29 Ocak 2006
Bodrum’dan kaçıp önce karşıdaki Kos (İstanköy) adasında balıkların tadına baktım. Sonra Bafa Gölü’ne gidip, Beşparmak Dağları’nın eteklerindeki antik Heraklia kentinde geçmişin öykülerini dinledim. Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın davetine uyup, uzun bayram tatilinin bir bölümünde "Bodrum’dan kaçmak için" Bodrum’a gitmiştim. Geçen hafta bu kaçışın bir kısmını anlattım. Kök boyacı Yukarı Mazı, Kahpe Kaymakam’ın (veya Çerkez Kaymakam) hışmına uğrayan Halil’in çökertmesi, antikçağın Keramos’undan bugüne kalan Ören, Gökova Körfezi’ni çirkinleştiren Kemerköy Termik Santralı ve güzeller güzeli Akbük koyu...
Kaçışın ikinci gününde aslında Datça’ya geçmek istemiştik ama, motorlar çalışmadığı için rotayı Kos (İstanköy) Adası’na çevirdik. Kime niyet kime kısmet!.. Kos’a kış aylarında pazartesi, çarşamba ve cuma günleri tekne kalkıyordu. Sabah Bodrum’dan hareket 09.30’da, dönüş ise 15.30’daydı. Kışın ortasında günü birlik ziyaretin yeterli olacağını düşündük. Adayı bilenler de aynı şeyi söylediler. Çoğu yer kapalıymış. Adaya gitmek için Şengen vizenizin olması gerekiyor. Eğer günübirlik gidiyorsanız çıkış parası (haracı) ödemiyorsunuz. Gidiş- dönüş yolculuğu için kişi başı 40 Euro alınıyor.
Pırıl pırıl güneşli ama ayazın bıçak gibi kestiği bir günde, Kos’a doğru yol almaya başladık. Zeki ile benden başka Türk müşteri yoktu. Geri kalan 5-6 kişi de Bodrum’a alış verişe gelmiş olan Koslulardı. Yolculuk bir saat sürdü. Tekneden inip, Venedik kalesinin surlarının dibinden, kentin merkezi olan Elefterias Meydanı’na doğru yürüdük. Kos Bodrum’la benzer görüntüler taşıdığı için çevreyi pek yadırgamadık. Meydanda, Defterdar Camii’nin yanındaki kahveye oturup, harita incelemesi yaptık. O sırada yanımıza gelen bir kadın, kırık Türkçesi ile yazılarımı internetten keyifle okuduğunu belirtip elimi sıktı. Heyecanladım. İlk kez başka bir ülkede bir okuruma rastlıyordum. Bir iki hoş beşten sonra okurum, "Bildiğim kadarı ile siz damağınıza düşkünsünüzdür. Eğer balık yemek isterseniz Rodidissa’ya gitmenizi öneririm" diye tavsiyede bulundu.
ENFES MEZELER
Kahvelerimizi bitirince, bir acele meydanın etrafına sıralanmış olan Aya Paraskevi kilisesini, baharat ve sebze pazarını, Bodrum benzeri daracık sokakları gezip soluğu Palatanou Meydanı’nda aldık. Tüm hekimlerin atası olan Hipokrat, bu alana açılan sokakta doğmuştu. Alanın ortasındaki caminin avlusunda bulunan dev çınar ağacını, Hipokrat’ın diktiği öne sürülüyordu. Bir ağacın 2400 yıl yaşayıp yaşamayacağını bilemiyordum ama, ağaç öylesine eski ve görkemliydi ki insanın bu efsaneye inanası geliyordu.
Hipokrat sokağından sonra Kos gezisi bitti. Aslında burası on iki adanın ikinci büyük adasıydı ama, her şey yaz turizmine göre biçimlenmişti. Adanın arkasındaki plajlar bu mevsimde kapalı olduğu için, oralarda in cin top oynuyordu. Bodrum benzeri sokaklarda zaman kaybedeceğimize, bari afiyetle yemek yiyelim dedik.
Okurumun tarif ettiği küçük lokantayı, limana açılan caddelerden birinde bulduk. Oturduğumuz yerden karşıda Bodrum koyları, boz tepelerdeki beyaz siteler görülüyordu. Karşı kıyı, bağırsak duyulacak kadar yakındı. Lokantayı işleten Rodoslu kadın İngilizce bilmediği için zor anlaştık. Mutfağa girip, işaretlerle siparişimizi verdik. Başta balkabaklı mücver, bütün kızartılmış sübyeler, soğanlı fava olmak üzere her şey gerçekten çok lezzetliydi. Hele deniz çipurası ile kaya barbunu, damağımda unutulmaz tatlar bıraktı. Lokantanın sahibi karı koca, servisi bitirip bir köşede televizyon seyretmeye koyuldu. Gelen seslere bakılırsa bir Türk dizisi oynuyordu. Onları hiç rahatsız etmeden, soğuk reçine şarabı eşliğinde yemeğimizi yiyip, güneşli günün tadını çıkarttık.
Dönüş yolunda başım tatlı tatlı dönüyor, gözkapaklarım kapanıp kapanıp açılıyordu. O günü defterime, yaşamıma keyif katan günlerden biri olarak not ettim.
Son gün kaçışımızda, Bafa Gölü’nün kıyılarını hedeflemiştik. Hava yine pırıl pırıl güneşliydi. Anlaşılan kaçış fikrimiz onaylanmış, güneşten bize yardımcı olması istenmişti. Sabahın erkeninde yine yola çıktık. Biz giderken Bitez Köyü odun kokuyordu. Gecenin üşüttüğü evler, odun sobalarının çıtırtısıyla uyanmaya çalışıyorlardı.
Milas-Söke yolunda, önce Euromos yazan okun gösterdiği yere saptık. Burası Karia bölgesindeki en önemli kentlerden biriydi. Güneyindeki ovalık arazinin büyük bir kısmını denetimi altında tutuyordu. Zeytin ağaçlarının arkasına gizlenmiş olan tapınak, Zeus Lepsynos’a adanmıştı. MÖ ikinci yüzyıllın başında, Hadrianus döneminde inşa edildiği tahmin edilen tapınak, o günden bugüne orada duruyor ve ben onu fark etmeden yıllardan beri önünden geçip gidiyordum. Bu vurdum duymazlığımı fark edince kendimden utandım.
SPONSORLU TAPINAK
Prof. Dr. Bilge Umar, yöreyi adım adım anlatan kitabında, bu tapınağın bir ana tanrıça tapınağı olduğunu öne sürüyordu. Buna kanıt olarak da, tapınakta bulunan Zeus heykelinin, tıpkı Efesli Artemis ve Afrodisiaslı Afrodit gibi çok memeli olmasını gösteriyordu. Tapınağın Korint başlıklı 16 sütunu hálá ayakta duruyordu. Bu sütunların yedisinin üstüne, bunların masraflarını karşılayan hakim Menecrates ile kızı Tryphaena’nın, beşinin üstüne de hakim Leo Quintus’un adı kazınmıştı. Yani antik dönemde de sponsorluk kurumu çalışıyordu.
Ordan ayrılıp, bu sefer Kapıkırı-Heraklia tabelasının gösterdiği yöne saptık. Yıllardan beri Bodrum’a gelirken, Bafa Gölü’nün kıyısındaki kahvelerden birinde mola verirdim. Soğuk bir şey içerken, karşıdaki Beşparmak dağlarının eteğine yaslanmış olan kalıntılar gözüme çarpardı. Her seferinde karşı kıyıya gitmeye niyetlenirdim. Ama yola çıkınca, Bodrum’a kavuşmanın heyecanı ile kalıntılar aklımdan silinip giderdi. Uzaktan antik kentin duvarlarını görünce, "kısmet bugüneymiş" dedim.
Yolumuzun üstündeki Gölyaka Köyü, beyaz dumanlı bacaları bir bayram sabahı mahmurluğunu yaşıyordu. Köyün etrafını kuşatan limon ve mandalina ağaçlarından yayılan koku, odun kokusuyla karışmıştı. Kapıkırı’na giden ince yol, önce gölün kıyısına uğradı. Demir atmış kayıkların arasında yüzen pelikanlar ve meke kuşları, bizi bir süre süzdükten sonra, durgun sularda balık arama işine devam ettiler.
Küçük koyu geçtikten sonra birden kendimizi bir "kaya deryası"nın ortasında bulduk. Yuvarlak dev kayaların arasından yürürken bir masalın içinde dolaşıyormuş hissine kapıldım. Taşların çevresinde hálá düzenli şekilde uzanan antik duvarlar göze çarpıyordu. Burası Karia kenti Latmos’tu. Adını sırtını dayadığı Latmos (Beşparmak) dağından almıştı. Kral Mausolos tahta çıktıktan sonra buraya Heraklia adını vermişti. Ama Yunan dünyasında tanrı Herakles’in adını taşıyan o kadar çok kent vardı ki, onlarla karışmasın diye burası "Latmos’un Eteğindeki Heraklia" diye anılır oldu.
Antikçağda Bafa Gölü, Latmos Körfezi’nin doğu ucuydu. Batı yönünden gelen gemilerin son limanı idi. Körfezin batı bölümü, Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlarla dolunca, burası deniz kıyısından birkaç kilometre içeride kalan bir göl halini aldı. Suyu zaman içinde tuzunu yitirdi, bir tatlı su gölü haline dönüştü.
ÇOBAN VE TANRIÇA
Hem Shakespeare’e hem İngiliz şair Keats’e ilham kaynağı olmuş Çoban Endymion efsanesi de, Heraklia’nın sırtını dayadığı Beşparmak dağlarında geçmişti. Ay Tanrıçası Selene, bu dağlarda sürülerini otlatan yakışıklı çoban Endymion’a aşık olmuştu. İki sevgili mağarada gizli gizli sevişmeye başladı. Zeus bu durumu öğrenince, çobanı bir daha asla uyanamayacağı ama sonsuza kadar genç kalacağı büyülü bir uykuya yatırdı. Endymion, Hıristiyanlık dönemlerinde yerel bir aziz olarak karşımıza çıkmaya başladı.
