Mehmet Yaşin

Gizli cennetlerin peşinde

18 Kasım 2007
Röportajların çoğunda bana en çok sorulan soru, "Gezmeye ne zaman ve neden başladınız?" oldu. Ne zaman başladığımı biliyordum ama nedenini bilmiyordum. Onun için de her seferinde başka gerekçeler öne sürüyordum. Ama kimse bana, "Gezmekten ne zaman vazgeçeceksiniz?" sorusunu sormuyordu. Her işin olduğu gibi bunun da bir sonu olmalıydı. İyi ki sormuyorlardı, sorsalar yanıt veremeyecektim. Çünkü gezmelere ne zaman nokta koyacağımı da bilmiyordum. Bir hedef belirlemeliydim. Reader’s Digest’in "Dünya

Harikalarını Keşfedin" adlı oylumlu kitabın sayfalarını karıştırınca kafamda bir ışık yandı. Kitapta tüm dünyadan 138 değişik coğrafya tanıtılıyordu ve bunların birçoğuna gitmemiştim. En ilginç yerleri seçtim. Aldığım karara göre buraları gördükten sonra gezginliğe son verecektim. Her yıl bir veya iki yere gitsem demek daha 10-15 yıl yollarda olacaktım. Bu yarı düş yarı gerçek karardan sonra rahatladım. Artık sorulara verilecek bir yanıtım vardı. Seçtiğim yerlerin bir bölümünü geçen haftaki yazımda tanıtmıştım. Bu hafta kalanını anlatmaya çalışacağım.

YANGTZE BOĞAZI: Öyle görüntüler vardır ki insanın beynine adeta kazınır. Zaman zaman o görüntü gözlerinizin önüne gelir ve sizi tutsak alır. Çin’in kalbinde akan Yangtze Nehri’nin, üç sivri dağın arasından akıp gitmesi de adeta beynime kazınmış bir görüntüdür. Dağlar birbiri üstüne yaslanmıştır. Nehrin üstü ve dağın etekleri bir sis perdesiyle kaplıdır. Bir yelkenli sessizce sisin altından yol alır. Uzaklardan şelalelerin homurtusu duyulur. İşte o yelkenlinin yolcusu olabilmek, düşlerimin baş köşesini süsler. Oraya gidip, dağlardaki esrarengiz delikleri, savaşçıların saklandığı mağaraları, yeşil bambuların, rengarenk çuha çiçeklerinin süslediği yamaçları, tahıl ekili taraçaları seyrederek yapacağım yolculuk için sabırsızlanıyorum.

TİEN SHAN DAĞLARI: Dağlar nedense beni hep kendilerine çekmiştir. En yüksek dağları, tırmanmasam da görmek bana sonsuz bir keyif verir. Tien Shan Dağları (veya Tanrı Dağları) da karlı zirveleri, çiçekli yamaçları, derin kanyonları, aceleci ırmakları ile beni hep baştan çıkarmıştır. Bu dağlar beyaz, sarı, mavi, mor menekşeler, güller, laleler, vahşi çiçekler, meyve ağaçları ile insanı büyüler. Çinliler onun için bu yüce dağlara Cennet Dağları adını takmışlardır. Günün birinde, Orta Asya’nın bu muhteşem dağlarının eteklerinde dolaşmayı, yalnızlığında kaybolmayı planlıyorum.

ULURU KAYASI:
İnsan bir çölün ortasındaki koca bir kayayı görmek için neden yanıp tutuşur ki!.. Ama bu kaya öyle bildik kayalardan değil. Avustralya’nın tam ortasında, kubbemsi, kızıl kütle, Aborijinler için kutsal bir mekan, ulusal bir semboldür. Yaklaşık 500 milyon yaşındaki bu kütle, şafak sökerken turuncu, sabahın ilk ışıklarıyla kahverengi, öğle saatlerinde kehribar rengi, akşam gün batımında ise kor gibi yanan kızıl bir renge bürünür. Bu dağdaki her çukur, her çatlak, her uçurum, her mağara, kıtanın sahibi olan Aborijinler için kutsal bir önem taşır. Çok uzak diyarlardaki bu muhteşem kaya da görülmesi gerekenler listemde yer alıyor.

