29 Temmuz 2007
Kurtuluş Savaşı’nın simge kentlerinden Afyonkarahisar, damağına düşkün olanlar için önemli bir adres. İkbal’in patlıcan böreği, Bacaksız Aşçı’nın kuzu kebabı, Nur Lokantası’nın kaymaklı ekmek kadayıfı, zengin Afyon mutfağının baştan çıkartıcı tatlarından birkaçı. Afyon’da lezzetli yemek çok, ama onları yiyecek yer bulmak zor.
Aslında Tacıahmet Sokağı’nda, insanı Afyon’un geçmişine götüren bazısı ahşap, bazısı kerpiç evlerin gölgesinde otururken aklım fikrim hep yemeklerdeydi. Buranın ne kadar lezzetli bir kent olduğunu bildiğim için sabırsızlanıyordum ama, ocakların yakılmasına daha birkaç saat vardı. Onun için sabahın bu erken saatlerinde, kentin geçmişini yansıtan sokaklarda gezinip vakit öldürüyordum.
Bir bölümü Ege’de, bir bölümü İç Anadolu’da, küçük bir bölümü de Akdeniz bölgesindeki bu kentin asıl adı Afyonkarahisar’dı. Daha doğrusu Cumhuriyet’in ilanından önce buraya Karahisar-ı Sahip, Karahisar-ı Delve, Sahibin Karahisarı ve Sarp Karaasker de deniyordu. Sonra hepsi unutuldu, uzun yıllar Afyonkarahisar dendi. Uzun uzun yazmaktan, söylemekten üşenenler Karahisar’ı da atınca ortada dımdızlak Afyon kaldı.
Afyon adı, bildiğimiz afyon maddesinden geliyordu. Bu maddenin yapıldığı haşhaş bitkisinden kentlisi, köylüsü uzun yıllar ekmek yemişti. 1970’lerde ABD’nin baskısıyla ekim kısıtlanınca, kentin ekonomisi zora girdi. Afyon, para getiren bir ürün olmaktan çıkmıştı ama, sofraların baş köşesi hálá onundu. Özellikle hamur işlerinin vazgeçilmez katkısıydı. Haşhaşlı nokul, haşhaşlı pide, övme, bükme, ağzıaçık, katmer gibi muhteşem yemekler hep haşhaşlı hamurdan yapılıyordu.
Karahisar adı ise kentin ortasında yükselen tepenin zirvesindeki kaleden geliyordu. 226 metre yükseklikteki bu kale, siyah volkanik kayalardan yapıldığı için mi "kara" adını almıştı acaba? Bizanslılardan kalma bu kale yıkıntısı sonradan onarılmıştı. Nefesi yetenler için bir de tırmanma yolu yapılmıştı.
Tacıahmet Sokağı’nda, merdivenlerine oturduğum eski evin sahibi yaşlıca bir kadın, kaleye dalıp gittiğimi görünce lafa girip, "Oraya tırmanan buradan yedi yıl ayrılamaz" dedi. Sonra yanıma oturup, kalenin kitaplarda yazılmayan, tarihçilerin bilmediği çok önemli bir özelliğini anlattı: "Evlenmek isteyen kızlar, yanlarına benim gibi bir yaşlı kadın alıp cuma günleri kaleye tırmanırlar. Yola çıkmadan önce aldıkları asma kilidi tepenin eteğinde kilitlerler. Zirveye çıkınca yaşlı kadın kilidi kızın başının üstünde açar. Böylelikle kızın bahtı da açılır. Daha sonra kız kaleden aşağıya doğru, ’Bahtım bahtım/ altın tahtım/ evlenecek vaktım’ diye bağırır. Kısa bir süre sonra kıza mutlaka kısmet çıkar."
Tacıahmet kentin en eski sokaklarından biriydi. Tarih boyu birçok gezgin bu sokakta bir aşağıya bir yukarıya gidip gelmişti. Bunlardan biri de, 1800’lü yıllarda buraya gelen Fransız bilimadamı Charles Texier’di. Belki o da benim gibi bu sokaktaki evlerden birinin merdivenlerine oturup, Afyon hakkındaki izlenimlerini not etmişti.
KEÇE VE SİLAH
Texier kenti şöyle anlatmıştı: "Şehir, dağın eteğinden ovaya doğru devam eder. Evleri kerpiçten yapılmış ve dışarısı balçıkla sıvanmıştır. Damlarının üstü düzdür. Her ev önündeki geniş ve açık bir verandayla bunun gerisindeki odalardan meydana gelmiştir. Bu memlekette İran taklidi keçe imal ederler. Bunda kullandıkları yün en iyi cinstendir. Bunun temizlenmiş bir okkası on guruşa satılır. Silah üretimi de bu memleketin şöhretine sebep olmuştur. Fakat şimdi bu sanat yok olmakla karşı karşıya kalmıştır. Yalnız göçebe halindeki kabilelere satılan tüfek ve tabancalar çok ucuzdur. Afyonkarahisar halkının başka işi afyon tarımıdır. Şehrin önünden itibaren bütün ova haşhaş ürünleriyle doludur..."
Afyon aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın simge kentlerinden biriydi. Mustafa Kemal Paşa komutasındaki ordu işgal kuvvetlerini bu ilin sınırları içinde yapılan savaşta mağlup etmiş, büyük zaferin kapıları burada aralanmıştı.
ZÜMRÜT’TEN İKBAL’E
İkbal Lokantası’na doğru giderken önce Ulu Camii’ye uğradım. Burası Afyon’daki en eski Türk anıtı idi. 1272’de Selçuklu Emiri Sahip Ata Nusreddin Hasan yaptırmıştı. Bu caminin kırk ahşap sütunu çok hoşuma gidiyordu. Her birinde ince oyma işleriyle süslenmiş başlıklar bulunuyordu. Selçuklu tarzının en güzel örneklerinden Ulu Cami her görüşümde beni heyecanlandırıyordu.
Afyon’da lezzetli yemekler çok ama, bunları pişiren lokanta sayısı çok azdı. Kentin en önemi ve en eski lezzet duraklarından biri olan İkbal Lokantası, yıllardan beri yöre lezzetlerini pişirmekte direniyordu. Afyon’da iki İkbal Lokantası vardı. Bunlardan biri kentin girişinde, daha çok yolcuların soluklandığı, alışveriş yaptığı ve yemek yediği dinlenme tesisiydi. Diğeri ise Uzun Çarşı’da, 85 yıldan beri lezzet sunan lokantaydı.
1922’de kurulan lokantanın ilk adı Zümrüt’tü. 1934’te burada yemek yiyen Atatürk, Zümrüt adını beğenmemişti. Salim Usta’yı yanına çağırıp şu öneride bulundu: "Usta, korkma. Böyle gidersen bahtın açık olur. Lokantanın adını da bahtı ve önü açık anlamına gelen İkbal koy..." Ve o andan itibaren lokantanın kaderi değişti.
Duvarları Yıldız Sarayı’ndan alınan büyük aynalar ve ipek halılarla süslü İkbal’de, Afyon’un geleneksel yemeklerini bulmak mümkündü. Bunlardan en lezzetlisi de yörenin ünlü yemeği "patlıcan böreği"ydi. Bu yemeği yapmak için önce patlıcanlar soyuluyor, sıvı yağda bütün olarak kızartılıyor, soğuduktan sonra kıyma makinesinden geçirilip, püre haline getiriliyordu. Daha sonra bu pürenin içine çiğ kıyma, yumurtanın beyazı, taze kaşar peyniri, kavrulmuş soğan konup karıştırılıyor, bu karışım bir tepsiye yayılıyor, üstüne yumurta sarısı sürülüp, 180 derecedeki fırında yarım saat pişiriliyordu.
Afyon’daki diğer bir lezzet durağı da, Yeni Saraçlar Çarşısı’ndaki "Aşçı Bacaksız"ın yeriydi. Kısa boyu nedeniyle lakabı Bacaksız olan Yağcıoğlu, ilk lokantayı 1900’lü yılların başında, Yukarı Pazar Caddesi’ndeki Meyhaneciler Sokağı’nda açtı. Şimdiki küçük dükkan ise 1938’de açıldı ve bugünlere kadar geldi. Herkes yerini bildiği için lokantaya tabela konma ihtiyacı duyulmamıştı. Zaten kime sorsanız hemen tarif ediyordu. Dükkanda beş masa vardı. Bunların ikisi yüz yıllıktı. Diğer üçü ise 1938 yılında yaptırılmıştı.
Buranın özel yemeği ise büyük tencerenin içinde yavaş yavaş pişen kuzu kebabı idi. Kebap gerçekten de damakta lezzet fırtınası yaratıyordu. Lokantayı işleten ve kebabı pişiren Ahmet Madenci, ailenin dördüncü kuşak üyesiydi. Tenceredeki kebap bitince dükkanı kapatıyordu. Ahmet Madenci, bütün ısrarlara rağmen ikinci tencereyi ocağın üstüne koymuyor, "Allah bereket versin bu kadarı bize yetiyor" diyordu.
AFYON’DA AKLA İLK O GELİR: KAYMAKLI EKMEK KADAYIFI
Afyon denince akla ilk gelen lezzetlerden biri de kaymaklı ekmek kadayıfıydı. Kentte neredeyse 100 yerde bu tatlı yapılıyordu ama, sadece, birkaç yerde yapılanlar insanın damağını çatlatacak cinstendi. Bunlardan biri de Uzun Çarşı, Saraçlar Geçidi’ndeki Nur Lokantası’ydı. Mehmet-Yusuf Çınar kardeşlerin işlettiği bu lokantadaki ekmek kadayıfının lezzeti, halis manda kaymağından kaynaklanıyordu. Afyon’un kaymağının dillere destan tadının arkasında yatan sır ise afyon küspesiydi. Bununla beslenen mandanın sütü daha lezzetli oluyordu.
Bir manda günde yaklaşık 12 kilo süt veriyor, bundan da altı porsiyon kaymak elde ediliyordu. Üretim bu kadar kısıtlı olunca, kaymağı çoğaltmak için birtakım üçkağıtlara başvuruluyordu. İşte işin püf noktası buradaydı. Gerçek manda kaymağı kullananın ekmek kadayıfı daha lezzetli oluyordu. Nur Lokantası da bunlardan biriydi.
Mehmet Çınar, vişneli ekmek kadayıfı yapmamalarını da şöyle açıklıyordu: "O kırmızılık vişnenin gerçek rengi değil. O rengi tutturabilmek için gıda boyası kullanılıyor. Bir de vişnenin ekşi tadı, kaymağın tadını bozuyor. Onun için bu işe girmiyoruz."