Akşama kadar Beşparmak dağlarının eteklerinde koşturup durduk. Bitez Yalısı’na döndüğümüzde gün akşam olmuştu. O gün ayın ondördüydü ve koy, simli bir örtüyle örtülmüş gibi pırıl pırıl parlıyordu. Halikarnas Balıkçısı bu parıltıya "deniz sütü" diyordu. Ona göre milyonlarca mikroskopik deniz canlısı bu parlaklığa neden oluyordu. Balıkçı bu parıltıyı şöyle anlatmıştı: "Deniz sütü elektrikli bir aklıkla yanarak Akdeniz’i tam aylı gecelerdeki karlar gibi ılık bir kar denizine çevirir... Doğu-güney Akdeniz’in bu aydınlanışı hayatın sabahıdır. İşte bu nedenle Akdeniz’e, Bahri-Sefid, denizin akı, Akdeniz denir..."
Ertesi sabah İstanbul’a dönüp, kendimi kara kış kabusunun kucağında bulunca Bodrum’u şimdiden özledim.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2006
Uzun tatilin bir bölümünü yollarda geçirdim. Bodrum çevresinde yalnızlığın tadını çıkartan koylarda dolaştım durdum. Çökertme’de kaçakçı Halil’i andım, Ören’de çanak çömlek var mı diye bakındım, Akbük’te ise koyun güzelliği karşısında dondum kaldım. Bu hafta yaz güzellerinin kış yalnızlığını anlatacağım. Kuş Gribi’nden sonra avcılığı iyiden iyiye unutan arkadaşım Zeki Alkoçlar, tatil arifelerinde beni aramayı alışkanlık haline getirdi. Uzun bayram tatili öncesinde de alışkanlığını bozmadı ve telefonla aradı: "Karda kışta orada ne işin var. Buralar hálá bahar. Atla gel, Bodrum’dan kaçalım!.." Başkaları Bodrum’a "vur patlasın çal oynasın" diye davet eder, benim arkadaşım ise "kaçmak" için çağırıyordu. Daveti ikiletmedim, Bodrum’dan kaçmak için Bodrum’a gittim.
İstanbul’u terk ettiğimde, hava siyahı bol bir griye boyanmıştı ve kar yağmurla sarmaş dolaş olmuş kenti ıslatıyordu. Bodrum’a indiğimde ise ışıl ışıl bir güneş vardı. Gölgeler üşütse de havayı bahar kokusu kaplamıştı. Hele saka kuşlarının cıvıltıları insanı ocak ayından alıp, nisanın ortasına fırlatıveriyordu. Kos Adası’nın (İstanköy) üstündeki bulutlar, beyaz kümeler halindeydi. Bu, havanın iyi olacağına işaretti. Eğer bulutlar siyah olursa, Bodrum’un üstüne ıslak ve soğuk bir gün kapaklanacak demekti. Bunu, buralı bir denizci öğretmişti bana.
Zeki ile kalenin dibindeki "Denizciler Kahvesi"ne oturup kaçış planları yaptık. İlk olarak Datça’ya gitmeyi konuştuk. O cennet koylar kış ortasında kim bilir ne güzel olurdu!.. Kahve pek kalabalık olmadığı için istemeyerek konuşmalarımıza kulak veren kahveci, kış aylarında yarımadaya motor kalkmadığını söyledi. Zeki, "O zaman karadan mavi yolculuk yapalım" dedi. İtiraz etmedim. Issız Bodrum’a, Bodrum’dan kaçmak için gelmemiş miydim zaten. Nereye kaçacağım pek önemli değildi. Maksat gitmek olsun da...
KIŞ GÜRÜLTÜLERİ
Ertesi sabah güneş Bitez koyunu turuncu ışıklarıyla okşarken biz yola koyulduk. Bu mevsimde Bodrum, iş makinelerinin gürültüsüne boğuluyordu. Kimi toprağı kazıyor, kimi taşları kırıyor, işçiler bağırıyor, kompresörler var güçleriyle homurduyor, çevre sabahın ilk ışıklarından, gecenin ilerleyen saatlerine kadar şantiye gürültüsüyle çınlıyordu. Çünkü bölgede inşaata sadece kış aylarında izin veriliyordu. Herkes mayıs başına kadar binaların kabasını bitirme çabasındaydı.
O sabah bayram paydosu vardı ve Bitez koyunda (yalısında) sadece kuşların sesleri duyuluyordu. Namazdan çıkan sessiz kalabalık, bayramlaşa bayramlaşa evlerine doğru gidiyorlardı.
Torba sapağının tam karşısındaki Mumcular sapağından içeri girip, yolculuğumuzu başlattık. Önce Garaova denen Bodrum’un sebze bahçesi olan ovayı geçtik. Mumcularda oyalanmadan, Yukarı Mazı köyünün dar sokaklarına girdik. Buranın kök boyacılığı ünlüymüş. Bu yüzden tüm düz çatılar ve balkonlar, kurumaya bırakılmış ipliklerle renklenmişti. Kurban kavurması kokan evleri geride bırakıp, döne döne Çökertme Koyu’na indik.
Güzel bir koydu. Kış ıssızlığının tadını çıkartıyordu sanki. Kayıklar ters çevrilmiş, otellerin, restoranların kapısına kilit vurulmuştu. Kimsesizlikten sıkılan bir köpek bizi görünce kuyruk sallaya sallaya koşturdu. Bacaklarıma süründü. Koca koyda, dalgalarla oynaşan çakıl taşlarının tıkırtısından başka ses duyulmuyordu. Birden yaz akşamları aklıma düştü. Denize komşu olan masalarda, "Çökertmeden çıktım da Halilim/ Aman başım selamet/ Bitez’de yalısına varmadan Halilim/ Aman koptu kıyamet..." türküsünün hep bir ağızdan söylendiğini duyar gibi oldum!..
Bir taşın üstüne oturup, denizde taş kaydırırken türkünün kahramanı Halil’i düşündüm. Bu koyun çocuğuydu. Yiğitliği dillere destan olmuş, mert, iri kıyım, eli yüzü düzgün bir delikanlıydı. O devirler yokluk yıllarıydı. Halil geçimini sağlayabilmek için arkadaşı İbrahim Çavuş ile birlikte karşıdaki Kos adasına tütün kaçırıyor, karşılığında aldıklarını Bodrum’da satıp ekmeğini kazanıyordu. Halil’in Bitez yalısında bir de sevgilisi vardı. Çakır Gülsüm adındaki kızın güzelliği tüm yarımadada biliniyordu. Halk arasında "Kalleş Kaymakam" diye anılan Bodrum Kaymakamı, kızı Halil’e yar etmemek için Bitez yalısına tuzak kurdurdu ve Kos’tan dönen Halil ile İbrahim Çavuş’u adamlarına öldürttü. Türkünün hikayesi böyle ama benim aktardığım kadar "yavan" değil. Hikayede aşk, yiğitlik, macera, kalleşlik her şey var. Ama yer kısıtlı olduğu için hikayeyi özetlemek zorunda kaldım.
Çökertme’yi Halil’in ruhuna emanet edip yolculuğa devam ettik. Yol mavili yeşilli Gökova Körfezi’nin kıyısından kıvrıla kıvrıla gidiyordu. Karşıda rakı mavisi pusun arkasından Datça uzanıyordu. Yarımada’nın dağları denizle yarışırcasına laciverde boyanmıştı. Halbuki ben, güneş batarken bu lacivert dağların mora döndüğünü yıllardan beri biliyordum.
Önce göğe değen beyaz dumanlı baca göründü. Virajı dönünce de, koca Kemerköy Termik Santralı tüm çirkinliğini gözler önüne serdi. O dönem yönetiminin köylüyle, çevreyle, doğayla inatlaşmasının eseriydi bu. Cennet Gökova’nın bağrında bir şark çıbanı gibi duruyordu. Hiç oyalanmadan santralın önünden geçtik gittik, Ören’e geldik.
Ören’in antik çağdaki adı Keramos’tu. Helen dilinde kilden yapılan çömlek, çanak, kiremit gibi nesnelere Keramos deniyordu. Bu ada rağmen kentte seramikçilikle ilgili herhangi bir buluntuya rastlanmamıştı. Bilge Umar "Karia" adlı kitabında, yöre halkının Gereme diye andığı Keramos’un hangi yüzyılda kurulduğunun bilinmediğini belirtiyordu. Buluntular kentin M.Ö 5. yüzyılda Atina önderliğindeki Delos Birliği’ne vergi ödediğini gösteriyordu.
Geçmişi bir yana bırakıp bugünkü Ören’in dar sokaklarından sahile indik. Bir balıkçı paraketaya yem takıyordu. Oltaya hangi balıklar takılıyor diye sordum, görmüş geçirmiş balıkçı neredeyse tüm Akdeniz balıklarını sıraladı. Bereketli sularmış, balıkçıları eli boş döndürmezmiş. "Rastgele" deyip uzun sahil şeridinde açlığımızı dindirecek bir lokantayı boşuna aradık. Pastaneler, restoranlar, kahveler kapıyı bacayı kilitlemiş, tası tarağı toplayıp yaz başında dönmek üzere gitmişlerdi. Çaresiz, Ören’in çıkışında bulduğumuz bir pideciyle yetindik. Halbuki yolda kaya barbunlarının, tereyağında pişmiş dil balıklarının (simdi tam zamanı), deniz çipuralarının, zeytinyağında kaybolmuş ahtapot bacaklarının hayalini kurup, ağzımızı sulandırmıştık.