MILFORD SOUND: Şafak vakti yüksekçe bir yerde oturup suyun kenarından başlayarak dimdik yükselen dağların sislerle kaplı zirvelerini, boncuk mavisi çarşaf gibi denizi seyredip insan ayağı basmamış ormanının uyanışını dinlemek istemez misiniz? Bunun için Yeni Zelanda’nın fiyort bölgesine gitmeniz gerekiyor. Bu görüntüler aslında pek yabancınız değil. Yüzüklerin Efendisi filminden hatırlamanız gerekiyor. Bu topraklar gerçekten de başka bir dünyayı andırıyor. Milford Sound’a yerliler "Yalnız Ardıç Kuşu" diyorlar. Çünkü ölüm tanrıçasının öfkesinden kaçan kuş, bu fiyorda sığınmış. Dik dağlar yemyeşil yağmur ormanlarıyla kaplı. Ayrıca dünyanın en yüksek şelaleleri de bu dağın zirvelerinden denize dökülüyor. Anlayacağınız gözlerden uzakta, el değmemiş bir doğa harikası. Bu uzak coğrafyada bir süreliğine kaybolmak, en hoşuma giden düşlerimin arasında yer alıyor.

BORA BORA ADALARI: Büyük Okyanus’un orta yerindeki bu adalara, kimi Pasifiğin İncisi, kimi yeryüzündeki cennet, kimi rüyalar adası der. Bu tanımlamaların hepsi de doğrudur. Fransız Polinezyası’nın tam kalbindeki bu adalar grubu, beyaz renkli kumsalları, palmiye ormanları, tepeleri süsleyen amber çiçekleriyle büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Gün batımında kızaran okyanusu seyretmek, gece mercan resiflerine çarpan suyun çıkardığı fısıltıları dinlemek insanı başka boyutlara taşır. Okyanusun ortasında, dünyadan uzaktaki bu adalarda bir macera yaşamak uzun yıllardan beri düşlerimi süslüyor.

AMAZON ORMANLARI: Brezilya’nın ortalık yerinde dünyanın henüz keşfedilmemiş ormanları, güneşe bile geçit vermeyen dev ağaçlar, dünyanın en uzun nehri, birbirinden vahşi hayvanlar, hiç kimsenin görmediği kuşlar, çiçekler, eşine benzerine masallarda rastlanan dev kelebekler... Tabii ki niyetim bu vahşi yaşamın ortalarına kadar gitmek değil. Gidemeyeceğimi biliyorum. Ama ormanın kıyısındaki kasabalardan birinde konaklamayı, Amazon nehrinde gidebildiğim kadar gitmeyi çok arzuluyorum... Şimdiden çeşitli olanağın kapısını çalmaya başladım bile.

TITICACA GÖLÜ: Güney Amerika’da Bolivya ile Peru’nun buluştuğu yüksek platoda tam 3812 metre yükseklikte, buzullarla kaplı dağların çevrelediği masmavi bir iç deniz... Burası Güney Amerika’nın en büyük gölü Titicaca. İşte imkansız rotalarımdan biri daha. Gölün kıyısında yaşayan büyük ciğerli, büyük kalpli Aymara halkının arasına karışmak, sazlardan yapılan ilkel kayıklara binerek gölde balık yakalamak, kutsal Güneş Adası’nda bilge tanrıların izini sürmek... Tek korkum bu kadar yüksekte nefes almanın zor olması. Oraya gidince bu soruna bir çözüm bulurum herhalde. Yeter ki gidebileyim!

GUİLİN TEPELERİ: Güney Çin’deki tarçın kokan kent Guilin, çok az kişinin bildiği cennet köşelerden biridir. Kentin çevresindeki dingin topraklardan aniden yükselen kireç taşı tepeleri çevreye bir rüya görünümü verir. Bu tepelerin eteklerinden akan Li Nehri, turkuvaz bir kurdeleyi andırır. Bu nehirde, bambu teknelerde karabataklarla balık avlayan balıkçılar, insanı hem hayrete düşürür hem de kıskandırır. Çok uzaklardaki bu kentte bir süreliğine yaşamak isteğinden bir türlü vazgeçemiyorum.