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2007
Mersin Akdenizlidir ama mutfağında Arap rüzgarları esip durur. Birbirinden lezzetli yemeklerin bazılarını lokantalarda bulmak zordur. Ünlü Cezerye tatlısı ile tantuni denen kebabın tadı damak çatlatan cinstendir. Kentin Akdenizli yüzünü görmek için ise Narlıkuyu’ya gitmek gerekir.
Mersin hem cilvelidir, hem de çok lezzetli. Mersin, ziyaretçilerine yemyeşil portakal bahçeleri ve portakal çiçeğinin baş döndüren kokusuyla "hoşgeldiniz" der. Misafirin eline dökülen kolonya gibidir bu. Portakal bahçelerinin örttüğü köyler, kasabalar kent bıkkını insanı baştan çıkartır. Yeşil ağaçların arasından görünen kırmızı kiremitli çatılar, beyaz badanalı evler, uzakta lacivert deniz, insanı Akdeniz düşlerinin içine fırlatıverir birden. Görüntü sizi oralı olmak, o köyde, kasabada yaşamınızın geri kalanını geçirmek gibi düşüncelere sürükler. Portakal ağaçlarının gölgesindeki yaşam, görüntünün çağrıştırdığı düşlerdeki gibi romantik midir? Orası bilinmez! Bilmek için içine girmek gerekir.
Mersin, orta yerindeki bembeyaz gökdeleniyle görüntüye girince, kentin çevresinin sunduğu romantik görüntüler birden silinir. Kat kat, sıra sıra apartmanlar, insanın Akdeniz düşleri kurmasını engeller. Mersin’i ilk görenler buranın geçmişinin olmadığını sanır. İlk tanışanlar için kent, neredeyse dün kurulmuş kadar yenidir. Halbuki geçmiş, binlerce yıl öncesine dayanır. Kazılardan elde edilen bulgular, kalkolitik, ilk tunç ve orta tunç çağlarından beri insanların burayı mekan tuttuğunu belirtir.
ÇOKKÜLTÜRLÜ MUTFAK
Mersin’in bugünkü "modern" görüntüsü sizi yanıltmasın. Kent hem çok eskidir, hem de kültürlerin bir türlü paylaşamadığı bir yerdir. Hititler, Asurlar, Fenikeliler, Frigyalılar, Yunanlılar, Araplar, Selçuklular, Karamanoğulları ve Osmanlılar yüz yıllar boyu bu kentin limon çiçeği kokusunu koklamışlardır.
Bu hafta konumuz "Lezzetli Mersin." Kentin geçmişinde yolculuk yapmaya başlarsak, bugüne ulaşmamız zor olur. Onun için zaman geçirmeden geçmişten bugüne sıçrayalım, hem lezzetleri hem de lezzet duraklarını tanıyıp, ağzımızın suyunu bir güzel akıtalım.
Mersin mutfağı, insanları gibi çokkültürlü ve çok lezzetlidir. Lübnan, Suriye, Mısır, Kayseri, Malatya, Girit, Doğu Anadolu ve İtalyan kökenlilerin oluşturduğu kent nüfusu, mutfak kültürlerini de Mersin’e taşımış, yemeklerini birbirleriyle tanıştırıp, karıştırıp lezzetlere lezzet katmıştır. Kentin yemekleri gerçekten de "damak çatlatan" cinstendir. İnsan kendini tutmasa -ki ben asla tutamıyorum- kısa sürede Mersin’den semirmiş bir şekilde dönebilir.
Mersin’in özellikle içli köfteleri dillere destandır. Müslüman mutfaklarda bu köftenin bulguru salçayla yoğrulur. Salçasız, daha küçük toplar halinde kızartılanlar ise Hıristiyan mutfağının gözde yemeğidir. Maruniler ise içine ıspanak veya nohut koydukları, zeytinyağlı içli köftelere bayılırlar. Bir de tepside yapılan ve adına sini köftesi denen bir tür daha vardır ki, bunu "ölmeden yenecek yemekler" listesinin en başına yazmakta fayda vardır.
Güneyin ünlü çorbası "analıkızlı" da, Mersin mutfağının gözdelerindendir. Bu çorbada "ana" görevini üstlenen büyük bulgur köftenin içi nohutla doldurulur. Küçük köfte "kızın" ise içi boştur. Salçalı ve bol ekşili bu çorba, insanın damağında unutulmaz tatlar bırakır.
Altı pirzola ile döşenmiş tencerede pişen yaprak sarması ise damağa sevinç çığlıkları attırır. Yörük mutfağının armağanı patatesli, ıspanaklı, peynirli, dürüm görünümündeki sıkmaları insan yemeye doyamaz. Girit yöresinden gelen "Çullama" ise bir lezzet şaheseridir. Bu böreği kısaca, yufka arasına serilmiş kuş üzümlü, tavuklu pilav diye tanımlayabilirim. Bu tanımlama sizi yanıltmasın, kitaplarda bu yemeğin tarifi iki sayfaya zor sığar.
Mersin mutfağının diğer gözdelerini ise şöyle sıralamak mümkündür: Biber salçası ile yoğrulan sarmısaklı bulgur köftesi, tahinli balık (tace), tahinli kabak dolması, çam fıstıklı kabak dolması, nohutlu kabak, zeytinyağlı humus, patatesli köfte, kurutulmuş çökelekle yapılan surke salatası, nar ekşili zeytinyağlı dolma... Tüm bunları okuduktan sonar Mersin’e gidip bu yemekleri tatmak isterseniz, hevesiniz kursağınızda kalır. Çünkü Mersin’de bu yemekleri yapan lokanta yoktur. Tanrının şanslı kulu olarak, Mersin gezilerim sırasında benim için kurulan özel sofralarda, bu muhteşem yemeklerin tadına baktım. Darısı başınıza.
BAŞTAN ÇIKARICI NARLIKUYU
Mersin, Akdenizli olduğunu, 60 kilometre uzaklıktaki Narlıkuyu’da hatırlar. Silifke yolu üstündeki bu küçük koy, turkuvaz sularıyla yaz konulu bir tabloyu andırır. Bu koyun etrafına balık restoranları sıralanmıştır. Burada favorim "Kerim Balık Restoranı"dır. Deniz kıyısındaki bir masaya oturduğunuzda kulağınıza şırıl şırıl akan su sesi gelir. Bu ses, Narlıkuyu’nun yaslandığı tepelerdeki kaynaklardan çıkan, lokantanın altındaki kanallardan geçip Akdeniz’le buluşan soğuk ve tatlı suyun sesidir. Onun için bu koyun suyu yüzenleri ürpertir.
Restoranı Örgen Canatan Hanım işletir. Zaten mezelerden balıklara kadar işe bir kadın eli değdiği belli olur. Örgen Hanım müşterilerini mezeyle şişirmez. Biraz ahtapot salatası, biraz kalamar tava, kendi yaptıkları kırma yeşil zeytin, kaya koruğu turşusu, kavun, beyaz peynir. Yeşil zeytinle, kaya koruğunun tadı damakta unutulmaz tatlar bırakır.
Restoranda Akdenizli balıkların en tazelerini bulmak mümkündür. Ama Akdeniz’in kralı lağosun yeri başkadır. Onun çorbası, buğulaması, hele hele şişi insanın damağını şımartır. Deniz levreği, sinarit, orfoz da diğer seçeneklerin arasında yer alır. Narlıkuyu baştan çıkartıcı bir yerdir. Onun için kadehlere dikkat etmek gerekir. Bir derken iki, iki derken üç olur. Başta da dediğim gibi Mersin çok lezzetlidir. Tadına bakanın tadı damağında kalır.
TANTUNİNİN TADI
Mersin denince akla ilk gelen yemeklerden biri de "tantuni"dir. Arap mutfağının hediyesi bu yemek, bir zamanların yoksul yemeğidir. Kasaptan alınan kıyma artıklarının, bir tencerede soğan ve domatesle birlikte kavrulmasıyla yapılır, lavaş ekmeğine dürüm yapılarak yenir. 1980’li yıllarda seyyar satılması yasaklanınca, tantuni aşçı dükkanlarına girer. Bu yemeği pişirebilmek için ortası oyuk özel tepsiler yapılır. Ustalar yetişir. Kıyma artıklarının yerini özel etler alır. Seyyar arabaların önünde dürüm yemekten çekinen varlıklı kesim de, lokantalarda tantuni ısmarlamaya başlar. Yani tantuni sınıf atlar.
Mersin’de her köşe başında tantuni yapan bir yere rastlamak mümkündür. Ama en lezzetli pişirenlerin başında, Camişerif Mahallesi’ndeki Özkan Tantuni Salonu gelir. İşletmeci Hacı Özkan’a sorarsanız şu ayrıntıları anlatacaktır: "Tantuni, süt danasının but ve kaburga kısmından yapılır. Sinirleri ayıklanan etler, kuşbaşından daha küçük doğranır. Önce haşlanır, sonra tepsiye konur. Tepsinin bir yanında yağsız et vardır. Buna biftek denir. Bunun porsiyonu biraz daha pahalıdır. Diğer yanda ise etin yağlı bölümü yer alır. Bunun adı da tantunidir. Esas lezzet yağlı olandadır. Sipariş gelince, tepsici bir porsiyon eti ortadaki çukur bölüme çeker. Dibi tutmasın diye biraz su atar, sıvı yağ döker. Maydanoz, domates, soğan, tere, taze nane, kimyon, biber koyup karıştırır. Bir yandan da lavaş ekmeğini pişen ete bastırır. Ekmek yağı çeker. Etler pişince dürüm yapılıp müşteriye servis edilir. Tantunide lezzeti, etin kalitesi, tepsicinin ustalığı, tepsinin ısınma derecesi, yağın kalitesi ve atılan suyun miktarı belirler..."