Ören’den sonra tepelere tırmandık, köylerden geçtik, ovaları aştık, bir tepenin zirvesinde Akbük Koyu’nu gördük. Görüntü gerçek değil bir tabloydu sanki. Çam ormanlarından çıkan dere, gümüşi parıltılar saçarak denize kavuşuyordu. Koyda deniz tam anlamıyla çarşaf gibiydi. Kimsesiz sahildeki iskelelere balıkçı kayıkları bağlanmıştı. Ormanın arasından, büküle büküle koya kavuşan toprak yoldan bir heyecan inmeye başladık. Etrafta kimsecikler yoktu. Sadece sıra sıra dizilmiş kovanlarına, yorulmak bilmeden bal taşıyan arıların vızıltısı duyuluyordu. Bir de tepemizde dönüp duran, sabırlı çaylağın arada bir çırptığı kanatlarının sesi.
GÜZELLER GÜZELİ AKBÜK
Gökova Körfezi, yerli dilde bük denen büyüklü küçüklü koyları ile tekne yolculuklarının vazgeçilmez adresiydi. Tepeleri örten yeşillikler, denizin hemen kıyısından başlayarak tepelere tırmanan çamların ve günlük ağaçlarının süslediği bu cennet koylar, tüm dünya gezginlerini kendisine aşık etmişti. Akbük bu koyların en güzellerinden biriydi. Kıyısına indiğimizde, su ayna gibi üstündeki her şeyi yansıtıyordu. Kayıkların altında bir kayık daha vardı sanki. İskeleler suyun altında ve üstünde uzayıp gidiyordu. Dipteki taşları teker teker saymak mümkündü.
Bu güzelim koyda yapılaşma yasak olduğu için kıyıya çekilen kırık dökük karavanlar, onların etrafındaki döküntüler, özensiz tahta kulübeler Akbük’e yakışmıyordu. İskeledeki ağ yığınının üstüne oturup, uzun bir süre denizin sesini dinledim, reçine kokusunu ciğerlerime doldurdum. Koy, çok davetkar ve konukseverdi ama hava kararmaya yüz tutmuştu. Tüm yolu geri dönecek, Çökertmeli Halil gibi Bitez yalısında güne noktayı koyacaktım.
Bodrum’dan kaçışın diğer öyküleri, efsaneleri, lezzetleri haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2006
Bayram tatilini fırsat bilip, kaynak kitaplarımı yeniden gözden geçirdim. Onları yan yana dizince bu konuda Türkçe’de pek fazla eser olmadığını gördüm. Bu eserler arasında Türk gezginlerinin sayısının bir elin parmakları kadar olduğunu görüp üzüldüm. Uzun bayram tatilinin bir bölümünü yollarda, bir bölümünü de evde kitaplığımı düzeltmekle geçirdim. Her geçen gün biraz daha kalabalıklaşan, boş bulduğu her duvara saldıran, içinden çıkılmaz hale gelen kitaplarımı, özellikle de kaynakçaları yeniden gözden geçirdim. Hangi kitabın hangi rafta olduğunu bir kez daha beyin kıvrımlarımın arasına yerleştirdim. Bunun nafile bir uğraş olduğunu biliyordum. Bir süre sonra kitaplar yine karışacak, neyin nerede olduğunu yine hatırlamayacaktım.
Yıllardan beri yerli ve yabancı gezginlerin eserlerini toplarım. Kitaplığı düzeltirken, onca gayretime rağmen, bu eserlerin kitaplığımda önemli bir alanı kaplamadığını üzülerek gördüm. Üstelik de bu kitapların yarısından fazlasını da, yabancı gezginlerin, bilim adamlarının yazdıklarının oluşturduğunu fark ettim. Bu kitaplar arasında Türk gezginlerinin veya eli kalem tutup da gördüklerini yazanların sayısı oldukça azdı. Bunun birinci nedeni, Türklerin (her ne kadar göçebe genleri ağır bastığı söylense de) gezme olanağı bulamamalarından veya gezmeyi sevmemelerinden kaynaklanmaktaydı. Yazılan kitapların, makalelerin çoğu, eksik veya abartılı bilgiler içermekteydi.
Geçenlerde Stockholm yazısını yazarken, Dr. Baki Asiltürk’ün, "Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa" adlı eserini bir kez daha karıştırma fırsatını buldum. Bu kıymetli araştırmada, XVII. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’ya çeşitli nedenlerle gitmiş olan "kalem erbabı" kişilerin gezi yazısı, mektup, şiir ve hatırat türü anıları yan yana getirilmişti. Bunları okudukça, Avrupa’nın geçen yüzyıllardaki ilginç yüzünü görüp, o günler hakkında kestirimler yapma olanağı buldum. Ayrıca bu kitap sayesinde, Türk (veya Doğulu) gezginler hakkında da oldukça geniş bilgilere sahip oldum.
USTA KALEMLER
Seyahatname denince benim aklıma hemen Evliya Çelebi, Katip Çelebi, İbn-i Batuta ve Marco Polo gelir. Bu ünlü gezginler, gezdikleri gördükleri yerler hakkında öylesine ayrıntılara girmişlerdir ki, böylesine kapsamlı seyahatnameler hálá kaleme alınmamıştır. Bu gezginlerin dışında, edebiyat dünyasının ünlüleri de gördüklerini, yaşadıklarını okurlarına lezzetli cümleler aracılığı ile aktarmışlardır. Göethe, Lamartine, Alphonse Daudet, Puşkin, Pierre Loti, Herman Hesse gibi dünya edebiyatının usta kalemleri, gezi edebiyatı konusunda önemli eserler kaleme almışlardır.
Yabancılar arasında hayran olduğum gezginlerden biri, ünlü Fransız şair Gerard de Nerval’dir. Nerval, rüyalar ile gerçeklerin, semboller ve imgeler ile güncel ve somut yaşamların şairidir. Onun Doğu gezisini anlattığı "Doğu’da Seyahat" okumaya doyamadığım seyahatnamelerin başında gelir.
TÜRKÇE’DEN ÖRNEKLER
Türk edebiyatının önemli isimleri de, gezi konusunda kalem oynatmaktan geri kalmamışlardır. Örneğin Cenap Şehabettin, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Melih Cevdet Anday, Ahmet Mithad, Halit Ziya, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri, Nahit Sırrı ilk akla gelen isimlerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Beş Şehir" adlı eseri, tadına doyamadığım kitapların başında gelir. Kitapta İstanbul, Bursa, Erzurum, Konya ve Ankara öylesine bulunmaz cümlelerle anlatılır ki, bunları okuduğunuzda kendinizi o dönemde, o kentin içinde hissedersiniz. Hele Cenap Şehabettin’in Avrupa kentlerini anlatan eserini okuduğunuz zaman, yıllar öncesinin yaşamları, kentleri gözünüzün önünden akar gider.
Edebiyatımızda gezi türünün ilk örneği, Gıyaseddin Nakkaş’ın Çin yolculuğunu anlatan "Acaibü’l-Letaif" adılı eseridir. 1422 yılında tamamlanan eser Farsça yazılmıştır. "Hıtay Sefaretnamesi" adıyla da bilinen bu seyahatname, 1913 yılında Küçükçelebizade İsmail Asım tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Piri Reis’in "Kitab-ı Bahriye"si de seyahatname özelliklerini taşır. Piri Reis 1521 yılında tamamladığı bu kitabında, bütün Akdeniz havzasını adaları, kıyıları, limanları, iskeleleri, doğası ve iklimi tüm ayrıntılarıyla anlatır.
Seydi Ali Reis’in "Mir’atül-Memalik’i" de, seyahatname türünün en iyi örneklerinden biridir. Mısır Kaptanlığı’na atanan Seydi Ali Reis, bu eserinde dört yıl süren maceralı yolculuğunu anlatır. 1557’de yazılan bu eserin ilk baskısı 1895 yılında yapılmıştır. Seydi Ali Reis’in Hint Denizi’ni konu ettiği "Muhit" adlı eseri, Katip Çelebi’nin "Cihannüma"sının ana kaynaklarından birini oluşturmuştur.
Evliya Çelebi’nin ünlü "Seyahatnamesi" ise hálá kaynak kitapların (özellikle benim) başında gelir. Bu eser Türk edebiyatında seyahatname türünün anıtsal bir örneğidir. Evliya Çelebi 10 ciltlik bu çalışmasında, XVII. yüzyıldaki Osmanlı coğrafyasının tarihini, insanların gelenek ve göreneklerini, folklorunu, sanatını, yörelerin yetiştirdiği önemli bilginleri, mimari yapılarını, sanatçılarını, yetiştirdiği büyük devlet adamlarını tüm ayrıntılarıyla anlatır.
Coğrafya bilgini Katip Çelebi’nin 1732 yılında basılan "Cihannüma"sı, oldukça önemli bir coğrafya yapıtı olmakla birlikte, bir seyahatname özelliği de taşır.
Tanzimat döneminde, padişahın emriyle Güney Afrika halkına Müslümanlığı öğretmeye giden Ebubekir Efendi’nin yardımcısı Ömer Lütfi’nin, 1876’da yazdığı "Ümit Burnu Seyahatnamesi" de, bu uzak yöreyi tanıtan önemli eserlerden biridir. Gemi subayı Mühendis Faik tarafından kaleme alınan "Seyahatname-i Bahr-i Muhit", Osmanlı okurlarına uzak coğrafyaları anlatan önemli eserlerin arasında yer alır.
GEZİLERİ NOT DÜŞÜN
Seyyah Mehmed Efendi’nin 1878 tarihli "Asya-yı Vusta’ya Seyahat" adlı eseri, Osmanlı seyahatnamelerinin en genişlerinden biri sayılır. Ahmet Mithad Efendi’nin 1889 tarihinde yayınlanan, "Avrupa’da Bir Cevelan" adlı kitabı da Kuzey ülkeleri hakkında önemli ipuçları sunar.
