarihi Haydarpaşa Garı, önümüzdeki yıllarda artık trenlerine veda edecek. Eğer proje hayata geçerse garın etrafında cam-çelik karışımı gökdelenler yükselecek. Gar binası da ya otele ya da alışveriş merkezine dönüştürülecek.
İstanbul’u ilk kez onun kapısından çıkar çıkmaz görmüştüm. Beş yaşlarındaydım. Trenle Malatya’dan gelmiştik. Babamın tayini bu koca kente çıkmıştı. Onların çok sevindiğini hayal meyal hatırlıyorum. Benim için ise İstanbul hiçbir şey ifade etmiyordu. Annemin elinden tutup, garın kapısından çıkınca, denizi görüp şaşıra kalmıştım. Daha doğrusu ürkmüştüm. O zamana kadar bu kadar çok suyu bir arada hiç görmemiştim. Oradan vapura bindiğimizi, denize bakmamak için babamın şapkasını gözlerime kadar indirdiğimi hatırlıyorum. İstanbul’la karşılaşmamın bölük pörçük kareleri... Çocukluk anıları neden net hatırlanmaz acaba!
Anlamışsınızdır, kapısından çıktığım gar, Haydarpaşa Garı’ydı. Anadolu’nun İstanbul’a açılan kapısı. Veya İstanbul’un Anadolu’ya... Bu kente trenle ilk kez gelenler, o kapının önünde mutlaka bir süre duraklamışlar, karşıdaki Ayasofya’nın, Sultanahmet Camii’nin, Süleymaniye’nin minarelerini saymışlar, Galata Kulesi’nin ne olduğunu çıkarmaya çalışmışlar, denizi ilk kez görüyorlarsa benim gibi biraz ürkmüşlerdir.
Haydarpaşa Garı, İstanbul’un anıt binalarından biridir. Ama birkaç yıl içinde belki de yerinde yeller esecektir. Şöyle ki; bir milyon metrekarelik arazi ve Haydarpaşa Garı’nın ve limanının kaderi, bir proje yarışması sonucunda belli olacak. Proje seçildikten sonra, bu tarihi bina ya otele ya da alışveriş merkezine dönüştürülecek, çevresinde ise gökdelenler yükselecektir. Yani en geç 3-4 yıl içinde gar artık trenlerle kucaklaşamayacaktır.
İsterseniz geleceği şimdilik burada noktalayalım ve önce Haydarpaşa semtinin, sonra da garın geçmişine bir göz atalım.
HAYDAR PAŞA’NIN BAHÇESİ
İşe semte bu adın nasıl konulduğundan başlarsak; bazı kaynaklara göre, 1533’te sadrazam olan Hadım Haydar Paşa’nın bu bölgede güzelliği dillere destan bir bahçesi vardı. Bahçe öylesine güzeldi ki, cennetle kıyaslanıyordu. Zaman içinde bahçenin etrafını çeviren tüm bölge, Haydar Paşa’nın adıyla anılmaya başlandı. Bazı kaynaklara göre ise bölge adını, Osmanlı padişahı III. Selim’in sadrazamlarından Haydar Paşa’nın bu bölgeye yaptırdığı kışladan aldı. 1594 tarihli kayıt defterlerinde, "Bağçe-i Haydar Paşa" adının geçmesi, ilk varsayımın daha doğru olduğunu göstermektedir.
Şöyle yüksekçe bir yere çıkıp, etrafa göz atacak olursanız, Kadıköyü tarafında bina yığınından başka bir şey göremezsiniz. Sol taraf, yani Üsküdar istikameti ise nispeten daha yeşilliktir. Bugünkü manzaraya bakıp, geçmiş zamanları hayal etmek oldukça zordur. 19. yüzyıla kadar Haydarpaşa semtinin, Acıbadem ve Hasanpaşa’ya kadar uzanan geniş bir çayırlık olduğuna inanmanın oldukça zorlaştığını biliyorum. Fenerbahçe’ye kadar bağ ve bahçelerle kaplı Kadıköyü ile birlikte Haydarpaşa Çayırı, kent çevresindeki önemli mesire yerlerinden biriydi. Aynı zamanda ordu ve saray atları burada beslenir ve talim yaparlardı.
Bahar aylarında bu çayır bir şenlik yerine dönerdi. Bu dönemde saray atları çayıra çıkarılırdı. Yapılan törenlerde, sorguçlarla süslenmiş atlar padişahın önünden sırayla geçerlerdi. Geceleri ise meşaleler yakılır, türlü eğlenceler tertip edilir, çayıra kurulan çadırlarda sabahlanırdı. Haydarpaşa Çayırı’ndaki eğlenceler, erkek erkeğe yapılan eğlencelerdi. O kaba kahkahaların arasında kadın sesi duymak olanaksızdı. Tabii sarhoş narası da!..
ÇAYIRIN SON GÜNLERİ
Bölge III. Selim döneminde (1789-1807), padişahın emriyle yerleşime açıldı. İlk olarak bir çeşme, sonra birkaç sokak oluşturuldu. Ama bölgenin çok uzak olması, ulaşımın zorluğu yüzünden halk Haydarpaşa’ya pek rağbet etmiyordu. 1873 yılında yapılan İstanbul-İzmit demiryolu, çayırın o güzelim görüntüsünü bozsa da çevreye bir hareketlilik getirdi. Çayırın kuzeyine küçük bir gar yapıldı, gardan sonra da, şimdiki İbrahimağa Mahallesi’ne doğru Bağdat ve Anfora adında iki otel açıldı. Demiryoluyla birlikte aslında çayırın ölüm emri de imzalanmış oldu. Yapılaşma hızlandı, çayır da aynı hızla küçülmeye başladı.
Tren yoluna paralel oluşan mahallelerin en ünlüsü "Paris Mahallesi" şenlikli bir mahalleydi. Kavgası, dövüşü hiç eksik olmazdı. Mahallenin en renkli sakinleri ise Kadıköyü genel evlerinde çalışan kadınlardı. Bu kadınlar, her perşembe Kadıköyü’ndeki belediye tabipliğine, zorunlu sağlık kontrolüne giderlerdi.
Zengin olanlar, faytonlara kurulur, beyaz şemsiyelerini açar, sağa sola laf ata ata ilerlerlerdi. Daha orta halliler, şık elbiseler içinde ikişerli, üçerli kafileler halinde yürürlerdi.
Esas şenlik daha yoksul kadınların gidişinde yaşanırdı. Üstleri başları perişan, ayaklarında takunyalarla sokakta yürüyen bu kadınlar, sağa sola sataşır, küfür eder, saç saça baş başa kavgaya tutuşurlardı. Çığlıklar tüm mahalleyi sarardı. Onun için perşembe günleri herkes işi gücü bırakıp, penceredeki yerlerini alırdı. İstanbul’un uzak semtlerinde oturanlar da, bu şamatayı izleyebilmek için buradaki tanıdıklarına yatıya gelirlerdi.
Bu gürültülü eğlence(!), bir gece kadınların zil zurna olup, trenleri taşlamalarına, vagonların camlarını kırmalarına kadar sürdü. Bu olaydan sonra tüm genelev kadınları Paris Mahallesi’nden sürüldü. Ondan sonra da bu mahalle diğerleri gibi renksiz ve neşesiz kaldı.
İLK ALMAN SERMAYESİ
Çayırın geçmişinin özet anlatımı böyle, gelelim Haydarpaşa Garı’nın öyküsüne; imparatorluğun demiryolları sayesinde modernleşeceğine inanan II. Abdülhamid, Bağdat’a kadar uzanacak demiryolu ağı için düğmeye bastığında tarih 1898 yılını gösteriyordu. Bu projeyle birlikte ilk Alman sermayesi de ülkeye girmiş oldu. Çünkü demiryolu için gerekli parayı Alman Deutsche Bank sağlıyordu. Böylesine muhteşem demiryolunun başlangıç noktasına, yine görkemli bir gar binası gerekiyordu. Bu bina aynı zamanda Osmanlı-Alman ittifakının bir simgesi olmalıydı.
Otto Rütter ve Helmuth Cuno adlı mimarların hazırladığı projenin temeli 30 Mayıs 1906’da atıldı. Her biri 21 metre uzunluğundaki 1100 ahşap kazık, gürültüleriyle günlerce bütün İstanbul’u inleten buharlı şahmeranlarla denize çakıldı. Bu kazıkların üstüne, Hereke’den getirilen açık pembe granit taşlarıyla temel döşendi. Bina bu kazıklı temelin üstünde yükseldi. Dış cephede, Bilecik’in Osmaneli kasabasından getirtilen açık nefti renkli yumuşak taşlar kullanıldı. Alman mimarlar, ince işler için İtalya’dan ustalar getirdiler.
Klasik Alman mimarisini yansıtan bina, 19 Ağustos 1908 tarihinde bitti. O tarihten itibaren Haydarpaşa Garı, çok renkli müşterilerin uğrak yeri oldu. Maceraperestler, gezginler, kaşifler, görevliler, servet peşinde koşturanlar, casuslar, askerler, hacca gitmek isteyen Museviler ve Müslümanlar, garın peronları arasında mekik dokudular.
KAÇAN TRENLER
Gar o gün bugündür anıları biriktiriyor. Kimi, İstanbul’u ilk kez onun kapısından görüyor, kimi sevgilisine onun peronlarında kavuşuyor, kimi ayrılıyor, kimi, dökülen gözyaşları, sallanan ellerin eşliğinde uzaklara doğru yola çıkıyor. Geçenlerde anılarımı tazelemek için gar binasını yeniden ziyaret ettim. Her şey yerli yerindeydi. Banliyö yolcularına tren kaçırtan restoran da. Seyrek yaptığım yolculuklarda, vagona binmeden önce bir-iki tek atmak için mutlaka bu restorana otururdum. Çevre masalarda, vapurdan çıkıp, tren saatine kadar bir bardak içki içmek isteyen banliyö yolcuları olurdu. Öylesine koyu bir sohbete dalarlardı ki, genellikle binmek istedikleri treni kaçırır, bir sonraki sefere kalırlardı. Garsonlara sordum, hálá treni kaçıran banliyö müşterileri varmış.