HAVUCUN EN TATLISI
Mersin deyince akla gelen diğer bir lezzet de "cezerye"dir. Arap kökenli, tadına doyum olmaz bir tatlıdır. Cezerye deyince herkes Silifke Caddesi’ndeki "Dondurmacı Halil"i işaret eder. Cezerye havuçla yapılır. Cilvegözü’nden gelen havuçlar yıkanır, haşlanır, kıyma makinesinde çekilip püre haline getirilir. Sonra dev mikserlerde kaynayan şerbetin içine dökülüp karıştırılır. Kıvama gelmesine yakın içine ceviz ve tarçın atılır. Karışım bir gün dinlendirilir. Sonra koca bir koni haline getirilip, dükkanın en görülen yerinde satışa sunulur. Cezerye konisi, tıpkı döner kesilir gibi ince ince dilimlenir. Kutulara konmadan önce, dilimler birbirine yapışmasın diye rendelenmiş hindistancevizine bulanır. 60 yıllık Dondurmacı Halil’in, çöven kökünün çırpılmasıyla elde edilen bir köpükle yenen çam fıstıklı Kerebiç’i de dillere destandır.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2007
Kavurucu yaz sıcaklarından kaçmak için değişik rotalar arayanlara Atlas Dergisi Erzincan’daki Ekşisu Sazlığı’nı öneriyor. Dicle Tuba Kılıç’ın Temmuz sayısında anlattığı sazlık, çeşit çeşit kuşları, lezzetli tulum peyniri üreten göçerleri, başka yerde görünmeyen çiçekleri, binlerce yıl öncesine dayanan buluntularıyla gizli bir cennet sanki. İlginç rotalar arayanlara öneririm.
Türkiye’nin tatilcilere sunduğu seçenekler giderek çoğalıyor. Çünkü tatile çıkanlara sadece deniz kenarında güneşlenmek, dalgalarla oynaşmak yetmiyor; tatilci macera arıyor artık. Doğanın serin soluğunu hissetmek istiyor. Dağlara, yaylalara çıkıyor. Doğa sporlarını tercih ediyor. El değmemiş coğrafyaları merak ediyor.
Türkiye bu bakımdan son derece zengin bir çeşitliliğe sahip. Şu kavurucu yaz mevsiminde, serin coğrafyalar bulmak da mümkün. Ya da her yıl yapılan deniz kenarındaki bir tatilden farklı olarak, kültürlere karışmak, doğanın mucizelerine tanık olmak, kuşların peşinden koşmak daha çekici gelebilir. Tamamen doğal bir ortamda tatilini geçirmek isteyenler için ATLAS’ın bu ayki önerisi, Erzincan’daki Ekşisu Sazlığı.
YAŞAMIN KAYNAĞI EKŞİSU
Erzincan şehir merkezinin 11 kilometre doğusunda ve farklı özellikleriyle dikkat çeken bir sulak alan kompleksi. Hem tatlı, hem de tuzlu toprakları, alanı kuş cennetine çeviren sazlıkları, turnaları, dünyada başka hiçbir yerde yaşamayan Sonchus Erzincanicus isimli çiçeği, tulum peyniri, göçerleri ve Urartulara uzanan yaşam öyküleriyle keşfi bitmeyecek bir coğrafya burası.
Uydudan bakınca ak bir leke gibi görünür Ekşisu. Erzincan Ovası’na yayılmış beyaz bir buluta benzer. Oysa içine girince yemyeşil sazlıklar, bozkır çiçekleriyle boyanmış renkli çayırlar uzanır önünüzde. Bahar gelince masmavi bir göl kucaklar gözlerinizi. Saztepe’de, mavinin kenarında zümrüt yeşili bir başka gölcük beliriverir, şimdi gözlerinizin yeşile akma zamanıdır.
Ekşisu Sazlığı, karlı dağların ortasında avuç içi kadar bir yer kaplasa da, binlerce yıldır yaşamın kaynağı olmaya devam ediyor. Orada insan, doğa ve coğrafya birlikte şekilleniyor, birlikte can buluyor. Fay hattından dökülen pınarlar ve Keşiş Dağı’ndan süzülen sularla besleniyor. Bunların tümü sonunda Fırat Nehri’ne dökülüyor.
"Denizlere gitmek" yörede sık kullanılan bir söz. "İyi de orada deniz yok ki" diyeceksiniz. Üstelik Ekşisu’ya dışarıdan bakıldığında da son derece küçük görünüyor. Oysa içine girdiğinizde, yöre halkının "deniz" olarak nitelendirdiği ve sazlıklarla çevrili geniş bir su kütlesiyle karşılaşıyorsunuz. Hem çok derin, hem de çok sayıda balık barındırıyor.
Bir bitki türünün, Sonchus Erzincanicus’un dünyadaki tek yaşam alanı Ekşisu. İsmini Erzincan’dan alan çiçeğin nesli küresel ölçekte tehlike altında. Sazlıkları çevreleyen çayırlarda, sepet yapımında kullanılan hasır otları yetişiyor. Yaz ortasında çiçek açan Sonchus Erzincanicus, işte bu hasır otlarının gövdelerinde yaşıyor ve bir nevi ortak yaşam sürüyor.
Bölgedeki tüm turnalar kışı geçirmek için güneye göç ediyor. Ama buradakiler kış boyunca sazlıklarda gizleniyor. Çünkü Ekşisu’daki sıcak pınarlar toprağı çözüyor ve turnalar için besin sağlıyor. Yani Ekşisu, bölgede turnaların kışladığı tek alan. Bu nedenle özel bir önem kazanıyor. İlkbahar Ekşisu’ya turnaların dansıyla geliyor. Turnaların gösterisini izlemek için en ideal yer Saztepe. Akşamın yavaşça geldiği bir tepe orası. Dağları çevreleyen bulutların içinden süzülen güneş, turnalarla aynı hizaya geliyor. Ve birden havalanan turnalarla daldığınız düşlerden uyanıyorsunuz. Ovadaki tepelerin etrafında yuvarlaklar çize çize ilerliyor.
SAZLIĞIN TÜRLÜ KUŞLARI
İster karlı bir gün olsun, ister yaz güneşi, Ekşisu’da her daim farklı kuşlar bulunuyor ve farklı davranışlar sergileyebiliyor. Kışın buraya sığınan ya da göç zamanı burada konaklayan ya da üreme döneminde sazlıklarda kuluçkaya yatan onlarca kuş türü var. Sarı kuyruksallayan, dere kuşu ve yeşil bacak gibi küçük su kuşları, sağa sola yalpalarmışçasına deli gibi uçan, sazlık alanların yırtıcı kuşu saz delicesi bunlardan birkaçı.
Baharın gelişiyle, göçmen ve yerli birçok kuşun akınına uğruyor Ekşisu. Özellikle balıkçıl türleri ve kırlangıçlar her yerde görülebiliyor. Arı kuşlarının sesleriyle yüzünüz göğe çeviriyor, ama ibibiklerin kelebekleri andıran uçuşlarıyla ve yuvalarına yaklaşmamanız için dikkatinizi başka bir noktaya çekmeye çalışan kızkuşlarının feryatlarıyla yüzünüzü tekrar yere döndürüyorsunuz.
Ekşisu’ya göç eden yalnızca kuşlar değil. Bir zamanlar Fırat boyunda yaşayan bir grup Şavak göçeri de burayı tercih etmiş. Hayvancılıkla uğraşan topluluk yılın belli bir dönemini, yani kışı koyun sürüleriyle birlikte burada geçiriyor, sazlığın çevresini bir nevi kışlak olarak kullanıyor. Mayıs ayında ise çevredeki dağlara göçüyorlar. Erzincan’ın meşhur tulum peynirinin en önemli üreticisi Şavaklar. Yaylalarda zor koşullarda yaşayan Şavak kadınları, günde en az dört saat koyun sağıyor. Kalan zamanlarında da çadırlarında, yaşamın temel gereksinimlerini tamamlamaya çabalıyorlar.
İKİ ÖNEMLİ HÖYÜK
Ekşisu’da, arkeolojik sit alanı olarak koruma altında alınmış iki de önemli höyük var: Altıntepe (sağda) ve Saztepe. Altıntepe alanın güneydoğusunda; bulguların tarihi İÖ 8-7. yüzyıllara dayanıyor. Burası günümüze kadar ulaşabilen tek Urartu şehri. Altıntepe, 1938’de demiryolu hattı inşa edilirken bronz objelerin şans eseri bulunması üzerine keşfedilmiş.
Kale şeklindeki yerleşim yerinde ilk çalışmalar 1959 ve 1966 arasında Türk arkeologlar tarafından yapılmış. Bir saray ve Urartu tanrısı Haldi’ye adanmış kalıntılar ortaya çıkartılmış. Tepenin yamaçlarında ise içinde silah, mücevher, fildişi gibi birçok hediyenin bulunduğu kraliyet mezarları yer alıyor.
Altıntepe harabelerindeki buluntular arasında çok sayıda fildişi, seramik, tunç ve metal objeler, miğfer, kalkanlar ve özgün bir tasarıma sahip duvar çinileri de var. Ancak tepenin en can alıcı yönü tanrı, insan, hayvan motif ve figürleri koleksiyonu. Tüm bu bulgular sanat ve zanaatın zirveye çıktığı bir Urartu medeniyetine işaret ediyor. Eserler, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor.
Altıntepe’deki arkeolojik araştırmalar hálá devam ediyor. Çalışmalarda yöre halkı da yer alıyor. Özellikle işsizlik sıkıntısı çeken gençler için bu kazılar önemli. Tepe yaz aylarında ziyarete açılıyor.
BU AY ATLAS’TA
AKDENİZLİ GİRİT: Bir ada değil bir kıta gibidir; geniş bir coğrafyası, engin bir geçmişi vardır. Minosluların yurdu, Zeus’un doğum yeridir. Uzun süren kuşatmaların ardından 1669’da Osmanlı toprağı olan Girit, Akdeniz’in mor salkımlı bahçesidir.
VE DENİZ BİTTİ: Hakan Öge, Süveyş Kanalı’nı aştı ve Akdeniz’e girdi. Dünya turu tamamlandı. Turun bu son adımında Hakan Öge, Kudüs’e, dünyanın en alçaktaki gölü Lut’a gitti. Ve şimdi pruva Türkiye’yi gösteriyor. Tüm denizleri dolaşan Mardek artık eve dönüyor.
İLK İSTANBUL: Antik dünyanın bugüne kadar ulaşılan en büyük limanı. Marmaray ve İstanbul Metrosu projelerinin aktarma istasyonu için belirlenen alanda bulunan Portus Theodosiacus Limanı kazısındaki bulgular ilk kez Atlas’ta yayımlanıyor.
BANGKOK’TA YASAK GECELER: Her yıl milyonlarca turist Bangkok’a ve onun yasak gecelerine akıyor. Ne kadar çok turist gelirse o kadar çok kadın ve çocuk fuhuşa itiliyor.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2007
Sardunya’dan sonra Akdeniz’in asi çocuğu Korsika’ya geçtim. Aklını fikrini bağımsızlıkla bozmuş adanın yüce dağlarında, kartal yuvası benzeri köylerinde, orta çağ kasabalarında dolaştım. Her şeye hükmeden rüzgarın sesini dinledim, lezzetli yemeklerini yedim.
