Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın uzun zamandan beri sesi soluğu çıkmıyordu. Geçenlerde telefon etti. Yemek işine çok kaptırdığımdan şikayet ediyor, bana yeni bir gezi önerisinde bulunuyordu.
İtalya’nın Sardunya Adası’nda bir devre mülkü olduğunu, haziran başında hakkını kullanacağını, bu geziye benim de katılmamı istiyordu. Öneri öylesine cazipti ki, asla "hayır" diyemezdim. Hem Sardunya Adası yıllardan beri rüyalarımı süslüyordu, hep oraya gitme planları yapıyordum. Bir sabah kalktık ve gittik. Bu hafta size bu gezide tuttuğum günlükleri aktaracağım.
2 HAZİRAN- PALAU
THY’nin Roma uçağına bindiğimde gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Yerime oturdum, gazetelerin başlıklarını okuyup gözlerimi kapattım. Zeki’nin dürtüklemesi ile uyandığımda uçak inişe geçmişti bile. Demek iki saate yakın uyumuştum. Roma’dan bindiğimiz ikinci uçak, yarım saat sonra Sardunya Adası’nın Olbia kentine indi. Gökyüzünde siyaha yakın gri bulutlar cirit atıyordu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun bir an önce dinmesini diledim. Yıllardan beri gelmeyi düşlediğim adada, odaya tıkılıp kalmak istemiyordum.
Zeki’nin kiraladığı arabaya yerleşinceye kadar sırılsıklam olduk. Adanın kuzeyindeki Palau kentine giderken birbirimizle konuşmuyorduk. Cızırtı yapan radyoyu da kapattığımız için sadece cama vuran iri tanelerin sesini duyuyorduk. Yağmur ikimizin de canını sıkmıştı.
Haritada otoyol gibi görünen yol, makilerin, ağaçların arasından giden daracık, virajlı bir yoldu. Öndeki arabayı sollamak imkansız gibi bir şeydi. Onun için önümüzdeki turist otobüsünün arkasında yavaş yavaş gidiyorduk. Öğleden sonra Palau’ya vardık. Devre mülk, deniz kıyısında dubleks bir daireydi. Kura çektik, bana üst kattaki manzaralı oda çıktı. Balkonumdan yelkenliler, limana yanaşan feribotlar, lüks yatlar, turkuvaz deniz, rengarenk evler görünüyordu.
PALAU’DA AKŞAM
Bavulları boşalttıktan sonra limana doğru yürüdük. 18. yüzyılda kurulan ve uzun yıllar mütevazı bir balıkçı köyü olan Palau, şimdi şirin bir tatil kentine dönüşmüştü. Marinaya yüzlerce tekne bağlanmıştı. Teknelere bakılırsa, buraya demir atanlar oldukça varlıklı kimselerdi.
Limanda iskeleyi gören bir kahveye girip, espresso ısmarladık. İskeleye, karşıdaki adaya veya İtalya’ya sefer yapan feribotlar yanaşıyordu. Arada bir önümüzden bisiklet grupları geçiyordu. Bu bisikletlilere tatil boyunca sık sık rastlayacaktık. Limanın çevresi, tüm limanlarda olan görüntülerle bezenmişti; kahveler, barlar, lokantalar, hediyelik eşya satan dükkanlar.
Kıyıda akşamı ettik. Gökyüzünde oynaşan bulutlar, arada bir güneşin yüzünü göstermesine izin veriyor, ama çoğunlukla Palau’yu ıslatıyorlardı. Yemek için bir iki balık lokantasını denedik ama yer bulamadık. Rezervasyon gerekiyormuş. Pizza ile yetinmek zorunda kaldık. Lezzetli bir pizzaydı. Bana İtalya’da olduğumu hissettirdi. Son dilimlere doğru yorgunluk iyice bastırdı. Eve giderken gökyüzü iyiden iyiye bulutlarla kaplanmıştı.
3 HAZİRAN- SARDUNYA KIYILARI
Sabah 06.00’da uyandım. Dışarıdaki sağanağı görünce tekrar yattım. Yağmurun sesi ninni gibi geldi. İkinci uyanışımda saat 07.30’u gösteriyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı. Bulutlar kenti yıkayıp, Korsika’ya doğru gitmişlerdi. Giyinip aşağı indim. Zeki’den ses çıkmıyordu. Niyetim yürüyüş yapıp fotoğraf çekmekti. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Daracık sokakların iki yanında rengarenk evler sıralanmıştı. Kirli sarı, vişne çürüğü, lila, kızıl kahve, şeker pembesi... Evlerin pencerelerinden kırmızı sakız sardunyaları salkım saçak sarkmıştı. Mor çiçekli begonviller, duvarlarla sarmaş dolaş olmuştu.
Kahve ve kruvasandan oluşan bir kahvaltıdan sonra eve döndüm. Zeki uyanmış, plaj çantasını hazırlıyordu. Yaptığımız programa göre, Sardunya’nın kuzeyinde koy koy dolaşacak, beğendiğimiz plajlarda denize girecek, lezzetli bir öğle yemeği yiyecek ve akşam Palau’ya geri dönecektik.