Hem Haydarpaşa semti, hem gar binası için anlatılacak daha çok detay var. Ama yerimiz bu kadar. Yeniden buraların geleceğine dönersek, bu sahilde yükselecek cam-çelik karışımı çok katlı binalar, karşı sahilde İstanbul’un siluetini oluşturan Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Camii ile tezat oluşturacak. Tarihi gar binası yerinde kalsa da, bu modern devlerin arasında görünmez olacak. Trenler gelmeyince anılar da kaçıp gidecek. Siz siz olun gar ruhunu teslim etmeden, garı ve çevresini bir kez daha gezin, ona saygılarınızı sunun.
BİR ÖNERİ
Gar binası 19 Ağustos 2008’de 100. yaş gününü sanırım kutlayamayacak. Bu nedenle, 19 Ağustos’ta garın etrafında toplanıp, onun 98. ve belki de son yaş gününü kutlamaya (şenliklerle) ne dersiniz? Projeye karşı olanlar, bu şenlik sayesinde belki de seslerini duyurma olanağını bulurlar.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2006
Ege ile Akdeniz’in kucaklaştığı Datça Yarımadası’na hızlı, keyifli ve lezzetli bir yolculuk yaptım. Cenneti andıran lacivert koylarında iki denizin sularını kulaçladım. Kekik kokusuyla ciğerlerimi yıkayıp, akbademin lezzetiyle damağıma bayram ettirdim. On parmağında on marifet olan Gani Müjde, programına konuk etmek için beni Datça’ya davet ettiğinde çocuklar gibi sevindim. Çünkü uzun süreden beri yolumu Datça’ya bir kez daha düşürebilmek için çareler arayıp duruyordum. Anlayacağınız gibi davet, "ilaç" gibi geldi. Geç öğleden sonra kalkan uçak bir solukta Dalaman’a ulaştı. Beni Datça’ya götürecek arabanın penceresine başımı yaslayıp, akıp giden görüntülere bakışlarımı bıraktım. Ormanlar, yeşil tepeler, bereketli bahçeler, tarlalar, sulama kanalları, traktörler... Bu yoldan ne zaman geçsem hep tatil geliyordu aklıma.
Marmaris’i geçip Datça’nın kıvrımlı yoluna vardığımızda, güneş Yarımada’nın ucunu çoktan turuncuya boyamıştı. Dağlar mor mor birbirini üstüne yaslanmış, Gökova koyları simli gece elbisesini giyme hazırlığındaydı. Antik çağ yazarları bu yarımadayı, "uzaklardan fırlatılmış bir kargının, denize yarı batmış ucuna" benzetiyorlardı. Aslında bu yarımada, tanrı Zeus’un koruması altındaydı. Knidoslular düşmanlara karşı koyabilmek için, Balıkaşıran’ı kazıp, iki denizi birleştirmeyi, yani Datça’yı ada yapmayı planlamışlar ama Zeus’un öfkesi buna mani olmuştu. Kızgın tanrının laneti yüzünden, kazıya katılan tüm işçilerin yüzlerinde büyük yaralar açılmıştı.
Datça’nın en yüksek virajına vardığımızda gökyüzü koyu lacivert olmuş, erkenci yıldızlar göz kırpmaya başlamışlardı bile. Bir yanda Ege, diğer yanda Akdeniz birbirine kavuşmanın telaşı içindeydi. Bir Datça aşığı olan Can Yücel’i anmanın tam sırası ve yeriydi. Şöyle demişti koca şair bir sabah:
"Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım/Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş/Gocadağ/Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya/Dağ keçileri düzlere kaçmış olmalı"
DATÇA COŞKUSU
Tanrı, uzun ömürlü olmasını istediği kullarını bu yarımadaya bırakırmış. Ben antik dönem coğrafyacılarının yalancısıyım. Aslında kokusu, havası, denizi, bademi, balı, üzümü, kekiği, ormanı, çiçekleriyle sarmaş dolaş olduğunuzda, her goncayı teker teker kokladığınızda, gerçekten de içinize bir yaşam coşkusu dolduğunu hissedersiniz. Aslında bu Datça coşkusudur. İnsana ömür aşılar.
Kalacağımız yer Datça’nın girişinde, Reşadiye köyündeki Mehmet Ali Ağa Konağı idi. Daha önceki Datça gezilerimde de bu konakta kalmıştım. 1800’lü yıllarda yapılan, o gün bu gündür çevrede "Gocaev" diye anılan konak, son sahibi Mehmet Pir tarafından aslına uygun olarak onarılmış, otel olarak hizmete açılmıştı. Yöredeki en düzgün tesis olduğu için burayı tercih ediyordum. Bir de cenneti andıran bahçesi, leziz yemekler sunan restoranı beni çekiyordu.
Otelin yöneticisi Sena Pir’in ikram ettiği üç kokulu (kekik, nane, adaçayı) Narpız çayını içip, puhu kuşunun ninnisini dinleyerek uykunun kollarına atıldım. Sabah melisa kokusu ve kuş sesleriyle uyandım. Kızılkiraz kuşu ile Karaboğazlı ötleğen geçen yıl da böyle cıvıl cıvıl ötüyorlardı. Katmerli pembe begonviller büyümüş, balkonlara dal atmışlardı. Mavi yaseminler, mis kokulu lavantalar bahçenin dört bir yanına öbek öbek dağılmışlardı.
KOY KOY YARIMADA
Çekim yerine doğru yola koyulduğumuzda, ağustosböcekleri cızırtılarını ayyuka çıkarmaya başlamışlardı bile. "İncir Sıcağı" tüm yarımadanın üstüne kalın bir yorgan gibi çöreklenmişti. Ormanın arasına daldığımızda pencereyi aralayıp, arabanın içerisini kekik kokularıyla doldurdum. Mor kekik, incir kekiği, peynir kekiği, bal kekiği, baharat kekiği... Tepelere kümelenen kekikler dağı taşı kokuya kesmişti.
Bir virajı dönünce gözlerim aşağıdaki çivit mavisi denizle çarpıştı. Şoföre "biraz duralım" dedim. Kıyıdaki Mesudiye’yi bir süre tepeden seyredip hasret giderdim. Geçen yıl da burada durmuş, uzun uzun bakmış, kuş olup denize doğru süzülmek istemiştim. Yine aynı duygularla dolup taştım. Öğrendiğime göre Yarımada’nın iki yüzünde tam 52 tane koy vardı. Ege’ye bakan tarafta Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik, Murdala ve İskandil, Akdeniz’e bakan tarafta ise Palamut Bükü, Akvaryum, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Kızıl Bük, Domuz Bükü, Kargı, Karaincir, Sarı Liman, Kara Bük, Çiftlik, Kuruca Bük, Günlücek, Lindos sıralanıyordu. Biz, Datça büklerinin en güzeline, Palamut Bükü’ne gidiyorduk.
Limanda, Gani Müjde’nin teknesinde kalkış hazırlıklarını yaparken, muhtar anlattı: Palamut Bükü’nün adı, denizdeki palamuttan değil de, palamut meşesinden geliyormuş. Koyun sırtını yasladığı tepe, silme palamut meşesiyle kaplıymış. Sonra tüm meşeler kesilip, yerlerine Akbadem ağacı dikilmiş. Palamutların adı da büke yadigar kalmış.
Muhtar el sallayıp gittikten sonra kaptan Gani söyledi biz yaptık; demiri çektik, halatları çözdük, kıyı kıyı yola koyulduk. Bir yandan kameralara poz verip soruları cevaplandırıyor, öte yandan da seyir konusunda bilgi alıyorduk. Sancakta, pusların içinde Simi adası görünüyordu. Palamut Bükü ise iskele tarafında tüm güzelliğini sergiliyordu. Lodos, yelkenlerin şişmesine izin vermediği için motora gaz verip, lacivert suları yara yara koylara girip çıktık. Denizden bakınca Datça daha lacivert, daha alımlı, daha davetkar görünüyordu.
Hayıt Bükü’ne öğle yemeği için halat attık. Dalgaların şıpırtısı eşliğinde ahtapot ızgarası, kalamar dolması, kabak çiçeği dolması, börülce, şef ne verdiyse yedik. Hazmı beklemeden Gabaklar Koyu’nun lacivert sularını kulaçladık. Röportaj bittikten sonra Gani Müjde’yle vedalaşıp konağın yolunu tuttum. Gün bitimine daha vardı. Sena Pir’le birlikte, Eski Datça’nın begonvillerle süslenmiş sessiz sokaklarında yürüdük. Sonra Can Yücel’in evine gidip, Güler Yücel’i ziyaret ettik. Güler, atölyesine kapanmış harıl harıl resim yapıyordu. Her bir tabloda ayrı bir öykü vardı.
RÜZGAR DA ESMESE
Karanlık basmadan konağa döndük. Bahçede püfür püfür esen rüzgar tüm sıcağı önüne katıp götürmüştü. Elaki Restoran’ın yöneticisi Coşkun Öndersever, yemek öncesinde önüme taze akbadem ile bir bardak buzlu rakı koydu, sonra anlattı: "Datça’nın rüzgarı meşhurdur. Denizden doğru eser. Datçalılar rüzgara Bülenti derler. Denizin serinliğini toplar getirir. Onun sayesinde Datça nefes alır. Konağın rüzgarı hiç eksik olmaz. Onun için kuşlar, bitkiler, insanlar burayı çok sever..."