Sardunya’nın kuzeyindeki Santa Teresa kasabasından kalkan feribotun güvertesinde, önce Sardunya Adası’nın danteli andıran girintili çıkıntılı kıyılarını seyrettim. Bir rüyadan uzaklaşır gibiydim. Sonra yüzümü rüzgara doğru çevirip, Korsika’yı kokladım. Koca ada uzaktan, bir dağ kütlesini andırıyordu. Sanki denizin orta yerinden fırlamış, etekleri sular altında kalmış, koca bir dağ. Yıllardan beri haritanın karşısında, Sardunya ile Korsika’yı seyretmiş, düşsel gezilere çıkmıştım. Bu sefer ki gezim gerçekti ama yine de bir düşü andırıyordu.
50 dakika sonra feribot, Korsika’nın güney kıyısındaki beyaz uçurumlara yaklaştı. Önce kale surları göründü. Surlara bitişik evler, denize düşmemek için birbirlerine sarılmışlardı sanki. Citadelle adı verilen eski kentin, eski evleriydi bunlar. Akdeniz’in üstüne sarkmış cumbalarında oturanların seyrettikleri manzarayı kıskandım.
Feribot hız kesip, Bonifacio limanına doğru girmeye başladı. Biraz ötemdeki rehberin grubuna anlattıklarına kulak kabarttım. Limanın girişindeki bir mağarayı gösterip, "Napolyon’un şapkası" diyordu. Baktım, gerçekten de rüzgar mağarayı Napolyon’un ünlü şapkası gibi şekillendirmişti. Rehber sonra ekledi: "Ajaccio kentinde doğan Napolyon burada pek sevilmez. Çünkü iktidarı boyunca Korsika için hiçbir şey yapmadı..." Bu "korsan bilgiyi" belleğimin bir kenarına yazdım.
Bonifacio Limanı, Norveç fiyortlarını andırıyordu. Deniz, rüzgarın yardımıyla karayı oymuş, içlere kadar girmişti. Rüzgar almayan, korunaklı bir limandı. Limana bakınca, lüks teknelerin sıra sıra kıçtan kara yaptıklarını gördüm. Yol arkadaşım Zeki Alkoçlar direksiyona geçip nereye gideceğimizi sordu. Sorunun cevabını bilmiyordum. Bir kahveye oturup, Sardunya’dan aldığım haritaya bir göz gezdirdim. Korsika ile ilgili bir kitap bulamayınca adayı yeterince "çalışamamıştım." Haritada kıyıyı izleyen yol hoşuma gitti nedense. "Kıyı kıyı gidelim" dedim. Yol arkadaşım itiraz etmedi, direksiyonu kuzeye doğru giden yeşil yola doğru çevirdi.
İNSANI SARMALAYAN SOKAKLAR
Bir süre sonra yoldan ayrılıp küçük bir köye saptık. Amacım bir rehber kitap bulmaktı. Buldum ama Fransızca’ydı. Zeki arabayı kullanırken, fotoğraflardan ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Görüntüler şaşırtıcıydı. Anlaşılan Sardunya’dan sonra bir başka cennete gelmiştik.
Önümüze çıkan ilk büyük yerleşim yeri Porto Vecchio’ydu. Kıyı kahvelerinden birinde, önümüzde bağlı tekneleri seyrederek birer kahve içtik. Sonra tepedeki kaleye tırmandık. Birden kendimizi daracık sokakların arasında bulduk. Taş evler, küçük lokantalar, kaldırıma iskemle atmış kahveler, küçük dükkanlar... İnsanı sıcacık sarmalayan sokaklarda dolaşıp turizm bürosunu bulduk. Görevliye çok vaktimizin olmadığını, bu kısa sürede Korsika’yı kavrayabilmek için nereye gitmek gerektiğini sordum. Küçük bir haritada adanın iç kesimlerini bir yuvarlak içine aldı, birkaç köyün altını çizdi.
GÜNDÜZ GÜZELİ
Zirveye yaklaştıkça hava soğudu, güneş kayboldu, bulutlar yolu kapattı. Zirvede bir göl çıktı karşımıza. Issız, sessiz, kıpırtısız mavi-gri bir göldü. Ağaçlar ve bulutların aynasıydı sanki. Sessizlik yoğun bir şekilde hissediliyordu. Kuşlar bile ötmeye çekiniyordu sanki. Göle bakarken, hissetmenin ne renk olduğunu düşündüm. Yalnızlık kokan bu kimsesiz göl, hüznüyle içimi ferahlattı.
Sonra yola devam ettik. Zirveden, yemyeşil vadilerin lacivert Akdeniz’le kucaklaşmasını seyretmeye doyum olmuyordu. Sonra köylerden geçtik. Carbini, Levie, San-Giovanni-di-Carbini... Zonza’ya geldiğimizde vakit öğleydi, karnımız acıkmıştı. "Küçük Kartal" adlı bir lokantaya girdik. Dağın başındaki küçücük bir köyde, böylesine güzel bir lokantada yemek yiyeceğimi aklımın ucundan geçirmemiştim. Duvarlardaki raflara seramik demlikler sıralanmıştı. Barın tezgahındaki kavanozlar ise dağ otlarıyla doldurulmuştu. Kekik, biberiye, fesleğen, lavanta, nane ve diğerleri... Aynaların sağına soluna fotoğraflar sıkıştırılmıştı.
Garsondan çok bir sanatçıyı andıran orta yaşlı, yuvarlak gözlüklü, kıvırcık saçlı, davudi sesli kadın siparişlerimizi aldı. Burada, uzun yıllar Fransız mutfağıyla haşır neşir olmamın yararını gördüm. Fransızca bilmememe rağmen sipariş vermekte zorluk çekmedim. Bir ara gözüm aşçıya takıldı. Bir an onu, "Gündüz Güzeli" Catherine Deneuve’e benzettim. Onun gibi endamlı, onun gibi sarışındı, ve uzun, şık siyah bir elbise giymişti. Birden bire bir Fransız filmine girip çıktığımı zannettim.
RÜZGARIN SESİ
Köyün sessizliğini, gök gürültüsü ve çakan şimşekler bozuyordu. Sonra yağmur boşaldı. Yağmur tanecikleri, kararmış havada ıslak çizgiler çizdi. Yağmurun ardından rüzgar ıslık çalmaya başladı. Rüzgarın sesi, bazen oyun oynayan çocukların sevinç çığlıklarına, bazen mutsuz bir kadının hıçkırık sesine benziyordu. Korsika’da her şeyi rüzgar şekillendiriyordu. Vadileri, kanyonları, kıyıları, limanları... En çok güneyden, Afrika’dan esen rüzgarı seviyorlardı. Adaya mutluluk taşıyordu sanki.
Biraz sonra yağmur kesildi. Bir an elmas zerreciklerinden oluşan bir toz bulutu havada asılı kaldı. Birileri gökyüzünden, gök mavisi büyük bir örtünün üstündeki kırıntıları silkelemişti sanki. Yemeği bitirip, iki kadına övgüler yağdırdıktan sonra yolumuza devam ettik. Geçtiğimiz köylerde nedense sokaklar bomboştu. Bir kahvede mola verdik. Duvarlarda Fidel Castro’nun, Che Guevara’nın ve Korsika’nın bağımsızlık simgesi başı bantlı korsanın resimleri asılıydı. Anlaşılan bağımsızlık yanlısı bir kahveydi. Korsika, yıllardan beri bağımsızlıkla yanıp tutuşuyordu. Ama sadece turizm ve tarımla bağımsızlığın yürümeyeceğini biliyorlardı.
Dağlardan indik, ovaları geçtik, döndük dolaştık geziye başladığımız Bonifacio’ya geldik. Aslında adanın en eski kentlerinden biriydi. Önce kalenin içindeki ortaçağ kentinin daracık sokaklarını arşınladık. Sıcaktan bunaldıkça bir kahvede, serinletilmiş roze şarapların eşliğinde nefesimizi toparladık. 1420 yılındaki işgal sırasında kentten kaçabilmek için bir gecede yapılan 187 basamaklı "Kral Aragon Merdivenleri"ni ahlaya pohlaya inip çıktık. Bol bol fotoğraf çektik.
Sonra marinada bir kahvede oturup rıhtımı gözlemeye koyulduk. Kıyıya bağlanmış tekneler, hayal gücümü zorlayan görüntüdeydi. Kimi koca bir yelkenli, kimi 4-5 katlı bir gemi, kimi uzay aracı gibiydi. Bazılarının kıç tarafındaki masalara, garson kızlar şampanya servisi yapıyorlardı. Rıhtımda şık bayanlar ve baylar, köpekleriyle birlikte bir aşağı bir yukarı yürüyorlardı. Aklıma nedense "Muhteşem Gatsby" filminden kareler geldi.
Dönüş yolunda önce güneşin batışını seyrettik. Sonra Zeki ile bir hafta süren gezinin değerlendirmesini yaptık. Sardunya, turistler için hazırlanmış bir cennetti. Her koyunda başka bir güzellik vardı. Bir masalı andırıyordu. Ama Korsika daha gerçekti. Daha yaşayan bir adaydı. "Korsan Yüzlü Korsika’ya" el sallarken ayrılığın uzun sürmeyeceğini, ilk fırsatta yeniden geleceğimi biliyordum. Çünkü ona doyamamıştım.
ADANIN DAĞLARINDA
Dağlara doğru gitmeye başladık. Aslında Korsika’nın gizemini ve vahşi doğasını keşfedebilmek için acele etmek gerektiğini biliyordum. Her şeye, her yere sindire sindire bakmak gerekiyordu. Ama zaman fakiriydik. Buna bir ön yolculuk ya da ön keşif olarak bakıyorduk. Gelecek yıllardaki bir Korsika gezisinin altyapısını hazırlıyorduk. 30 milyon yaşındaki Akdeniz’in üçüncü büyük adasında yaşamı deniz değil de dağlar biçimlendirmişti. Özgür çobanlar, koyunlar, manda sürüleri, kartal yuvası benzeri köyler. Fransız yazar Guy de Maupassant, Korsika için boşuna "denizde bir dağ" dememişti. Yol durmadan tırmanıyordu. Ormanın içinden gidiyorduk artık. Fıstık çamları, meşeler, bulutlarla oynaşan sedirler... Hepsi yüce ağaçlardı. Korsika, İtalyan kardeşi Sardunya’dan daha sahici, daha vahşi, daha asiydi. Nedense bu adaya "korsan yüzlü Korsika" yakıştırmasını yapmıştım.
