30 Eylül 2007
Geçen hafta rotamı Akdeniz’den Karadeniz’e çevirdim. Samsun’da hem geçmişin izini sürdüm, hem bugünün görüntüleri arasında dolaştım. Bu arada yemeklerin tadına bakmayı da ihmal etmedim. Yazımda kuzey kıyılarındaki gezintimi sizinle paylaşacağım. Bu sefer kuzeydeydim. Akdeniz’in turkuvaz şıkırtısından sonra Karadeniz’in koyu lacivert sularının üstünde oynaşan beyaz yanaklı dalgaları seyrettim. Açıklarda korkutan, öfkesini kıyıdaki kayalardan salya köpük çıkartan kuzucuklardı onlar. Ben Karadeniz’i seyrederken avlanma yasağı sona ermişti. Onun için tekneleri, nafaka peşinde süzülürken izledim. Ağlarını yusyuvarlak çevirmiş, ha patladı ha patlayacak fırtınanın griliğinde bekleşiyorlardı. Çığlık çığlığa pike yapan martılara bakılırsa ağlarda kısmet boldu. Karadeniz ile balıkçı teknelerinin birbirlerine ne kadar da yakıştıklarını düşündüm. Tıpkı balıkçı kayıklarının Boğaz’a yakıştığı gibi.
Kayıkları görünce aklıma nasıl lüfer, sarıkanat, çingene palamudu, istavrit, kıraça üşüşüyorsa, Karadeniz’in dev tekneleri de nedense hep hamsiyi çağrıştırıyordu. Halbuki o ağların, Boğaz’a doğru göç hazırlığı yapan çingene palamutlarını, lüferleri, uskumruları çevirdiğini çok iyi biliyordum. Ama yine de beynimdeki fotoğrafta ağlar dolusu hamsi görüntüsü vardı hep.
Haksız da değildim. Karadeniz deyince herkesin aklına hamsi düşmez miydi? Koca denizin küçük kutsal balığıydı o!..
BİR KENTİN GEÇMİŞİ
Samsun’a gidiyordum. Karadeniz’in tam ortasındaki kente. Yıllar önce yine yolum düşmüştü buralara. Neden gelmiştim, nereleri görmüştüm, ne yiyip içmiştim? Hiçbirinin yanıtını net olarak hatırlamıyordum. Bölük pörçük görüntüler gelip gidiyordu aklıma. Tek net görüntü, sahildeki Bandırma Vapuru’ydu.
Zaten bir kentten geriye insanın aklında ne kalırdı ki? Bir köprü, birkaç tarihi eser, han hamam, çirkin evler, gökdelenler, dar sokaklar, kalabalıklar, lokantalar, belki de birkaç kap lezzetli yemek!.. Bir kentin sadece bugününde gezinip durmak çok keyiflendirmiyordu beni.
İşte Samsun... Kentin kılcallarına dalmadan önce, her yerin kuşbakışı göründüğü Toptepe’den etrafı seyrettim. Aşağıda sanayi mahallesinin derme çatma çatıları görünüyordu. Sonra da evler. Apartmanlar tepelere tırmanmaya başlamıştı. Sahil kıvrım kıvrım Karadeniz’le kol kola gidiyordu.
Limanda bandırasını göremediğim koca bir gemi vardı. Tepeden indim, kentin yüreğinde dolaşmaya başladım. İlk anımsadığım tarihi belediye binası oldu. Atatürk’ün Samsun’la ilgili izlenimlerini o binanın duvarında okumuştum çünkü: "Ben Samsun’u ve Samsun halkını gördüğüm zaman memlekete ve millete ait bütün tasavvurlarımın, kararlarımın yerine getirilebilir olduğuna bir defa daha kuvvetle inanmıştım. Samsunluların hal ve durumlarında gördüğüm, gözlerinden okuduğum vatan severlik, fedakarlık, ümit ve tasavvurlarımı müspet bir inanca götürmeye yeterli olmuştu."
SAMSUN AMİSOS’KEN
Ben kentlerin bugünkü görüntülerini anlatmakta hep beceriksiz oldum nedense. Kalabalıklar bildiğim kalabalıklardı. Herhangi bir mimari kaygı duyulmadan yapılmış binaları sadece eleştirebilirdim. Belki biraz arka sokaklar için birkaç cümle kurabilirdim. O cümlelerde de ağırlık, geçmişe övgü, geçmişin nasıl kaybolduğu olurdu. Bence bir kenti anlatmaya geçmişinden başlanmalıydı. Belki de taa doğuşundan. Bu uzun yolculuk insanın kenti tanımasına, sevmesine, saygı duymasına yardımcı oluyordu.
Örneğin Samsun. Gezintiye adının Amisos olduğu günlerden başlasaydık neler görürdük acaba? Önce iki muhteşem ırmağın, Kızılırmak ile Yeşilırmak nehirlerinin deltasındaki bereketli topraklar üstünde köy iricesi bir yerleşim gözümüze çarpardı. O dönemde Kızılırmak’ın adı Halys Nehri idi ve Paflagonya ile Pontus arasındaki sınırı oluşturuyordu. Yeşilırmak ise İris diye anılıyordu. Bu yeşillikler arasındaki kenti İ.Ö 564’te Miletos ve Foça’dan gelen İyonyalıların kurduğu rivayet ediliyordu.
Burası antik dönemde refahın doruğunda yaşıyordu ve her yer tapınaklar ve görkemli yapılarla bezenmişti. İ.Ö 71’de buralarda olsaydık, Amisos’un üstündeki koyu dumanları görür, kılıç sesleri ve çığlıkları duyup dehşete düşerdik mutlaka. Çünkü Roma ordusu o sırada tüm kenti yakıp yıkıyor, taş taş üstünde bırakmıyordu. İmparator Lucullus, bir antik Yunan kentini yıkmış olmanın pişmanlığını duyduğunda iş işten çoktan geçmişti. Vicdan azabını dindirmek için kenti yeniden inşa ettirdi, evsizlere ev verdi ama Amisos artık eski görüntüsüne kavuşamadı.
REFAH TRENLE GELDİ
1194 yılına gelindiğinde kentin sokaklarında dolaşsaydık Selçukluların nal seslerini duyardık. Sonra Trabzon Komnenos hanedanı, İlhanlı Moğolları, İsfenderiyaroğullarını, 1425’te de Osmanlı yeniçerilerinin sökün ettiğini görürdük. Kente son darbenin işte bu sırada vurulduğuna şahit olup kahrolurduk.
Çünkü Osmanlı’dan korkan Cenevizlilerin kendilerine ait yerleri ateşe verip denize açıldıklarını seyretmek bizi dehşete düşürürdü. Kentin harabeye dönüşmesi ve Osmanlı döneminin büyük bir bölümünde köhne bir görünüm sergilemesi canımızı sıkardı. Fazla uzaklara değil 1860 yılında buraya gelseydik, kıyıda, biri Türklerin diğeri de Rumların yaşadığı iki köyden oluşan, toplam nüfusu 5 bin civarında küçük bir yerleşim görürdük. İşte burası Samsun’du. Kentin kaderini İstanbul-Bağdat demiryoluna bağlanan tren yolu değiştirmişti. Tütün ihracatı başlamış, nüfus artmış, 1910’da burayı kendine yurt edinenlerin sayısı 40 bini bulmuştu.
Atatürk, 19 Mayıs 1919’da gelip, Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye başladığında Samsun’da olsaydık, kentin öneminin iyice artığına şahit olurduk. Eğer bu uzun yolculuğu yapmadan kentin sokaklarını gezersek, karşımıza çıkan Samsun’un pek bir şey ifade etmediğini görürüz. Ama geçmişin içinden geçip gelirsek, başka türlü bakıp, başka şeyler görürüz. İşte gerçek Samsun o zaman karşımıza çıkıverir. Sevdiğimiz, saydığımız bir Samsun.
DENİZLE KUCAKLAŞMA
İkinci Samsun gezimde beni en çok sahil etkiledi. İlk gelişimde kent, çirkin binalarla kaplı liman ve demiryolu yüzünden denize hasret kalmıştı. Şimdi Samsunlular Karadeniz’le yeniden buluşup, hasret gideriyorlardı. Sahilde, kilometrelerce uzanan gezinti yolu, spor alanları, parklar, çay bahçeleri, balıklara olta sallayanlar, bisiklete binenler, yürüyenler, koşanlar, gençler, yaşlılar yani tüm Samsunlular, kentin yeni görüntüsünün keyfini çıkarıyordu.
Bugünkü Samsun’u gezerken sizi etkileyen yine geçmişten kalan miraslar olacaktır. Örneğin Reji Caddesi, Fransızların yaptığı Reji Sigara Fabrikası, 1890 yıllarda tütün tüccarlarını ağırlayan Polihron Oteli’nin Kültür Müdürlüğü’ne dönüştürülen muhteşem binası, Gazi Müzesi olan Mantika Palas Oteli, Tekel Başmüdürlük Binası, Samsun’un bir zamanlar ne kadar etkileyici bir kent olduğunun kanıtlarından bazılarıydı.
Sabahları Türkçe, öğleden sonra ise Fransızca öğretim yapan İstiklal Numune Mektebi de kentin tarihinde önemli bir bölüm oluşturuyordu. Atatürk, 22 Eylül 1924’te bu okulda onuruna düzenlenen çay partisine katılmış ve belleklere kazınan şu sözleri söylemişti: "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki rehber ilimdir, fendir. İlim ve fenin dışında rehber aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır."
Bugünün Samsun’u, duvarlarında en çok Atatürk fotoğrafı bulunan, modern, temiz, sıcakkanlı, kendini sevdiren güzel bir Karadeniz kenti. Oradan başlayan sahil yolu, soluna Karadeniz’i alıp Gürcistan sınırına kadar gidiyor. Böylesine güzel bir yolculuğa niyetlenirseniz, Samsun’a bir iki gününüzü ayırmayı ihmal etmeyin.
Samsun’un lezzet durakları
Samsun’a yolunuz düşerse önereceğim restoranlarda lezzetli yemek yiyebilirsiniz. Bunlardan biri, Belediye Meydanı’ndaki OSKAR Restoran (362-4312040). Restoranın bulunduğu yerde eskiden
altında kahve olan bir otel bulunuyormuş. Samsun’a alışverişe gelenler bu kahvede buluşur, geceyi de bu otelde geçirirmiş. Restoran yarım asırdan beri gerek Samsunlulara gerekse Samsun’u ziyaret edenlere çok lezzetli yemekler sunuyor. Mönüsü Türk mutfağı ağırlıklı. Karadeniz yöresine ait tüm tencere yemeklerini bulmak mümkün. Ankara Tava’yı yemenizi öneririm. Damakta unutulmaz tatlar bırakıyor.