Gerek görev, gerekse merakla yola düşen Osmanlı döneminin seyyahları, böylesine parmakla sayılacak kadar azdır. Bu isimlere benim unuttuğum isimleri de eklesek tatmin edici sayıya yine de ulaşamayız. Bu gezginleri, cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazının başında adlarını saymaya çalıştığım edebiyat adamları izlemiştir. Ama onların eserleri, Osmanlı dönemi gezginlerinin eserleriyle boy ölçüşecek düzeyde olmamıştır.
Son dönemlerde gezilerini kaleme alanların sayısı giderek fazlalaşsa da, eser sayısında kayda değer bir artış gözlemlenmemiştir. Bu konuda en önemli görevi, Atlas Dergisi’nin gezginleri yerine getirmiştir. Tabii gezi notlarını kitaplaştıran Murat Belge, Enis Batur ile Nedim Gürsel gibi kıymetli kalemleri de unutmamak gerek.
Eğer gezgin olmaya niyetleniyorsanız, siz de kitaplığınızın bir bölümünü gezi kitaplarına, seyahatnamelere ayırmalısınız. Gideceğiniz yere sizden önce gitmiş olanların izlenimlerini okumak gezinizi daha anlamlı kılacaktır. Bir de gezi defteri edinmenizi öneririm. Bıkmadan usanmadan yazıp, gezilerinizi ölümsüzleştirin. Kim bilir gün gelir, bu defterler Türk gezginlerinin birer pusulası olur.
DÜŞ KURDURAN FOTOĞRAFLAR
Bazı fotoğraflar vardır ki her türlü düşe açıktır. Örneğin ünlü fotoğrafçı Yann Arthus-Bertrand’ın çektiği yukarıdaki fotoğraf gibi. Küçük bir adanın üstünde yer alan yer, İsveç’in Göteborg kentinin kuzeyindeki takım adalardan birindeki Gullholmen kasabası. Kasaba XIII. yüzyılda ringa balığı avcıları tarafından kurulmuş. Daha sonraki yıllarda adanın güzelliğini önce balık almaya gelen tüccarlar keşfetmiş. Sonra gerisi gelmiş.
Lego benzeri kırmızı damlı evlerde şimdi Kuzey’in varlıklı kişileri oturuyor. Bu fotoğrafa bakıp, kendimi bu şirin kasabada düşledim. Aydınlık yaz gecelerinde tekneyle balık avına gittim, denizi gören restoranlarda yemek yedim, en önemlisi bir süreliğine Gullholmen’de kayboldum...
Fotoğrafa siz de bir süre bakıp kendi düşünüzü kurabilirsiniz. İyi düş yolculukları dilerim.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2006
İsveç’in başkenti Stockholm’de, yarı karanlıkta ve dondurucu soğukta dolaştım durdum. Kah yüzyıl önce oraya gitmiş olan Türk gezginlerin anılarını anımsadım, kah bugünün gönüllü sürgünlerinin izini sürdüm. Gezimin sonunda yolculuğumun bahanesi olan Kutup Işıkları’nı göremedim ama bu kuzeyli güzele aşık oldum.
Kutup Işıkları’nı bahane ederek geldiğim Stockholm’de, kış sabahları bir türlü ağarmak bilmiyordu. Ben de ağarmasını beklemiyordum zaten. Sabahın alacakaranlığında düşüyordum yollara. Sabah ayazı ne mahmurluk, ne geceden kalma sersemliği bırakıyordu insanda. Her şeyi jilet gibi kazıyıp yok ediyor, canlandırıyordu. Soğuğa rağmen yürüyerek gezmeyi tercih ediyordum. Yürürken kenti daha iyi tanıyordum çünkü. Buzla kaplı kaldırımlar önce beni
ürkütmüştü ama, kimsenin kaymadığını görünce korkum geçmişti. Buzun üstüne serpilen minicik çakıl taşlarıydı kaymayı engelleyen. Onun için bütün Stockholm kaldırımları bu görünmeyen çakıllarla kaplanmıştı.
Tüm yürüyüşlerimde önce Gamla Stan’ın daracık sokaklarından geçmek zorunda kalıyordum. Her geçişimde de yeni bir yer keşfediyordum. Bunlardan biri de İsveç Kralı’nın arada bir yemek yediği, bodrum katındaki Cattelin adlı bir restorandı. Burası için rezervasyon yaptırmayı bir türlü başaramadım.
SESSİZ ADA
Gamla Stan’ın hemen yanı başındaki küçük Riddarholmen’in (Şövalyeler Adası) sessiz sokaklarında dolaşırken tarihe doğru yürüdüğümü sanıyordum. Kralların mezarlarını ve şövalyelerin görkemli kilisesini barındıran bu ada, komşusunun aksine dükkanlardan ve restoranlardan arındırılmıştı. Öylesine bir sessizlik hakimdi ki, öksürmeye bile çekiniyordum. Adanın rıhtımından karşı yakaya bakınca, kentin simgesi olan Belediye Sarayı, kuzey mimarisinin tüm özelliklerini gözler önüne seriliyordu.
Buradan Stockholm’un yeni bölümüne geçip, aceleci kalabalıkların peşine takılıyordum. Norrmalm (kuzey mahallesi) adı verilen bu bölüm, kentin yeni yüzünü yansıtıyordu. Birbirlerini haç biçiminde kesen Drottninggatan (Kraliçe Caddesi) ile Kungsgatan’ın (Kral Caddesi) iki yanına tüm şık alışveriş mağazaları sıralanmıştı. Vitrinlerle aram pek iyi olmadığı için bu caddelerde pek oyalanmadım.
SEYYAR MANGALLAR
Stockholm’ün gezilecek, görülecek yerleri pek geniş bir alana yayılmıyordu. Bir kahvede, bir kahve içimi sürede kent haritasını inceledikten sonra, neyin nerede olduğunu çözdüm. Her yere yürüyerek ulaşabiliyordum. Üşümeye başlayınca da birkaç duraklığına otobüslere veya metroya sığınıyordum.
Kungstradgarden meydanında, hediyelik eşya satan küçük dükkanların arasında dolaşırken gördüğüm mangallar çok ilgimi çekti. Meydanın dört bir yanına konan mangalların yanında, birer çuvalda odun duruyordu. Üşüyenler kısa süreliğine ateşe ellerini uzatıp ısınıyorlardı. Tabii ateş geçiyorsa odun atmayı da ihmal etmiyorlardı. Mangalın başından uzun süre ayrılamadım. Sonra deniz kıyısına doğru yürüyüp, ünlü Opera binasının önüne geldim. Bu binayı Ahmet Mithad Efendi’nin anılarından hatırlıyordum. 1889 yılında burada Aida Operası’nı seyreden yazar, binanın içini ve dışını öve öve bitirememişti. Yani tam 117 yıldan beri aynı yerde perdeler açılıp kapanıyordu.
Daha önce de belirttiğim gibi, hava erkenden karardığı için gezmekte acele ediyordum. Çünkü karanlık, tüm güzelliklerin üstünü siyah bir perde ile örtüp görünmez kılıyordu. Kısa gündüzlerin birinde Grand Hotel’in önüne gittim. 1874 yılından beri bıkmadan usanmadan konukları ağırlayan bu otelde Ahmet Mithad Efendi de konaklamıştı. En çok oteldeki asansöre, telefona ve ışıklandırmaya hayran kalan yazar, "İçerideki ve dışarıdaki bütün ışıklar yandığında otel tamamen nurla kaplanmış gibi apaydınlık oluyor" diye anılarına not düşmüştü. Yazar, kat görevlisi kızların güzelliğini de sayfalar dolusu anlatmıştı. Otelin önünden kalkan gezi teknelerine binip, kanalların arasından kentin diğer yüzlerini görmeye çalıştım. Kanallar, göller, adalar, parklar şehri Stockholm, Kutup soğuğuna rağmen çok sıcak görüntüler sunuyordu.
MUHTEŞEM BATIK
Bir başka günümün aydınlık bölümünü de, biraz sokaklara biraz da müzelere ayırdım. Her geçen gün ayaza biraz daha alıştığım için, sokakta yürüme sürem de artıyordu. Yürüdükçe de kent sakinlerini daha iyi izleyebiliyordum. Güler yüzlü insanlardı. Refah toplumunun huzurunu, yüz yıllar öncesinden süregelen uygar yaşamın izlerini, kuzey insanının sakinliğini, soğuğun kızarttığı yüzlerde görmek olasıydı. Onları gördükçe bizim gönüllü sürgünlerin neden Stockholm’ü seçtiklerini daha iyi anlıyordum.
Önce Skeppsholmen adasına geçip, Modern Sanatlar Müzesi’ni gezdim. Dikkatimi küçük öğrenciler çekti. Hemen her tablonun önünde bir öğrenci yere çökmüş, defterine bir şeyler yazıyordu. Resmi yorumlamaya, sanatla yüz yüze gelmeye o yaşlarda başlayıp, sonra yaşam boyu sanatla sarmaş dolaş oluyorlardı.
Sonra önünde küt burunlu, karpuz kıçlı kuzeyli teknelerin bağlandığı kuzeyli evlerin önünden yürüyüp, ünlülerin ve zengin tabakanın ikamet ettiği Djurgarden Adası’na geçtim. Adanın hemen girişindeki Vasa Müzesi’ndeki eski bir batığı görmek istiyordum. Müzeyle aynı adı taşıyan 68 metre uzunluğundaki gemi, 1628 yılında yapılmıştı. Bu muhteşem gemi, tek bir gülle atamadan, tek bir kılıç sallamadan ilk seferinde, adanın bir mil uzağında batmıştı. 1990 yılında çıkarılan gemi, tersaneden yeni çıkmış görüntüsüyle ziyaretçileri (beni de) büyülüyordu. 400 yaşındaki bir gemiye bu kadar yaklaşmak nedense heyecanlandırmıştı beni.