LEZZET DURAKLARI KİTAP OLDU
Gerek bu sayfada yer alan, gerek CNN Türk’te yayınlanan programdaki "Lezzet Durakları" adreslerini bir rehber-kitap haline getirdim. Böylelikle beni mail yağmuruna tutan birçok okuyucumun ve izleyicimin istekleri gerçekleşmiş oldu. Bu kitap özellikle Anadolu’da tatile ve keşfe çıkan gezginlere nerede, ne yiyecekleri konusunda rehberlik yapacak. "Lezzet Durakları" her baskıda eklenecek yeni adreslerle biraz daha kalınlaşacak. Şimdiden lezzetli yolculuklar diliyorum.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2007
Geçen hafta Sardunya Adası’nın cennet koylarından, rengarenk boyanmış evlerle süslenmiş kasabalarından, makilerle yeşillenmiş daracık yollarından, damakta unutulmaz tatlar bırakan lezzetli yemeklerinden söz etmiştim. Koca adayı bir yazıya sığdırmak zor olduğu için devamını bu haftaya bırakmıştım. Ada gezisi sırasında tuttuğum günlükteki notları aktarmaya devam edeceğim.
5 HAZİRAN -SARDUNYA KIYILARI
Bulutlar çekip gitti. Güneş pırıl pırıl ama gölgede insan üşüyor. Sert poyraz sıcağın kavurmasına izin vermiyor. Zaten adada iklimin belirleyicisi bu poyraz rüzgárıymış. Yaz bazen mayısta başlar, eylülde bitermiş. Poyrazsız mevsimlerde ise yaza nisan ve ekim aylarını da eklemek mümkünmüş. Ama o zaman sıcağın öfkesine katlanmak lazımmış. Tüm Akdeniz adalarındaki gibi burada da rüzgar her şeyin belirleyicisiydi demek.
Sardunyalılar bizim sac üstünde pişirilen yufka benzeri gevrek ekmeği çok seviyorlar. Her yerde satılıyor. Kahvaltıda bazlama türü yumuşak ekmekleri daha çok seviyorum. Isıtılınca ortası açılıyor, sıcakken içine konan peynir eriyor. İnsan yemeğe doyamıyor. Yola çıkmadan önce akşamdan kalan taze pecorino peyniriyle iki tane sıcak bazlama hazırladım.
Yol arkadaşım Zeki Alkoçlar, rotayı çoktan çizmiş. Bugün Sardunya’nın kuzeydoğusundaki koyları gezeceğiz. Yolda tek tük araba var. Sık sık bisiklet gruplarıyla karşılaşıyoruz. Bir de görünmeleriyle kaybolmaları bir motosikletlilerle. Öğrendiğime göre Sardunya, bisikletçiler için muhteşem parkurlar sunuyormuş. Avrupalı trekking düşkünleri de, adanın kıyılarında ve tepelerinde yürümeyi çok seviyorlarmış.
Yol üstündeki ilk durak Arzachena. Burada mantar kayasını göreceğiz. Dar sokaklarda sora sora kayayı buluyoruz. Adalıların İngilizce ile araları iyi değil. Gerek lokantalarda, gerek adres sorarken, gerek alışveriş yaparken çok zorlanıyoruz. İngilizce’nin arasına serpiştirdiğimiz İtalyanca kelimelerle garip bir dil oluşturduk. Onunla derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Zeki’nin Almancası ise hiç işe yaramıyor. Aslında Sardunyalılar, İtalyanca yerine genelde Algeroca denen kendi dillerini konuşmayı tercih ediyor. Bu dil Sarduca ve Katalanca’nın bir karışımı. Birçok restoranda mönü bu dille yazıldığı için, tanıdık kelimeleri bulmak iyice zorlaşıyor.
YALANCI CENNET
Adanın rüzgárı, kayayı bir heykeltıraş gibi yontup tıpkı mantara benzetmiş. Bir kayayı görmek için bu kadar zaman kaybetmeye değer miydi? Yola devam ediyoruz. Canigione, sabah mahmuru bir sahil kasabası. Kıyıdaki kahveler bile henüz açılamamış. Baia Sardinia’dan sonra cennet koylar yine görüntüye giriyor. Dipteki beyaz kum, denizi inanılmaz renklere boyamış. Cam göbeği, turkuvaz, açık mavi, boncuk mavisi, gece mavisi, koyu lacivert... Mavinin bütün tonlarını görmek mümkün. Sardunya, Akdeniz’in tüm renkleriyle çerçevelenmiş. Akdeniz, diğer adalarda rengini bu kadar cömertçe belli etmiyor nedense.
Nihayet Porto Cervo göründü. Burası Avrupa sosyetesinin tatil üssüymüş. Kasabanın girişinde gördüklerimle nefesim kesiliyor adeta. Evler masal kitaplarından kesilip, sokaklara yapıştırılmış gibi. Sivri köşeleri olmayan, yuvarlak çizgilerle yumuşatılmış bir mimari. Her ev başka bir renk, her eve başka bir renk begonvil sarılmış. Rengarenk bir cennet.
Kasabanın kilisesi Stella Maria, limanın tepesinde kurulmuş. Bugüne kadar gördüğüm en modern kilise burası. Sanırım dünyada eşi benzeri yok. Biraz İspanyol mimar Gaudi’nin çizgilerini andırıyor. Sadece bu kiliseyi görmek için bile Porto Cervo’ya gidilebilir. Marinaya iniyoruz. Tenteleri uçuşan kahvede mola verme zamanı. Limanda dünyanın en pahalı tekneleri kıçtan kara yapmış. Onlara bakınca Porto Cervo’nun bu dünyaya ait olmadığını zannediyor insan. Yarış hazırlığı var galiba. Yağız delikanlılar, endamlı kızlar harıl harıl tekneleri hazırlıyor. Sert rüzgar yelken iplerinde ıslık çalıyor. Akdeniz artık koyu lacivert. Beyaz köpüklü dalgalar birbirlerini ite ite sahile vuruyorlar.
Düşlerimi kahvenin gölgesine emanet edip, tekrar yola koyuluyoruz. Cale Volpe’de, Capriccioli koyunda denizle kucaklaşmaya karar veriyoruz. Böylesine güzel koy az bulunur. Su buz gibi. Bozcaada’nın Mermer Koyu’nu hatırlatıyor. Derin bir nefes alıp suyun kucağına atlıyorum. Kulaç attıkça ısınıyorum. Isındıkça çıkmak istemiyorum. Akşam Palau’da, balkonda şarabımı yudumlayıp, güneşin batışını seyrederken yorgunluk çöküyor omuzlarıma. Tatlı bir yorgunluk.
6 HAZİRAN- SARDUNYA KIYILARI
Adanın kuzeyinde girip çıkmadığımız koy kalmadı. Güneydeki başkent Cagliari’ye gitmeye de gözümüz yemedi. O dar yollarda 350 kilometre gidip dönmeyi bir güne sığdıramazdık. Akdeniz’in ikinci büyük adası Sardunya’nın kıyıları toplam 1850 kilometre uzunluğunda. Demek ki bir dahaki sefere güneyde demir atıp, oradaki koyların tadına bakacağız.
Sabah erkenden yola çıkıp, önce Porto Torres’e ardından da Stintino’ya gidip ada turunu noktalayacağız. Adanın kuzeyindeki koylar pembe granit tepelerin arasına uzanmışlar. Tepelerde birçok ev var ama, granitlerle aynı renk malzemeyle yapıldıkları için ilk bakışta fark edilmiyorlar. Ayrıca yeşil makiler de saklamış onları. İki kattan yüksek bina yok. Bunlar "otel-kasabalar." Müşteriler evlerde konaklıyor.
Kasabanın ayrıca barları, kahveleri, lokantaları, alışveriş merkezleri, eczanesi, eğlence alanları, marinası var. Bu "kiralık kasabalar" turistlere bol para harcatmak için dizayn edilmiş. Sardunya’nın tüm sahillerinde bunlardan onlarca var. Ama yapılaşma Sardunya sahillerini çirkinleştirmemiş. Adalılar bunu Kerim Ağa Han’a borçlu. Onun 1960’larda geliştirdiği mimari üslup Sardunya’yı Avrupa’nın gözbebeği yapmış.
Sardunya mutfağını köylüler, balıkçılar ve çobanlar biçimlendirmiş. Onun için malzemeler basit, katışıksız, pişirme teknikleri yalın ve yemekler çok lezzetli. Öğleye doğru bir kır lokantasında mola verdik. Görüntü ve koku insanı baştan çıkartıyor. Aklımız fikrimiz Porcetto’da. Süt kuzusu fırında yavaş yavaş kızarıyor ve önünüze geliyor. Adanın baş yemeklerinden biri.
Lokantanın karşı duvarında bir yazı gözüme çarpıyor: "Turistler, burası İtalya toprağı değil, burası Sardunya." İngilizce bilen garsona gösteriyorum. "Bağımsız Sardunya istiyoruz" diyor. 1948’de bölgesel özerklik verilen adada, fert başına milli gelir 25 bin dolar civarında. Buna rağmen adalıların aklı fikri bağımsızlıkta. Ama bunu elde edebilmek için topa tüfeğe baş vurmuyorlar. Atılacak tek kurşunun, turistlerin, dolayısıyla paranın yönünü değiştireceğini çok iyi biliyorlar. Sardunya, kardeşi Korsika gibi Akdeniz’in asi çocuğu.
Önce Porto Torres, ardından Stintino. Adanın tüm kuzey kıyılarını bitirdik. Stintino kırlarında, beyaz eşekleri görmek için dolaştık ama başarılı olamadık. Bugün hep yollarda geçti. Palau’ya döndüğümüzde çoktan akşam olmuştu.
7 HAZİRAN-PALAU
Bugün tembellik günü. Evin önündeki çimenlerde yatıp, Akdeniz’e karşı kitap okuyacağım. Virajlı yollar yormuş beni. Yanımda Portekizli yazar Fernando Pessoa’nın "Huzursuzluğun Kitabı" adlı eseri var. Yazar ilk sayfadan itibaren yakaladı yakamı. Aklıma birden Lizbon geliyor. Pessoa’nın devamlı gittiği kahvede, heykelinin yanına oturup poz vermiştim. Her satırın altını çiziyorum neredeyse. Böylesine güzel cümleler nasıl yazılabilir ki: "Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim oldu ama o kadarı çıraklarda, terzi kızlarda da vardır, çünkü bütün dünya hayal kurar: Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır.