Samsun’a gitmişken balık yiyeyim diyorsanız, Balık Hali Müdürlüğü’nün hemen yanındaki FEVZİ’NİN YERİ’ne (362-4451575) gitmeniz gerekir. Baştan aşağı kurutulmuş balıklarla süslenmiş restoranda en taze balıkları bulacağınızdan emin olabilirsiniz. Meze çeşidi pek fazla değil. Fevzi Güler, mezelerin müşterileri çabuk doyurduğunu, balık yemeğe yer kalmadığını onun için çeşidi az tuttuklarını belirtiyor. İnce mısır ekmeğiyle ev yapımı turşular çok lezzetli. Mevsiminde giderseniz tam 14 saatte pişen kabak tatlısını öneririm.
Samsun yöresinin ünlü pidelerini tatmak isterseniz, Bafra karayolundaki GÜLHAN TESİSLERİ (362-4576464) tam aradığınız adres. Açık ve kapalı pideler gerçekten de damak çatlatan cinsten. Gülhan’ın mönüsü sadece pideyle kısıtlı değil. Tandır, yoğurtlu biftek, yoğurtlu et şiş, sebze yemekleri, çoban kavurma gibi çeşitleri de tadabilirsiniz. Pazar günü yolunuz düşerse rezervasyon yaptırmayı ihmal etmeyin. Çünkü o gün tüm Samsun pide yemeden duramıyor. Yer bulmak zor oluyor.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2007
Geçen hafta, yabancı gazetecilerle Datça Yarımadası’ndaki gezimizin ilk bölümünü anlatmıştım. Konuklarımızı Kumlubük, Akvaryum, Kadırga, Gerbekse koylarında lacivert sularla tanıştırmış, Asarcık Tepesi’nde, Helenistik dönemden kalma Amos harabelerine tırmanmış, teknede birbirinden lezzetli yemeklerle ziyafet çekmiştik. Bu hafta ülkemizi tanıtma görevinin (!) devamını anlatacağım.
Kumlubük’e kuşbakışı bakan Dionysos tesislerinden (www.dionysoshotel.net) yola çıktığımızda, güneş henüz kızgın oklarını fırlatmaya başlamamıştı. Muhteşem gökyüzü, mehtap, yakamozlar, dağların silueti derken coşkuya gelip geceyi uzatmıştık. Bu yüzden de konuk gazeteciler erken kalkmakta zorlanmıştı. Tabii ben de... Tesisin sahibi Ahmet Şenol ise kuşlar gibi şakıyor, sahile, tekneye giderken günün programını anlatıyordu.
Kumanyayı yerleştirdikten sonra demir alıp yola koyulduk. Etrafta çıt çıkmıyordu. Sessizliği sadece denizin fışır fışır yırtılmasının sesiyle rüzgarın halatlara sarılırken çaldığı ıslık bozuyordu. Şamatacı tur tekneleri, hız motorları henüz güne başlamamıştı. Koylara kıçtan kara yapmış "mavi yolculuk" teknelerinde de yaşam belirtisi yoktu henüz. Onlar da feneri geç söndürmüştü anlaşılan.
Önce Bozuk Bükü’ne girdik. Burası antik Loryma’nın bulunduğu yerdi. O dönemde stratejik bir limandı. Çünkü, Ege Denizi’nde Rodos ile Anadolu sahilleri arasında sefer yapan gemilere korunaklı bir kucak açıyordu. Ayrıca Atina donanması burada toplanıp sefere çıkıyordu. Loryma adına, İ.Ö 5. yüzyılda Atina-Sparta savaşını anlatan Tukydides’in yapıtında rastlandığına göre, burası oldukça eski bir yerleşim yeriydi. Bütün bunları kale yıkıntısının bulunduğu tepeye tırmanırken anlatıyordum ama, kimsenin beni dinlediğini zannetmiyordum. Çünkü sıcak bastırmış, yürümek zorlaşmıştı. Herkesin aklının fikrinin, biraz önce demirlediğimiz koydaki kristal sularda olduğunu tahmin edebiliyordum.
Akropol Tepesi’ndeki kaleyi gezip, koya döndük. Ahmet Şenol kahvaltıyı hazırlarken, ben konuk gazetecilere serin sularda eşlik ettim. Kahvaltıdan sonra Bozburun’a doğru yelken açtık. Bu cümleme bakıp da aklınıza halatlarla, iplerle verdiğimiz zahmetli bir uğraş gelmesin. Ahmet Şenol sadece iki düğmeye bastı. Önce ana yelken, sonra cenova açıldı. Artık her şey otomatikleşmişti. Yine de yelken kullanma hakkında bir şeyler bilmek gerekiyordu tabii ki.
Yelkenler şişince motor sustu. Ortalıkta sadece rüzgar ve dalga sesi kaldı. Tekne, rüzgarın ters istikametine hafifçe yatıp su üstünde süzülmeye başladı. Konuk gazeteciler sabah mahmurluğunu katlayıp bir kenara koymuşlar, bir önceki günkü şen şakrak maskelerini takmışlardı. Bunda yelkenin, cennet koyların, lezzetli kahvaltının olduğu kadar, Ahmet Şenol’un ikram ettiği şampanyaların da katkısı büyüktü.
SİMİ ADASI’NDA ZORUNLU MOLA
Sol tarafta pusun ardına gizlenmiş Rodos’un silueti görünüyordu. Rüzgar yeterli olmayınca Ahmet motoru da yardıma sokmuştu. Önce Bozburun Koyu’nda kıyı kıyı dolaştık. Koydan çıkıp Datça’ya doğru dümen kırmıştık ki, motor bir-iki öksürükten sonra sustu. Bütün uğraşlara rağmen bir daha ses vermedi. Bize zorunlu bir Simi Adası yolculuğu göründü. Bu yolculuğun hoşuma gitmediğini söyleyemem. Çünkü bu küçük adayla uzun süreden beri bakışıp dururduk. Simi’nin görüntüsü, tam karşısındaki Bozburun’u andırıyordu. Yani ağaçsız, boz tepelerden oluşan bir adaydı. Halbuki bundan asırlar önce, buranın tersanesinde yapılan gemiler dillere destandı. Demek ki şimdinin boz dağlarını süsleyen ormanlar, kesile kesile gemilere kereste olmuş, geriye dikili birkaç ağaç kalmıştı. Osmanlı Devleti 300 yıl yönettiği adaya Sömbeki adını takmıştı. Bu adın, ada tersanelerinde üretilen ve "Sümbek" adı verilen hafif ve hızlı teknelerden kaynaklandığı öne sürülüyordu.
Rüzgar fazla esmediği için pörsüyen yelkenlerimiz bizi yavaş yavaş limana soktu. İlk görüntü etkileyiciydi. Limanı çevreleyen tepeleri, neoklasik tarzda inşa edilmiş taş evler süslemişti. Çoğu kirli sarı, beyaz, vişne çürüğü uçuk mavi boyalı olan evler Simi limanına antik bir görünüm veriyordu. İnsan kendini antik Roma’nın veya Atina’nın bir semtinde sanıyordu. Gördüğüm en güzel, en renkli, en derli toplu Yunan adasıydı Simi.
Ahmet Şenol buraya sık sık geldiği için hemen herkesi tanıyordu. O motorla uğraşırken, gazeteci arkadaşlarımla limanda "piyasaya" çıktım. Teknelerin çoğu Türklere aitti. Mağazalarda, kahvelerde Türkçe kelimeler uçuşup duruyordu. Adanın erkekleri, bir zamanlar sünger avcılığı ile ünlenmişti. Şimdi denizde sünger kalmamıştı ama dükkanlarda süngerden geçilmiyordu.
Tekneye dönüp, yemek için seçenekleri gözden geçirdik. Ahmet Şenol, herkesin uğrak yeri Manos’u önermedi. "Hem pahalıdır hem servisi kötüdür" dedi. Ben telefona sarılıp bu işleri iyi bilen Nedim Atilla’yı aradım. O "meraklının yeri" anlamına gelen Meraklis’e gitmemizi söyledi. Bir başka bilen Teoman Hünal, Mythos’u tavsiye etti.
GECENİN TADI
Ahmet Şenol tüm önerileri dinledikten sonra, tepenin ardındaki Pedi Koyu’na gitmeye karar verdi. Gideceğimiz lokantanın ismi Katsaras’tı. Denizin tam kıyısındaydı, salaş bir görünümü vardı. Tahta masaların üstüne beyaz kağıt örtüler örtülmüştü. Şansımıza ay dolunay kılığına bürünmüş, denize yakamozlar saçıyordu. Havada balık ve yağ kokusu vardı. Aşçı, balıkları sahilde temizliyor, artıklara küçük balıklar üşüşüyordu. Büyülü bir geceydi. Yabancı gazeteci dostlarımıza zorunlu olarak ada tanıtımı da yapmıştık.
Mezeler bildik mezelerdi. Papalina balıkları fazla yağ çekmişti. Bizim Cunda’da olsa bunlar kıtır kıtır kızarırdı. Beyaz peynirleri çok lezzetliydi. Tek farklı meze, parmak boğumu büyüklüğündeki karideslerdi. Başları ayıklanan bu minik karidesler, kabuklarıyla çıtır çıtır yeniyordu.
Teknede kamaraları konuklara verip Ahmet Şenol’la güverteye uzandık. Yıldızları, ayı, samanyolunu seyrederken uyku bizi alıp uzayın derinliklerine götürdü. Ertesi gün sorunları çözüp, yola çıktığımızda vakit öğleyi geçmişti. Kuvvetli bir rüzgar vardı. Yelkenler, bir martı kanadı gibi rüzgarla dolmuş, tekneyi suyun üstünde uçuruyordu. Geldiğimiz kıyılardan, koylardan geçtik, tembelliği düşlerle süsledik ve beş saat yolculuktan sonra tekrar Kumlubük’te demir attık.
Ertesi gün İstanbul’a dönecektim. Gazeteci konuklarım ise Datça civarındaki koyların tadını çıkartacaktı. Akşam, denizin hemen kıyısındaki "Dionysos Sea Club"ta, barın iskemlelerinde başladı. Güneşin son ışıkları, gökyüzünü boyayıp karşıdaki dağların kıvrımlarında kayboluyordu. Yırtılan çarşaf deniz, dalga dalga kıyıya ulaşmaya çalışıyordu. Keyifli düşlere dalmak için tam zamanıydı. Biz de öyle yaptık, konuşmadan kendi düşlerimizin içinde dolaşıp durduk.
Kıyıdaki lezzet durağı
Kıyıdaki Dionysos Sea Club’ı Türkiye’nin birkaç kadın şefinden biri olan Didem Şenol yönetiyordu. Yemek bilgilerini New York’un önemli okullarında edinmiş, İstanbul’da önemli şeflerin yanında tava sallamış, vakti gelince kendi restoranını açmıştı. İki yıldır da bu "üst düzey" lezzet durağının şefliğini üstlenmişti.