Şef Aydın Aydemir, masayı birbirinden lezzetli yemeklerle donattı. Yemeklerin çoğu yerel esintiliydi. Mezelerden sonra masaya Sena Pir’in sürprizi geldi: Salyangoz Yahnisi. Geçen geldiğimde yiyememiştim. Sena Hanım ev ev dolaşıp, köylülerin yaz için buzlukta sakladıkları salyangozlardan almış getirmiş. Garaville denen salyangoz yemeği Yarımada’da dillere destandı. Bu lezzetli yemek mart ayında, bahar yağmurlarıyla birlikte topraktan çıkan ve körpe bitkilerle beslenen bu salyangozlarla yapılıyordu. Bol domates, maydanoz ve sarmısakla lezzetlendirilen yahninin, birçok derde derman olduğu söyleniyordu. Aydın usta (Mengenli), tıpkı bir Datçalı gibi çok lezzetli yapmıştı salyangoz yahnisini.
Ertesi gün dönüş yoluna çıktığımda hava alacakaranlıktı. Viraj viraj tırmanıp zirveye vardığımızda, güneş ilk ışıklarını Marmaris üstünden Gökova’ya gönderdi. O sırada bir koydan beyaz yelkenleri fora edilmiş bir tekne çıktı. Dümeni karşıdaki Akbük’e doğru çevriliydi. Yolun kıyısında bir karavan park etmişti. Yakamozlu, mehtaplı bir geceye karşı uyuyan bu şanslı sürücü, şimdi de dünyanın en güzel manzarasına karşı uyanacaktı.
Araba tepeden aşağıya doğru inerken hálá karavanlı gezgini, yelkenlerini şişirmiş tekneyi düşünüp kıskanıyordum. Bir Datça yolculuğu daha sona ermişti. Kısa, hızlı, keyifli, lezzetli... Her zaman olduğu gibi. Şimdiden bir dahaki kavuşmayı özlüyordum.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2006
Geçen hafta, "Eşek Kulaklı Midas"ın topraklarına, Küçük Frigya’ya yaptığım gezinin ilk bölümünü anlatmıştım. Eskişehir, Kütahya ve Afyon arasında kalan bu bölümde, kayalara oyulmuş mağaraları gezmiş, geçmiş yaşamların sürdüğü tepelere tırmanmış, Avrupalı Frigyalıların izini sürmeye çalışmıştım. Bu bölümde ise Bizanlı Çavdarhisar’ı, fantastik Oylat Mağarası’nı anlatmaya çalışacağım.
Yol arkadaşım Zeki Alkoçlar ile Kütahya’dan yola çıktığımızda güneş yeni yeni uyanıyordu. Frigya’nın en önemli kentlerinden biri olan Çavdarhisar’a (Aizanoi) gidiyorduk. Direksiyonu Zeki’ye emanet etmenin rahatlığı ile pencereden akıp giden manzaranın tadını çıkartıyordum; sabah rüzgarıyla dalgalanan sarı tarlalar, yeşil sebze bahçeleri, yaprakları gümüş gümüş parlayan kavaklar, zaman zaman görüntüye giren tebeşirli, kalkerli beyaz toprak tepeler... Gökyüzünde ise beyaz bulut kümeleri uçuşup gidiyordu. Yağmurlarını kim bilir nereye taşıyorlardı?
Oysa Fransız bilim adamı ve gezgin Charles Texier de, bundan yaklaşık 150 yıl önce aynı yoldan geçmiş ve çevreyi çok çıplak bulmuştu. Texier yol izlenimlerini, "Küçük Asya" adlı kitabında şöyle aktarmıştı: "Kütahya’nın batısına doğru uzanan büyük ova, bitkilerden yoksundur. Anadolu’nun bu ormansız parçası, Frigya’nın büyük bir bölümünü kaplar. Çavdarhisar’a giden yol o kadar hoş değildir ama jeoloji açısından çok önemlidir... Tebeşirli balçık ve tatlı su kalkeri bütün havzaları işgal etmiştir. Aizanoi’ye ulaşmadan önce aşılan dağ talklı taşlardan oluştuğu için yere yeşil ve parlak bir renk verir. Kente gelmeden hemen önce su kalkerleri görülür. Bu taşlarla Aizanoi’deki eserlerin bazıları yapılmıştır..."
Çavdarhisar, bozkırın ortasında kendi halinde, sıradan bir kasabaydı. Adının Aizanoi olduğu dönemlerde, hele hele İmparator Hadrinus’un zamanında, buralarda görkemli yaşamların hüküm sürdüğüne inanabilmek için oldukça zengin bir düş gücüne gereksinim vardı. Adını Selçuklu döneminde burayı ele geçiren Çavdar Tatarları’ndan alan Çavdarhisar’ın çevresi, geçmişteki yaşamlar hakkında önemli ipuçları sunuyordu. Örneğin M.S. 125 tarihinde inşası bitirilen Zeus Tapınağı bunlardan biriydi. Hálá eski görkemini koruyan tapınağın sütunlarından ikisinin başlıkları çok dikkat çekiyordu. Amerikalı öğretim görevlisi John Freely, İon sarmalının Korinthos kengeriyle buluşmasından oluşan bu karma düzenli sütun başlıklarının, dünyanın başka hiçbir yerinde görülmediğini belirtiyordu.
GERİYE GİDEN ZAMAN
Zeus Tapınağı’nın altında bir uçtan diğer uca uzanan salonu görünce şaşırıp kaldım. Bir tapınağın altında ilk kez böylesine büyük bir yeraltı salonu görüyordum. 36 basamakla inilen bu mekanda öğrendiğime göre tapınağın değerli eşyalarıyla, varlıklı vatandaşların kıymetli eşyaları saklanıyordu. Yani bir nevi banka kasası görevini görüyordu.
Tapınağın hemen yanındaki sütunlu cadde, şimdi toz toprak içinde, yoksul görünümlü bir sokağa dönüşmüştü. Görkemli kemerlerin karşı sırasına ise derme çatma evler sıralanmıştı. Halbuki yüzlerce yıl önce bunların yerinde gösterişli kamu binaları sıralanıyordu. Daha sonra stadyumu, tiyatroyu, hamamları gezdik. Buralar da geçmişin görkemini gözler önüne seriyordu. Biraz ötemdeki Zeki’yi her bakışımda kendi kendine söylenirken yakalıyordum. Kulak kabarttım, "Burada medeniyet niye böyle gerilemiş?" diye sorup duruyordu. Gerçekten de zaman Çavdarhisar’da hep geriye doğru gitmişti. İki bin yıl önceki muhteşem medeniyet, yerini kırık dökük, estetikten uzak, özensiz bir 21. yüzyıla terk etmişti.
Tarihteki kayıtlara göre Aizanoi, Rhyndakos Nehri (Orhaneli Çayı) üzerindeki önemli bir liman kentiydi. Bir ağaç gölgesine oturup, bir süre söğütlerin dal sallandırdığı, sazların ve zümrüt yeşili yosunların kapladığı bu cılız suları seyrettim. Bu suların üstünde tıka basa mal dolu büyük sandalların, uzak kentlere yol aldığını düşlemek istedim ama beceremedim. Bugünkü manzara, geçmişi canlandırmamı engelliyordu. Oysa, hálá ayakta duran ve arabaları, insanları bir yandan diğer yana aktarmayı sürdüren beş kemerli Roma köprüleri, nehrin o zamanlardaki büyüklüğü konusunda ipuçları sunuyorlardı.
DÜNYANIN İLK BORSASI
Bu köprülerden birini geçip, yine yıkık dökük evlerin sarmaladığı bir meydana geldik. Meydanın ortasında yuvarlak bir yapı vardı. Burası dünyanın ilk borsa binasıydı. İmparator Diocletian’ın 301 yılında enflasyonla mücadele için yaptığı ücret tespitleri, bu binanın duvarlarına kazınmıştı. İmparatorluğun tüm pazarlarında, bu duvarın üstünde yazılan fiyatlardan alışveriş yapılırdı. Örneğin bir kölenin fiyatı her yerde 30 bin dinardı. Yani iki eşek fiyatınaydı. Bir at ise üç kölenin fiyatı olan 90 bin dinara satılabilirdi. Bu fiyatların dışına çıkmak kesinlikle yasaktı.
Çavdarhisar’ın geçmişini bitirip, bugünün pek bir şey söylemeyen sokaklarında (sessiz ve yorgun görünüyorlardı) dolaştıktan sonra, Zeki direksiyonu Tavşanlı’ya doğru kırdı. Arabanın penceresinden yine tarlalar, kavaklar, meşeler, bulutlar aktı gitti. Kenarından, kıyısından geçtiğimiz köyler, alışılmıştan büyük hatta kasaba ölçeğindeydi. Kimisine 4-5 katlı apartmanlar bile kondurulmuştu. Tavşanlı’ya gelmeden önce, Kayaboğazı Baraj Gölü’nün kenarında duraklayıp, yeşil suların güzelliğine övgüler yağdırdık.
Tavşanlı, kasabadan çok, orta büyüklükte bir kenti andırıyordu. Biraz ötedeki Tunçbilek’te ise hava tamamen kömür kokuyordu. Çevredeki tüm görüntülerin kömürle bir bağlantısı vardı mutlaka. Yani Tunçbilek’te kömür her şeydi. Sonra Domaniç kasabası geçildi. İnegöl’e doğru tırmandığımız 1500 metre yükseklikteki Kocayayla’da, kendimizi koyu bir sis perdesinin içinde bulduk. Zeki "yaz sisine" şaşırdı kaldı, "Temmuzun ortasında sis mi olurmuş" dedi!.. Ben ise onun aksine sise sevindim. Sisli görüntüleri oldum olası sevmişimdir. Geçit bitince sis de bitti. Önümüze bir tabela çıktı: "Oylat Mağarası-Oylat Kaplıcası". Tereddüt etmeden saptık. Altı kilometre sonra kendimizi bir mağaranın kocaman ağzının önünde bulduk.