LEZZET DURAKLARI
Aslında Stockholm’ü üç günde gezmek mümkündü. Hele uzun yaz günlerinde üç gün fazla fazla yeterdi. Ben karanlık günleri merak etmiştim. Gidip gördükten sonra aydınlık gecelerde kentin tadına doyum olmayacağına karar verdim. Yazın tekrar gelmeye niyetlendim.
Stockholm’de kaldığım süre içinde, gerek damağına güvendiğim kişilerin önerisiyle, gerekse kendi keşiflerimle ülkenin lezzetleriyle de tanıştım. Eğer siz de lezzet keşiflerine meraklıysanız, öncelikle iki alışveriş merkezi önereceğim. Bunlardan bir tanesi, Hötorget Meydanı’ndaki Hötorgshallen adlı etnik bir marketti. Yüzlerce küçük dükkanda yok yoktu. Timsah etinden ayı etine, akla gelmedik çeşit çeşit balıklara, sebzelere kadar her şeyi bulmak mümkündü. Ayrıca burada yemek yemek de mümkündü. Döner kebap gördüğüm kadarıyla, balıktan sonra en rağbet edilen yemeklerin başında geliyordu.
Diğer bir alışveriş merkezi de, Ostermalmstorg Meydanı’ndaki Ostermalms Saluhall’di. Burada da akla hayale gelmeyecek gıda maddeleri satılıyordu.
Akşam yemekleri için daha çok yerel mönüler sunan restoranları tercih ettim. Bunlardan en ünlüsü, 1722 yılında kurulan Den Gyldene Freden adlı restorandı. Lokantanın bulunduğu bina daha önce İsveç Akademisi’ne aitti ve birçok Nobel Ödülü bu binada verilmişti. Burada yanında tatlı patatesle servis edilen, Maderia şarap sosuyla pişirilmiş rengeyiği etinin tadına doyamadım. Yemek yemek istediğim yerlerden biri de, Opera binası içindeki Operakallarens Matsal adlı restorandı. Ama yer bulmadım. Telefona çıkan görevli, bir ay önceden rezervasyon yapılması gerektiğini söyledi.
Tüm kuzey ülkelerinde olduğu gibi, Stockholm’de de deniz mahsulleri, mönülerin en baş köşesinde yer alıyordu. Tabii ki baş köşede, soğuk kuzey denizinde tutulan Ringa balığı oturuyordu. Genellikle turşu olarak çiğ tüketilen bu balığın kızartması da, özel salça soslusu da damak çatlatan cinstendi. Kral Yengeçler, iri karidesler, istakozlar, uskumrular, dil balıkları, midyeler, somonlar, kalkanlar, istiridyeler, deniz levrekleri mönülerin vazgeçilmezleri arasında yer alıyorlardı.
SARIŞIN, MAVİ GÖZLÜ
Restoranlara genellikle akşam yemekleri için gidiyordum. Öğle yemeklerini ise ayaküstü geçiştiriyordum. Her köşede karşıma çıkan seyyar sosisçiler en favorimdi. Küçücük bir sandviçin içinde sunulan baharatlı çorizo sosisinin tadına doyum olmuyordu. Bazı öğle yemeklerinde de deniz kıyısına iniyor, kağıt tabaklarda verilen kızarmış ringa yiyordum.
Caz kulübü Stampen’in adını Demir Özlü’nün bir öyküsünden not etmiştim. Gamla Stan’ın dar sokaklarından birindeki bu kulübe bir yemek dönüşü uğradım. Orkestrası da, seyircisi de, çalınan parçalar da benim kuşağımdan olduğu için, gecenin geç saatlerine kadar zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Stampen’de caz notalarının, soğuk İsveç gecelerine çok yakıştığını öğrendim. Hele İsveçli sarışın güzellerle birlikte müziğe ayak uydurunca, gecenin nasıl akıp gittiğinin farkına varamadım. Konu İsveçli kadınlardan açılmışken; uzun boylu, atletik vücutlu, mavi gözlü, sarı saçlı kuzeyli kadınların güzelliği dillere destandı. Bu konuya detaylarıyla girmek sakıncalı olabilirdi. Onun için yazımı Ahmet Mithad Efendi’nin bir İsveçli kızı tanımlamasıyla bitirmek istiyorum: "Yirmi iki, nihayet yirmi beş yaşlarında nur gibi bir kız. Kolları dirseklerden yukarı kadar çıplak ve gerdanı göğüs ve enseye kadar dekolte, koyuca lepiska saçlı, mai gözlü, iri yapılı bir mahbubei-i dilara..."
RESTORAN ÖNERİLERİDen Gyldene Freden
Österlanggatan 51, Gamla Stan.
Franska Matsalen
Grand Hotel, S. Blasieholmshammen, Normalm.
Pontus in the Green House
Österlanggatan 17, Gamla Stan.
Restaurangen
Oxtorgsgatan 14, City.
Wedholms Fisk
Nybrokajen 17. Kungstradgaten.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2006
Bu kez kuzeydeki soğuk cennet İsveç’in başkentinde karanlık günlerin içinde dolaştım. Kenti tanıdıkça, gönüllü sürgünlerin neden bu kenti seçtiklerini daha iyi kavradım. Erken batan güneşe, bıçak gibi kesen soğuk rüzgara rağmen bu kenti çok sevdim. Aslında her yolculuğun bir bahanesi vardır demiştim. Son yolculuğumda da ‘Kutup Işıkları’nı bahane ettim. Yıllar önce İzlanda’nın karanlık gökyüzünde görmüştüm onları. Koyulu açıklı yeşil buluta benziyorlardı. Bitmek bilmeyen kış gecelerine hoşluk katabilmek için, kuzeydeki soğuk ülkelere bir armağandı sanki bu bulutlar. Bu renkli ve şaşırtıcı gökyüzü olayını seyretmek için bu kez, İsveç’in başkenti Stockholm’ü seçmiştim. Kalacağım Hilton Oteli’nin müdürü Mats Liste ile yaptığım telefon görüşmesinde, biraz moralim bozulsa da rotamı değiştirmedim. Liste, ‘Kutup ışıklarının garantisi yok. Görünmeyebilir. Ama mutlaka görmek istiyorsan daha kuzeye Kiruna’ya gitmen gerek. Tabii gökyüzünün bulutsuz olması koşuluyla...’ demişti. Daha kuzeyi nedense gözüm yememişti. Benim için Stockholm yeteri kadar kuzeydeydi. Zaten Kutup Işıkları, yola çıkmak için bir bahane değil miydi?..
Soğuk ve gri bir aralık sabahı, İstanbul’dan uçağa binip, daha soğuk, daha karlı, daha karanlık bir kente doğru uçmaya başladım. Pilotun anonsundan öğrendiğime göre, uçuş 3 saat 20 dakika sürecekti. Önce gazetelere bir göz attım, sonra Stockholm hakkında aklımda kalan kırıntıları toparlamaya çalıştım. Bu kent gönüllü sürgünlerin gözde adreslerinden biriydi. Kimler kendini bu kentin soğuk kollarına emanet etmemişti ki: Yazar Demir Özlü, tiyatro sanatçısı Tuncel Kurtiz, Zülfü Livaneli, gazeteci Şahin Alpay, Yavuz Baydar, fotoğraf sanatçısı Lütfü Özkök, kameraman Güneş Karabuda, yazar Mehmet Uzun, kraliyet fotoğrafçısı Ertan Güner, heykeltıraş İlhan Koman. Benim bilmediğim daha nice isimlerle liste uzayıp gidiyordu...
ASIRLAR ÖNCESİNDE
Stockholm bundan yüz hatta yüz elli yıl öncesinde bile Türk gezginlerin ilgisini çekmişti. Örneğin bu coğrafyaya ilk olarak giden Ahmed Midhat Efendi, 1889 tarihli ‘Avrupa’da Bir Cevelan’da İsveç’ten uzun uzun söz etmişti. Yazar kitabında Stockholm’ü Venedik’e benzetmişti. Burada tiyatro sanatının hayli ilerlemiş olduğunu, gayet büyük bir opera ile dram ve komedi tiyatrolarının bulunduğunu, bunların yanı sıra Beyoğlu’nun kafe-şantanları gibi birkaç küçük tiyatro olduğunu, sayısız kitapla dolu olan kütüphanenin ise hayranlık uyandırdığını ballandıra ballandıra anlatmıştı. Yazılanları okuduğumda Ahmed Midhat Efendi’nin 120 yıl öncesini değil de bugünü anlattığını sanmıştım.
Stockholm’de iki yıl kalan (1908-1910) Selim Sırrı ise ‘Bizce Meçhul Hayatlar: İsveç’te Gördüklerim’ adlı eserinin hemen başında izlenimlerini şöyle anlatıyordu: ‘Billur gibi parıldayan suları, açık yeşil çimenleri, gayet yüksek çamları, muntazam binaları, temiz caddeleri, hülasa anlatmakla bitmek tükenmek bilmeyen her türlü güzellikleri ile Melar Gölü’nün Baltık Denizi’ne mülaki olduğu noktada müstesna bir itinayı mahsus ile bina edilen Stockholm şehrini görenler, bu büyük milletin nasıl müstesna bir hilkatte yaratılmış olduklarını takdir etmekte güçlük çekmezler...’
1912 yılında İsveç’e giden Celal Nuri ise ‘Şimal Hatıraları’nda, kentin İstanbul’a benzeşen yönlerine değiniyordu: ‘Stockholm şimdiye kadar gördüğümüz memleketlerin en latifidir. Elli adet Boğaziçi tasavvur ediniz. Bunların içine bine yakın Büyükada, Heybeliada, Kınalıada koyunuz. Latif fakat koyu renkte bir deniz. Zarif ormanlar, simsiyah kayalar. Pek şairane yapılmış köşkler, villalar, sayfiyeler, oteller, kahvehaneler... Stockholm şu andaki medeniyetin en yüksek numunesini teşkil eder...’