Restoran kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi. Tek kusuru ise manzarasıydı. Masalardan görünen manzara öylesine güzeldi ki, insan yemeğe konsantre olamıyordu. Önden çam balı ve çam fıstığı ile tatlandırılmış ılık keçi peyniri, füme palamut, limonlu fasulye ezmesi, acılı sote ahtapot yedik. Ana yemek için seçim yapmakta zorlandık. Karamelize edilmiş taze incirin üstünde sunulan deniz levreği yedim. Gazeteci dostlarım ise pastırmalı humusla servis edilen süt kuzusu pirzolasını tercih etti.
Gazeteci dostlarımız iki gündür bu dünyanın dışında geziniyordu sanki: Lacivert deniz, akvaryum gibi koylar, tepelerdeki kalıntılar, rüzgar, dalga sesi, ay ışığının altında yenen lezzetli yemekler derken cennetin yeryüzündeki izdüşümünü görmüşlerdi. Onlara veda ettiğimde yüzlerinde gülücükler açıyordu. Bu gezi hakkında ne yazdıklarını ise henüz okuyamadım. (Dionysos Sea Club 252-476 75 52)
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2007
Konuk gazetecilerin güney kıyılarında yapacakları geziye eşlik etmek için yine Datça Yarımadası’na gittim. Bildiğim koyları doya doya bir daha gezdim, lacivert sularla bir kez daha kucaklaştım. Konukları gezdirmek bahanesiyle antik kentlere tırmanıp, yöre lezzetleriyle damağımı mutlu ettim.
Datça’dan ayrılamıyorum bu yıl nedense! Aman yanlış anlaşılmasın, şikayet içeren bir cümle değil bu. Zaten bu muhteşem yarımada ile her fırsatta kucaklaşmak için uydurmadığım bahane kalmadı. Okurlarım hatırlayacaktır; Bir süre önce tatilimin kısa bir bölümünü Hisarönü Koyu civarında geçirmiş, lacivert koylarda laciverte boyanmıştım.
Dönerken aklımın yarısını orada bıraktığımı hatırlıyorum. Ama, üstü tenteli bir kayık, elimde olta aklımda balık, ağaçların arasında küçük bir taş ev, gölgelikte sallanan bir şezlong, kızılçamların kokusu, ağustos böceklerinin cızırtısı, lacivert koylarla süslediğim hayallerimi yanıma alıp getirmiştim. Sıkıldığımda, o hayallerin içine saklanmak niyetindeydim.
Eşe dosta daha Datça anılarımın tümünü anlatmamıştım ki, telefonum çaldı. Zilin sesinden iyi bir haber olduğunu anladım. Bir süreden beri telefon zillerinin, iletilecek haberlerden etkilenerek değişik tonlarda çaldığına inanıyorum nedense. Belki de bıktıran sıcakların yarattığı normal olmayan bir ruh hali benimkisi! Mekanik bir düzeneğin, insan sesinin tınısından (neşeli veya hüzünlü) etkilenmeyeceğinin farkındaydım ama, bunu oyun haline getirdim. Telefonun her çalışında kulağımla iddiaya giriyorum ve çoğunlukla kazanan taraf benim.
Yine yanılmamıştım. Telefondaki ses, bir İngiliz gazeteci arkadaşıma aitti. Amerikalı bir meslektaşıyla Türkiye’ye geldiklerini, Datça kıyıları, Türk turizmi, yeme-içme üstüne bir yazı hazırlamak niyetindeydiler. Bu gezide yanlarında bulunmamı istiyorlardı. Tereddüt etmeden "evet" dedim. Aslında bu bir görevdi. Ülke tanıtımı için benden istenen yardımı nasıl geri çevirebilirdim ki! Yani, on gün aradan sonra, Datça kıyıları ile bir kez daha kucaklaşmak fırsatı doğmuştu.
Dalaman, Marmaris, Turunç, Kumlubük derken meslektaşlarımı Dionysos tesislerinde, havuz başında, ayakları suda, bakışları aşağıdaki koyun lacivert denizinde sohbet ederken buldum. Yüzlerindeki ifadeye bakılırsa, yazılarına övgü dolu cümlelerle başlayacakları belli oluyordu. Tesisin sahibi Ahmet Şenol, açtığı buz gibi roze şarap ve bölgeyle ilgili verdiği bilgilerle gazetecileri çoktan fethetmiş, işi toparlamıştı bile. Hatta bana gerek bile kalmamıştı diyebilirim.
Dionysos, dağın tepesinde, kayaların, ağaçların arasında, müstakil evlerden ve villalardan oluşan muhteşem bir tesisti. "Kartal Yuvası" burayı en güzel anlatan tanımlamaydı. Kaldığım evin penceresinden karşıdaki dağlar, kıyılar, koylar kuşbakışı görünüyordu. Aşağıda, Ege ile Akdeniz’in kucaklaşmasından oluşan muhteşem lacivert deniz, bazen lodosun bazen poyrazın okşamasıyla beyaz köpüklerle süsleniyordu.
AMOS’UN KALINTILARI
Gazeteci arkadaşları havuzdan çıkartmakta epey zorlandık. Onlar bir yandan havuzun kenarına koydukları kadehlerden soğuk pembe şaraplarını yudumluyor, bir yandan da karşıdaki Aksaz tepelerini, hayal meyal görünen Ekincik kıyılarını, Dalyan, Fethiye dağlarını seyrediyorlardı. Bu muhteşem ortamdan ayrılıp, çevrede gezmeye pek niyetli görünmüyorlardı. Bu sıcakta haksız da sayılmazlardı. İnsanın canı kıpırdamak bile istemiyordu ama, ülkenin tanıtımı için onları zorla da olsa sahile indirmemiz gerekiyordu!
Konukları önce Kumlubük’ün kristal suları ile tanıştırdık. Sonra tekneye binip Akvaryum Koyu’na gittik. Koy pırıl pırıl suları ile adını hak ediyordu. Orada da turkuvaz sularla oynaştık. Gazeteci konukların her gördükleri güzellikte "Woow" diye hayret nidaları atması doğru yolda olduğumuzu gösteriyordu.
Hisarburnu’nda karaya çıkıp, Asarcık Tepesi’ndeki Amos harabelerine tırmanmaya başladık. Aslında bu tırmanış böylesine sıcak bir günde pek cazip değildi. Ama arkeolojiye düşkün İngiliz gazetecinin ısrarını kıramadık. En önde Ahmet Şenol, adeta koşar adımlarla yürüyor ve anlatıyor, en sonda kalan bendeniz ise kan ter içinde, içimden lanetler okuyarak tırmanmaya çalışıyordum.
20 dakika sonra zirveye ulaşmıştık. Ben antik duvarların gölgesine sığınıp nefesimi toparlamaya çalışırken, Ahmet bildiklerini ortaya dökmeye başlamıştı bile. Tepede iki metre kalınlığında, Helenistik dönemden kalma bir duvar vardı. Duvarın üstünde birçok kule, bir de kapı bulunuyordu. Buradaki tapınağın Amos’un ana tanrısı Apollon Samnaios’a adandığı öne sürülüyordu. Tepenin arka yamacında bir de küçük tiyatro bulunuyordu. Sahnenin ortasında, bir zamanlar gösteriler başlamadan önce tanrı Dionysos’a kurban kesilen sunak görülüyordu.
Uzandığım yerden bir yandan muhteşem manzarayı seyrediyor, bir yandan da Ahmet Şenol’un anlattıklarını dinliyordum. Amos’ta yaşayan ilkçağ insanı, bu muhteşem manzaraya bakarak kim bilir ne hayaller kurmuştu.
Tepeden inişimiz nispeten daha kolay oldu. Tekneye binmeden önce Akvaryumun turkuvaz sularında tekrar serin sularla kucaklaştık. Tekne kıyı kıyı, bük bük acelesiz, telaşsız yol aldı ve Kadırga Koyu’nda bir mola daha verdi. Deniz o kadar davetkardı ki, koca adamlar çocuklar gibi denize atlıyor, tekneye çıkıyor, tekrar denize dalıyorduk.
GERBEKSE’DE ZİYAFET
Daha sonra Gerbekse Koyu’na demir attık. Burası, birçok küçük kilisenin bulunduğu, antik dönemdeki adı bilinmeyen bir Bizans limanıydı. Tepede, sütunları ve duvarları hálá ayakta kalmış kilise yüzünden yöre halkı arasında bu koya "Gebe Kilise" diyenler de vardı. Ahmet Şenol burada konuklara kendi özel mönüsünü sunacak, ben de yemeği bilgi kırıntılarıyla süsleyecektim. Niyetimiz gazeteci konukların damağını önce şaşırtmak, bundan sonraki günlerde de esas darbeyi vurmaktı.
Ben masayı hazırlarken, Ahmet meşhur salatasını yapmaya başladı. Közlenmiş patlıcan, közlenmiş yeşil biber, közlenmiş domates ince ince doğranıyor, bol sızma zeytinyağı, kekik, pul biber, tuz eklendikten sonra bütün malzeme birbirine karıştırılıyordu. Masanın ortasına, ekmek banmak için içinde tulum peyniri, zeytin ezmesi, kekik ve pul biber bulunan sızma zeytinyağı konmuştu. Türk peynir tabağında tulum, keçi, sepet, eski kaşar yer alıyordu. Ayrıca Dionysos’un mutfağında hazırlanan ahtapot salatası, kabak çiçeği dolması da masadaki yerini aldı. Taze rokalar, yemyeşil tereler de masayı renklendirdi.
Tüm bunların yanına iyi soğutulmuş bizim beyaz şaraplardan açıldı. Çavdar ve kepek karışımıyla yapılmış küçük pidelerden yayılan mis gibi maya kokusu, denizin iyot kokusuna karışıyordu. Biz masadakilerin tadına bakarken Ahmet Şenol mutfakta ana yemeği yapıyordu. Bu tüm Akdeniz’in ortak yemeği Menemen’di. Aşçımız bu yaz yemeğinin içine çökelek koyarak kendi yorumunu katmıştı. Yemek üstüne karadut reçeli dökülmüş lor peyniri ile noktalanmıştı. Konuklarımıza baktım, nefes almadan yiyorlardı.
Gerbekse Koyu’nda nefis bir ziyafet, biraz şekerleme, hazım yüzmesi derken, gün keyfini çıkara çıkara sona erdi. Gazeteci dostlarımız sanırım şimdiden notlarında en övücü cümleleri sıralamaya başlamışlardı. Gezinin renkli ve heyecanlı bölümü haftaya kaldı: Antik Loryma, zorunlu Simi Adası ziyareti, muhteşem akşam yemeği.