RUWENZORİ DAĞI: Doğu Afrika’da Uganda ve Kongo sınırı boyunca uzanan Ruwenzori Dağı’nı pek çok kimse bilmez. Antik Yunanlıların "Ay Dağları" dediği bu yer aslında gizli bir harikalar diyarıdır. Ekvator’un üstünde bulunmasına rağmen zirvelerinden kar eksik olmaz. Ay Dağları neredeyse 300 gün boyunca bulutlar tarafından örtülür, görünmez olur. Bulutlar kalkınca ortaya büyüleyici bir güzellik çıkar. Zirvedeki kayalar gümüş gibi parıldar. Dağın eteklerinde görülmemiş boyutlarda mantarlar, süngeri yosunlar, fundalar, çeşit çeşit ağaçlar çevreyi zümrüt yeşiline boyarlar. Ormanlar bilinmedik hayvanları barındırır; güneşkuşları, garip bukalemunlar, siyah ve beyaz maymunlar, leoparlar çığlıklar atan tavşan büyüklüğündeki ağaç fareleri, filler... Bu gizemli, büyüleyici dağlarda dolaşmak, nehirlerin ve göllerin üstünde, henüz medeniyetle tanışmamış yerlilerin yaptığı ilkel kayıklarla gezinmenin hayali bile beni her zaman heyecanlandırır.
Yazının Devamını Oku

Dünyanın harikalarını keşfedin

11 Kasım 2007
Kendi kendime sıklıkla sorar oldum: "Bu gezginliği ne zaman bırakacaksın?" Yola çıkmaya başladığım ilk yıllardaki enerjim artık yok. Dile kolay tam 30 yıldan beri yollardayım. Dere, tepe, kent, kasaba, köy, dağ tepesi, çöl ortası, ormanın gölgesi, yaylanın serini derken bir ömrün yarısı geçti gitti. Bu soruyu sorduğumda, yanıtını hemen bulamıyorum. Daha o kadar çok görülecek yer var ki! Kırmızı noktalarla bezeli haritamda, gitmediğim uzak coğrafyalara baka baka düşler kuruyorum sürekli. Geçenlerde Reader’s Digest’in çıkardığı "Dünya Harikalarını Keşfedin" başlıklı oylumlu bir kitap elime geçti. Burada, tüm dünyada görülmesi

gereken 138 yer tanıtılıyordu. Kitabı incelerken birden başta sorduğum sorunun cevabını buldum: Kitapta tanıtılan yerlerden bir bölümünü seçtim. "Buraları görmeden gezginliği bırakmayacağım" diye kendime söz verdim. Bu yazımda seçtiğim yerler hakkında kısa bilgiler vereceğim. Şimdi aklım fikrim bu gezileri gerçekleştirmekte. Her yıl bir-iki yere gitsem, demek ki daha 10-15 yıl daha yollarda olacağım. Onun için iyi bir sıralama yapıp zorluk derecesi yüksek olanlara bu yaşlarda gitmeliyim. Daha kolayları sıranın en arkalarına koymakta yarar var. Hazırladığım bu listeyi iki bölüm halinde size sunacağım.

KONGO NEHRİ: Afrika’nın kalbinden doğup bir yay çizerek Atlantik’e ulaşan bu nehir hep rüyalarımı süslemiştir. Kendimi nehrin üstünde bir teknede, mangrov bataklıklarının, insan ayağı basmamış cangıllarının arasında yolculuk ederken düşlerim. Ormandan kopup gelen ürkütücü sesleri duyduğumda aklıma hemen, bu nehri keşfeden Henry Morton Stanley gelir. 1874’te yola çıkan Stanley’in tüm nehri geçip denize ulaşması tam üç yıl sürer. Yaklaşık bin kişiyle yola çıkan ekipten, üç yıl sonra geriye 114 kişi kalır. Bu nehrin üstünde yolculuk yapan "Big Pusher"a binmek en iflah olmaz tutkumdur. Kimi küçük kabinlerde, kimi açıkta yaklaşık 500 kişinin tıkış tıkış yolculuk ettiği bu gemide bulunmanın düşü bile beni heyecanlandırır. Yazar Joseph Conrad Kongo Nehri’ndeki yolculuğu bir kitabında şöyle anlatır: "Bitki örtüsünün büyük bir kargaşayla ayaklandığı ve büyük ağaçların kral olduğu yeryüzünün başlangıcına doğru bir yolculuk gibi. Beyhude bir akarsu, büyük bir sessizlik ve nüfuz edilemez bir orman..." Bu yolculuğun çok zor olduğunu biliyorum ama gitme düşlerinden vazgeçemiyorum.