FANTASTİK GÖRÜNTÜLER
Loş ışıkların aydınlattığı girişte bizi yarasa çığlıkları karşıladı. Sonra içeri doğru uzanan platformda ilerlemeye başladık. Mağaranın derinlikleri bir korku filmi platosunu, başka bir gezegeni, gerçeküstü bir mekanı andırıyordu. Loş ışıkların aydınlattığı görüntüler her türlü düşe açıktı. Bunları ister bir deniz anası heykeline, ister bir ejderhaya, ister bir canavara, kuşa, vampire, aslana benzetebilirdiniz. Bu tamamen sizin hayal gücünüze kalmıştı. Yani bu heykeller galerisinde herkes istediği heykeli görebiliyordu. İlk kez bir mağaraya böylesine aşık olmuştum. Platform ve fantastik gezinti 630 metrede sona erdi.
Oylat Mağarası’nın turizme açılması için tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Ama Boğaziçi Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü, bu konuda ilgilileri uyarıyordu. Onlara göre mağaranın içinde mağara örümceği, mağara kelebeği ve yarasa kolonileri vardı. Bunların nesli tükenmek üzereydi. Hele dört türden oluşan yarasalar, "Bern Sözleşmesi" ile koruma altına alınmıştı. Onlara göre mağaranın bilinçsizce turizme açılması halinde bu canlılar yok olup gidecekti. Mağaradan ayrılırken yarasalara pek aldıran olmadığı izlenimini edindim.
Öğle yemeğinde İnegöl’de köfte ziyafeti çektik. Sonra meyve bahçelerinin arasından kıvrıla kıvrıla ilerledik. İznik Gölü’nü aşıp Karamürsel üzerinden İstanbul’a vardık.
KÜTAHYA YEMEKLERİFrigya gezisini fırsat bilip yörenin lezzetleri ile tanışmak istedim. Maalesef ki, yerel yemek mönüleri pek zengin olmayan bir-iki lokanta dışında, bu muhteşem yemekleri tatma şansını yakalayamadım. Bu sadece Kütahya için geçerli değil, Anadolu’nun neresine giderseniz gidin eğer bir tanıdığınız, yakınınız, akrabanız yoksa yerel yemeklere ulaşmakta çok zorluk çekersiniz. Size Kütahya mutfağının önemli yemeklerinin listesini sunuyorum. Gittiğinizde bunları yapan bir ev, bir lokanta bulursanız, kapısını çalmakta tereddüt etmeyin. Çünkü Kütahya yemekleri "damak çatlatan" cinsinden, insanın canına can katıyor.
ÇORBALAR: Tutmaç çorbası, oğmaç çorbası, tekke çorbası, sıkcık çorbası.
YEMEKLER: Şibitli tavuk tiridi, kıymalı sini mantısı, gökçümen hamursuzu, cimcik, ıspanaklı şibit, dolamber böreği, ılıbada dolması, etli yaprak sarması, kabak kabuğu kavurması, küp eti, göveç, kalbur köftesi, lopça.
TATLILAR: Doldurma kabak tatlısı, cendere, yufka tatlısı, irmikli gül tatlısı, elmalı ikram, namaz lokması, ballı pelte tatlısı.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2006
Geçen hafta Eskişehir, Kütahya, Afyon arasındaki Frigya topraklarında dolaşıp, bu toprakların en eski sakinlerinin izine düştüm. Kayalara kazılmış mağaralarda, kutsal mekanlarda ve mezarlarda Friglerin, Bizanslıların, Osmanlı’nın geçmiş öykülerini düşledim. Çoktan beri sesi soluğu çıkmayan avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, geçenlerde arayıp sitem etti. Ona göre yurtdışında çok gezmişim, yurtiçi gezilerini ihmal etmişim. Sitemlerini peş peşe sıraladıktan sonra yeni rotamızı açıkladı: "Frigya Vadisi’ne gidiyoruz..." Bilecik üzerinden Marmaris veya Antalya’ya giderken bu vadi hep aklıma takılır, sapaktan bir türlü sapamaz, vadiye girişi hep başka bir zamana ertelerdim. Zeki telefonu kapatınca, "demek ki zaman gelmiş" dedim.
Yol arkadaşım erkencidir. Onun için yola çıktığımızda tan yeri yeni yeni kızarıyordu. Otoyoldan bir hızla Gebze’yi aştık. Dilovası’nın pis havasını solumamak için gaza daha da bastık. Kocaeli’ni, Sapanca’yı geçtik, Adapazarı-Bilecik sapağından çıkıp, otoyolu terk ettik.
Adapazarı’ndan Bilecik’e doğru uzanan Geyve Boğazı’nın görüntüsü beni hep içine çekmiştir. Bir yanda mevsime göre ya hızlı ya da nazlı akan Sakarya Nehri, bir yanda yeşil tepeler arabanın penceresinden akar gider. Geyve’den sonra, Pamukova’dan itibaren de bereketli vadiler görüntüye girer. Meyve ağaçları, sebze bahçeleri insanın iştahını kabartır, ağzını sulandırır.
Osmaneli’nden geçerken, geçen yıl bu şirin kasabaya yaptığım gezi aklıma geldi. Adını Osman Gazi’den alan Osmaneli’nde, Trabzonlu genç kaymakamla birlikte köşe bucak dolaşmış, Sakarya Nehri’nde balık avlama planları yapmıştık.
SESSİZ VADİ
Osmaneli’ni geçtikten sonra tepelere tırmanıp Bilecik’e ulaştık. Bu kentten çok geçtim ama hiç duraksamadım nedense. Osman Gazi’nin kayınpederi (Bala Hatun’un babası) Şeyh Edebali’nin türbesine uğramayı bir kez daha erteledim. Osmanlı’nın ilk başkenti Söğüt sapağını geçip, fabrikalar ve kamyonlar diyarı Bozüyük’ten Kütahya’ya doğru saptık. Artık hedefe iyiden iyiye yaklaşmıştık. Rotamızı doğrulatmak için, seramik üstadı "Sıtkı Usta"nın yol kenarındaki "Seramik Evi"ne uğradık. Frigya Vadisi’nin tanınması için elinden geleni yapan Sıtkı Usta, her zamanki gibi dükkanda yoktu. Ama orada çalışanlar bize çay ikram etti, yolu gösterdi ve broşürler verdi.
Enne Göleti’nin sunduğu güzel görüntüleri izleyip Sabuncupınar kavşağında, Frigya Vadisi’ni gösteren oktan saptık. Bir köprüyü geçtikten sonra, yıllardan beri aklımın bir köşesinde duran vadiye girdik. Zaman zaman yükseltili, zaman zaman düz bir arazi olan vadide yalnızlık hakimdi. Buğday tarlaları, rüzgarın önünde deniz gibi hışır hışır dalgalanıyor, çam ağaçlarının dalları da rüzgarın sesini dalga sesine dönüştürüyordu.
Biz "Küçük Frigya"da dolaşıyorduk. Tarihçilere göre Frigya’nın geniş toprakları üçe bölünmüştü. Truva civarında Hellespont Frigyası, Eskişehir Kütahya arasında Küçük Frigya ve Afyon’un güney yarısı ile Denizli’nin kuzey yarısında yer alan Pakatina Frigyası. Bir süre gittikten sonra ilk mağaralarla karşılaştık. Sadece tek göz bir odadan oluşan bu mağaralar, buraya ilk göç eden Frigyalılara aitti. Kayalar tüflerden oluştuğu için kolayca oyulabiliyordu. Onun için dağları delip evler, tapınaklar, mezarlar yapmışlardı. Daha sonra gelenler ise ev yapımında ağaçları kullandılar ama o dönemden geriye hiçbir iz kalmadı.
Vadinin iç kesimlerine doğru ilerlemeden önce Frigyalıları tanımakta yarar var. Tarihçilere göre Frigyalılar, MÖ 2. yılın sonlarına doğru Hitit İmparatorluğu’nun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğunu doldurmak için, Güneydoğu Avrupa’dan Orta Anadolu’ya göç ettiler. Bir süre sonra bölgedeki en büyük güç haline gelen Frigyalıların başkenti Gordiyon’du. Kent adını kurucusu olan Gordiyos’tan almıştı. Ondan sonra tahta, dokunduğunu altın haline çeviren "eşek kulaklı" Midas geçmişti.
Dünyanın en zengin prensi olan Midas’ın, eşek kulaklarının aslında güç sembolü olduğunu, perilerle düşüp kalktığını, Tanrı Apollon tarafından cezalandırıldığını, Kral Gordiyos’un Jüpiter tapınağına armağan ettiği arabanın okuna bağladığı çözülmeyen düğümün öyküsünü, Midas’ın cenaze törenlerinde neden şarkı söylettiğini anlatmaya kalksam bu yazının sonunu getiremem.
Tarlaların arasında dolaşırken, asırlar öncesinin öykülerini bir türlü gözümün önünde canlandıramıyordum. Sadece girdiğim mağaraların alçak tavanlarına bakarak, Frigyalıların uzun boylu insanlar olmadıkları sonucuna vardım. Çevre, katırtırnağı benzeri sarı çiçekler açmış bitkilerle süslenmişti. Bir çoban, bu çiçeğin adının "Sığır Kuyruğu" olduğunu söyledi. Ona göre, hayvanlar yemediği için bu bitkinin fazla değeri yoktu. Halbuki çok güzel bir çiçekti. Ayrıca sığır kuyruğuna da hiç benzemiyordu. Bence çok kollu bir şamdanı andırıyordu. Bu çiçek kent yakınlarında olsaydı ve adını kentliler koysaydı mutlaka "Şamdan Çiçeği" diye anılırdı.