Kanyonların tepesindeki kartal yuvası
Ahmet Şenol çok eski dostumdu ama, bu kıyılarda yıllardan beri yaptığı tesislerin hiçbirini bugüne kadar görmemiştim. Çünkü Ahmet, sadece parası bol İngiliz turistlerle çalışıyor, tesisteki tüm evler bir yıl önceden kapatılıyordu. Yıllar önce birkaç kez teşebbüs etmiş, yer bulamayınca gayretimden vazgeçmiştim. Kısmet bugüneymiş meğerse...
Ahmet Şenol’un ne kadar çılgın olduğunu bildiğim için, bu uçurumların, kanyonların tepesinde kurulmuş kartal yuvasını pek yadırgamadım. Çünkü ondan başkası böylesine bir projeye girişmeye cesaret edemezdi. Ahmet, dağa diktiği yüzlerce zeytin ağacından elde ettiği lezzetli zeytinyağını yemeklerde kullanıyor, dutlardan, kızılcıklardan, dağ çileklerinden reçeller yapıyor, ağaçlardan topladığı ballı incirleri, sabah kahvaltı masasında sunuyordu.
Şimdi aklı fikri, 20 dönüme diktiği üzümlerden yapacağı şaraplardaydı. Ama bağın yarısını yiyen keçiler, biraz hevesini kaçırmıştı. Ahmet Şenol, Dionysos’un (www.dionysoshotel.net) bazı odalarını Türk konuklara da açmaya niyetlenmişti. Yabancı gazeteciler hayran hayran etrafı seyrederken, Ahmet, geçmişi ve bugünü iki taşın arasında hemencecik özetlemişti.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2007
İspanya’da, Kastilya’nın masmavi göğünün altında kehribar sarısı taşlardan yapılmış bir şehir parlar. Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesine sahip olmaktan gururludur; çünkü o "dünyanın dört ışığından biridir..." Ayrıca ilk bakışta gezginleri kendine aşık eder. Özlem Kumrular, Atlas’ın son sayısında bu güzelim kenti tanıtıyor.
Şehirlerle insanlar arasındaki ilişki ilk bakışta aşk değilse, dokuzuncu sınıf bir evlilik olarak çürümeye mahkumdur. Oysa gezgin, Tormes Nehri kıyısında Salamanca’nın siluetini gördüğünde ona ilk bakışta aşık olmamak şansına sahip değildir. Otobüsünüz kıyıya varırken buğulu camları sildiğinizde katedralin alımlı kubbelerini; kiliselerin, manastırların dantel işlemeli şapkalarını; eski üniversitenin bilge çatılarını görür, bu gönül çelen kentle beşik kertmesi olduğunuz hissine kapılırsınız.
Şehre gece ayak basan gezgin, sabah odasının perdelerini açtığında şaşkınlıkla donakalır: Dünyanın hiçbir yerinde gök bu denli mavi ve yoğun değildir. Çoğu zaman tek bir bulutun bile bozmadığı bu derin mavilik, güneşin altında parıldayan tarihi mirası öyle bir sarmalar ki şehirde sadece iki renk yansır: Mavi ve altın rengi.
Salamanca’da yüzyıllardır küçüklü büyüklü her yapı, Villa Mayor Köyü’nde çıkan kehribar sarısı taştan yapılır. Bu yüzden başı ve sonu yok gibidir. Ve sırf bu yüzden seyyah, nereden başlayacağına bir türlü karar veremez o hiç tükenmeyecek gezisine. Lakin üniversite, asırlardır şehrin nirengi noktası onurunu taşıdığı için yolunu oraya çevirecektir.
ÖĞRENCİLERİN TEKELİ
Salamanca, Bologna ve Paris’ten sonra Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesine ev sahipliği yapar. Gezgin, Escuelas Mayores Meydanı’na gelip de kafasını kaldırdığında sekiz yüzyıldır ayakta duran, belki de yeryüzünde hiçbir üniversitenin aşık atmayacağı zenginlik ve zarafetteki yapıyı görür. Cephe madalyonlar, mitolojik varlıklar, çiçek dekorları içinde bir karmaşadan ibaret görünse de aslında kendi içinde bir bütünlüğe sahiptir.
Şehir, 13. yüzyıldan itibaren öğrencilerin tekelinde kalmıştır. Üniversitede her sınıftan öğrenci görmek mümkündür; en zengin ailelerin çocuklarından, çorbalarını manastırlarda içtikleri için "sopista" (çorbacı) adını alan en fakir gruba kadar. Bir zamanlar en fakirler bostanlara saldırır, yollarına çıkan herkesi dolandırır ve dükkanlara girerdi. Aynı zamanda çok iyi kumarbazlardı. Hayli kavgacı olduklarından "şehrin terörü" ya da "şehrin vebası" olarak da anılırlardı. Şehir merkezinde ve kalabalık bölgelerde dilenmekten hızlarını alamayınca, aynı işi yapmak üzere kırsal kesime taşınırlardı. Şarkı söyler, bula (resmi papalık emirnamesi) satar, tavernalarda ve hanlarda kumar oynarlardı. Açlık ise portrenin en değişmeyen rengiydi.
Salamanca, yüzyıllardır olduğu gibi, İspanya’nın ve dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerin istilasına uğrar. Hálá prestijli bir eğitim için ülkenin ilk akla gelen şehri, kıtanın ise ilk tercihlerindendir. İspanyol dili öğrenmek isteyenlerin de şüphesiz ilk adresidir. Ne de olsa yüzyıllardır en güzel İspanyolca burada konuşulur ve öğretilir.
Öğrenciler kentin en sadık müdavimleridir. Yirmi dört saat uyumayan şehir, bu sadık dostları sayesinde her daim renkli bir hayat yaşar. Hele bir de kış gelmişse, dışarının soğuğuna inat büyür dostluklar. Soğuk kapıyı çalınca sinemalar, tiyatrolar, barlar, restoranlar, kafeler insan enflasyonu yaşar. Sokaklardan paltosuna sığınmış insanlar akar. Soğuk, şehrin göbek adıdır. Lakin Salamanca polar gibi sarıp sarmalar insanı. Şehirlerin de en büyük misyonu bu değil midir? İnsanların ruhunu sıcak tutmak.
İlik dondurucu havalar şehri istila ettiğinde, meydandaki kafelere sığınıp dumanı tüten bir kahve içmek, cam kenarında oturup her an kıpır kıpır şehri seyre dalmak gibisi yoktur. Ya da bir fincan sıcak çikolata içine yağda yeni kızarmış çıtır "churro" batırmak... Hele bir de akşam çökmüşse, hayattan biraz çalacak vakti olanlar mutlaka Meson Cervantes’e uğrar; o kalın kadife perdenin kapı görevi yaptığı kemerden aynı 16. yüzyıl hanlarına giren bir seyyah edasıyla geçer, her şeyin Don Quijote’deki gibi olduğu bu mekanda tahta masalarda biraz demlenir.
SOKAK DANSLARI
Eğer kış, şapkasını alarak çekip gitmiş ve bahar aralıktan içeri girmişse, meydan kışlıklarını atıp soyunup dökünmeye, şehir ahalisi de ortaya dökülmeye başlar. İşte o zaman bütün masalar sandalyeler kendini dışarı atar, buz gibi biralar tepsiler içinde gidip gelir. Güneşli günlerle birlikte İspanya’nın en eski üniversite geleneğinin en yakışıklı ve becerikli temsilcileri de meydana dökülür: "La Tuna." Masanızda şarabınızı yudumlarken birden bir kalabalık sarıverir etrafınızı. Bir grup siyah pelerinli genç, mandolinler, gitarlar, defler eşliğinde neşeli bir şarkı söylemeye, masalarda oturanları dansa kaldırmaya başlar. Sonra bir bakarsınız siz de dansın bir parçası oluvermiş, alkışlar arasında şarkıya katılmışsınız.
"La Tuna" İspanya’nın ilk üniversite öğrencilerine kadar giden bir tarihe sahip. İspanya’nın dört bir yanından okumaya gelen cebi boş öğrencilerin hayatlarını kazanmak ve açlık savaşından galip çıkmak için bulduğu en renkli yoldur bu. Ne de olsa ta Ortaçağ’dan beri öğrenciler zekaları ve yaratıcılıklarıyla ceplerini ve midelerini doldurmalarıyla meşhurdur. Her fakültenin kendi Tuna’sı var. Ve her Tuna kendi renklerini taşır üzerinde.
DİNLENECEK VAKİT YOK
Otuz kişiye bir bar düşen bu kentte, geceler gündüzlere, gündüzler gecelere zincirleme bağlanır; eğlence sonsuza dek uzar, şehir dinlenecek vakit bulamaz. Suç oranının sıfır olması da bundandır. Herkes kendi dünyasında mutludur ne de olsa. Kimse kimsenin hayatına göz dikmez. Para ise İspanyolların çok umursamadığı bir değerdir. Bu enlemlerde yaşamak için para kazanılır, para kazanmak için yaşanmaz.
Nereden gelirseniz gelin, nereye giderseniz gidin meydan sizi aynı yerde bekler. Yapımına 1729’da başlanan meydan, İspanya’nın en güzeli olarak anılır. Belediye sarayının da bulunduğu meydan şehirlilere kral V. Felipe’nin hediyesidir. Tahta çıkmak için verdiği savaşta yardımlarını esirgemeyen Salamancalılara bir madalya gibi sunar projeyi.
SAAT KAÇTA
Salamanca’da "nerede buluşalım?" diye sorulmaz. Sadece "saat kaçta?" denir. Çünkü meydandaki saatin altı tüm şehir sakinlerinin buluşma noktasıdır. Turistler ve kısa zamanlığına şehri solumaya gelen dil öğrencileri de bu kurala riayet eder. Saatin altı her zaman mahşer yeridir, şehrin kalbi burada atar. Kim nereye giderse gitsin yolu mutlaka meydandan geçer. Meydan yazın başka bir ruh taşır, kışın başka.
ATLAS’TA BU AY
SON DAMLALAR: Suya baktığımızda çatlamış toprak görüyoruz. Orada, içimizdeki kuraklığın yansımasını buluyoruz. Doğasını kaybeden bir toplumla karşılaşıyoruz. Konya Ovası’ndaki gibi... Oysa yakın zamana kadar Türkiye’nin tahıl ambarı Konya Ovası’nın altı için "deniz" denirdi; o denli zengin su rezervine sahipti. Bugün ovanın gölleri, dereleri, yeraltı su kaynakları tamamen kurudu.
DENİZ MEMELİLERİ: Boyu 15 metreyi bulan ispermeçet balinası 27 Temmuz 2007’de Fethiye Körfezi’ndeydi. Uzmanlara göre Akdeniz’deki sayıları 500 ile 1000 arasında tahmin edilen bu dev memeliler Türkiye kıyılarını yoğun olarak kullanıyor. Konuyla ilgili ilginç fotoğraflar Atlas’ta.
MEVLANA’NIN GÖÇ YOLUNDA: Mevlana, "Susayan suyu arar" der, "su da susayanı." Atlas ekibi Mevlana’nın göç yolunda, bugünkü Suriye topraklarındaydı.