Düşlerimde ben de çıraklar, terzi kızlar gibiyim. Onlardan tek farkım elimin kalem tutması. Evet, onlardan bir edimle, bütünüyle bana ait bir gerçeklikle ayrılıyorum. Ruhumda ise onlara benziyorum..." Serin rüzgár, sıcak güneş, lacivert Akdeniz, muhteşem bir kitap... Tembelliğin en keyiflisini yaşıyorum. Haftaya Sardunya’nın kardeşi Korsika.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2007
Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın uzun zamandan beri sesi soluğu çıkmıyordu. Geçenlerde telefon etti. Yemek işine çok kaptırdığımdan şikayet ediyor, bana yeni bir gezi önerisinde bulunuyordu. İtalya’nın Sardunya Adası’nda bir devre mülkü olduğunu, haziran başında hakkını kullanacağını, bu geziye benim de katılmamı istiyordu. Öneri öylesine cazipti ki, asla "hayır" diyemezdim. Hem Sardunya Adası yıllardan beri rüyalarımı süslüyordu, hep oraya gitme planları yapıyordum. Bir sabah kalktık ve gittik. Bu hafta size bu gezide tuttuğum günlükleri aktaracağım.
2 HAZİRAN- PALAU
THY’nin Roma uçağına bindiğimde gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Yerime oturdum, gazetelerin başlıklarını okuyup gözlerimi kapattım. Zeki’nin dürtüklemesi ile uyandığımda uçak inişe geçmişti bile. Demek iki saate yakın uyumuştum. Roma’dan bindiğimiz ikinci uçak, yarım saat sonra Sardunya Adası’nın Olbia kentine indi. Gökyüzünde siyaha yakın gri bulutlar cirit atıyordu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun bir an önce dinmesini diledim. Yıllardan beri gelmeyi düşlediğim adada, odaya tıkılıp kalmak istemiyordum.
Zeki’nin kiraladığı arabaya yerleşinceye kadar sırılsıklam olduk. Adanın kuzeyindeki Palau kentine giderken birbirimizle konuşmuyorduk. Cızırtı yapan radyoyu da kapattığımız için sadece cama vuran iri tanelerin sesini duyuyorduk. Yağmur ikimizin de canını sıkmıştı.
Haritada otoyol gibi görünen yol, makilerin, ağaçların arasından giden daracık, virajlı bir yoldu. Öndeki arabayı sollamak imkansız gibi bir şeydi. Onun için önümüzdeki turist otobüsünün arkasında yavaş yavaş gidiyorduk. Öğleden sonra Palau’ya vardık. Devre mülk, deniz kıyısında dubleks bir daireydi. Kura çektik, bana üst kattaki manzaralı oda çıktı. Balkonumdan yelkenliler, limana yanaşan feribotlar, lüks yatlar, turkuvaz deniz, rengarenk evler görünüyordu.
PALAU’DA AKŞAM
Bavulları boşalttıktan sonra limana doğru yürüdük. 18. yüzyılda kurulan ve uzun yıllar mütevazı bir balıkçı köyü olan Palau, şimdi şirin bir tatil kentine dönüşmüştü. Marinaya yüzlerce tekne bağlanmıştı. Teknelere bakılırsa, buraya demir atanlar oldukça varlıklı kimselerdi.
Limanda iskeleyi gören bir kahveye girip, espresso ısmarladık. İskeleye, karşıdaki adaya veya İtalya’ya sefer yapan feribotlar yanaşıyordu. Arada bir önümüzden bisiklet grupları geçiyordu. Bu bisikletlilere tatil boyunca sık sık rastlayacaktık. Limanın çevresi, tüm limanlarda olan görüntülerle bezenmişti; kahveler, barlar, lokantalar, hediyelik eşya satan dükkanlar.
Kıyıda akşamı ettik. Gökyüzünde oynaşan bulutlar, arada bir güneşin yüzünü göstermesine izin veriyor, ama çoğunlukla Palau’yu ıslatıyorlardı. Yemek için bir iki balık lokantasını denedik ama yer bulamadık. Rezervasyon gerekiyormuş. Pizza ile yetinmek zorunda kaldık. Lezzetli bir pizzaydı. Bana İtalya’da olduğumu hissettirdi. Son dilimlere doğru yorgunluk iyice bastırdı. Eve giderken gökyüzü iyiden iyiye bulutlarla kaplanmıştı.
3 HAZİRAN- SARDUNYA KIYILARI
Sabah 06.00’da uyandım. Dışarıdaki sağanağı görünce tekrar yattım. Yağmurun sesi ninni gibi geldi. İkinci uyanışımda saat 07.30’u gösteriyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı. Bulutlar kenti yıkayıp, Korsika’ya doğru gitmişlerdi. Giyinip aşağı indim. Zeki’den ses çıkmıyordu. Niyetim yürüyüş yapıp fotoğraf çekmekti. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Daracık sokakların iki yanında rengarenk evler sıralanmıştı. Kirli sarı, vişne çürüğü, lila, kızıl kahve, şeker pembesi... Evlerin pencerelerinden kırmızı sakız sardunyaları salkım saçak sarkmıştı. Mor çiçekli begonviller, duvarlarla sarmaş dolaş olmuştu.
Kahve ve kruvasandan oluşan bir kahvaltıdan sonra eve döndüm. Zeki uyanmış, plaj çantasını hazırlıyordu. Yaptığımız programa göre, Sardunya’nın kuzeyinde koy koy dolaşacak, beğendiğimiz plajlarda denize girecek, lezzetli bir öğle yemeği yiyecek ve akşam Palau’ya geri dönecektik.
Kıyı kıyı yolculuğa başladık. Bir yere yetişmek zorunda olmamak ne hoş bir duyguymuş meğerse. Acelesiz gidiyorduk. Tüm dünya adalarında olduğu gibi, biz de yaşamımızın temposunu yavaşlatmıştık. Adayı yeşile boyayan makilerin arasından geçiyorduk. Makiler burada sadece görüntüyü güzelleştirmiyor, yemekleri de tatlandırıyordu. Çünkü etler onlarla tütsüleniyor, nefis peynirlerin yapıldığı sütler onun ateşiyle kaynıyor, pizza fırınları onlarla ısınıyordu.
Her virajdan sonra karşımıza çıkan turkuvaz koylar nefesimizi kesiyordu. Akdeniz’in bütün koyları güzeldi ama bu koylarda bambaşka bir güzellik vardı. İlk molayı, 18. yüzyılda korsanların ve kaçakçıların sığınağı olan St. Teresa’da verdik. Burası da renkli evleri, daracık sokakları ile insanı baştan çıkartıyor, tatlı düşlere sürüklüyordu. Bir kahveye oturup, karşıdaki Korsika’yı seyrederek kendi düşümün içinde dolaştım.
KIRDAKİ ŞARKÜTERİ
Limana inip, Korsika feribotunun kalkış saatlerini öğrendikten sonra yolumuza devam ettik. Yolun kenarında uzanan tarlalarda beyaz inekler otluyor, danalar süt emebilmek için koşturup duruyorlardı. Bu körpe süt danaları ve süt domuzu, ada mutfağının balıktan sonra vazgeçilmez iki malzemesiydi. Sık sık peynir imalathanelerinin önünden geçiyorduk. Bir tanesinin önünde durduk. İçeri girdiğimde şaşırdım kaldım. Çeşit çeşit peynirler, iştah açan sosis, salam, pastırmalar, ev yapımı reçeller, biçim biçim ekmekler, zengin şarap kavı. Dağın tepesinde, İstanbul’un lüks semtlerinde bile bulunamayacak bir şarküteriydi burası. Sardunyalıları kıskandım. Köylüleri bile lezzete istedikleri an uzanabiliyorlardı.
Castelsardo’da önce kıyıda midyeli makarna yiyip, yarım sürahi soğuk roze şarap içtik. Yemek bizi canlandırdı. Zirvedeki kalenin dar sokaklarında dolaşıp, kahve molası verdik. Burası sepetleriyle ünlüymüş. Sepet örme işi yüzyıllar öncesine dayanıyormuş. Birden yağmur başladı. Arabaya bininceye kadar epey ıslandık. Yağmur giderek şiddetlendi. Kesileceğe benzemiyordu. Kıyı turunu bırakıp, Palau’ya döndük. Bir kahveye sığınıp, yağmurun dinmesini bekledik. Yağmuru bahane edip birkaç tane portakallı Campari yuvarladık.
Akşam yemeği düşlediğim gibi lezzetliydi. Önden kum midyesi, ardından ton balığından büyükçe bir dilim ızgara, ada üzümlerinden damıtılmış kırmızı şarap. Keyifli bir günü lezzetli bir yemekle noktalamıştık.
4 HAZİRAN MADDELENA ADASI
Erkenden feribota binip, karşıdaki Maddelena adasına geçtik. Kentin içinden kıvrıla kıvrıla zirveye çıktık. Rüya gibi bir manzara karşıladı bizi. Adanın ve Sardunya’nın mavinin tonlarıyla boyanmış koyları, denizin üstünde beyaz kelebekler gibi uçuşan yelkenliler, şekilden şekile girmiş kayalar... Akdeniz tüm güzelliklerini sergiliyor, "yaşamın gerçek tadı bende" diyordu sanki.
Bu büyüleyici manzarayı geride bırakıp, daracık bir köprüden Caprera Adası’na geçtik. Burada ünlü Garibaldi Müzesi’nden başka hiçbir bina yoktu. Zaten Sardunya’nın neredeyse tüm plajlarında herhangi bir tesis yoktu. Herkes iskemlesini, şezlongunu, şemsiyesini, yemeğini beraberinde getiriyordu. Biz buna hazırlıklı olmadığımız için Caprera’nın cennet koylarında ayağımızı suya sokmakla yetindik.
Tekrar Maddelena Adası’na dönüp aradığımız plajı bulduk. Şezlong, şemsiye, beyaz kumsal ve turkuvazdan laciverde uzanan muhteşem bir deniz... Yüzerken derimin maviye boyandığını sanıyordum. Akşama kadar tembelliğin tadını çıkarttım. Kitap bile okumadım, boş gözlerle gökyüzünde uçuşup duran bulut kümelerini izledim, onlara tutunup düş dünyasında gezinip durdum.
Feribot Palau’ya yanaşırken, güneş kırmızı bir top gibi sulara gömülüyordu. Akdeniz’in laciverdi, kırmızının tüm tonlarıyla sarmaş dolaş olmuştu. Cennet tarif edilirken bu manzaradan da söz edilebilirdi.
Akşam yemeğini evde balkonda yiyecektik. Şarküteriden biraz konserve sardalye, adanın meşhur pecorino peyniri, birkaç dilim jambon aldık. Ana yemekte ise kalamar mürekkebiyle renklendirilmiş sarmısak soslu spagetti pişirecektim. Tabii adanın ünlü üzümü Cannonau’dan yapılma kırmızı şarabı ihmal etmedim.