Akpınar, Yolçatı, Fındıkköy, İncik, Sökmen, İnli... Köyler arasında dura kalka gezinip duruyorduk. Her köyde birkaç mağara buluyor, onlara girip çıkıyor, yüzyıllar öncesine dokunmaya, mağaralardaki yaşamı düşlemeye çalışıyorduk. Bu yürüyüşler sırasında birden yağmur bastırdı. Islanmamak için kendimizi en yakın bir mağaraya attık. Bu mağara diğerlerinden biraz değişikti. Tam ortada bir sütun, arka tarafta da küçük bir oda vardı. Duvarlara iki-üç tane küçük oyuk kazınmıştı. Yağmurun dinmesini beklerken düşünceler ürettik: Küçük neye yarıyordu? Erzak deposu muydu acaba? Bu nişlerde aydınlatmak için ateş mi yakılıyordu? Sütunun işlevi neydi? Asırlık mağarada yarım saate yakın zorunlu konuk olduk ve bu sürede hep Frigyalıları düşündük.
İnli Köyü’nün girişindeki tabelayı izleyip, köyün tepesindeki şapellere tırmandık. Şapeller şaşırtıcı güzellikteydi. Mağaranın içine düzgün sütunlar oyulmuş, yarım yumurta biçimindeki kubbe sanki bu sütunların üstüne oturtulmuştu. Tepenin eteklerindeki mağaralar ise köylülerin kullanımındaydı. Hepsine birer derme çatma kapı yapılmış, kimine saman yığılmış, kimi hayvanların barınmasına ayrılmıştı. Frigyalılar oydukları kayalıkların, yüzyıllar sonra, modern dönem insanlarının da işine yaradığını bilseler kedileriyle gurur duyarlardı.
Bu mağara senin bu tepe benim diyerek günü bitirdik. Söğüt Köyü üzerinden Kütahya’yı bulduk. Otele çekilmeden önce bu seramik diyarında bir tur atmaya niyetlendik. Yeni Kütahya’dan hızlı hızlı geçip, tepeye, eski Kütahya’ya doğru yol aldık. Kentin en önemli camisi Ulu Cami’de duraklayıp, ahşap caminin 57 tahta sütununu hayran hayran seyrettik. Sonra, şimdi Kütahya Müzesi olan Vacidiye Medresesi’ni gezdik. Kaleye doğru tırmanırken çataldan sapıp, Macar vatansever Lajos Kossuth’un, Abdülmecid’in misafiri olarak ikamet ettiği evi ziyaret ettik. Sonra zirvedeki ortaçağ kalesine çıkıp, tüm Kütahya’yı kuş misali tepeden seyrettik.
TERMALDE GEVŞEME
Kale ilk olarak 8. yüzyılda, Arap saldırılarını önlemek için Bizanslılar tarafından yapılmıştı. İstanbul’un fethinden sonra daha da genişletilmişti. Burçların büyük bölümü hálá sağlam duruyordu. Zeki fotoğraf çekerken ben de tepedeki açıklıktaki kahvede bir çay içimi kenti seyrettim. Eteklerdeki eski mahallelerin nasıl serpilip büyüdüğünü gözledim. Güneş kaybolunca yavaş yavaş otelin yolunu tuttuk.
Kentin 25 kilometre ötesinde bulunan Ilıca kasabasındaki "Güral Harlek" otelinde kalacaktık. Ormanların arasında, kuş seslerinin şenlendirdiği, tam "kafa dinlenecek" türden sessiz bir oteldi. Bromürlü termal sularının birçok hastalığa iyi geldiği söyleniyordu. Zeki mayosunu giyip termal havuzda şifa aramaya gitti. Ben ise odamdaki jakuzinin içinde mini dalgalarla oynaşmayı yeğledim. Yeraltından fışkıran suların şifa dağıtıp dağıtmadığını bilemiyorum ama tepe tırmanmaktan, yol yürümekten sızlayan kaslarıma çok iyi gelmişti.
Akşam yemeği için çevreyi bilenler, "Saklı Dünya"da ağız birliği etmişlerdi. Eskişehir yolu üstünde, Kütahya Porselen’in karşısında, Güral Porselen’in satış mağazasının arka tarafında yer alan bu restoranın, püfür püfür esen bahçesindeki masada yerimizi aldık. Yemekler kadar, yemeklerin sunulduğu porselen tabaklar da hayranlık uyandırıcı cinstendi. Masaya tabaklar konduğunda, bizi bir ziyafetin beklediğini anlayıp heyecanlandık.
Muhteşem lezzetler, Çavdarhisar’daki tapınaklar, dünyanın ilk borsası, yol üstündeki fantastik Oylat Mağarası, İnegöl’ün muhteşem köfteleri... Tekmili birden haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2006
Son haftalarda yukarılara doğru tırmanan Euro, özellikle Avrupa’da tatil planlayanların moralini bozuyor. Ama hálá hesaplı tatil yapmanın yolları var. Kentlerin püf noktalarını bilir, turistik tuzaklara düşmezseniz, cebinizdeki hesaplı parayla dilediğiniz gibi tatil yapabilirsiniz. Bu hafta size Avrupa’nın üç güzeli, Prag, Amsterdam ve Roma’dan ipuçları sunacağım.
ROMA
Her keseye uygun
Avrupa’nın en pahalı şehirlerinden sayılan Roma, özellikle 2002 yılından itibaren Euro’nun dolaşıma girmesi ve fiyatların artmasıyla bu ününü daha da pekiştirdi. Bu şehirde yine de tüm paranızı tüketmeden "tatlı hayat" sürebilmenin çeşitli yolları var.
Hesaplı yemek
Testaccio Mahallesi, ucuz ve otantik Roma mutfağını tadabilmeniz için uygun seçenekler sunuyor. Buradaki "Trattoria Da Oio" lokantasını denemenizi öneririm. En iyi Roma usulü enginar yemeğini burada yiyebilirsiniz. Şarapla birlikte iki kişilik bir yemek 40 Euro civarında. Pazar günleri kapalı ve rezervasyon gerekli. Tabii her köşe başında rastlayacağınız pizzacılar, çok ucuza karın doyurabileceğiniz mekanların başında geliyor. TRATTORIA DA OIO (Via Galvani, 43/45; Tel: 39-06-578-2680)
Ucuza konaklama
Son yıllarda yükselen fiyatlar ve akın akın gelen turistler, Roma’da 100 Euro’nun altında bir otel bulabilmeyi oldukça zorlaştırmış durumda. Monti Mahallesi’ndeki "Hotel Rosetta" nadir ucuz otellerden biri. Odalar klimasız ve kahvaltı yok, ancak konumu muhteşem. Kolesyum, Forum Romano ve metro istasyonu sadece birkaç dakika uzaklıkta. Temiz ve sakin bir otel. Her odada televizyon ve vantilatör var. İki kişilik oda ücreti, en yoğun sezonda dahi gecelik 85 Euro.
Bir diğer seçenek ise apartman dairesi kiralamak. Böylece paranızın büyük bir bölümü cebinizde kalacaktır. "Bed & Breakfast Association" (www.b-b.rm.it) uygun fiyatlara ve farklı seçeneklerdeki kiralık apartman dairelerini görebileceğiniz işlevsel bir internet adresi. HOTEL ROSETTA (Via Cavour, 295; Tel: 39-06-4782-3069; www.rosettahotel.com)
Bedava aktiviteler
Roma’nın en güzel yanı, bu şehirde yapabileceğiniz birçok güzel aktivitenin bedava olması. Güne İspanyol Merdivenleri’nde oturup etrafı seyrederek başlayabilirsiniz. Sonra Trevi Çeşmesi’nde havuza para atarak bir dilek dileyin. Daha sonra batı istikametine doğru 10 dakikalık bir yürüyüş yapın ve şehrin en iyi korunmuş mimari mucizesi Pantheon Tapınağı’nı görün. Ünlü ressam Rafael’in mezarı da burada bulunuyor. Biraz daha batıya gidin ve Bernini’nin "Dört Nehir Çeşmesi"nin bulunduğu Piazza Navonna’ya ulaşın. Eğer hálá enerjiniz varsa, 25 dakikalık bir yürüyüş mesafesini göze alarak St. Peter’s Bazilikası’na gidin. Giriş kuyruğu oldukça uzun olabilir, ancak içeri girdiğinizde karşılaşacağınız hayret verici atmosfer beklemeye değer. Sistine Şapel ve Vatikan Müzesi ayın son pazar günleri gündüz 08.45’ten öğleden sonra 13.45’e kadar açık ve giriş ücretsiz. Ancak 12.20’den önce müzeye giriş yapmış olmanız gerekiyor.
PRAG
Yürüyerek keşfedin
Eski ve yeni Avrupa’nın kesişme noktası olan Prag’da her geçen gün fiyatlar biraz daha artıyor. Eski komünist başkent, artık Avrupa’nın en pahalı kentleri arasında sayılıyor. Ama bu güzelim kentte hálá ucuza konaklanacak ve karın doyuracak mekanlar mevcut. Prag Kalesi civarındaki turistik tuzaklara düşmezseniz, kesenize uygun seçenekleri bulabilirsiniz.