ARAS’IN KUŞLARI: Doğu Anadolu semalarından her yıl milyonlarca kuş geçer; sulak alanlara konar, ağaçlara tüner. Aras Nehri’nin kıyısına kurulan istasyon, bu gizli hazineyi ilk kez tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2007
Bu hafta sizlerle tatil anılarımı paylaşmak istedim. Datça’yı kimler ada yapmak istedi, cennet koylar, Orfoz balığının öyküsü, irademin yemeklerle savaşı, gölgelerde okuduğum kitaplar... Yani bu yazı daldan dala atlayan bir tatil öyküsüdür. Terzi söküğünü dikemezmiş hesabına döndü benim tatil yeri arayışım. Geziler, yemekler, yazılar, televizyon programları derken herkes gibi ben de tatil yapmak istedim. Şuraya mı gitsem, burada mı kalsam, şu sahilde mi denize girsem, bu yaylada mı serinlesem derken, doğru dürüst bir adres bulamadım. Daha doğrusu gidilecek yer çoktu ama, ben her birine bir kulp takıyordum. Anlayacağınız herkese akıl satan ben, tatilimde gidecek yer bulmak da zorlanıyordum. Beni bu sıkıntıdan sevgili dostum Fem Güçlütürk kurtardı. Fem, el attığı otelleri sihirli dokunuşları ile cennete çeviren bir danışmandır. Bana Datça’nın hemen başlangıcındaki Select Maris’i önerdi.
Kalktım gittim. Niyetim not almadan, fotoğraf çekmeden, bir yerleri keşfetme telaşına kapılmadan, sessiz sakin bir tatil yapmaktı. Maris tesisleri, Datça’nın başlangıcındaki yeni ismiyle Belcik Koyu’nun, eskilerin deyimiyle Balıkaşıran’ın yanı başındaki tepeye kurulmuştu. Odalardan kuş bakışı görünen koya, sanki lacivert bir çarşaf örtülmüştü. Deniz öylesine kıpırtısızdı. Koyun ağzını kapatan Tavşan Adası ile iki yandaki tepeler, Datça’dan kopup Hisarönü Körfezi’ne doğru esen yaramaz rüzgarlara geçit vermiyorlardı. Koy bütün Akdeniz’de olduğu gibi üç renkti: Turkuvaz, mavi, lacivert. Fem, isabetli bir adres önermişti anlayacağınız. Bundan sonra iş bana kalıyordu. Bakalım işi gücü bir kenara bırakıp, herkes gibi tatil yapabilecek miydim?
TANRILARIN LANETİ
Tembellik günlerimi anlatmaya, bitişikteki koyun öyküsünden başlamak istiyorum; Tesisin bulunduğu yer, Datça yarımadasının en dar bölümüdür. Hisarönü tarafında Balıkaşıran, Gökova tarafında ise Kayıkaşıran koyları bulunur. Antik dönemde Datça’da yaşayanlar, kendilerini Harpagos komutasındaki İran ordusunun saldırılarından korumak için, bu koyların arasını kazıp, yarımadayı karadan koparıp ada yapmak istemişlerdi. Ünlü tarihçi Heredot bu girişimi şöyle anlatır:
"Bütün Knidos toprağı, ince bir kıstak dışında suyla çevrilidir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular aşağı yukarı 5 stadeion (yaklaşık 900m) genişliğindeki bu kıstağı kazmaya başladılar. Çünkü yurtlarını ada haline getirmek istiyorlardı. Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için. Ama başlarına görülmemiş bir iş geldi; İşçiler taşları kırarken, çeşitli yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip, bu nedir diye danıştılar. Delphoi’deki Apollon tapınağının baş bilici kadını Pythia şu cevabı Verdi:
Kıstak ne kale ister ne de kazılmak
Zeus isteseydi bu kayayı ada yapmaz mıydı?
Bunun üzerine Knidoslular işi bıraktılar ve Harpagos geldiği zaman çarpışmadan teslim oldular..."
Şimdi burası, kıyı kıyı dolaşan teknelerin en güvenli sığınağı. Hatta buraya demir atanlardan bazıları, gecenin sessizliğinde Knidosluların fısıltısını işittiklerini öne sürerler.
Maris’teki tembellik günlerimin büyük bir bölümünü, kumsaldaki ağaçların gölgesinde kitap okuyarak geçiriyordum. Yanımda getirdiğim kitaplardan biri de Portekiz’in Nobel ödüllü yazarı Jose Saramago’nun "Yitik Adanın Öyküsü" idi. Kitabın konusu, Knidosluların girişimine benziyordu. Kitapta, İber Yarımadası’nın açıklanamaz bir şekilde, Pirene Dağları’nda oluşan bir çatlakla Avrupa kıtasından ayrılıp, ada haline dönüşmesi anlatılıyordu. Ağaçların gölgesinde hem romanda ada olan İber yarımadasını, hem antik söylencelerde ada olamayan Datça’yı düşleyerek, tembelliğin doyum olmaz keyfini çıkarıyordum.
Arada bir aklıma denize girmek geldiğinde de sudan çıkmak bilmiyordum.
AŞÇILARIN TUZAKLARI
En sevdiğim anlar, güneşin batış saatleriydi. O saatlerde soluğu, batımı izlemek için ayrılmış bölümde alıyor, beyaz şarap ve klasik müzik eşliğinde güneşin ufuk çizgisine yaklaşmasına dalıp gidiyordum. O sırada dağlar üst üste biniyor, morarıyor, Knidos puslar içinde bir masal diyarı gibi görünüyordu. İşte bu saatlerde Datça’ya olan aşkım daha da coşuyordu. Aklıma bu topraklarda sonsuzlaşan Can Yücel’in dizeleri geliyordu:
"Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım
Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş
Gocadağ
Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya
Dağ keçileri düzlere kaçmış olmalı"
Maris’te öğle yemeklerinde, irademe söz geçirmekte oldukça zorlanıyordum. Usta aşçılar öylesine lezzetli tuzaklar kuruyorlardı ki, birinden kurtulsam mutlaka bir diğerine düşüyordum. Örneğin makarnaların önünden geçerken gözlerimi kapatıyordum. Açtığımda ise kendimi, üstünde çeşitli etlerin cızırdadığı koca bir mangalın önünde buluyordum. Onu atlatsam karşıma pizza, pide, lahmacun fırını çıkıyordu. Onları görmezlikten gelsem kızartmalar, soslar, peynirler önümü kesiyordu. Zavallı iradem bu tahrikler karşısında pes ediyor, beni yemeye zorluyordu.
Tatilimin daha üçüncü günü, sol kalçamda korkunç bir ağrıyla uyandım. Yataktan zorla kalktım. Ayağımı sürükleyerek deniz kıyısına indim. Kumsal komşularımın kimine göre bu siyatik ağrısıydı, kimine göre ise lumbagoydu. Kimilerine göre ağrı kesici almam, kimilerine göre masaj yaptırmam gerekiyordu. Her denileni yapmaya razıydım. Yeter ki ağrı geçsin. Yoksa tatili kesip, dönmek zorunda kalacaktım. Ağrı kesici haplar içtim, sonra tesisin modern SPA’sında, Datça koylarını seyrederek şifalı havuzlarda yüzdüm, su masajı yaptırdım, kaslarımı maharetli ellere teslim ettim. Masajla aram iyi değildir. Tazyikli sularla oynaşmayı da pek sevmem. Ama buradaki görüntüler öylesine cazipti ki, sancımı uzmanların ellerine teslim ettim.
AKLIMDA KALANLAR
Ertesi gün sancının azalmasını fırsat bilip, Maris’in teknesiyle koy koy mini-mavi yolculuğa çıktım. Tekne önce Dişlice koyunda demir attı. Açıkta boncuk mavisi sular, koyun yanı başında camgöbeğine dönüyordu. Sonra Belcik koyuna girdik. Ağustos böcekleri cır cır bizi karşıladı. Ardından Kamelya adası derken, burnu dönüp Bozburun’a doğru dümen tuttuk. Niyetimiz Yeşilova koyundaki Orfoz restoranda yemek yemekti. Restoran uzaktan göründü. Muz ağaçları, gündüzsefaları, sarmaşıklar, sardunyalar, gülibrişimler arasında bir çennet mekana benziyordu.
Orfoz restorana karadan, dar bir patikadan ulaşmak mümkün ama sıcakta zahmetli bir yolculuk. Onun için müşterilerin çoğu deniz yolunu tercih ediyorlar. Güneş-Selçuk Bozçağa’nın işlettiği mekan, lezzet düşkünleri için tam bir cennet. Balık çorbası, ekmek banmak için biberli, kekikli, tulum peynirli zeytinyağı, bebek kalamar tava, sarımsak, karabiber, balsamik sosla tatlandırılmış güveçte midye, deniz mahsulleri pilavı, midye köftesi, ızgara ahtapot... Milas’ın özel zeytinyağı ile pişen yemeklerinin hepsi damak çatlatan cinstendi. Köyceğiz’den gelen kan kırmızısı domatesle yapılan kaparili, soğanlı salata bir tablodan düşmüş gibiydi. Hele patlıcan bombası ile Giritli Sürpriz Kaptan’ın usulüyle pişen yahni vardı ki, bunların lezzetini anlatabilmek için bir destan yazmak gerekirdi.
Sonunda beş günlük tatilimi, dediğim gibi not almadan fotoğraf çekmeden, güneşin altında kavrulmadan, yemeklerin tadına bakıp ukalalık yapmadan bitirdim. Bu sayfadakileri, not defterine bakarak değil de aklımda kalanlarla yazdım. Fotoğraflar ise küçük makinemin rasgele çektiği pozlardır.
ORFOZ BALIĞININ HAYATI ROMAN GİBİ
Restorana isim olan Orfoz balığı aklıma düştü nedense. Bu balığa karşı bir sempatim vardır. Yaşam öyküsü beni etkiler. Bir romanı andırır. Orfoz doğuştan itibaren yaklaşık sekiz yıl her hangi bir cinsiyet taşımaz. Yani ne erkek ne de dişidir. Bu süre dolunca Orfoz dişileşir. Erkeklerin başını döndüren cilveli bir balık olur. Tam 10 yıl boyunca dişiliğinin keyfini çıkartır. 18 yaşına bastığı, boyu 80 santimin üstüne çıktığı zaman dişilik organları kaybolur ve balık bu kez erkekleşir. Bu aşamadan sonra dişi balıkların peşinde koşturup durur. Cinsiyetsiz doğan orfoz, bir erkek olarak yaşamını tamamlar.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2007
Egeli Bozcaada, boz görüntüsüyle önce insanı iter, "gelme" der sanki. Ama bu aldatmacadır. Dört yönden dört ayrı manzara sergiler. Ada Egeli yüzünü hiç saklamaz. Sokaklar çiçeklerle bezenmiş, kıyılar turkuvaz koylarla çevrilmiş, rüzgar konuklarla sarmaş dolaş olmuştur. Lezzetler is ise damakları şımartacak cinstendir.