Adanın diğer koyları haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2007
Konya’nın gizemini çözebilmek için onun saat ve mevsimlerine karışmak lazımdır. Orada bir süre yaşamak, geçmişini bilmek ve bugününü gözlemek gerekir. Konya zengin geçmişinden gelen mimari zenginliğin yanı sıra damakta unutulmaz tatlar bırakan yemekleriyle de meşhurdur. Bu yemekler bile insanı Konya bağımlısı yapmaya yeter de artar bile.
"Konya, bozkırın çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar..." Ahmet Hamdi Tanpınar, "Beş Şehir" kitabının Konya bölümüne böyle başlar. Tanpınar bu kenti en güzel ifade eden yazardır. Konya’yı anlatırken kurduğu cümlelerin lezzetine çok az metinde rastlanır. Tanpınar anlatımına şöyle devam eder: "Sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lazımdır... Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız."
Konya’ya her gidişimde, hep başka bir yüzle karşılaştım. Çünkü Anadolu’nun en eski kentlerinden Konya, çok hızlı gelişiyordu. Her seferinde başka bir kente gelmiş sanıyordum kendimi. Geniş asfalt yollar, modern apartmanlar, cam binalardan göz kırpan işyerleri, kentin ortasından yükselen 42 katlı gökdelen, çay bahçeleri, alışveriş merkezleri, Meram Bağları’na doğru milyon dolarlık siteler...
Kent ne kadar modernleşse de bazı semtleri, sokakları bende kutsal çağrışımlar yapıyordu. Tıpkı Kudüs’teki gibi. Orada da çan sesinin, ezanla birbirine karıştığı sokaklarda, kendimi hep kutsal bir alemin içinde hissetmiştim. Yedi yüz yıldan beri yeşile çalan mavi renkli koni kubbenin altında yatan Mevlana, nedense beni hep kendine çekti, hep davet etti. Zaten Doğu’nun gelmiş geçmiş en büyük mutasavvıfı, en coşkulu şairi Mevlana Celaleddin Rumi şu cümleleriyle tüm dünyayı yanına çağırmıyor muydu: "Gel, gel, kim olursan gel,/ Kafir de olsan, Yahudi veya putperest de olsan gel./ Dergahımız ümitsizliğin dergahı değildir./ Yüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel."
MEVLANA’NIN İLK SEMASI
Her ne kadar hanlar çirkin beton yapılara dönüşse de, turistlere kilim, hediyelik eşya satan dükkanlar eskinin hile karışmamış ticaretinin üstüne soru işareti düşürse de, Konya Çarşısı’nda dolaşmayı çok seviyordum. Orayı gezerken bugünden sıyrılıp, terzilerin İdris Peygamber’den, dericilerin Ahi Evran’dan, ekmekçilerin Ömeri Berberi’den, kuyumcuların Nasır Bin Abdullah’tan, sakaların Selman-ı Kufi’den icazet aldıkları Ahi düzenini düşlüyordum.
Çarşıda koşturan aceleci kalabalıkları görmezden gelip, Müslümanlarla Hıristiyanların, Yahudilerle Mecusilerin bir arada dostça yaşadığı Selçuklu başkenti Konya’yı özlüyordum. Kuyumcular Çarşısı’nda ise heyecanım doruklara tırmanıyordu. Çünkü ilk semanın bir kuyumcu dükkanının önünde başladığını biliyordum. Bazen bir kenara oturup, gözlerimi kapatıyordum. İşte o an Mevlana’yı sema yaparken görmeye başlıyordum. Nedim Gürsel "Yedi Dervişler" adlı kitabında benim düşlediğim "ilk sema" sahnesini şöyle anlatıyordu: "Şems’in acısı tazeydi daha, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen yara kapanmamıştı. Sağ elini cüppesinin yakasına götürdü, kirpiklerini kıstı. Bozkırda üşüyen bir Rum abdalına benziyordu böyle. Onun kadar yalnız, garip, terk edilmiş. Birden, içinden yükselen coşkuya teslim olmuş gibi sağ omzunun üstüne düştü başı. Ve oracıkta kuyumcu dükkanından gelen çekiç seslerinin uyumlu tıkırtısına kapılıp yavaştan dönmeye başladı. Döndükçe Şems’in acısı azaldı, ferahladı yüreği. Döndükçe çekiç sesleri çoğaldı, örsün üzerinde altın varaklar incelip dümdüz oldular. Ve onu böyle kendinden geçmiş dönerken gören dükkanın sahibi Selahaddin coşarak çıraklara daha hızlı çekiç sallamalarını buyurdu. Kendisi de dışarıya fırlayıp dönmeye başladı. Aşk kırgını Mevlana ile kuyumcu Selahaddin semada kucaklaştılar..."
SELÇUKLU ESERLERİ
Konya’daki Selçuklu eserlerini teker teker gezmeye niyetliyseniz, bir haftanızı ayırmanız gerekir. Bu eserleri gördüğünüzde, Konya’nın Anadolu Sultanlığı’nın başkenti olduğu zamanlarda, Selçukluların ne kadar güçlü ve mimarilerinin ne kadar güzel olduğuna tanıklık ederdiniz. ABD’li tarihçi Bernard Berenson, bu eserler karşısında hayranlığını şöyle ifade etmişti: "Selçuklu mimarisi ne büyük mucize! Zarafeti, tasarımdaki kendine özgülüğü, süslemesindeki ince mükemmelliği, Fransız Gotik mimarisinin en iyi örnekleri hariç bildiğim bütün mimari tarzlarından çok üstünde... Selçuklu sultanları Konya’da ikamet ederlermiş, şimdi de onların zevklerinin, güzelliğe duydukları sevginin ve ihtişamlarının rakipsiz bir anıtı Konya."
Son gittiğimde Konya bunaltıcı bir sıcağın etkisindeydi. Kentin ortasındaki Alaeddin Tepesi’ndeki parkın içinde, bir ağaç gölgesine sığınıp, bir yandan soluklandım bir yandan da tam karşımda duran İnce Minareli Medrese’yi seyrettim. 1255’te, Selçuklu’nun en büyük vezirlerinden Emir Sahip Ata’nın yaptırdığı medresenin minaresi, bir yıldırımın hışmına uğramış, yarısından fazlası yıkılmıştı. Sonra, 1251’de yapılan Büyük Karatay Medresesi’ne gittim. Bu yapı Türkiye’deki Selçuklu taş işçiliğinin en güzel örneklerinden biriydi. Selçuklu tarihinin en seçkin adamlarından Celaleddin Karatay, en zor sorunları bu medresenin çatısı altında bilgelikle halletmişti. Konya’ya son gezimin amacı, bu kentin zengin mutfağının peşinde koşturmaktı. Onun için bu yarım yamalak gezimin ardında, yine birçok görülecek yeri bırakıp döndüm.
Konya’nın ağız tadı
Konya mutfağının geçmişinin 8 bin yıl öncesine kadar uzandığı öne sürülür. Buna kanıt olarak da, Çatalhöyük kazılarında bulunan yemek kaplarındaki mercimek ve bulgur kalıntıları gösterilir. Günümüzde pişen tandır çorbası, mercimekli bulgur pilavı ve mercimek yemeğinin köklerinin Çatalhöyük’e dayandığı söylenir. Konya mutfağının şekillenmesinde Mevlevi mutfağı çok önemli bir rol oynamıştır. Konya mutfağı Selçuklu, Osmanlı ve Anadolu mutfaklarından da birçok örneği barındırmaktadır.
Konya’ya gittiğinizde neyi nerede yiyeceğinizi şaşırabilirsiniz. Çünkü bu kentte büyüklü küçüklü tam 600 lokanta var. Mutlaka yenmesi gereken lezzetlerin başında etli ekmek gelir. 180 gram hamurdan yapılmış yufkanın üstüne 100 gram et ve 100 gram sebze karışımı konarak yapılan etli ekmek çekerek uzatılır. Etli ekmeğin uzunluğunun 90 cm. eninin ise 20 cm. olması gerekir. Ustalar, boy uzadıkça ekmeğin tadının kaçtığını öne sürer. Etli ekmekteki malzemeler kadar ustalar da önemlidir. Eğer Konya’da etli ekmek yemeye niyetlenirseniz size Nalçacı Caddesi’ndeki Cemo’yu öneririm. 20 yıldan beri etli ekmek hazırlayan bu mekan en iyilerden biridir.
Eğer Konya’nın geleneksel ev yemeklerini tatmak isterseniz, Akçeşme Mahallesi’ndeki Köşk Restoran’a uğramanız gerekir. 1860’ta inşa edilmiş eski bir köşkte müşterilerini ağırlayan restoranda, Konya’nın geleneksel yemeklerinden yoğurt çorbası, bütümeti, sac böreği, yaprak sarması, su böreği, ekmek salması, mantının yanı sıra, sacarası, höşmerim, irmik helvası gibi tatlıları da bulabilirsiniz. Köşk’e yolunuz düşerse, ekşili bamya çorbası içmenizi öneririm. Konya’nın en köklü lezzetlerinin başında ise fırın kebabı gelir. Bu kebabın en lezzetlisi, Maliye Sarayı civarındaki Hacı Şükrü’nün fırınında pişer. 1907’den beri fırın kebabı pişiren bu lokantada, muhteşem bir lezzetle tanışacağınızdan emin olabilirsiniz. Kebabın yanında ise kuru soğan yemeyi ve buz gibi ayran içmeyi ihmal etmeyin.
Konya’ya gitmişken, Kadınlar Pazarı’nı görmeden dönmek olmaz. Geçmişi Selçuklular’a dayanan Aziziye Camii’nin yakınlarındaki pazarda, eskiden bağ bahçe sahibi hanımlar kendi ürettikleri sebze ve meyveleri satardı. Adı bundan dolayı Kadınlar Pazarı olmuştur. Şimdi satıcılar kadın olmasa da, avlunun ortasındaki bölümde yine taze sebze ve meyve satılmaktadır. Avlunun kenarlarına sıralanmış dükkanlarda ise Anadolu’nun dört bir yanında üretilen peynirleri bulmak mümkündür. Konya’nın ünlü küflü peynirinin en lezzetlisini burada bulabilirsiniz. Nasıl yenmesi gerektiğini satıcı size anlatacaktır.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2007
Zamanı görünür kılma arzusunun kanatlandığı Caypur... Aşkın yeryüzündeki en büyük simgesi Tac Mahal’in yükseldiği Agra... Ruhların bedenlere veda ettiği Varanasi ve yedi kez dirilen Delhi... Atlas Dergisi’nin son sayısında Feray Coşkun, Hindistan’ın zaman denizindeki yolculuğunun görkemli duraklarını anlatıyor...