KALAHARİ ÇÖLÜ: Güney Afrika’nın kuzey batısındaki kayısı renkli kumlarla kaplı bu çölün beni çağırdığını sanırım hep. Bu kumların üstünde yaşayan dünyanın en eski halklarından Bushmanlerin köyünde bir süre bulunmanın düşüncesi bile çok heyecanlandırır beni. 25 bin yıldan beri değişmeyen bu çöl insanlarıyla ava gitmek, onlardan ok atmasını, mızrak fırlatmasını öğrenmek için neler vermezdim ki. Bu gezinin yaşamımın en unutulmaz macerası olacağından çok eminim.

VİRUNGA DAĞLARI: Bir yanda Ruanda, diğer yanda Uganda, öte yanda Kongo. Uçsuz bucaksız yeşillik düzlükler ve bu düzlüklerin ortasından yükselen ve zirveleri bulutları değen sıradağlar. Gözümü her kapatışta bu manzaranın içine düşüveriyorum. Neler gelmiyor ki gözümün önüne: Her an püskürmeye hazır sekiz volkan, bunların arasında Afrika’nın en güzel gölü Kivu. Çevrede zengin bir bitki örtüsü, 180’den fazla kuş türü ve 60’ın üstünde memeli hayvan. Leoparlar, misk kedileri, sırtlanlar, bufalolar, fil sürüleri. Virunga Dağları’nın eteklerindeki ormanlarda dolaşan dağ gorillerinin homurtusunu duyar gibi oluyorum. İnsanların henüz ulaşamadığı bu dünya parçasında, kısa süreliğine de olsa bir macera yaşama düşünü sıklıkla kurarım.

VICTORIA ŞELALESİ: Afrika haritasına ne zaman baksam gözüm Zambiya ve Zimbabve sınırlarının birleştiği noktaya takılır kalır. Orada gökyüzüne doğru bir bulut yükseldiğini görür gibi olurum. Yerliler bu buluta "Mosi-oa-Tunya - Gümbürdeyen Duman" adını takmışlardır. Gerçekten de 500 metre yüksekten dökülen Victoria Şelalesi, öfkeyle savrulan bir buhar bulutu gibi gökyüzüne yükselir. Bu buluta değen güneş ışınları yüzlerce pırıltılı gökkuşağı oluşturur. Dolunayda ise gökyüzü gümüş bir perdeyle kaplanır. Bu şelaleyi keşfeden İskoçyalı David Livingstone onu on binlerce kuyruklu yıldıza benzetmiş ve "Afrika’da gördüğüm en muhteşem manzara" demiştir. Buranın bir masal diyarına benzediğini tahmin edebiliyorum. Buraya ulaşmak için Zambezi Nehri’nde yapacağım yolculuğu gerçekleştirebilmek için tüm olanaklarımı zorlayacağımı biliyorum.

DEVLERİN GEÇİDİ: İrlanda sahillerinde, on binlerce çok kenarlı sütun... Coğrafyacılar, bu garip oluşuma "Giant’s Causeway-Devlerin Geçidi" adını takmışlar. Efsaneye göre bu sütunları, Staffa Adası’ndaki sevgilisine yürüyerek gidebilmek için, İrlanda halk efsanelerinin büyük kahramanı Finn MacCool adlı bir dev çakmış. Sislerle kaplı bir sahildeki bu oluşum, bilgisayar ile oluşturulmuş bir grafiği andırıyor. Devlerin Geçidi, sanki başka bir dünyanın parçası. İşte bu ilginç coğrafya da görülmesi gereken yerler listemin en üst sırasında yer alıyor.

MOHER UÇURUMLARI: İrlanda’nın County Clare sahilleri boyunca uzanan ürkütücü duvarlar... 200 metre aşağıda okyanusun birbiri üstüne binen beyaz köpüklü dev dalgaları... Hayaletlerin uğultusunu andıran rüzgarın sesi... Buranın düşlerimde yer almasının nedenlerinden biri de Dublinli yazar James Plunkett’in yazdıkları: "Puslu bir havada akli dengesi bozulmuş bir tanrının kabusuna benzerler. Güzel havalarda ve özellikle günbatımında ise tamamen mitolojiye ve yeraltına aittirler..." Cadıların, perilerin cirit attığı bu vahşi uçurumların kenarına oturup uçsuz bucaksız Atlantik’i seyretmenin insanda ne gibi duygular uyandıracağını merak ediyorum. Bu sorunun cevabını bulmak için Moher Uçurumları’na gitmeliyim.