Bu yıl yaz tatili, Ramazan’ın başlangıcı olan 13 Eylül’de sona ereceğe benzer. O tarihten birkaç gün önce kente dönüş başlayacak. Bunaltıcı sıcaklara karşı, vantilatörlerin, klimaların, yelpazelerin, esmek için açıklık arayan kuzeyli serin rüzgarların insafına sığınılacak. Yani son yaz kaçışı için geriye bir-iki hafta kaldı. Ben bu kaçış için üç adres tespit ettim. Bir tanesi, Kaz Dağları’nda, Çamlıbel köyünde, Menend-Tuncel Kurtiz çiftinin işlettiği Zeytinbağı Oteli. Orada "Bin Pınarlı" İda’nın çam kokan havasını soluyacağım, usta aşçı Erhan’ın dağ otlarından, Havran pazarından aldığı sebzelerden, ağaçlardan topladığı meyvelerden yaptığı lezzetlerle damağımı şımartacağım. İkinci durağım cennet Datça’daki Select Maris olacak. Burada tembellik hakkımı kullanıp, bol bol yüzmeyi, koylarda dolaşmayı, değişik tatların peşinde koşmayı planlıyorum.
Üçüncü durağım ise Bozcaada olacak. 7-8 Eylül tarihlerinde yapılacak olan bağ bozumu şenliklerine katılıp, adanın sokaklarında çakır keyif dolaşmaya, şarkılar söyleyip, dans etmeye niyetliyim. Aslında daha iki hafta önce, CNN Türk’teki "Yol Üstü Lezzet Durakları" programı için Bozcaada’ya gidip, değişik mekanlarda, değişik lezzetlerin tadına bakmıştım. Bu yazıda biraz adayı, biraz da o lezzetleri anlatmak istiyorum.
Bozcaada’ya gittiyseniz, ilk görüntünün moral bozucu olduğunu bilirsiniz. Vapur yaklaştıkça, karşınızdaki boz görüntüler giderek büyür. Boz kıyılar, yeşile hasret boz tepeler... İnsanın canı aynı vapur ile gerisin geri dönmek ister. Halbuki adanın gerçek görüntüsü böyle değildir. Bozcaada aşıklarından olan Prof. Dr. Haluk Şahin, "Bozcaada Kitabı"nda görüntünün aslını şöyle anlatır: "Fettan Ege adalarının belki de hiç biri, arşipelin hemen ağzında bulunan Bozcaada kadar aldatıcı olamaz. Dört farklı yerden baktığınızda dört farklı görüntüyle karşılaşırsınız. Anadolu’dan bakıyorsanız görünüme egemen olan boz, alçak, çıplak tepeler bu adada yaşam olup olmadığı sorusunu akla getirebilir. Batıdan, yani açık deniz tarafından bakıyorsanız, beyaz yarları, kıvrımlı koyları ve arkasındaki çamlıklarla Ege’nin en güzel adasına geldiğinizi düşünebilirsiniz. Çanakkale Boğazı yönünden bakıyorsanız, üç mevsim yemyeşil bağlarla adeta Provence’dasınız ve bu görünümle boz kelimesi arasındaki bağlantıyı merak edersiniz. Güneyden bakıyorsanız, sarp kayalıklar, küçük koylar, Bodrum yarımadasına geldiğiniz sanrısını yaratabilir..."
BARUT KOKULU GEÇMİŞ
Bu küçücük adanın tarihi de insanı şaşırtır. Sayfaları çevirdikçe geçmişte olup bitenler, adanın masalsı ve kanlı geçmişi gözler önüne serilir. Örneğin Troya savaşının kaderinin Ayazma Plajı’nda çizildiğini, ünlü tahta atı Troya’da bırakan Yunan donanmasının burada saklandığını, Odysseus ve arkadaşlarının karşı kıyıdan yükselecek olan dumanlı işareti burada beklediklerini, Troya’nın cayır cayır yanışının en güzel Bozcaada’dan izlendiğini kitaplar satır satır yazarlar.
Daha yakın tarih okunduğunda da, neredeyse aynı öykünün bir benzerine daha rastlamak mümkündür. Çanakkale Savaşı’nda da, tıpkı 3 bin yıl öncesinde olduğu gibi, Anadolu’ya saldıran düşman donanması Bozcaada’yı üs olarak seçer. Çanakkale’yi geçmek isteyen İngiliz ve Fransız savaş gemileri de, 18 Mart 1915 sabahı Bozcaada koylarından yola çıkmışlar, aynı günün akşamı bir çok kayıp verdikten sonra gerisin geri adaya dönmüşlerdir.
Geçmiş, geçmişte kaldı. Barut kokuları adanın üstünden dağılalı asırlar geçti. Şimdi Bozcaada’nın daracık sokakları, beyaz badanalı taş evleri, zakkum, begonvil, ağaç minaresi, boru çiçekleri, akşam sefaları, hatmi çiçekleriyle sarmaş dolaş olmuş, etrafa huzur saçıyorlar. Ben bu gidişimde "Kardinal" adındaki bir bağ evinde (Tel:286-697 0411) kaldım. Temiz, şirin, cana yakın küçük bir evdi. Hele Ayşen hanımın kahvaltıları, burada kalmak için başlı başına bir neden teşkil ediyordu. Çeşit çeşit reçeller, çeşitli otlara bulanarak kızartılan keçi peynirleri, bahçenin zeytinleri, ekmek banmak için özel zeytinyağı, rezeneli omlet, çeşit çeşit börekler, poğaçalar, kurabiyeler... Öyle bir kahvaltı sofrası kuruluyordu ki, yatağa girerken bir an önce sabah olsun diye dua ediyordum.
ADANIN LEZZETLİ KARGASI
Bozcaada’nın yiyecek-içecekleri konu olunca, önce Ada’nın "Kargası"ndan işe başlamak gerekir. Latince karga ailesinin genel adı olan Corvus, şarapçılık için adaya tam 9 milyon dolar yatıran mimar Reşit Soley’in kurduğu şirketin adıdır. Reşit Soley’i üç yıl önce tanıdığımda henüz işin başlangıcındaydı. Bozcaada’nın 3 bin yıllık şarapçılık geleneğini yeniden canlandırmak için, 20 dönümlük bir bağ ve Tekel’den aldığı eski bir fabrika ile işe başladı. Şimdi 300 dönüm bağda hem adanın üzümlerini ıslah ediyor, hem de dünyanın en nadide üzümlerini yetiştirip, onlardan dünya standartlarında şaraplar üretmeye çalışıyor.
Son karşılaştığımda, Corvus’un adadaki kantininde, Çırağan Kempinski Oteli’nin ünlü şefi Rudolf van Nunnen ile şarap tadıyordu. Beni de davet etti. Üçümüz önce etiketsiz şişedeki 2006 şarabını, ardından da 2005 yılı şarabını tattık. Her ikisinin de gerçekten standartların çok üstünde şaraplar olduğunu söyleyebilirim. Bu tadımdan sonra Reşit Soley’in, belirlediği hedefi kısa bir sure sonra yakalayacağına emin oldum. Zaten İngiliz gazetesi Guardian’ın yayınladığı "farklı bir şarap yolculuğu için dünyadaki en iyi 10 adres" arasında, Bozcaada’daki Corvus bağlarını sekizinci sırada göstermesi de bunun en iyi deliliydi.
Bozcaada restoran konusunda her geçen gün biraz daha zenginleşiyor. Limanda, yıllarca bu işi tekelinde tutan balık restoranlarının rakipleri giderek artıyor. Bu da, hem fiyat hem de lezzet rekabetini müşteri lehine geliştiriyor. Bir de sonradan adalı olmaya karar verenlerin açtığı restoranlar var ki, bunlar sayesinde servis kalitesi artıyor, lezzetler daha da çeşitleniyor.
EGELİ MUTFAKLAR
Bunlardan biri, Cumhuriyet Meydanı’ndaki Ada Café’dir. ODTÜ mezunu Semra-Melih Güney çiftinin işlettiği cafenin önemli lezzetlerinden biri, kendi yaptıkları gelincik şerbetidir. Mayıs ayında toplanan gelinciklerin yapraklarından yapılan öz, buz ve soğuk su ile karıştırılıp içilince, insanın damağına hoş tatlar sıvazlanıyor. Ben oradayken adanın ünlü kuzeyli rüzgarı esmiyordu. Yani ada alışılmadık bir sıcakla boğuşuyordu. İşte o gün imdadıma gelincik şerbeti yetişti. Ada Café’nin gelincik özünün neredeyse yarısını tüketip, sıcağa karşı koyabildim.
Cafenin rezeneli omleti, ısırgan otlu, keçi peynirli böreği, zeytinyağlı otları, deniz mahsulleri pilavı çok lezzetliydi ama, benim damağımın çatlamasına neden olan yemek ahtapot mücveri oldu. Eğer adaya yolunuz düşerse, Semra hanımın bu özel yemeğinin tadına bakmayı aman ihmal etmeyin.
Bozcaada’nın bir diğer lezzet durağı da, 122 yıllık bir binada açılan Lodos Restoran’dır. Postane caddesindeki bu restoran, beyaz badanası, rengarenk çiçeklerin sarktığı çivit mavisi pervazlı pencereleri, gemi resimleri, deniz fenerleri, tekne maketleriyle adanın en sevimli yemek mekanlarından biridir. Gezmek için geldikleri adada, bir kahvede kulak kabarttıkları havadan sudan sohbetten etkilenerek buraya yerleşmeye karar veren Türkan-Nejat Işık çifti mutfaklarında Ege yemeklerine ağırlık vermişlerdir. Işık çifti, ayrıca adanın unutulmaya yüz tutan lezzetlerini de hatırlatmaya çalışıyorlar. Mönü çok iştah açıcı. Örneğin damla sakızlı enginar, patlıcan avukma, vişneli yaprak sarma, firkli çiğ dolma, keçi peyniri eritmesi, kabaklı Girit böreği, rezene soslu kuzu incik, biberiyeli ahtapot ızgara ilk bakışta ağzımı sulandıran yemeklerden bazıları. Lodos’un en favori lezzeti ise Necdet beyin özene bezene yaptığı Lipsos buğulama. Kokusu, görüntüsü ve lezzetiyle insanı baştan çıkartan bir yemek. Bir tek tehlikeli yanı, lezzetli suyuna batırılan ekmekler.
