Ruhların bedenlere veda ettiği Varanasi ve yedi kez dirilen Delhi... Atlas Dergisi’nin son sayısında Feray Coşkun, Hindistan’ın zaman denizindeki yolculuğunun görkemli duraklarını anlatıyor...
Derin bir uykudaydı Delhi. Soluk ışıklarıyla uzaktaki bir yıldız kümesine benziyordu. Sanki kente bir büyü yapılmış da insanlar günlük işlerine koşuştururlarken derin bir uykuya dalmış gibiydiler. Akla gelebilecek her yerde; yol kenarlarında, altgeçitlerde, dükkanların önünde, kaldırımlarda, her yerde, yırtık pırtık giysiler içinde, belli belirsiz ince battaniyeler altında insanlar uyuyordu.
Hindistan gezisinin ilk ve son durağı olacaktı Delhi. O yüzden Caypur’a gidilecekti. Caypur’da dünyanın en büyük gözlemevini görmek mümkün olacaktı. Cantar Mantar adlı bu gözlemevi, antikite ve İslam astronomisiyle yakından ilgilenen II. Raj Jai Singh tarafından 1726-1734 arasında yaptırıldı.
Raj, bu tip gözlemevlerinden beş tane yaptırmıştı. Buradaki ise en büyüğüydü. Gözlemevinde, zamanı ölçmek, yıldız yörüngelerini gözlemlemek, güneş tutulmasını tahmin etmek ve gezegenlerin yörüngelerini saptamak için 14 büyük ölçüm aleti bulunuyordu. Dünyadaki en büyük güneş saati (27.4 metre yüksekliğinde) Samrat Yantra gerçek yerel saati iki saniye farkla veriyordu.
Mahabharata destanında, Cennet olarak tasvir edilen Agra kenti ikinci duraktı. Bir zamanların Babür İmparatorluğu’na başkentlik yapmış kentte görülmeye değer en önemli şey, ünlü şair Tagor’un, "dünyanın gözyaşı" dediği Tac Mahal’di. Şah Cihan’ın ölen eşi Mümtaz Mahal’in anısına yaptırdığı Tac Mahal, aşkın yeryüzündeki en büyük simgesiydi. Oğlu Evrengzib tarafından Agra Kalesi’ne kapatılan ve ömrünün son günlerini bu kalede geçiren Şah’ın, kaledeki odasından ayna yansıtarak eşinin mezarını izlediği söyleniyordu. Tac Mahal büyülü bir yapıttı.
GANJ VE ÖLÜM
Agra’dan gece yarısı treni yolcularını, dünyanın en eski şehirlerinden birine bırakıyordu. Varanasi (Benares), ölüme yaklaştığını hisseden ruhların bedenlerine veda etmek için akın ettiği bir şehirdi. Çünkü, ruhlarını yeniden doğuş çemberinden kurtaracak Ganj Nehri, bu şehrin ortasından akıyordu. Kutsal metinlerden birine göre, Ganj bağışlanmanın kaynağıydı ve bu nehir kıyısında son nefesini verenler sonsuza kadar, yok edici Tanrı Şiva’nın yanında yaşayacaklar ve asla ölmeyeceklerdi.
Güneş doğmak üzereydi. Kutsal ırmağın sularında insanlar yüzüyor ve yıkanıyorlardı. Biraz ötede ölmüş bedenler yakılıyordu. Nehir kıyısında, sarayı andıran bakımsızlıktan perişan binalar, ilahilerin yankılandığı tapınaklar, kıyıya inen hacılar, dişlerini fırçalayanlar, dua edenler, tıraş olanlar, süt sağanlar, çamaşır yıkayanlar... Dünya üzerindeki hangi mekan hem bu kadar dinle alakalı hem de bu kadar dünyevi olabilirdi?
Ganj’ın yukarısında uzanan toprakları işaret ediyordu ölü yakıcılarının şefi. Ölüleri yakan odunların, kimsenin onlara dokunmadığı ve yiyecekle hiçbir temasın olmadığı uzaktaki ormanlardan büyük sallarla geldiğini söylüyor ve "çok para" diye fısıldıyordu. "Varanasi’de ölü yakmak çok paraydı." Çünkü sonsuz ateşten alınacak kıvılcım ve ölünün bedenini yakacak ortalama 380 kilo odun ve bedeni saracak parlak kağıtlar çok pahalıydı. Bunların bulunmadığı durumda ruhun kanatlarının yeterince yükseğe uçamayacağını söylüyordu şef.
Ve Delhi, Hindistan’ın kalbi... Alev üfüren rüzgar, elini eteğini çekmiş, muson yüzünü göstermeye başlamıştı. Çok geçmeden yoğun damlalarını Delhi’nin üzerine boca ediverdi. Yağmur dindiğinde Delhi keşfedilmeye hazırdı artık.
YEDİ KEZ DİRİLEN KENTDelhi, yüzyıllar boyunca birçok devletin başkenti olmuştu. Önce istila edilmişti, sonra görkemle diğer şehirlerin arasından yükselmiş, sonra yeniden istilaya uğramış, yıkılmış ve tam yedi kez farklı isimler altında kurulmuştu.