KAMÇATKA YARIMADASI: Bence burası Rusya’nın belki de dünyanın tartışmasız en ilgi çekici bölgelerinden biridir. Öylesine ıssız ve yalnızdır ki, bir kilometrekareye ancak bir kişi düşer. En büyük vahşi somonlar bu yarımadanın kıyılarında dolaşır. Dünyanın en yüksek aktif yanardağı Klyuchevskaya da buradadır. Avrasya’nın en büyük boz ayıları, Ren geyikleri, mavi tilkileri, gümüş tilkileri, samurlar, vizonlar, siyah başlı dağ sıçanları buradaki düzlüklerde dolaşır. Dünyanın bu hazin, vahşi, ıssız, romantik, mistik, keşfedilmemiş topraklarına gitme fikri bende bir tutku haline geldi.

INARI GÖLÜ: Finlandiya’nın Lapland Bölgesi binlerce gölüyle beni hep cezbetmiştir. Lapland şarkılarının kahramanı Inari Gölü ise büyülü dinginliğiyle rüyalarımın hep başköşesindedir. Üstünde 3 bin adayı barındıran bu gölün üstünde, bir kanoyla dolaşma arzusunu gerçekleştirebileceğim günleri sabırsızlıkla bekleyeceğim.

SİBİRYA TUNDRALARI: Yazar ve hayvanbilimci Lee Durrell’in yazdığı notları okuyunca tundralar da düşlerimin süsü haline geldi. Durrell bu ıssız toprakları şöyle anlatıyordu: "Orada papatya benzeri donuk çiçekler, mor-mavi renkli parıldayan minyatürler var. Her yer hem pembe çiçeklerle hem de zümrüt yeşili yosun tabakasında yetişen mantarlar gibi ayak bileği hizasında biten bodur söğüt ormanlarıyla kaplı..." Sibirya Tundraları’nın dünyanın bittiği yerde olduğunu biliyorum. İşte bunun için oraya gitmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Londra’nın değişmeyen yüzü

4 Kasım 2007
Uzun zamandan beri gitmediğim İngiltere’nin başkenti Londra’ya hızlı bir gezi yaptım. Yağmur altında bildiğim caddelerde ve sokaklarda bir koşu dolaştım. Bütün görüntüler dört yıl öncesi gibiydi. Londra’da zaman adeta durmuştu. Binalar, mağazalar, dükkanlar, caddeler, kalabalıklar hep bildiğim görüntüleri sunuyordu.

En sevdiğim kentlerden biri olan Londra’dan uzun zamandan beri uzak kalmıştım. Oraya gitmek için doğru dürüst bir bahane çıkmamıştı karşıma. Onun için Hüseyin Özer’in daveti karşısında pek nazlanmadım. Hüseyin Özer 15 yıllık dostumdu. İşe, Londra’da bulaşıkçılıkla başlamış, şimdi ise kentin en gözde restoran zincirleri arasındaki Sofra ve Özer’lerin sahibi olmuştu.

Hüseyin Özer bizi, Türk şaraplarının Londra’da sergileyeceği performansı izlemeye davet etmişti. Kendisinin de sponsorluk yaptığı bu toplantıda Türk üreticileri kendi şaraplarını İngiliz basınına ve şarap tüccarlarına tattıracak, tanıtacak ve satış bağlantıları arayacaktı.

20 yıldan beri Londra’ya bu kaçıncı gelişimdi hatırlamıyorum. Arşivimi karıştırıp ilk gelişimden sonra yazdıklarıma göz attım. O zamanlar beni en çok birbirine benzeyen tuğla evler şaşırtmıştı. Bir makete benzetmiştim o evleri. Alman yazar Heinrich Heine de bu evleri görünce aynı benim gibi şaşırıp karısına yazdığı mektupta şöyle anlatmıştı: "Ben Londra’da kocaman saraylar beklerken, bir sürü küçücük evden başka bir şey göremedim. Ama bunların hepsinin birbirine benzemesi ve sayılarının fazlalığı insan üzerinde muazzam bir etki bırakıyor. Hepsi aynı mimari tarzda inşa edilmiş. Bunlar öylesine yan yana dizilmişler ki, sokaklar uçsuz bucaksız iki binadan oluşan kışlaya benziyorlar. Bunun da nedeni şundan kaynaklanmakta: Her İngiliz ailesi sadece iki kişiden oluşsa bile müstakil evde, kendi kalesinde oturmak istiyor..."