KEKİK KOKAN KUZULAR
Eğer adada her öğün deniz mahsulleri yemekten sıkıldım derseniz, size Papazbahçe Mevkii’ndeki Karadut’u öneririm. Bir tepenin üstünde, Ege manzaralı, püfür püfür rüzgarlı bu pansiyon-restoranın kuzu kebabı bir başka lezzetli. Restoranın sahibi Mehmet Ali Balcı, kebap yaptığı kuzuları kendi yetiştiriyor. Onları sütten kesilir kesilmez kekik tarlalarına salıyor. 300 gramlık parçalara ayrılan kuzu etleri önce kapağı hamurla sıvanmış tencerede dört saate yakın pişiriliyor. Sonra kemiklerinden ayrılıp, tepsilere konuyor ve fırına sürülüyor. Sanırım fırından çıkan tepsiden yayılan kekik kokusunu, kızarmış etin görüntüsünü ve tadını hayal edebiliyorsunuzdur.
Bağbozumu şenliklerini bahane edip, birkaç günlüğüne Bozcaada’ya kaçmanın tam sırası. Orada huzurlu, rüzgarlı, lezzetli, neşeli bir tatil sizi bekliyor.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2007
Sıcaklar ve kuraklık haberleri bunaltmaya devam ediyor. Deniz kıyıları da sıcağa karşı çözüm değil. Hatta insan kızgın kumların üstünde daha da bunalıyor. Sıcaklardan kaçmanın tek yolu, serin rotaların peşine düşmek. Atlas gezgini Cüneyt Oğuztüzün, sizlere hem serin hem de bol sulu bir rota sunuyor. Oğuztüzün’ün anlattığı Karasu, Fırat Nehri’nin başlangıç kollarından biri. Erzurum’da doğup Erzincan’a geçiyor ve Keban Baraj Gölü’ne dökülüyor.
Erzurum’un Güngörmez Köyü’nden geçip, Dumlu Dağı’na tırmanmaya başladım. Yüksek düzlüklere ulaştığımda, yol çeşitli yönlere dağılan belli belirsiz izlere dönüştü, ancak traktörlerin gidebileceği bir hal aldı. Hakkari’den gelen göçer aşiretleri bu yıl erken döndükleri için koca dağ, şimdi ürkütücü bir ıssızlığa bürünmüştü. Göçerler kalsaydı burası şimdi şen şakrak bir yer olurdu.
Erzurum Ovası’nın kuzeybatısında kabaran, zirvesi 3 bin 169 metreye ulaşan Dumlu Dağı, Fırat’ın doğduğu yer kabul ediliyordu. Fırat’ın ana başlangıç kolu Karasu, dağın 2 bin 550 metresindeki Dumlu Baba pınarından çıkıyordu. Zahmetli yolculuğun ardından bu noktaya ulaşıyordum. Dumlu Baba, kaynağın koruyucu erenlerinden biriydi; mezarının da bu mevkide bulunduğuna inanılıyordu.
Soğuk ve lezzetli suları şifalı sayılan pınarın başında hálá adaklar adanıp, kurbanlar kesiliyordu. Derin geçmişten gelen efsanelerle örülmüş bir kutsallıktı bu. Tıpkı Nil gibi Fırat da insan düşüncesini her zaman etkiledi; ilk kaynaklarının bulunduğu yöreler önemli sayıldı. Horasan’dan gelen Türk evliyası Dumlu Baba’nın, bu kaynağın yakınlarına yerleşip, dergahını kurması boşuna değildi.
Dağdan çıkan "Dumlu Suyu", Erzurum Ovası’nı geçtikten sonra "Karasu" adını alıyordu. Ancak halk arasında "Karasu" adeta unutulmuştu. Yörede genellikle "Fırat" olarak anılıyordu. Dağlardan Erzurum Ovası’na inen Karasu, batıya yolculuğunu sürdürüyordu. Tarihi Kağdariç Köprüsü’nü geçtikten sonra aldığı kollarla gerçek bir çaya dönüşüyor, ardından 60 kilometre uzunluğundaki Aşkale Boğazı’na giriyordu.
Karasu’nun suladığı Tercan Ovası, adını Erzincan’ın en doğudaki ilçesinden alıyordu. Tercan ilçesi tarihte, "Mama Hatun" adıyla da biliniyordu. Saltukoğulları hükümdarı İkinci İzzeddin Saltuk’un kızı Mama Hatun, 1191’de beyliğin yönetimini devraldı. Yaklaşık 10 yıl beyliğe hükmetti, sonra Tercan’a yerleşti. Burada Hatun’un yaptırdığı çok sayıda eser bulunuyordu. İyi korunmuş kervansaray ve muhteşem türbesi, ilçeyi yörede önemli bir durak haline getiriyordu.
BİTMEYEN BOĞAZLAR
Karasu Vadisi’nin yükseklerine yerleşmiş Erzincan’a bağlı Otlukbeli’ne ise Tercan’dan ayrılan yolla gidiliyordu. İlçe 1473’teki Otlukbeli Savaşı’nın yapıldığı yerde kuruluydu. Erzincan’ın, belki de tüm Türkiye’nin en küçük ilçe merkeziydi. Bir tane lokantası vardı ama, yemek yiyebilmek için önce lokantacıyı bulup getirmek gerekiyordu...
Tercan Ovası’nı bitirirken Tuzla Çayı’nı alan Karasu, tekrar batıya dönerek Sansa Boğazı’na giriyordu. Erzurum-Erzincan karayoluna paralel uzanan bu boğazda hızlı, sert düşüşler yapan çay, coşkun bir şekilde akıyordu. Bu bölüm, doğa sporlarında ağırlığını giderek daha çok hissettiren Erzincan için önemli bir turistik değerdi. Yaklaşık otuz kilometre süren boğazdan kurtulan Karasu, yolu üzerindeki son düzlüğe, Erzincan Ovası’na açılarak sakinleşiyordu.
Karasu, ovanın son bulduğu yerde de Kemah Boğazı’na giriyordu. Bundan böyle ova yüzü görmeyecek Karasu, Munzurlar’a sokuldukça daha da derinleşen bir dizi boğaz ve kanyondan geçerek, Keban Baraj Gölü’ne karışacaktı.
Erzincan’a bağlı Kemah ilçesi, Karasu Vadisi’nin biraz genişleyen bölümüne sıkışmıştı. Sırtını verdiği kanyon duvarının üzerinde, yapım tarihi bilinmeyen kale kalıntıları vardı. Küçük ilçe merkezi aslında Hititler’e kadar uzanan zengin bir tarihe sahipti. Derin bir geçmişe tanıklık eden kalenin, sadece birkaç kapısı ve burcu ayakta kalmıştı ama kente, vadiye, kanyona ve Munzurlar’a hakim manzarası için ziyarete değiyordu.
Kemah ile Kemaliye arasında sessiz bir istasyon olan İliç, Karasu kıyılarındaki yerleşimlerden biriydi. İlçeye demiryolu 1938’de gelmişti. Dumanlar çıkararak üzerlerine gelen ilk kara treni gördüklerinde dehşete düşüp kaçışan çobanların hikayeleri hálá anlatılıyordu. İliç yakınlarında biraz genişleyen vadide batıya doğru akan çay, Bağıştaş Köyü’nde yeniden dar kanyonlara girmeye başlıyordu. İleride Divriği çevresinin sularını toplayan Çaltı Çayı’nı aldıktan sonra da, ani bir kıvrılışla güneye, Kemaliye’ye dönüyordu.
ÖZEL BİR DİYAR
Kemaliye, Karasu’yu taçlandıran son yerleşimdi. Eski adı Eğin olan ilçe, Karasu Vadisi’nin en güzel manzaralı köşesine yerleşmişti. Yemyeşil bağ ve bahçeler içindeki Kemaliye, kendine özgü mimarisi ve kültürüyle insana gerçekten özel bir diyarda bulunduğunu hissettiriyordu. Bu durum sadece ilçe merkezi için geçerli değil, her biri mücevheri andıran köyleriyle bir bütün oluşturuyordu Kemaliye.
Kemaliye’den sonra nihayet yolculuğunun sonuna yaklaşıyordu Karasu; Keban Baraj Gölü’ne karışmaya başlıyordu. Barajın yapımından önce Karasu, Keban ilçe merkezinin 10 kilometre kadar kuzeyinde Murat’la birleşiyor ve Fırat’ı oluşturuyordu. Ama artık her iki kol da Keban Baraj Gölü’ne dökülüyor. Doğrudan Murat Nehri ile birleştiği dönemde uzunluğu 460 kilometreyi bulan Karasu günümüzde 360 kilometreyi inmişti. Dumlu Dağı’nın yükseklerindeki bir pınarın oluşturduğu havuzcukta başlayan yolculuk, dev bir baraj gölünde sona eriyordu...
Eğer sıcaktan ve susuzluktan bunaldıysanız yukarıdaki rotayı izleyin. Kanyonların serinliği, köylerin, kasabaların güzelliği, gürül gürül akan nehirlerin sesi sizi bir süreliğine rahatlatacaktır.
ATLAS’TA BU AY
Eğlenen şehir İSTANBUL: Geceye uyanıyor İstanbul; her gece bir eğlence hengámesi sarıyor şehri. Caddeler, sokaklar, meydanlar; konser salonları, gece kulüpleri, barlar, meyhaneler dolup taşıyor. Gece hayatının enerjisi, çekiciliği ve çok renkliliği, İstanbul’u giderek rakipsiz kılıyor. Atlas son sayısında İstanbul’a başka gözle bakıyor.
Düş Uçuşu: Akdeniz’le Anadolu’nun kucaklaştığı Ölüdeniz Lagünü... Konya ve Isparta arasında uzanan Beyşehir Gölü; Türkiye’nin en büyük tatlı su varlığı. Atlas ayağını yerden kesti; onlara bir martının, balıkçılın, şahinin gözleriyle baktı ve bir coğrafya düşüne tanık oldu.
Gölgesiz Kent: Nevada eyaletinde, Mojave Çölü’ne neon ışıklarıyla çizilmiş bir kent Las Vegas. Gölgesi yere düşmüyor. Ortaçağ şatoları, Mısır piramitleri, Venedik kopyalarıyla eğlence kentine dönüştüğünden beri kimse onun girdabından kurtulamıyor.
Habur’dan Süleymaniye’ye: Fiilen üçe bölünmüş bir ülkenin üçüncü parçası Kuzey Irak. Durum şimdilik sakin ama tedirginlik ve korku giderek burada da en güçlü duygu haline geliyor. Atlas, Habur Sınır Kapısı’ndan girerek Süleymaniye’ye kadar Kuzey Irak’ı boydan boya kat etti.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2007
Kentin hemen yanı başında, gözlerden uzak, ağaçların arasına gizlenmiş Polonezköy, hem renkli geçmişi hem de bugünüyle İstanbul’un yanı başındaki bir Avrupalı. Bu şirin köyde geçireceğiniz bir-iki gün sizde, sanki başka bir ülkeye gitmişsiniz hissini uyandıracak.