İlk adı İndraprastha idi. Sırasıyla, Siri, Tuğlukabad, Cihanpenah, Firozabad, Purana adıyla tarih sahnesine çıkmıştı. Bugün Eski Delhi diye bilinen yedinci kent, Şah Cihan’ın eseriydi. Kenti 1803’te işgal eden İngilizler, 1911’de başkentlerini Kalküta’dan buraya taşıma kararı almışlar ve 1933’e kadar da imparatorluklarının görkemini yansıtmak üzere Yeni Delhi’yi inşa etmişlerdi. Delhi, bağımsız Hindistan fikrinin doğuşundan beri İngilizlere karşı direnişin merkezi, sonrasında da kurulan bağımsız Hindistan’ın başkenti oldu.
Her büyük ve kadim kent gibi Delhi de, içinde bir sürü karşıtlığı barındırıyordu. İş merkezleri, gökdelenler ve fabrikaların yanında, naylon evler, sokak pazarları, camiler ve tapınaklar yer alıyordu. Yeni Delhi, koloni döneminden kalma gösterişli binalarla ve geniş yollarla çevriliydi. Eski Delhi ise Lál Kalesi, Cuma Camii, sokaklarının kalabalıklığı, rikşaları ve yerel pazarlarıyla Yeni Delhi’den çok daha canlı ve gerçekti.
KUTSAL MEKANLAR
İlk durak Cuma Camii, diğer adıyla Cuma Mescidi ya da Mescid-i Cihannüma oldu. Şah Cihan’ın emri üzerine 1644-1656 yılları arasında inşa edilmişti. Cami, 25 bin kişinin aynı anda namaz kılabileceği bir avluya sahipti. Bu yüzden de Hindistan’ın en büyük camisiydi.
Cuma Camii’nin beş yüz metre kuzeybatısında yer alan Lál Kale, adını yapımında kullanılan kırmızı kum taşından almıştı. Babür İmparatorluğu’nun yönetim merkezi Lál Kale, önemli olaylara tanıklık etmişti. 19. yüzyılda ülkeyi işgal eden İngilizler, son Babür İmparatoru Bahadur Şah’ı tahtından burada indirmişlerdi. Aynı şekilde, Hindistan’ın ilk başbakanı Jawaharlal Nehru, Hint halkına İngiliz yönetiminin sona erdiğini yine burada ilan etmişti.
Lál Kale’nin hemen karşısında, Digambara Cayna Tapınağı yükseliyordu. Buda’nın çağdaşı Mahavira isimli bir ermiş tarafından, İÖ 500 yıllarında ortaya çıkan Caynacılık (Jainism), Hinduizmin temelindeki Tanrı fikrinin yerine, "herkeste yaşayan arınmış ruhu, daimi bilgiyi, farkındalığı ve aydınlanmayı" koyuyordu. Son durak ise Bahai tapınağıydı. Bahailik, 19. yüzyılda, tüm dinlerin aynı öze sahip olduğunu ve kendisinin tüm dinlerce beklenen peygamber olduğunu ilan eden İranlı Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) tarafından kurulmuştu. Her ülkede inananı bulunan Bahailiğin, Asya’daki tapınağı ise Delhi’deydi. Tapınak, Hinduizm’de çok önemli bir yere sahip olan nilüfer çiçeği şeklinde inşa edilmişti. Bu yüzden de adı Nilüfer Tapınağı’ydı (Lotus Temple). Hindistan’dan ayrılma vakti gelip çattığında, yeryüzüne inen sönük bir yıldız gibi uykuya dalıyordu Delhi.
GİR CENNETİME
Son yıllarda ortaya atılan, Tac Mahal’in gizli bir sembolizm üzerine inşa edildiği düşüncesi ise ilginçti. Tac Mahal’in ana girişinde göze çarpan kaligrafik yazı, Kuran’daki Fecr suresinin son ayeti: "Gir cennetime"ydi. Ayetin buraya yazılması, Tac Mahal’in bir cennet tasviri olarak yapıldığına işaret ediyordu. Eserin kompleksindeki dört nehir ise içinden süt, şarap, su ve bal akan dört cennet ırmağını sembolize ediyordu. Tac Mahal, türbe mimarisi geleneğindeki gibi, etrafındaki dört bahçenin ortasına değil de, dikdörtgenin sonuna inşa edilmişti.
ATLAS DERGİSİ’NDE BU AY
Kas Gücüyle Devriálem: Önünde büyük bir hedef var: Altı kıtanın en yüksek zirvelerini kas gücüne dayanan etaplarla birbirine bağlamak! Erden Eruç yıllar sürecek "Altı Zirve" projesini gerçekleştirmek için okyanusları kürekle doğudan batıya geçecek, karada bisikletle ilerleyecek ve kıtaların zirvelerine tırmanacak.
Egeli Olmak: Ege, deniz kenarındaki güneş bahçesidir. Burada zamanı koluna takıp gezer Egeli. Sınırları zorlamaz. Kimse kimseye ayak uydurmaya çalışmaz. Kimse kimseyle yarışmaz. Yaşamın sesi tam kararında yankılanır. Tarihe sükûnet ve olgunlukla tanıklık eder, gerektiğinde aydınlık bir gülüşle efelenir güneşli yüzler.
Tatarlı Persleri: Afyon’da karanlık mezar odasında 2 bin 500 yıl solmadan kaldı mavi, kırmızı ve sarıda hayat bulmuş resimler. Ama 1969’da tahrip edildi Tatarlı Tümülüsü ve resimlerle süslü ahşap duvarları yurtdışına kaçırıldı. Şimdi yaratıldıkları topraklara geri dönecekler.