Derin bir uykudaydı Delhi. Soluk ışıklarıyla uzaktaki bir yıldız kümesine benziyordu. Sanki kente bir büyü yapılmış da insanlar günlük işlerine koşuştururlarken derin bir uykuya dalmış gibiydiler. Akla gelebilecek her yerde; yol kenarlarında, altgeçitlerde, dükkanların önünde, kaldırımlarda, her yerde, yırtık pırtık giysiler içinde, belli belirsiz ince battaniyeler altında insanlar uyuyordu.
Hindistan gezisinin ilk ve son durağı olacaktı Delhi. O yüzden Caypur’a gidilecekti. Caypur’da dünyanın en büyük gözlemevini görmek mümkün olacaktı. Cantar Mantar adlı bu gözlemevi, antikite ve İslam astronomisiyle yakından ilgilenen II. Raj Jai Singh tarafından 1726-1734 arasında yaptırıldı.
Raj, bu tip gözlemevlerinden beş tane yaptırmıştı. Buradaki ise en büyüğüydü. Gözlemevinde, zamanı ölçmek, yıldız yörüngelerini gözlemlemek, güneş tutulmasını tahmin etmek ve gezegenlerin yörüngelerini saptamak için 14 büyük ölçüm aleti bulunuyordu. Dünyadaki en büyük güneş saati (27.4 metre yüksekliğinde) Samrat Yantra gerçek yerel saati iki saniye farkla veriyordu.
Mahabharata destanında, Cennet olarak tasvir edilen Agra kenti ikinci duraktı. Bir zamanların Babür İmparatorluğu’na başkentlik yapmış kentte görülmeye değer en önemli şey, ünlü şair Tagor’un, "dünyanın gözyaşı" dediği Tac Mahal’di. Şah Cihan’ın ölen eşi Mümtaz Mahal’in anısına yaptırdığı Tac Mahal, aşkın yeryüzündeki en büyük simgesiydi. Oğlu Evrengzib tarafından Agra Kalesi’ne kapatılan ve ömrünün son günlerini bu kalede geçiren Şah’ın, kaledeki odasından ayna yansıtarak eşinin mezarını izlediği söyleniyordu. Tac Mahal büyülü bir yapıttı.
GANJ VE ÖLÜM
Agra’dan gece yarısı treni yolcularını, dünyanın en eski şehirlerinden birine bırakıyordu. Varanasi (Benares), ölüme yaklaştığını hisseden ruhların bedenlerine veda etmek için akın ettiği bir şehirdi. Çünkü, ruhlarını yeniden doğuş çemberinden kurtaracak Ganj Nehri, bu şehrin ortasından akıyordu. Kutsal metinlerden birine göre, Ganj bağışlanmanın kaynağıydı ve bu nehir kıyısında son nefesini verenler sonsuza kadar, yok edici Tanrı Şiva’nın yanında yaşayacaklar ve asla ölmeyeceklerdi.
Güneş doğmak üzereydi. Kutsal ırmağın sularında insanlar yüzüyor ve yıkanıyorlardı. Biraz ötede ölmüş bedenler yakılıyordu. Nehir kıyısında, sarayı andıran bakımsızlıktan perişan binalar, ilahilerin yankılandığı tapınaklar, kıyıya inen hacılar, dişlerini fırçalayanlar, dua edenler, tıraş olanlar, süt sağanlar, çamaşır yıkayanlar... Dünya üzerindeki hangi mekan hem bu kadar dinle alakalı hem de bu kadar dünyevi olabilirdi?
Ganj’ın yukarısında uzanan toprakları işaret ediyordu ölü yakıcılarının şefi. Ölüleri yakan odunların, kimsenin onlara dokunmadığı ve yiyecekle hiçbir temasın olmadığı uzaktaki ormanlardan büyük sallarla geldiğini söylüyor ve "çok para" diye fısıldıyordu. "Varanasi’de ölü yakmak çok paraydı." Çünkü sonsuz ateşten alınacak kıvılcım ve ölünün bedenini yakacak ortalama 380 kilo odun ve bedeni saracak parlak kağıtlar çok pahalıydı. Bunların bulunmadığı durumda ruhun kanatlarının yeterince yükseğe uçamayacağını söylüyordu şef.
Ve Delhi, Hindistan’ın kalbi... Alev üfüren rüzgar, elini eteğini çekmiş, muson yüzünü göstermeye başlamıştı. Çok geçmeden yoğun damlalarını Delhi’nin üzerine boca ediverdi. Yağmur dindiğinde Delhi keşfedilmeye hazırdı artık.
YEDİ KEZ DİRİLEN KENTDelhi, yüzyıllar boyunca birçok devletin başkenti olmuştu. Önce istila edilmişti, sonra görkemle diğer şehirlerin arasından yükselmiş, sonra yeniden istilaya uğramış, yıkılmış ve tam yedi kez farklı isimler altında kurulmuştu.
İlk adı İndraprastha idi. Sırasıyla, Siri, Tuğlukabad, Cihanpenah, Firozabad, Purana adıyla tarih sahnesine çıkmıştı. Bugün Eski Delhi diye bilinen yedinci kent, Şah Cihan’ın eseriydi. Kenti 1803’te işgal eden İngilizler, 1911’de başkentlerini Kalküta’dan buraya taşıma kararı almışlar ve 1933’e kadar da imparatorluklarının görkemini yansıtmak üzere Yeni Delhi’yi inşa etmişlerdi. Delhi, bağımsız Hindistan fikrinin doğuşundan beri İngilizlere karşı direnişin merkezi, sonrasında da kurulan bağımsız Hindistan’ın başkenti oldu.
Her büyük ve kadim kent gibi Delhi de, içinde bir sürü karşıtlığı barındırıyordu. İş merkezleri, gökdelenler ve fabrikaların yanında, naylon evler, sokak pazarları, camiler ve tapınaklar yer alıyordu. Yeni Delhi, koloni döneminden kalma gösterişli binalarla ve geniş yollarla çevriliydi. Eski Delhi ise Lál Kalesi, Cuma Camii, sokaklarının kalabalıklığı, rikşaları ve yerel pazarlarıyla Yeni Delhi’den çok daha canlı ve gerçekti.
KUTSAL MEKANLAR
İlk durak Cuma Camii, diğer adıyla Cuma Mescidi ya da Mescid-i Cihannüma oldu. Şah Cihan’ın emri üzerine 1644-1656 yılları arasında inşa edilmişti. Cami, 25 bin kişinin aynı anda namaz kılabileceği bir avluya sahipti. Bu yüzden de Hindistan’ın en büyük camisiydi.
Cuma Camii’nin beş yüz metre kuzeybatısında yer alan Lál Kale, adını yapımında kullanılan kırmızı kum taşından almıştı. Babür İmparatorluğu’nun yönetim merkezi Lál Kale, önemli olaylara tanıklık etmişti. 19. yüzyılda ülkeyi işgal eden İngilizler, son Babür İmparatoru Bahadur Şah’ı tahtından burada indirmişlerdi. Aynı şekilde, Hindistan’ın ilk başbakanı Jawaharlal Nehru, Hint halkına İngiliz yönetiminin sona erdiğini yine burada ilan etmişti.
Lál Kale’nin hemen karşısında, Digambara Cayna Tapınağı yükseliyordu. Buda’nın çağdaşı Mahavira isimli bir ermiş tarafından, İÖ 500 yıllarında ortaya çıkan Caynacılık (Jainism), Hinduizmin temelindeki Tanrı fikrinin yerine, "herkeste yaşayan arınmış ruhu, daimi bilgiyi, farkındalığı ve aydınlanmayı" koyuyordu. Son durak ise Bahai tapınağıydı. Bahailik, 19. yüzyılda, tüm dinlerin aynı öze sahip olduğunu ve kendisinin tüm dinlerce beklenen peygamber olduğunu ilan eden İranlı Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) tarafından kurulmuştu. Her ülkede inananı bulunan Bahailiğin, Asya’daki tapınağı ise Delhi’deydi. Tapınak, Hinduizm’de çok önemli bir yere sahip olan nilüfer çiçeği şeklinde inşa edilmişti. Bu yüzden de adı Nilüfer Tapınağı’ydı (Lotus Temple). Hindistan’dan ayrılma vakti gelip çattığında, yeryüzüne inen sönük bir yıldız gibi uykuya dalıyordu Delhi.
GİR CENNETİME
Son yıllarda ortaya atılan, Tac Mahal’in gizli bir sembolizm üzerine inşa edildiği düşüncesi ise ilginçti. Tac Mahal’in ana girişinde göze çarpan kaligrafik yazı, Kuran’daki Fecr suresinin son ayeti: "Gir cennetime"ydi. Ayetin buraya yazılması, Tac Mahal’in bir cennet tasviri olarak yapıldığına işaret ediyordu. Eserin kompleksindeki dört nehir ise içinden süt, şarap, su ve bal akan dört cennet ırmağını sembolize ediyordu. Tac Mahal, türbe mimarisi geleneğindeki gibi, etrafındaki dört bahçenin ortasına değil de, dikdörtgenin sonuna inşa edilmişti.
ATLAS DERGİSİ’NDE BU AY
Kas Gücüyle Devriálem: Önünde büyük bir hedef var: Altı kıtanın en yüksek zirvelerini kas gücüne dayanan etaplarla birbirine bağlamak! Erden Eruç yıllar sürecek "Altı Zirve" projesini gerçekleştirmek için okyanusları kürekle doğudan batıya geçecek, karada bisikletle ilerleyecek ve kıtaların zirvelerine tırmanacak.
Egeli Olmak: Ege, deniz kenarındaki güneş bahçesidir. Burada zamanı koluna takıp gezer Egeli. Sınırları zorlamaz. Kimse kimseye ayak uydurmaya çalışmaz. Kimse kimseyle yarışmaz. Yaşamın sesi tam kararında yankılanır. Tarihe sükûnet ve olgunlukla tanıklık eder, gerektiğinde aydınlık bir gülüşle efelenir güneşli yüzler.
Tatarlı Persleri: Afyon’da karanlık mezar odasında 2 bin 500 yıl solmadan kaldı mavi, kırmızı ve sarıda hayat bulmuş resimler. Ama 1969’da tahrip edildi Tatarlı Tümülüsü ve resimlerle süslü ahşap duvarları yurtdışına kaçırıldı. Şimdi yaratıldıkları topraklara geri dönecekler.
Yazının Devamını Oku