Bazı mekanlar, semtler, sokaklar, kasabalar, köyler, kentler vardır ki, geçmişini bilmeden o mekanlara yaptığınız geziler sizi olumlu veya olumsuz yanıltabilir. Kimler yaşamıştır, neler yaşanmıştır, nereden nereye gelinmiştir? Bu soruların yanıtlarını bilmiyorsanız o sokaklar, evler, ağaçlar, kahveler, mezar taşları size bir şey söylemez. Gözünüzün önünde öylesine kaskatı dururlar. O evlere, sokaklara, mezarlara, ağaçlara, kahveler bakarak hayaller kuramazsınız. Veya geçmişin içinde yürüyemezsiniz. Çünkü geçmişte olup bitenlerden haberiniz yoktur. Bu da gezinizi ruhsuz kılar. Kuru bir gerçeğin içinde dolanıp durursunuz. Onun için gideceğiniz yerin geçmişini iyi bilmeniz gerekir.
Bu hafta size İstanbul’daki "Avrupalı" bir köyü tanıtmaya çalışacağım. Burası, Taksim’e 20-25 kilometre uzaklıktaki, ilk adıyla Adampol, şimdiki adıyla Polonezköy. "Avrupalı" tanımlamasını bir benzetme olarak kullanmadım, buraya ilk yerleşenlerin Polonyalı olmasından ötürü "Avrupalı Polonezköy" dedim. Yani gerçeği belirttim.
Polonezköy’ün geçmişine bir göz atarsak; hikayenin ilk bölümünün kahramanı Prens Adam Çartoriski’dir. Yurtsever Çartoriski, Türkiye’ye sığınan Polonyalı göçmenleri bir arada tutabilmek için, 1842’de Fransız Lazarius tarikatının keşişlerinden 5 bin dönümlük ormanlık araziyi satın aldı. Burada bir koloni kurdu. Bu koloniye daha sonra Adampol adı verildi.
Hikayenin ikinci bölümü ise 3 Ağustos 1856’da başladı. Bu bölümün kahramanı da Sultan Abdülmecid’di. Sultan, bu tarihte Haydar Paşa’ya, Kırım’da Türklerin saflarında Ruslara karşı savaşan Osmanlı uyruğundaki Polonyalı Kazaklardan oluşan tümenin dağıtılması emrini verdi. Hem Türkçe hem de Lehçe okunan fermana göre, Türk topraklarına yerleşecek Kazaklar ve onların gelecek kuşakları tarım vergilerinin hiçbirini ödemeyecekti.
BİR DÜŞ ÜLKESİ
Ordudan terhis edilen Polonya asıllı Kazaklar, yüklerini sırtlarına vurup, soluğu bir cenneti andıran Adampol’de aldılar. Yıllarca süren kanlı savaşlardan, yokluktan, açlıktan sonra burası bir düş ülkesi gibi geldi onlara. Kazakları, 1830-31 ayaklanmasına katılmış Polonyalı vatanseverler izledi. Prens Adam, koloni yönetiminin başına asıl adı Mişel Çaykovski olan Sadık Paşa’yı atadı. Paşa, vakit geçirmeden bir yönetmelik hazırladı. Yönetmeliğe göre, buraya yerleşecek Polonya asıllı göçmenlere 10 dönümlük arazi verilecek, bu arazinin satış ve devir işlemleri ancak Polonyalılar arasında yapılabilecekti.
Kimi cephede, kimi bağımsızlık savaşında, barut ve kan kokusu içinde yıllarca ölüm korkusuyla koyun koyuna yaşayanlar, ormanın içinde, gözlerden uzakta kendilerine bir cennet kurdular. Kimi hayvanlarının peşinde koşturdu, kimi tarlada çalıştı. 500 nüfuslu köy, masallardaki köyler gibi mutlu ve huzurlu bir yaşam tutturdu. Zaman geçti, bu mutlu köyün ünü İstanbul’da duyuldu. Ulaşım zor olmasına rağmen Adampol, İstanbul’dan gelen konuklarını ağırlamaya başladı. Kayıtlara bakılırsa, Adampol’de otel ve pansiyon işletmeciliğinin tarihi 1920’lere dayanıyordu.
Adampollü Paul Ziolkowski, 1922’de köyle ilgili yazdığı bir yazıda şunları anlatıyordu: "İstanbul’da yaşayan Polonya yurttaşları, Adampol’e gidip, ülkelerine olan hasreti gidermek için can atarlardı. Bazıları kentin gürültüsünden kaçıp, aşırı yorgun zihinleri için sükûnet arayarak, bu sakin köşeye gönüllü sığınırlardı. Alman mareşali, Osmanlı ordularını düzenleyen Baron Von Goltz bunlardan biriydi. Koloniye sık sık yaptığı gezilerden birinde, kaldığı evin anı defterine şunları yazmıştı: ’Kendimi Adampol’de cennetteki Adem gibi hissediyorum...’ Kolonide savaştan önce yapılan otel ve pansiyonların konukları arasında çok sayıda diplomat, imparatorluk ailesinden bireyler ve üst düzey Osmanlı görevlileri de vardı..."
1960’lı yıllarda Polonezköy, İstanbulluların en gözde hafta sonu adresi olup çıktı. Özellikle boğazına düşkünler, buranın ünlü "yastık gibi kalın ve yumuşacık" bonfilesini yemek için onca bozuk yolu kat etmeyi göze alıyorlardı. O yıllarda Polonezköy otlaklarında lezzetli kuzular, danalar ve domuzlar beslenir, bunlardan elde edilen ürünler itinayla işlenirdi. Burada üretilen özellikle salamlar, sosisler, jambonlar, domuz pirzolaları, domuz pastırmaları, azınlıkların alışveriş yaptığı şarküterilerin en değerli malzemeleriydi.
YASAK AŞKLAR DİYARI
Polonezköy’e ilk kez, yolun çok bozuk olduğu dönemlerde gitmiştim. O zaman sadece Beykoz üstünden, delik deşik yoldan Polonezköy’e ulaşmak birkaç saat sürüyordu. Burada piknik yapmayı seven aile büyüklerimiz, bu zahmetli yolculuğu göze alıyorlardı.
Gel zaman git zaman Polonezköy kaçak aşıkların en sevdiği yer haline geldi. Buradaki pansiyonlarda ve otellerde, en ateşli yasak aşklar yaşanıyordu. Polonyalı göçmenleri adlarına çalınan bu "kara leke", çok utandırıyor ve üzüyordu. Gerçekten de o dönemlerde Polonezköy’ün adı, İstanbul’da "genelev"le neredeyse aynı anlama geliyordu. Kaçak aşıkların buraya gelmesini engellemek isteyen Polonezköylüler, hem bozuk yolun yapılmasına, hem de köye belediyenin otobüs seferleri başlatmasına uzun süre karşı çıktılar. Köyün geçmişini okurken, bu karşı çıkışa bir anlam veremedim. Hangi zampara, sevgilisini belediye otobüsüne bindirip, onca yolu hoplaya zıplaya aşarak buraya getirirdi ki!
Zamparalar kendilerine başka adresler bulup, ellerini eteklerini Polonezköy’den çektikten sonra İstanbul burjuvası burayı keşfetti. 1970’li yıllarda buradan geniş araziler alıp, ağaçların arasına birbirinden lüks evler yaptırdılar. O yıllardan sonra arazi fiyatları bir füze gibi fırlayıp inanılmaz rakamlara ulaştı. Bu kárlı iş, Polonezköy yerlilerine, Sadık Paşa’ya verdikleri sözü unutturdu. Topraklar parsellere ayrılıp, Polonyalılar yerine yabancılara satıldı. Zaten bu toprakları alacak Polonyalı göçmen de kalmamıştı artık.
Bugünkü Polonezköy’e gelirsek. Köy güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Geniş bahçelerin içinde, ağaçların arasından görünen evler, köye daha Batılı bir hava sunmuştu. Birbirine dal atan ağaçların oluşturduğu tüneller, cennete giden yollara benziyordu. Hemen hemen tüm evler butik otele, pansiyona, restorana dönüşmüştü. Koloninin kalan son 90 kişisi, bu otellerin veya pansiyonların bir odasında veya müştemilatlarında, geçmişin anıları içinde yaşama noktayı koyacakları günü bekliyorlardı.
Polonezköy hálá İstanbul’un tek "Avrupalısı." Şimdi yollar asfalt, ulaşım kolay, doğa eskisini aratmayacak kadar güzel. Hem yukarıda yazdığım geçmişi gözlemek, hem serin bir hafta sonu geçirmek istiyorsanız, Polonezköy hemen oracıkta sizi bekliyor.
KÖYÜN ÜNLÜ KONUKLARI
Polonezköy yıllar boyu hep ünlüleri konuk etti. Örneğin 1847’de ünlü besteci ve piyanist Franz Liszt, burada bir süre konakladı. 12 Aralık 1850’de ise Fransız yazar Gustave Flaubert yeni romanının birkaç sayfasını burada kaleme aldı. 1978’de gelen Polonyalı Papa II. Jean Paul, köylüleri kutsadı, 1994’te ise Polonya Cumhurbaşkanı Lech Walesa onlarla sarmaş dolaş oldu.
Köyün en ünlü konuklarından biri de, 1935’te gelen Atatürk’tü. Atatürk, köyde onuruna düzenlenen baloda çok keyiflendi, köyün en güzel kızı Kamilya ile uzun uzun dans etti. Kamilya bu danstan öylesine etkilendi ki, göçmenlerin kendi aralarında evlenmeleri kuralını bozup, bir Türk’le hayatını birleştirdi. Atatürk’ün Polonezköy’ü çok sevmesi, köye bir yarar sağlamadı. Politik entrikalar yüzünden Polonezköy’e elektrik ancak 1973’te bağlanabildi, toprak yol 1961’de açıldı, kadastro 1968’te geçti.
Polonezköylülerin övündüğü bir başka ünlü de, dünyaca ünlü soprano Leyla Gencer idi. Annesi Polonez babası Türk olan Gencer’in ilk gençlik yılları burada geçmiş, ilk büyük aşkını da burada yaşamıştı. Anlatılanlara göre ünlü soprano, köyün en yakışıklı delikanlısı Zygmunt Ksiezopolski ile koruda buluşur ve karşılıklı şarkı söylerlerdi. Onlar şarkıya başlayınca köyde herkes susar, çın çınlayan sesleri dinlerlerdi.
MEZARLIK HER GÜN BÜYÜYOR
Köyün girişindeki mezarlıkta Polonezköy’ün ilk sakinleri, sakin sakin yatıyordu. Mermer, tahta, demir haçlar kimi plastik, kimi gerçek çiçeklerle süslenmişti. Bir zamanlar yan yana evlerde oturuyorlardı, şimdi ise yine yan yana mezarlarda yatıyorlardı. Yani birbirlerinden hiç ayrılmamışlardı.
Yazının Devamını Oku