Kıyı kıyı yolculuğa başladık. Bir yere yetişmek zorunda olmamak ne hoş bir duyguymuş meğerse. Acelesiz gidiyorduk. Tüm dünya adalarında olduğu gibi, biz de yaşamımızın temposunu yavaşlatmıştık. Adayı yeşile boyayan makilerin arasından geçiyorduk. Makiler burada sadece görüntüyü güzelleştirmiyor, yemekleri de tatlandırıyordu. Çünkü etler onlarla tütsüleniyor, nefis peynirlerin yapıldığı sütler onun ateşiyle kaynıyor, pizza fırınları onlarla ısınıyordu.
Her virajdan sonra karşımıza çıkan turkuvaz koylar nefesimizi kesiyordu. Akdeniz’in bütün koyları güzeldi ama bu koylarda bambaşka bir güzellik vardı. İlk molayı, 18. yüzyılda korsanların ve kaçakçıların sığınağı olan St. Teresa’da verdik. Burası da renkli evleri, daracık sokakları ile insanı baştan çıkartıyor, tatlı düşlere sürüklüyordu. Bir kahveye oturup, karşıdaki Korsika’yı seyrederek kendi düşümün içinde dolaştım.
KIRDAKİ ŞARKÜTERİ
Limana inip, Korsika feribotunun kalkış saatlerini öğrendikten sonra yolumuza devam ettik. Yolun kenarında uzanan tarlalarda beyaz inekler otluyor, danalar süt emebilmek için koşturup duruyorlardı. Bu körpe süt danaları ve süt domuzu, ada mutfağının balıktan sonra vazgeçilmez iki malzemesiydi. Sık sık peynir imalathanelerinin önünden geçiyorduk. Bir tanesinin önünde durduk. İçeri girdiğimde şaşırdım kaldım. Çeşit çeşit peynirler, iştah açan sosis, salam, pastırmalar, ev yapımı reçeller, biçim biçim ekmekler, zengin şarap kavı. Dağın tepesinde, İstanbul’un lüks semtlerinde bile bulunamayacak bir şarküteriydi burası. Sardunyalıları kıskandım. Köylüleri bile lezzete istedikleri an uzanabiliyorlardı.
Castelsardo’da önce kıyıda midyeli makarna yiyip, yarım sürahi soğuk roze şarap içtik. Yemek bizi canlandırdı. Zirvedeki kalenin dar sokaklarında dolaşıp, kahve molası verdik. Burası sepetleriyle ünlüymüş. Sepet örme işi yüzyıllar öncesine dayanıyormuş. Birden yağmur başladı. Arabaya bininceye kadar epey ıslandık. Yağmur giderek şiddetlendi. Kesileceğe benzemiyordu. Kıyı turunu bırakıp, Palau’ya döndük. Bir kahveye sığınıp, yağmurun dinmesini bekledik. Yağmuru bahane edip birkaç tane portakallı Campari yuvarladık.
Akşam yemeği düşlediğim gibi lezzetliydi. Önden kum midyesi, ardından ton balığından büyükçe bir dilim ızgara, ada üzümlerinden damıtılmış kırmızı şarap. Keyifli bir günü lezzetli bir yemekle noktalamıştık.
4 HAZİRAN MADDELENA ADASI
Erkenden feribota binip, karşıdaki Maddelena adasına geçtik. Kentin içinden kıvrıla kıvrıla zirveye çıktık. Rüya gibi bir manzara karşıladı bizi. Adanın ve Sardunya’nın mavinin tonlarıyla boyanmış koyları, denizin üstünde beyaz kelebekler gibi uçuşan yelkenliler, şekilden şekile girmiş kayalar... Akdeniz tüm güzelliklerini sergiliyor, "yaşamın gerçek tadı bende" diyordu sanki.
Bu büyüleyici manzarayı geride bırakıp, daracık bir köprüden Caprera Adası’na geçtik. Burada ünlü Garibaldi Müzesi’nden başka hiçbir bina yoktu. Zaten Sardunya’nın neredeyse tüm plajlarında herhangi bir tesis yoktu. Herkes iskemlesini, şezlongunu, şemsiyesini, yemeğini beraberinde getiriyordu. Biz buna hazırlıklı olmadığımız için Caprera’nın cennet koylarında ayağımızı suya sokmakla yetindik.
Tekrar Maddelena Adası’na dönüp aradığımız plajı bulduk. Şezlong, şemsiye, beyaz kumsal ve turkuvazdan laciverde uzanan muhteşem bir deniz... Yüzerken derimin maviye boyandığını sanıyordum. Akşama kadar tembelliğin tadını çıkarttım. Kitap bile okumadım, boş gözlerle gökyüzünde uçuşup duran bulut kümelerini izledim, onlara tutunup düş dünyasında gezinip durdum.
Feribot Palau’ya yanaşırken, güneş kırmızı bir top gibi sulara gömülüyordu. Akdeniz’in laciverdi, kırmızının tüm tonlarıyla sarmaş dolaş olmuştu. Cennet tarif edilirken bu manzaradan da söz edilebilirdi.
Akşam yemeğini evde balkonda yiyecektik. Şarküteriden biraz konserve sardalye, adanın meşhur pecorino peyniri, birkaç dilim jambon aldık. Ana yemekte ise kalamar mürekkebiyle renklendirilmiş sarmısak soslu spagetti pişirecektim. Tabii adanın ünlü üzümü Cannonau’dan yapılma kırmızı şarabı ihmal etmedim.