Hesaplı yemek
Bira tutkunları iyi bilirler ki, Çek Cumhuriyeti, dünyanın en lezzetli biralarının üretildiği ülkedir. Bu nedenle Prag da, içecek yapımı konusunda oldukça iddialı. İyi ve ucuz bir yemek ve de kesenize uygun fiyatlarla lezzetli bira içmek için, Richter bira fabrikasını ziyaret etmenizi öneririm. Burası bulunması pek kolay bir yer değil. Bulovka İstasyonu’ndan bir tramvaya atlarsanız, fabrikanın ön kapısında inebilirsiniz. Yarım litre bira ücreti 28 koruna (1.20$). Burada biranın yanında 99 koruna ödeyerek hardal ve taze yaban turpu ile servis edilen ünlü Macar sosislerini de yemenizi öneririm. Ayrıca ana caddelerin üstünde seyyar sosisçiler de ucuz karın doyurmak için birebir. Ara sokaklara saparsanız, uygun fiyata geleneksel yemek sunan esnaf lokantalarını da bulabilirsiniz. Ama buralarda garsonlarla anlaşmak biraz zor. RICHTER (Bulovka 17; Tel: 420-284 840-650)
Ucuza konaklama
Prag, yoğun ilgi nedeniyle, yatak sayısını her geçen gün artırıyor. Ancak şu sıralar kent merkezindeki otel ve yatak sayısı az olduğundan fiyatlar oldukça yüksek. Old Town İstasyonu’ndan kısa bir tramvay yolculuğu yaparak ulaşabileceğiniz "Ibis Praha Karlin" konaklamak için ideal bir yer. Otel, Karlin bölgesinde, sanatçı stüdyoları ve görkemli 19. yüzyıl malikanelerine komşu bir konumda yer alıyor. Temiz ve klimalı odalar için, sezonun en yoğun zamanında bile ödeyeceğiniz iki kişilik oda ücreti 91 Euro civarında olacaktır. IBIS PRAHA KARLIN (Saldova 54; Tel: 420-222-332-800; www.hotelibis.cz)
Kültürel etkinlikler
Kentin başlıca sanat merkezlerinden biri olan "Rudoltunum"da, Dvorak, Haydn ve Schumann’ın eserlerini yorumlayarak yarışan genç müzisyenleri izleyebilirsiniz. Konser fiyatları ise 300 korunadan başlıyor. Ancak ayakta dinlemek sizin için sorun değilse, 50 korunaya bilet bulabilirsiniz.
Bedava aktiviteler
Şafaktan önce uyanın ve Charlize Köprüsü’nden güneşin doğuşunu seyredin. Eğer biraz geç kalırsanız, ünlü köprü turistlerin hücumuna uğrayacak ve siz köprü üstündeki antik heykelleri yeteri kadar inceleyip, fotoğrafını çekemeyeceksiniz. Gün biterken, Vltava Nehri’nin karşısındaki Letna Parkı’nın ve Petrin Tepesi’nin geniş yeşil alanlarında gezinirken, evlerin çatılarından ve gökdelen tepelerinden usulca batmakta olan güneşi seyretmeye de doyum olmuyor.
Paranız cebinizde kalsın
Fiyat sormadan sakın taksiye binmeyin. Taksi yerine, kaldığınız süre boyunca kullanabileceğiniz pasolardan alabilirsiniz. Bu pasoları kullanarak tramvay, metro ve otobüsle şehrin her köşesine ulaşabilirsiniz. Prag yürüyüş sevenler için oldukça uygun bir şehir. Ruzyne Havaalanı’ndaki turizm ofisinden harita, zaman çizelgesi ve pasolarınızı alabilirsiniz (www.dpp.cz). Toplu taşıma için gerekli pasoların günlük fiyatı 80 koruna, 15 günlüğü ise 320 koruna.
AMSTERDAM
Kanallar kenti
Hesaplı yemek
Bu kentte ucuza karın doyurmanın da çeşitli yolları mevcut. Amsterdam’ın en gözde lokantalarından sayılan "Balthazar’s Keuken" özgün ve sıcak atmosferinin yanı sıra, uygun fiyatlarıyla da öne çıkıyor. Üç ana yemeğin fiyatı 24.50 Euro. Bir şişe şarap için ödeyeceğiniz fiyat ise 15 Euro civarında. Veya kanalları aşan köprüler üstündeki seyyar büfelerden, ringa turşulu çok lezzetli sandviçleri 2-3 Euro’ya yiyebilirsiniz. Bir de size peynir ve salamlı sandviçlerin çok doyurucu ve çok ucuz olduğunu hatırlatmak isterim. Dilim dilim satılan pizzalar da cankurtaran cinsinden. BALTHAZAR’S KEUKEN (Elandsgracht 108 ; Tel: 31-20-4202114 )
Ucuza konaklama
1921 yılında inşa edilen "The Llyod Hotel", Merkez İstasyon’a sadece 10 dakika uzaklıkta. Oda fiyatları 80-300 Euro arasında değişebiliyor. 80 Euro ödeyeceğiniz küçük odalarda tuvalet ve duş diğer odalarla ortaklaşa kullanılıyor. THE LLYOD HOTEL (Oostelijke Handelskade 34; Tel: 31-20-561-3636 www.llyodhotel.com)
"NL Hotel"de ise tek kişilik oda fiyatları gecelik 85 Euro. Kentin eğlence merkezi olan Leidseplein’e birkaç dakikalık yürüme mesafesinde. Hafta sonları iki kişilik oda fiyatı 100 Euro. Kahvaltı ücreti ise kişi başı 10 Euro. NL HOTEL (Nassaukade 368; Tel: 31-20-689-0030 www.nl-hotel.com)
Bedava aktiviteler
Şehrin en büyük parkı olan Vondelpark, haziran ayından itibaren tüm yaz boyunca bir dizi açık hava konserine ev sahipliği yapacak. Konserleri çimenlerin üstüne serilip para ödemeden izleyebilirsiniz.
Paranız cebinizde kalsın
"Like-A-Local" size değişik bir Amsterdam tecrübesi yaşatmayı vaad eden sıradışı bir seyahat şirketi. Bu şirket sizi Amsterdamlı ailelerin yanına yerleştiriyor. Bu tür gezginliği tercih ederseniz, geceliğine 79 Euro ödeyerek banyolu bir odada konaklayabilir, 27.50 Euro ödeyerek şarap da dahil olmak üzere ev sahiplerinin hazırladığı yemeklerle karnınızı doyurabilirsiniz. Ayrıca, iki saatine 60 Euro ödeyerek, kanal boyunca özel bir bot gezisi yapabilirsiniz. LIKE-A-LOCAL (Tel: 31-20-670-2483, www.like-a-local.com)
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2006
Euro her geçen gün Türk lirası karşısında biraz daha değerlense de Avrupa’da çok ucuza gezmenin, eğlenmenin, karın doyurmanın bir formülü var. Gerek kendi deneyimlerimden gerekse yabancı kaynaklardan derleyerek hazırladığım bu rehberin geçen hafta yayınlanan ilk bölümünde Paris, Dublin ve Madrid’de ucuza tatil yapabilmenin bazı yollarını anlatmıştım. Bu hafta ise başka üç Avrupa kenti hakkında ipuçları vereceğim.
VENEDİK
Gondol sefası
Hesaplı yemek
Eğer tam bir Venedikli gibi yemek isterseniz, "cicchetti" olarak adlandırılan atıştırmalıklar, rahatlıkla öğle yemeği yerine geçebilir. Üstüne ufak parçalar halinde morina balığı, karides ve salam konan kızarmış ekmek dilimlerinden oluşan bu mönülerin fiyatı 1 ya da 2 Euro. 1 Euro’luk bir bardak şarap eşliğindeki bu İtalyan usulü tapas mönüsü, hesaplı ve lezzetli bir seçim olabilir. Rialto Köprüsü’nün yanında bulunan ve Venedik’teki en eski binalardan biri olan "Cantina Do Mori", yüz yıldan beri insanların karnını ucuza doyuran bir mekan. Turistlerden çok Venedik halkının rağbet ettiği "Pizzeria Ae Oche" ise rıhtımda, kanalı seyrederek yemek yemek için ideal bir yer. İki kişilik bir pizzanın 40 Euro civarında olduğu bu yer, "Giudecca Adası"nı gören konumu ve manzarasıyla, öğle saatlerinde güneşin tadını çıkartmak için çok iyi bir adres. CANTINA DO MORI (San Polo 429; Tel: 39-041-522-5401) PIZZERIA AE OCHE (Dorsoduro 1414; Tel: 39-041-520-6601)
Ucuza konaklama
San Marco Meydanı’na yakınlık derecesi, otellerin fiyatlarını etkileyen en önemli unsur. Santa Croce Mahallesi’ndeki "Hotel Marin", televizyon ya da internet gibi gereksiz lükslere sahip olmayan, ancak en yoğun sezonda dahi iki kişilik oda ücreti gecelik 95 Euro civarında olan, temiz ve güzel bir otel. Turistler için hazırlanan internet adresinden, yatak ve kahvaltı içeren geniş seçenekleri de gözden geçirebilirsiniz. (www.turismovenezia.it)
Kültürel etkinlikler
18 Euro ödeyerek alabileceğiniz müze kartı ile, Venedik’teki "Doges Sarayı" gibi belli başlı birçok müzeyi gezebilirsiniz. Murano ve Burano adalarındaki cam ve dantel müzeleri de ilgi çekici olabilir. Eğer kalabalıklara bir itirazınız yoksa, Venedik ziyaretinizi yıl içinde düzenlenen festivallerden birine de denk getirebilirsiniz. Temmuz’un 3. haftasında düzenlenen "Redentore Festivali", muhteşem havai fişek gösterileri ile Venediklilerin en fazla ilgi gösterdiği dini bir festival.
Bedava aktiviteler
Cannaregio Bölgesi’ndeki Savorgnan Parkı, uzun gezintilerinizden sonra soluklanabileceğiniz yeşil bir vaha. Eğer biraz daha uzak bir mesafeyi göze alabiliyorsanız, küçük vapurlara binip Murano Adası’na yolculuk edin. Ortaçağ’dan beri cam üfleme sanatı ile nam salan Venedik, yüzyıllardır bu geleneği koruyor. Adada, cam ustalarının atölyelerini ve cam işleme fabrikalarını ziyaret edebilirsiniz. "Venedik Kartı" sahibi olursanız, bu ziyaretler için kullanacağınız toplu taşıma araçlarından, birçok sergi, bar ve restoranlardan indirimli yararlanabilirsiniz. (www.venicecard.com)
LİZBON
Uzun geceler
Diğer Avrupa şehirlerine nazaran Lizbon’un daha ucuz olduğu bir gerçek. Makul lokanta fiyatları, ucuz taksiler, tüm geceyi dışarıda geçirseniz de bütçenizin fazla sarsılmayacağı düşüncesi kenti daha da çekici kılmakta. Alışveriş tutkunları için de Lizbon oldukça cazip. Ünlü mağazalarda fiyatlar, Avrupa kentlerine nazaran yarı yarıya daha ucuz.