Üç gezginin yazdıklarına bakılırsa, Stockholm güzelliği ve medeniyeti ile şimdi olduğu gibi yüzyıl öncesinde de görenleri kıskandırıyordu.
STOCKHOLM YOLUNDA
Uçak alçalmaya başlayınca Stockholm ayan beyan göründü. Kentin çevresindeki ormanlık alan beyaz bir örtüyle kaplıydı. Vakit henüz öğleyi biraz geçmişti ama, ışıklar akşamüstü tonlarına bürünmüştü bile. Kentte binalar sararmış, gölgeler uzamış, tan yeri şimdiden kızarmaya başlamıştı.
Pasaportu, gümrüğü bir acele geçtim, dışarı çıkmadan önce döviz bürosuna gidip biraz para değiştirdim (1 Euro: 9.40 Kron). Dış hat seferlerinin yapıldığı Arlanda havaalanı kentten tam 45 kilometre uzaklıktaydı. Danışmadaki sarışının söylediğine göre, hızlı tren veya taksi ile gidersem 70-80 Euro ödemek zorunda kalacaktım. En iyisi otobüstü. Onun uyarısı üzerine 85 kron ödeyip bir bilet aldım ve cam kenarındaki bir koltuğa oturdum
Güneş kar mı topluyordu, yoksa birkaç saatliğine de olsa kenti ısıtmak niyetinde miydi? Kuzey güneşini tanımadığım için ne yapmak istediğini kestiremedim. Benim dileğim, dönünceye kadar kısa günlerin güneşli olması yolundaydı. Önce uçsuz bucaksız ormanların arasından geçtik. Mavi gökyüzünde yumak yumak bulutlar uçuşuyordu. Kuzeyde bulutların daha beyaz ve yere daha yakın olduğunu önceki gezilerimden biliyordum. Ormanlardan sonra sanayi bölgeleri göründü. İlan panolarındaki birçok isim tanıdıktı: Saab, Volvo, Ikea, Ericson, Telia Sonera, ABB... Kuzeyli İsveç, dünyanın bildiği dev markalara sahip olmakla övünüyordu.
40 dakikalık yolculuktan sonra merkez terminalde indim. İner inmez de Stockholm’ün bıçak gibi keskin ayazıyla kucaklaştım. Nereden geldiği belli olmayan rüzgar, gölgeliklerde yakaladıklarını tir tir titretiyordu. Vakit geçirmeden sıradaki taksiye binip, Salusen Hilton’un adresini verdim.
ERKEN KARANLIK
Odamın penceresinden Gamla Stan (eski kent) ve Stockholm’ün simgesi sayılan Belediye Sarayı görünüyordu. Kentle ilk kez yüz yüze geliyordum. Küf rengi yeşil çatılar, yüksek gotik kulelerle Stockholm suların üstünde yüzen bir kente benziyordu. İlk bakışta bir Venedik havası vardı. Saat 14.30’du ve gölgeler şimdiden uzamıştı. Güneş batımından biraz önceki sarılı, turunculu renkler kentin üstüne çökmüştü. Ben evleri seyretmeye dalmışken karanlık koşar adım geliyordu. Bir acele giyinip, kendimi sokağa attım.
Önce köprüyü geçip, Stockholm’ün en eski yerleşim yeri olan Gamla Stan’a gittim. Kent 1252 yılında bu büyükçe adada kurulmuştu. 15. ve 16. asırdan kalma binaların arasındaki sokaklarda yürümeye başladığımda karanlık aniden çökmüş, öğleden sonra 15.00’te akşam olmuştu. Karanlıkla birlikte zaman kavramını yitirdim. Adanın daracık sokaklarında, bir vitrinden diğer vitrine sürüklenerek dolaşmaya başladım. Karanlıkla birlikte şiddetini artıran soğuğa karşı yün beremi kulaklarımın altına kadar indirdim, yün atkımı birkaç kez boynuma doladım, yün eldivenlerimi paltomun cebine soktum ama yine de üşüdüm.
Bu sokaklardaki tüm binalar eskilikleriyle övünüyorlardı. Birçok kapının üstünde 1600’lü, 1700’lü yapım tarihleri yer alıyordu. Bir eczane 1656, bir lokanta 1722, bir pastane ise 1785 yılından beri aynı yerde hizmet verdiklerini belirten tabelaları, dükkanlarının en görünen yerlerine asmışlardı. Noel üstü olduğu için tüm vitrinler rengarenkti. Her 15-20 dakikada bir ısınmak için bir dükkana giriyor, şöyle bir dolaşıp, soğuğun hışmından korunduktan sonra tekrar sokaklara çıkıyordum.
Küçük otellerin, lokantaların, kahvelerin, caz kulüplerinin bulunduğu bu adada daha çok yazarlar, sanatçılar ve politikacılar oturuyordu. Evlerin pencerelerindeki piramit şeklindeki mumluklarda yedi mum yanıyordu. Her dar yol sıcak şarap kokan bir meydancığa açılıyordu. Meydanlardaki küçük kulübelerde ise salamdan sucuğa, peynirden hediyelik eşyaya kadar çeşitli mallar sergileniyordu. Bilmeden girip çıktığım, iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan sokaklar, beni kralın kışlık sarayının önüne çıkardı. Soğuktan ve yorgunluktan, 608 odalı koca sarayın sadece bir yüzüne bakabildim. Diğer yüzleri ertesi güne erteledim.
Her seferinde gece yarısı sokaklarda yürüdüğümü sanıyor, ama saatime baktığımda henüz akşamüstü olduğunu görüyordum. Yorulmuştum ama bu kadar erken saatte de otele dönmeyi kendime yediremiyordum. Ayaklarımın isyanına ve soğuğun keskin tokatlarına dayanamayıp, kentin en eski kahvesi Sundberg Konditori’ye oturdum. Gözlüğümün buğulanan camlarını sildikten sonra, orta masada etrafı fincanlarla çevrili semaver benzeri kaptan kahvemi doldurup, akşam yemeği için akıl defterimi karıştırmaya başladım.
Yemekler, sokaklar, caz ve güzel kadınlar haftaya kaldı.
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2005
Bazı fotoğraflar vardır ki, insanı alır başka bir boyuta götürür. Bu fotoğraflar her türlü hayale açıktır. Örneğin yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi. Gördüğünüz yer, Hint Okyanusu’nun ortasında, Maldiv Adaları’ndan birindeki bir otelin bungalovu. Fotoğrafa
baktıkça kendimi bu bungalovda hayal ediyorum. Yanımda da sevdiğim insan var. Akşam için hazırlanıyorum. Beyaz ham ketenden bir pantolon, bir de gömlek. Güneş batışa geçmiş. Garson içki masasını hazırlıyor. Biraz sonra o masanın etrafında elimde bardak (şampanya mı acaba?), püfür püfür esen ılık rüzgarın okşaması eşliğinde güneşin uçsuz bucaksız okyanusu turuncuya boyamasını seyredeceğim. Ve daha sonra ılık bir akşamın içine bırakacağım kendimi. Gece nasıl bitecek kim bilir?.. Bunlar benim hayal ettiklerim. Fotoğrafa birkaç dakika bakıp siz de kendi hayal yolculuğunuzu yapabilirsiniz. Siz hayal kurarken ben yollarda olacağım. Çünkü konu torbası yine boşaldı. Doldurur doldurmaz yolculuklarımı sizinle paylaşmaya devam edeceğim. Kısa bir süre sonra görüşmek üzere hoşça kalın.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2005
Önümüzdeki yıl ünlü besteci Mozart’ın 250. yaş yıldönümü. Ocak ayı başındaki uzun bayram tatilinde bunu bahane ederek, Orta Avrupa’nın üç güzel kenti Viyana, Salzburg ve Prag’da, unutamayacağınız günler geçirebilirsiniz. Gezilerin hep bir bahanesi vardır. Kimi zaman bir sevgili, kimi zaman bir keşif, kimi zaman macera, yemek, konser, alışveriş, kaçış, kavuşma... Kişiye, mevsime göre değişen birçok bahane sıralanabilir. Örneğin ben, kuzeyin soğuğuna, karanlık günlerine gitmek için ‘Kutup Işıkları’nı bahane ettim. Yıl sona ermeden en kuzeyde bir yerlere gidip, gökyüzündeki renk yansımalarını görmek istiyorum.
Önümüzdeki uzun bayram tatilinde, yurtdışına gitmek isteyenlere de ‘Mozart Bahanesi’ni önerebilirim. Gelecek yıl, tüm dünyada ünlü bestecinin 250. yaş günü kutlanacak. Birçok kentte Mozart Festivalleri düzenlenecek. Operaları, senfonileri, konçertoları, sonatları seslendirilecek. Başta Orta Avrupa olmak üzere, dünyanın dört bir yanında konser salonları Mozart’ın besteleriyle coşup duracak.
Mozart’ı veya klasik müziği sevmeniz şart değil. Ünlü besteciyi bahane edip, onun doğduğu, büyüdüğü, besteler yaptığı Viyana, Salzburg ve Prag kentlerinde unutulmaz birkaç gün veya bir hafta geçirebilirsiniz. Bu üçlü, benim Avrupa’da en sevdiğim kentlerin başında gelir. Biraz yaşlı, çok kibar, çok kültürlü, çok lezzetli, çok güzel üç kenttir bunlar. Buralarda gezerken, kendimi bir romanın içinde hissederim nedense. Böyle hissetmemde Kafka’nın da, Kundera’nın da rolü büyüktür. Çünkü sevdiğim romanların çoğunda bu kentler vardır.