Hesaplı yemek
Bairro Alto Mahallesi’ndeki Cantinho Das Gaveas, 25 dolar ödeyerek şarap eşliğinde geleneksel Portekiz yemekleri yiyebileceğiniz güzel bir adres. Özellikle pirinç garnitürlü ahtapot tabağı oldukça lezzetli bir seçenek. Tercihiniz kişi başı 15 Euro’nun altında bir yemekse, açık sandviçleri ile ünlü, alçı tavanlı, temiz ve iç açıcı "Brusketta" lokantasını tercih edin. Yemek sonrası ise lokantanın hemen yanındaki Bedroom Bar’a geçebilirsiniz. CANTINHO DAS GAVEAS (Rua das Gaveas, 82-84; Tel: 351-21-342-6460) BRUSKETTA (Rua São Felipe Nery, 12-14; Tel: 351-21-388-3860) BEDROOM BAR (Rua do Norte, 86; Tel: 351-93-730-5866)
Ucuza konaklama
Pahalı olmayan bir konaklama için pansiyonları tercih etmenizi öneririm. "Pensao Casa De Sao Mamede", ulaşım kolaylığı, temiz ve çekici görüntüsü ile ideal bir seçim. Kişi başı gecelik 65-75 Euro. PENSAO CASA DE SAO MAMEDE (Rua da Escola Politecnica, 159; Tel: 351-21-396-3166)
Kültürel etkinlikler
Şehrin her yerinde sizi Portekiz halk müziği fado dinlemeye davet eden ilanlara rastlayabilirsiniz. Bu şovların çoğu turistlere yönelik olduğundan oldukça sıradan ve pahalı olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Bunun yanı sıra Kültür Merkezi’nde, Portekiz Senfoni Orkestra’sının konserlerini 5 ya da 20 Euro arası bir ücret ödeyerek dinleyebilirsiniz. Ulusal müze ve anıtlara giriş ücreti 5-20 Euro arası, pazar günleri öğleden sonra 14.00’ten itibaren ise ücretsiz. CENTRO CULTURAL DE BELEM (Praça do Imperio, 351-21-361-2400; www.ccb.pt)
Bedava aktiviteler
Lizbon’da her yere yürüyün! Ayağınıza rahat bir ayakkabı geçirin ve tepeleri aşın. Şehrin en iyi manzarasını görmek için yürüyüşe Bairro Alto’dan başlayın, Rua Garret ve Chiado bölgesinden geçerek, sadece yayalara özel yoldan Rua do Carmo ve dik bir tepeyi aşarak Castelo de Sao Jorge’a ulaşabilirsiniz. Tagus Nehri’nin üzerindeki köprü ise ünlü Golden Gate Köprüsü’ne benzerliğiyle dikkatinizi çekecektir. Turunuzu tamamlamadan önce, hálá eski Arap geçmişinin izlerini taşıyan şehrin en eski ve en iyi korunan bölgesi Alfama’ya uğrayın. Bu yürüyüş sırasında bol bol ilginç fotoğraflar çekeceğinizden emin olabilirsiniz. Ama bu kadar uzun yürümeyi göze alamıyorsanız 28 No’lu tramvaya atlayıp etrafı gezebilirsiniz.
Paranız cebinizde kalsın
Alışveriş çılgınlığına kendinizi kaptırmadığınız müddetçe bu şehirde bütçeniz fazla zorlanmayacaktır. Alışverişe meraklı olanlara Azulejo denilen muhteşem Portekiz çinisi almalarını öneririm. Lizbon’daki tüm binalar, amatör bir fotoğrafçının bile güzel kareler yakalayabileceği kadar güzel, bakımlı, temiz ve çok iyi korunmuş durumda.
BARCELONA
Eğlenceli sokaklar
Hesaplı yemek
Barcelona’da en ucuza, en çeşitli ve en kolay bulabileceğiniz yiyecek, bir çeşit dürüm olan tapas. Özellikle Raval Mahallesi’ndeki Bogueria Market, kurutulmuş et ve peynirle yapılan çeşitleri ile uğramanızı hararetle tavsiye edebileceğim bir mekan. 10 Euro’dan az bir para ödeyerek iki kişilik bir yemek yiyebilirsiniz. Birçok restoran, bir bardak şarap eşliğinde iki ya da üç doyurucu yemek tabağından oluşan, kahve ya da tatlı ile sonlandırılan güzel bir yemek için 10 Euro’nun altında bir fiyat verebiliyor.
Ucuza konaklama
İspanya’da butik otellerin ilk görüldüğü yer Barcelona’dır. Fiyatları genellikle 200-300 Euro arasında değişir. Ancak, "Hoyel Banys Orientals"da gecelik 95 Euro ödeyerek iki kişilik bir oda tutabilirsiniz. Odalar, beyaz duvarları, ahşap mobilyaları ve keten çarşafları ile modern ve temiz bir görünüme sahip. HOYEL BANYS ORIENTALS (Argentaria 37; Tel: 34-93-268-8460 (ww.hotelbany sorientals.com)
Bedava aktiviteler
Şehrin tarihi mirasının ve sokaklardaki ritmin çekiciliğini hissedeceksiniz. Calle Montcada’da bulunan ve Ortaçağ’dan kalan, mimari bir mucize örneği sayılan Picasso Müzesi’nin tarihi binasını, mozaiklerle kaplı ünlü Park Güell’i, Gaudi’nin yaptığı Sagrada Familia Kilisesi’ni, yine masallardaki evleri andıran La Pedrara’yı, Palau Güell’i mutlaka görmelisiniz. Ayrıca Barcelona sokaklarında bir sürü sokak çalgıcısının konserlerini, mim sanatçılarının gösterilerini para ödemeden izleyebilirsiniz.
Paranız cebinizde kalsın
Fiyatları 23-34 Euro arasında değişen Barcelona Card (www.barcelonaturisme.com) size birçok aktivitede yüzde 10 indirim, havaalanı treni de dahil olmak üzere hemen hemen tüm toplu taşıma araçlarından ücretsiz faydalanma ve birçok müze ve etkinliğe ücretsiz ya da indirimli giriş imkanı sağlıyor.
HAFTAYA: PRAG, AMSTERDAM, ROMA
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2006
Avrupa’da ucuza gezmenin, eğlenmenin, karın doyurmanın bir formülü var mı? Euro’nun giderek yükselen değeri karşısında bu formülü bulmak zor gibi geliyor. Ancak, bu yazıda vereceğim bazı ipuçları ve özel adresler, özellikle genç gezginlerin parasının büyük bir bölümünün cebinde kalmasına yardımcı olabilir sanırım. Tatil aylarının yaklaştığı şu günlerde, Avrupa’ya yolculuk yapmak isteyenler için, gerek kendi deneyimlerinden, gerekse yabancı kaynaklardan yararlanarak hazırladığım bir rehber sunuyorum. Bu rehberde, Avrupa’nın önde gelen kentlerindeki otel ve lokantaların yanı sıra, birçok kültürel etkinlikten de fazla para harcamadan nasıl yararlanacağınızı anlatmaya çalışacağım.
PARİS Bir şenliktir
Fransız hükümeti işçi yasasıyla ilgili anlaşmazlığı şimdilik hallettiği için, gösteri ve grevlerle karşılaşma endişesi olmadan bu yaz Paris’i gezebilirsiniz. Paris dünyanın en pahalı kentlerinden biri gibi gözükse de, burada fazla para harcamadan iyi bir tatil geçirebilmenin çeşitli yolları var. Tabii birtakım alışkanlıklarınızdan taviz vermek şartıyla...
Hesaplı yemek
Burası Paris! Her gün ve gün boyunca, her köşe başında iyi yemek ve iyi şarap bulabilirsiniz. Yine de fazla dikkat çekmeyen bir bölgede bir cevher gizli: "Le Troquet". Bazen biraz duman altı olsa da, canlı atmosferi ve 30 Euro gibi bir ücretle tam 6 tabak tadımlık yemek yiyebileceğiniz bir mekan. Mönü her hafta değişiyor, ancak size örnek bir mönü sunabilirim: Kremalı karnabahar çorbası, jambonlu sebze graten, ıstakoz ya da midyeli makarna, kuzu yahnisi, kızarmış muz soslu makarna ve vanilyalı dondurma. Şarap hariç bu mönüden seçeceğiniz üç tabak yemeğin fiyatı 30 Euro. Pazar ve pazartesi günleri kapalı. Hızla karnınızı doyurmak niyetindeyseniz, bir kahvede baget ekmekle yapılan bir sandviç veya bir dilim pizza ile de öğünü geçiştirebilirsiniz. Bunun fiyatı 5 Euro civarında. LE TROQUET (21, rue François Bonvin; tel: 33-1-45-66-89-00)
Ucuza konaklama
Kışın nemli, yazın boğucu, yıl boyunca karanlık... Paris’teki ucuz otelleri bu şekilde tarif etmek mümkün. Ancak 30 odalı "New Orient Hotel", bu tanıma güzel bir alternatif. "Pare Monceau"ya 10 dakikalık yürüme mesafesinde ve antikalarla süslü bu otel, Fransız stilini başarıyla yansıtıyor. Küçük balkonu olan 16 oda, küçük ancak konforlu ve temiz. Tek kişilik duşlu oda fiyatı gecelik 82 Euro; banyolu çift kişilik odalar ise gecelik 105 Euro.
NEW ORIENT HOTEL (16, rue de Constantinople, 8eme Arrondissement, Tel: 33-1-45-22-21-64; www.hotel-paris-orient.com)
Kültürel etkinlikler
Paris’teki müzelerin çoğu oldukça pahalı. İki, dört ya da altı günlük müze kartları almanız (35, 55 ve 72 Euro) hesaplı olabilir, ancak her zaman tıka basa dolu olan müzeler için yine de bu fiyatlar pek cazip değil. Ancak Paris’teki bazı müzeler ücretsiz. Bunlardan biri de, geniş merdivenleri, antika heykeller, Ortaçağ’a ait duvar halıları ve tablo koleksiyonları ile öne çıkan ve beş yıl süren bir yenilenme sürecinden sonra tekrar açılan "Petit Palais" müzesi. Ayrıca 6 Euro giriş ücreti ödeyerek, eserlerin bir bölümü Sabancı Müzesi’nde sergilenen "Rodin Müzesi"ni gezebilir ya da müzenin bahçesindeki Rodin heykellerini bedava görebilirsiniz.
Bedava aktiviteler
Her cuma akşamı saat 22.00’de, şehrin bir bölümünde trafik paten gezgincileri için üç saatliğine kesiliyor. 12 millik bu yolculuk 14. bölgede, Palace Raoul Dautry istikametinden başlayıp yine aynı yerde son buluyor. (www.pari-roller.com) Aynı aktivite pazar günleri Place de Bastille bölgesinde tekrarlanıyor. (www.rollers-coquillages.org) Eğer paten yapmaya meraklıysanız kaçırmamanızı öneririm. Makul fiyata paten kiralamak olası.
Paranızı cebinizde kalsın
Paris’i keşfetmenin en ucuz yolu, 1.40 Euro’luk bir biletle 69 numaralı halk otobüsüne binmek. Otobüs yolculuğu, Eyfel Kulesi ve Pere Lachaise Mezarlığı’nı kapsayan iki ana turistik istikamette başlıyor ve aynı yerde son buluyor. Doğu istikametine giderken ise sırasıyla; Les Invalides, Seine, Louvre, Hotel De Ville, Marais ve Bastille Sarayı’ndan da geçiyor. Üstelik bu gezinti esnasında diğer turistlerle değil, Fransız halkıyla birlikte yolculuk etme fırsatı buluyorsunuz.
İspanya’nın kalbi MADRİD
Son yıllarda Madrid’de yaşayabilmenin faturası biraz artmış olsa da, İspanya’nın bu güzel başkentini, kendinizi birtakım zevklerden mahrum etmeden keşfetmek hálá mümkün. Bu şehir, bir şişe lezzetli Rioja şarabını hálá 12 Euro’nun altında içebileceğiniz ender yerlerden biri.
Hesaplı yemek
Madrid’de akşam yemeği yemenin iki şekli var. Ya beyaz örtülü bir masanın başında oturup yemeğinizi ısmarlayacaksınız ya da gürültülü bir tapas barda, tahta bir sandalyeye tüneyerek atıştıracaksınız. Eğer size cazip gelen ilk seçenekse, İspanya’nın son zamanlarda en gözde mekanlarından "La Finca De Susana"ya uğramalısınız. Mürekkep balığının mürekkebi ile pişirilen payella, tuzlama çipura balığı ve sıcak pırasa turtası gibi, İspanyol-Akdeniz mutfağı örneklerinden oluşan yemekleri, minimalist ve sigara içilmeyen bir ortamda tadabilirsiniz. Masa bulabilmeniz için akşam en geç 20.30 civarında orada olmalısınız. Şarap ve özenle hazırlanmış bir tatlı dahil olmak üzere iki kişilik bir yemek için ödeyeceğiniz ücret 40 Euro civarında. Eğer tadı damağınızda uzun süre kalacak gerçek tapas yemek istiyorsanız, Kuzey Galiçya Bölgesi’ndeki kır lokantası "Maceiras Tavern"e uğramanız gerekiyor. Haşlanmış ahtapot ve buharda pişirilmiş midyelerle yapılan tapaları denemenizi öneririm. Şarapla birlikte iki kişilik yemek 25 Euro civarında. Diğer bir seçenek ise; bazı restoranların sunduğu "fiks mönüler"le yetinmek. Böylece içki dahil üç farklı yemeyi 20 Euro’ya yiyebilirsiniz. LA FINCA DE SUSANA (Arlaban, 4; Tel: 34-91-369-3557) MACEIRAS TAVERN (Huertas, 66; Tlf: 34-91-429-5818)
Ucuza konaklama
İspanya’daki birçok otel, turizm mevsiminin dışındaki dönemlerde fiyatlarını 85 Euro’ya kadar düşürebiliyor (www.hthotels.com). Ancak, her sezon uygun fiyatlarla kalabileceğiniz bir otel var. 1997’de açılan ve bir aile işletmesi olan "Hotel Plaza Mayor", klimalı, temiz ve modern odaları ile iyi bir seçim. İki kişililik standart oda fiyatı gecelik 79 Euro. HOTEL PLAZA MAYOR (Atocha, 2; tel: 34-91-360-0606; www.h-plazamayor.com)
Kültürel etkinlikler
Şehirdeki birçok flamenko barı, geleneksel ve otantik "tablaos" dansını izlemek isteyenler için uygun fiyata haftalık turist paketi seçeneğini sunuyor. "The Sala Juglar", genç flamenko dansçılarının pazar akşamları performanslarını sergilediği bir bar. Giriş ücreti 5 Euro. Perşembe akşamları ise 18 Euro ödeyerek tanınmış şarkıcıların şovunu izleyebilirsiniz. "Cardamomo"da ise çarşamba akşamları caz-flamenko gösterisini giriş ücreti ödemeden izleyebilmek mümkün. THE SALA JUGLAR (Lavapies, 37; tel: 34-91-528-4381, www.salajuglar.com) CARDAMOMO (Echegaray, 15; tel: 34-91-369-0757; www.cardamomo.net)
Bedava aktiviteler
Madrid’de en önemli ücretsiz aktivite, gece yürüyüşleridir... Gelip geçen insanları, tarihi binalara ve çeşmelere yansıyan ışıkları seyretmenin keyfine doyum olmuyor. Işık oyunlarını seyretmeye Cibeles Çeşmesi’nden başlayıp, Calle Arenal Bölgesi’nden geçerek Puerta Del Sol’a, oradan da göz kamaştırıcı Kraliyet Sarayı’na kadar yürüyebilirsiniz. Ya da Plaza Mayor civarında (cüzdanınızı kollamayı unutmayın), dolambaçlı bir rota izleyerek açık hava kahvelerinin tadını çıkartabilirsiniz.
DUBLİN Kuzeyli güzel
1990 yılından itibaren hızla yükselen enflasyon, en temel ihtiyaçların bile fiyatının yükselmesine yol açtı. Gazete fiyatı 1.60 Euro, bir fincan kahve iki Euro oldu. Güzel bir yemek için ödenen fiyat ise kişi başı 40 Euro’yu aşabiliyor ve yine otellerde 200 Euro’luk oda fiyatları kelepir sayılabiliyor. Bu şehirde yine de hesaplı harcamalar yapmanın bazı yolları yok değil.
Hesaplı yemek
İtalyan şarap barları, lezzetli mönüleri ve uygun fiyatları ile bu şehirde oldukça rağbet görüyor. İçlerinde öne çıkan ve bu akımın öncüsü kabul edilen "Dunne and Crescenzi"’de, dost canlısı İtalyan garsonların güler yüzlü servisiyle, lezzetli bir bardak şarap için 3.50 Euro, kızarmış ekmek dilimleriyle birlikte sunulan meze tabağı için 5.90 Euro, ya da pesto soslu bir makarna tabağı için 10 Euro ödemeniz yeterli. Ayrıca bir çok restoranda, günün erken saatlerinde yemek yemeği tercih ederseniz, kendinize 30 Euro civarı bir ücretle unutulmaz bir ziyafet çekebilirsiniz. DUNNE & CRESCENZI (14 South Frederick Street, Tel: 353-1-677-3815)
Ucuza konaklama
Aslında 100 Euro’nun altında uygun bir otel bulabilmek oldukça zor. Ancak gençlerin tercih ettiği yurtlar bir alternatif olabilir. "Comfort Inn"de normal şartlarda oda fiyatları 69 - 89 Euro civarında. Ancak, hafta sonları ya da konser ve spor karşılaşmalarının olduğu bazı özel günlerde fiyatlar 199 Euro’ya kadar çıkabiliyor. Bir diğer seçenek ise kısa süreliğine de olsa günlüğü 79 Euro gibi bir ücretle, "Premier Apartments"dan daire kiralayabilme imkanı. COMFORT INN (Great Denmark Street, Tel: 353-1-873-7700; www.comfortinndublin.com) PREMIER APARTMENTS (www.apartments-dublin.com)
Kültürel etkinlikler
Dublin tiyatrolarında, Londra ve New York’ta olduğu gibi maaliyeti yüksek, büyük prodüksiyonlar sahnelenmese de, uygun fiyatlarla başarılı oyunculukların sergilendiği gösteriler izleyebilmek mümkün. Biletler nadiren 30 Euro üzerine çıkabiliyor ve cumartesi matinelerinde 15 Euro altında bilet bulabilirsiniz (Irish Times gazetesinin arka sayfasındaki ilanları takip etmekte fayda var). "Bewleys Cafe Theater" ise öğle yemeği saatlerinde müşteriler için oyun sergiliyor. 14 Euro ödeyerek, çorba ve lezzetli esmer ekmek dilimleri eşliğinde hem karnınızı doyurabilir hem de gösterinin keyfini çıkarabilirsiniz. BEWLEYS CAFE THEATER (78 Grafton Street, 353-86-878-4001; www.bewleyscafetheatre.com)
Yazının Devamını Oku