Mozart’ın yaşamında önemli rol oynayan bu diyarlarda gezinmeye başlamadan önce, ünlü besteci hakkında bir iki kelime etmek gerek. Tam adı Johann Chrysostom Wolfgang Amadeus Mozart olan besteci, 27 Ocak 1756’da Salzburg’da doğdu ve 5 Aralık 1791’de Viyana’da öldü. 35 yıllık kısa yaşamına 16 opera, 41 senfoni, 27 piyano, 5 keman, bir fagot, iki flüt, dört korno, bir klarnet konçertosu, 20 piyano sonatı, yaylı çalgılar için 6 beşli, 25 dörtlü ile keman ve piyano için üç sonatın yanında çeşitli çalgı ve vokal müzikleri sığdıran Mozart, kimine göre romatizmadan, kimine göre ise besteci Antonio Salieri’nin zehirlemesiyle öldü. Ölüm nedeni tam olarak açıklığa kavuşmadı ama, Viyana’daki St. Mark mezarlığında gömülürken cenazesinde sadece bir tek mezarcının bulunduğu bilinen üzücü bir gerçekti.
Mozart’ı uzun uzun anlatmak bana düşmez. Zaten de yetkim dışındadır, beceremem. Yanlış yapmaktan korkarım. Ben size bildiğimi, Mozart’ın kentlerini anlatmak istiyorum.
Mozart gezisine Viyana’dan başlamanızı öneririm. Geçmişin yazarı Cenap Şahabettin bu kenti şöyle anlatır: ‘Viyana’da biraz Paris, biraz Beyoğlu rayihası vardır. Sonradan görme bir şehir olmayan Viyana sokakları adeta insana kollarını açar. Şehirde Habsburg hanedanı kadar kıdemli bir asalet his olunur. Din ve sanat, savaş ve aşk, siyasi hadiseler ve fikir hareketleri burada beraberce yaşamıştır...’ Yazar tarafından yüz yılın başlarında yapılan bu benzetmede değişen hiçbir şey yoktur. Zaten Orta Avrupa kentleri öyle dünden bugüne değişim göstermez. Asırlar öncesinde yapılan binalar, sokaklar, heykeller hep yerli yerinde durur. Kent, onlar korunarak yenilenir.
PİSKOPOSUN ZULMÜ
Viyana’da tamı tamına 11 ev değiştiren Mozart, burada zor günler yaşamıştır. Bunun nedeni de, kendisini 1781 yılında Viyana’ya davet eden Başpiskopos Colloredo’dur. Soyluların tüm arka çıkmasına rağmen, Mozart’ın evinden başka bir yerde çalmasına izin vermeyen Başpiskopos, besteciyi sürekli olarak aşağılar. Colloredo işi daha da ileri götürüp, Mozart’ın yemeğini hizmetkarlarla birlikte yemesini ister. Bu bardağı taşıran son damla olur ve ünlü besteci Viyana’yı terk eder. Viyana’da Singerstrasse’nın üstünde bulunan Figarohaus’daki küçük konser salonunda, sanatçının bir eserini dinlerken tüm bu dramı hayal edebilirsiniz. Mozart üç yıl boyunca zor koşullarda yaşadığı bu evde, başta Figaro’nun Düğünü olmak üzere bazı eserlerini bestelemiştir.
Viyana bu mevsimde buram buram portakallı, karanfilli sıcak rom (punch) ve şarap kokar. Bu içki insanı hem ısıtır hem de canlandırır. Viyana, kahveleriyle de ünlüdür. Her biri birkaç asırlık olan bu kahveler kentin simgesidir. Örneğin, De L’europe, İmperial, Korb, Landtmann, Mozart, Sacher, Wortner, Dommayer bunların en ünlülerindendir. Kime sorsanız size şıp diye tarif eder. Bu kahvelerde oturup kahve içmeyen, ünlü Sachertorte’den yemeyen Viyana’yı görmüş sayılmaz. Ben kahveler arasında tercihimi, Kohlmarkt Caddesi’ndeki Demel Pastanesi’nden yan kullanırım. 1786 yılında açılmış olan bu kahvenin kalabalığı arasında oturmayı çok severim.
VİYANA ŞİNİTZELİ
Viyana, lezzetli yemek yenecek yer bakımından oldukça zengindir. Ama benim en favori mekanım, katedralin karşısındaki bir pasajın içinde yer alan Figlmüller’dir. Ne zaman bu kente gitsem, 100 yaşındaki bu lokantada ünlü Viyana şinitzelini yemeyi asla ihmal etmem.
Viyana, yeme içme mekanları, konserleri kadar müzeleri ile de ünlüdür. Oraya gittiğinizde muhteşem bir sergiyle karşılaşacağınızdan hiç şüpheniz olmasın. Viyana’yı bitirince bir trene binip, pencereden akıp giden manzaralara dalıp soluğu Salzburg’da alabilirsiniz. Ben öyle yapmıştım. Karlı bir günde oraya varmış, soluğu Getreidegasse’de 9 No’lu evin önünde almıştım. Sarı boyalı mütevazı bir evdi. Müzik dahisi Mozart, 27 Ocak 1756’da Leopald ve Anna Maria’nın oğlu olarak burada dünyaya gelmişti. Evin merdivenlerinden tırmanırken Mozart’ın da bu basamaklarda koşuşturduğunu, bu tırabzanı tuttuğunu düşünüp heyecanlanmıştım.
Daha sonra Salzach Nehri’nin diğer yakasına geçip, Makart Meydanı’ndaki bir başka eve gitmiştim. Mozart ailesi, ilk evlerine sığmadıkları için buraya taşınmışlardı. Salzburglular bu eve Tanzmeisterhaus (Dans Ustasının Evi) adını takmışlardı. Çünkü evin ilk sahiplerinden olan Franz Gottlieb Speckner, genç aristokratlara dans dersi veren, onları sarayın karmaşık seremonilerine hazırlayan ünlü bir dans hocasıydı.
Mozart buradaki kısa ikametinde 150’den fazla beste yapmıştı. Üst katlara çıkıp Mozart’ın yaşadığı mekanları görmek istedim. Ama kapıdaki tanıtım yazısını okuyunca vazgeçtim. Yazıya göre, bina İkinci Dünya Savaşı sırasında isabet aldığı bir bomba yüzünden büyük ölçüde yıkılmış, sonra aslına sadık kalınarak onarılmıştı. Yani asıl ruh, tozlar, izler, notalar, sesler çekip gitmişti. Gerçeklerin yerine benzerlerini görmek istemedim.
Salzburg’da Mozart’la işinizi bitirdikten sonra, Cafe Baazar’da, içinde rom bulunan Maria Theresia adlı bir kahveyi içerek yorgunluğunuzu gidermenizi öneririm. Kahvenin tadını yıllarca unutmayacağınızdan emin olabilirsiniz. Sonra Mönch Dağı’nın tepesindeki Hohensalzburg’tan, tüm kenti kuşbakışı seyredebilirsiniz. Bu seyirden sonra Salzburg’a aşık olacağınızı biliyorum.
ÇAPKIN PRAG
Salzburg’dan sonra son durakta Prag var. Oraya da manzaralı bir tren yolculuğu ile ulaşmak mümkün. Hele şansınıza kar yağmışsa, pencereye yansıyan manzaraları seyretmekten, yolculuğun nasıl geçtiğini anlayamazsınız. Ben anlayamamıştım. Adını bilmediğim sessiz, yalnız istasyondan geçmiş, ayaza kesmiş bir akşamüstü kente varmıştım.
Prag’da, Vltava Nehri’nin hemen kıyısındaki küçük bir pansiyonda kalmıştım. Kentte dolaşırken Rilke’yi, Kafka’yı, Kundera’yı, Havel’i düşlemiştim. Onların yazdığı roman kahramanlarını, Zemaneck’i, Pavel’i, Zdena’yı, Jahn’ı, kocasını bir bodrum katında Ludvig’le aldatan Helena’yı aramıştım her yerde. Eski kentin sokaklarına girip çıkmış, Kafka’nın büyüdüğü evin etrafında dolaşmış, Charles Köprüsü’nde sokak çalgıcılarını dinlemiş, sarı, uçuk mavi, pembe boyalı evlerine hayran olmuştum. Sizin de olacağınızdan eminim.
Prag’ın yazarlar kadar bestecileri de sevdiğini biliyordum. Smetana ve Dvorak gibi ünlüleri yetiştirdiği gibi, Weber, Beethoven, Chopin, Liszt, Wagner ve diğerlerini hep sımsıcacık kucaklamıştı. Tabii ki Mozart’ı da. Onun izlerini takip ederek Bertramka Villası’na gitmiştim. Mozart ve karısı Costanza burada, besteci Fratisek Duşek ve karısı Josefina’nın konuğu olmuşlardı. Sırası gelmişken, Mozart’ın esas aşkı Weber’in diğer kızı Aloysia’ydı. Ona kavuşamayınca kız kardeşi Costanza ile hayatını birleştirmişti. İşin bu kısmına girersek yazı uzar, son noktayı koyamayız.
Mozart ünlü operası Don Giovanni’nin bazı bölümlerini bu villada bestelemiş, hatta operanın uvertürünü, gösterimden sadece birkaç saat önce villanın bahçesindeki küçük binada notaya dökmüştü. İşte o küçük binaya gitmiş, Mozart’ın el yazısıyla yazdığı notalara bakmış, etrafı seyrediyor gibi yapıp bekçinin dışarı çıkmasını beklemiştim. Odanın boşalmasını fırsat bilip, Mozart’ın ünlü besteyi yaparken çaldığı piyanonun tuşlarına gizlice dokunmuş, parmaklarım aracılığıyla onun ruhuyla buluşmuştum.
Sözü toparlarsak; uzun bayram tatili için kaçış bahanesi arıyorsanız Mozart size yardımcı olabilir. Aklınızda olsun!..
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
Bu hafta size dünyada efsaneleşmiş tren yolculuklarından söz edeceğim. Bu trenlere binebilmek için avuç dolusu para ödemek, aylar öncesinden yer ayırtmak gerekiyor. Ama öylesine muhteşem bir yolculuk yapıyorsunuz ki, bunu ölünceye kadar unutmuyorsunuz. Ülkemizdeki gezi yazılarında, tren yolculuklarından nedense pek söz edilmez. Belki de bu ihmal, Türkiye’de trenlerin keyif gezileri için pek kullanılmamasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de adı dillere destan olmuş bir tren yolculuğumuz yoktur. Örneğin Avustralya’yı baştan başa kat eden ‘The Ghan’, filmlere, romanlara konu olan ‘Sibirya Ekspresi’, Güney Afrika’nın ünlü ‘Mavi Treni’, Hindistan’daki ‘Tekerlekli Saray’, dünyanın dört bir yanında dolaşan ‘Orient Ekspres’... Adını saydığım bu trenlerle yolculuk edebilmek için, dünyanın dört bir yanındaki gezginler avuç dolusu para öderler.
Bizde ise trenler, bir yerden bir yere ulaşmak için kullanılır. Kimse turistik amaçlı bir yolculuğa çıkmaz. Zaten trenlerin programları ve sundukları konfor da buna pek izin vermez.
İlk uzun tren yolculuğumu, gazeteciliğimin ilk yıllarında İstanbul-Diyarbakır arasında yapmıştım. O dönemlerde gazeteler haber için mümkün olduğu kadar az para harcadıkları için, Mardin’deki kaçakçılık röportajına trenle gitmek zorunda kalmıştım. Yolculuk üç gün iki gece sürmüştü. Zor bir yolculuk olduğunu hatırlıyorum.
Sonra Pamukkale Ekspresi ile Denizli’ye gitmiştim. Yataklı vagonda yaptığım bu yolculuk nispeten daha rahat geçmişti. Sadece cehenneme dönen kompartımanımın kaloriferini kapatmakta zorlanmıştım, bir de yemekli vagonda dumanaltı olmuştum. Hatırladığım yurtiçi tren yolculuklarım bu kadar.
Yıllar sonra ünlü Orient Ekspresi ile Venedik-Londra arasında yolculuk yapmıştım. Bu lüks yolculuğu hiçbir zaman unutmadım, unutacağımı da sanmıyorum. Trene Venedik Garı’nın bir numaralı peronundan binmiştim. Kırmızı bir halının üstünden bilet bankosuna kadar yürümüş, mini etekli güzel kızın ikram ettiği şampanyayı yudumlayarak işlemlerin bitmesini beklemiştim.
GİYİM TALİMATNAMESİ
Küçük boyutlu lüks bir otel odasını andıran kompartımanımda önce goblen kaplı koltuğumda oturup, broşürleri karıştırmıştım. Tren hareket ettikten sonra da yol kıyafetlerimi çıkartıp, kıyafet talimatnamesine uymaya çalışmıştım. Çünkü broşürün giysiler bölümünde trende gündüz saatlerinde şık-rahat, akşam yemeklerinde ise smokin veya kravatlı koyu renk takım elbise giyilmesi önerilmişti.
Bara gittiğimde piyanonun etrafını, çok şık bay ve bayanların çevirdiğini görmüştüm. Ellerinde şampanya kadehleriyle şarkılara eşlik etmeye çalışan bu kalabalığa ben de katılmıştım. Beyaz ceketli, beyaz eldivenli garsonların etrafta fır fır dönmesini izlemiş, dans edenleri seyretmiş, kendimi trende değil de lüks bir barda zannetmiştim.
Yemek salonunda da aynı şıklıkla karşılaşmıştım; kristal kadehler, kolalı peçeteler, gümüş çatal, bıçak, kaşıklar, özel olarak üretilmiş porselen tabaklar... Yemeklerin ne kadar lezzetli olduğunu şimdi bile hatırlıyorum.
Verona, Innsbruck, Zürih, Basel, Paris derken yolculuğun ilk kısmı Boulogne kentinde son bulmuştu. Oradan bir feribotun Orient Ekspres yolcuları için ayrılmış özel bir salonunda izzet ikram Manş’ı aşıp, İngiltere’nin Folkestone kentine varmıştık. Sonra yine lüks bir trene binip, bu muhteşem yolculuğa Londra’da, Victoria İstasyonu’nda noktayı koymuştuk.
AVUSTRALYA EFSANESİ
Dünyada Orient Ekspres gibi birkaç tane daha çok ünlü tren yolculuğu var. Bunlardan bir tanesi Avustralya’nın efsanevi Ghan Ekspresi. Tren kıtanın en güneyindeki Adelaide’den kalkıp, kırmızı çölleri, dağları aşıp en kuzeydeki Darwin kentine kadar çıkıyor. Tren yolunun toplam uzunluğu 3 bin kilometre. Ghan’ın sefere başlama tarihi 1840’lara dayanıyor. O yıllarda kıtanın ortasındaki Simpson Çölü’nde ulaşım, Afganlı göçmenlerin yönetimindeki deve kervanları ile gerçekleştiriliyordu. İlk zamanlar Adelaide ile çölün ortasındaki Alice Spring arasında sefer yapan trene Afgan Ekpresi adı veriliyordu. Kısaltmayı çok seven Avustralyalılar, daha sonra bu trene Ghan demeyi tercih ettiler.
Tren hattının güneyden kuzeye kadar uzanması tam 70 yılda gerçekleştirildi.
Bu efsane trenin kompartımanları, bir evi aratmayacak kadar rahat. İçinde katlanabilir bir masa, bir gardırop, iki kişilik bir ranza, duş, lavabo, bir mini bar bulunuyor. Başkanlık Vagonu denen özel bölümde ise bir arkadaş grubunun veya kalabalık bir ailenin yolculuk etmesi mümkün. Bu vagonda dört yatak odası, özel bir salon, bar, oturma odası, özel aşçılı bir de mutfak bulunuyor. Bugünlerde aklım fikrim Ghan Ekspresi ile kıtayı kuzeyden güneye geçmekte. Gerçekleştirirsem anlatırım.
SİBİRYA EKSPRESİ
Rüyalarımı süsleyen diğer bir yolculuk da, Trans-Sibirya Ekspresi ile Moskova’dan Japon Denizi kıyısındaki Vladivostok’a gitmek. Birkaç kez gerçekleştirme aşamasına geldim ama her seferinde bir aksilik çıktı. Birçok romana, filime konu olan yolculuğun uzunluğu tam 9 bin 236 kilometre. Yol boyunca tamı tamına yedi zaman dilimi değiştiriliyor. Çarlık döneminde ülkenin iki yakasını birleştirmek amacıyla yapılan tren yolunun inşaatı tam 25 yıl sürdü. Trans-Sibirya ilk seferini 1916 yılında gerçekleştirdi. Orta Asya’yı baştan sona geçen tren tam 90 istasyonda duruyor. Trans-Sibirya ile yolculuk etme şansını yakalamış birkaç kişiyle konuştum. Bazıları bu yolculuğun kesintisiz yapılmasının insanı sıkabileceğini, dura dura gitmenin daha zevkli olacağını söylediler. Bazıları ise trenden hiç inmeden yapılacak yolculuğun büyük bir macera olduğunu belirttiler. Ama herkes gerek Orta Asya steplerinden, özellikle Baykal Gölü’nün kıyısından geçerken pencerelere büyülü görüntülerin yansıdığında birleştiler.
MAVİ TREN
Güney Afrika’da Johannesburg-Cape Town arasında çalışan bu trenin esas ismi Union Ekspres. Ama tüm vagonlar gece mavisi renginde olduğu için ‘Mavi Tren’ olarak anılıyor. Bu tren dünyanın en lüks ve en sallantısız treni seçilmiş. Yolculuk ederken ne rayların tıkırtısını duyuyorsunuz, ne de en ufak bir sallantıyı hissediyorsunuz. İçinde özel müzik seti, plazma televizyonu, barı, telefonu, küvetli banyosu bulunan lüks süit kompartımanlar, beş yıldızlı otel odalarından daha konforlu. Bunun için de 1600 kilometrelik yolculuğun bedeli tam 4 bin dolar. 1920’li yılların başından beri sefer yapan Mavi Tren’in bir başka özelliği de, dünyanın en ünlü aşçılarıyla çalışması. Ayda bir değişen şeflerin hazırladığı mönüleri tadabilmek için bu gezilere katılanlar çoğunlukta.
Bir başka ünlü tren ise Hindistan’da sefer yapan Tekerlekli Saray. Yeni Delhi’den kalkan trenin güzergahı üstünde, ülkenin en önemli turizm merkezleri bulunuyor. Trenin birbirinden konforlu tam 14 vagonu var. Bir zamanlar İngiliz generallerine ve racalara ait olan bu vagonlarda her türlü lüks mevcut. Her vagonda bir yatak odası, içinde televizyonu, barı olan bir salon, yemek odası ve mutfak bulunuyor. Bu trenle yapılan yolculuğun fiyatını öğrenemedim ama, bir servet ödemek gerektiğini tahmin edebiliyorum.
İskoçya’nın eşsiz manzaraları arasında giden ‘The Royal Scotsman’ ise trenler arasında en pahalısı. Sadece 36 yolcu alan ünlü trenin müthiş manzaralar arasında geçen yolculuğu dört gün sürüyor. Singapur-Bangkok arasında sefer yapan Oriental Ekspres de özellikle dillere destan mutfağı ile trenseverlerin gözde trenlerinden biri.
Bugünlerde tren yolculuklarına aklımı taktım. Kar yolları tıkadığında, kendimi sıcak vagonların birine atıp, uzun uzun gitmek niyetindeyim. Bir de Türkiye’deki tren seferleri için düşünce üretmeye çalışıyorum. Haritayı açıp uzun uzun inceliyorum: Hangi hatta, hangi tema ile yolculuklar düzenlenebilir? Türkiye’ye gelen turistlere bu yolculuklar nasıl pazarlanır? Benden sorması!
Yazının Devamını Oku