Buluşma yerine gitmeden önce bildik caddelerde yürümeye başladım. Regent Caddesi, Oxford Caddesi, Piccadily Meydanı... Aradan onca yıl geçmesine rağmen değişen hiçbir şey yoktu. Kaldırımlarda kalabalıklar yine koşar adım bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Dev mağazaların vitrinlerinde yine şık ve pahalı eşyalar sergileniyordu. Çift katlı kırmızı otobüsler, sadece Londra’ya özgü siyah taksiler karmaşık trafiğin içinde ilerlemeye çalışıyordu. Ben çevreyi izlerken, arada bir kaldırımlardaki akışı engelliyor, insanların beni itmesine, sert bakışlar fırlatmasına neden oluyordum.

ŞARAPLAR SINIFI GEÇTİ

Regent Caddesi üstündeki Özer restorana geldiğimde, ekibi beni bir ziyafet masasının başında beklerken buldum. Hüseyin Özer, şarap tadımından önce damağımızı şımartmak istemişti. Yemekleri, İngilizlerin ünlü aşçılarından Gordon Ramsay’in üç yıldızlı lokantasında şeflik yapan Murat Bozok hazırlamıştı. Birbirinden lezzetli yemeklerin biri gidip diğeri geliyordu masaya. Ondan bir lokma, bundan bir çatal, şaraptan bir yudum, börekten bir ısırık derken, bir ara kendimi "Büyük Büfe" filminin içindeymiş gibi hissettim.

Şarap tadımının yapılacağı Sofra Restoran’a vardığımızda midemin gerildiğini hissediyordum. Salonda İngiliz şarap uzmanlarından, dergi ve gazete yazarlarından oluşan bir kalabalık vardı. Tadımda Büyülübağ, Corvus, Doluca, Şato Kalecik, Kavaklıdere, Kayra, Melen, Pamukkale, Sevilen şaraplarından örnekler tadıldı. Üreticiler soruları yanıtlarken kusursuz İngilizceleri ve şarap bilgileriyle konukları şaşırttılar. Birçok İngiliz, bir Müslüman ülkede böylesine lezzetli şarapların üretilmesine inanamadıklarını belirtti. Bunları söyleyenler, sanırım şarabın doğum yerinin Anadolu toprakları olduğunun farkında değildi. Bu genetik bir mirastı. Türk şarapları için çok başarılı bir geceydi.

Bu kısacık gezinin son günü, erkenden sokaklarda yürüyüşle başladı. Bir pazartesi sabahıydı, yağmur atıştırıyordu ve sokaklar aceleci ve asık suratlı insanların işgalindeydi. Biz dört "turist", ellerimiz arkada, bazen bir önceki akşamı, yediklerimizi, içtiklerimizi konuşuyor, bazen bir vitrinin önünde durup Londra’nın ne kadar pahalı bir kent olduğu hakkında konuşuyorduk. Bu avare yürüyüşümüz kaldırımlardaki aceleci kalabalığın hızını kesiyor, tıkanmalara neden oluyordu. Onları gördükçe, pazartesi günleri turist olmanın çok keyifli bir şey olduğu konusunda fikir birliğine varıyorduk.

Bir binanın önünde bekleşen kuyruğun yanında durakladık. Kaldırıma serilmiş battaniyelere, uyku tulumlarına, taburelere bakılırsa bu gençler birkaç günden beri burada bekliyordu. Binanın tabelasına baktım. "Nike Town" yazıyordu. Bekleşenlerden birine kuyruğun nedenini sordum. Nike yeni bir model ayakkabı çıkarmıştı. Bu ayakkabı, piyasaya sürülmeden önce burada satışa sunulacaktı. Kuyrukta bekleşenlerin derdi, o ayakkabıyı herkesten önce satın almaktı. Onlar da pazartesi sendromu yaşamıyorlardı anlaşılan.

Önce Piccadilly Caddesi’ndeki "Fortnum & Mason’a" uğradık. 1707’de kurulan bu mekan, Londra’nın en şık ve en eski yiyecek içecek tapınağıydı. Şık kutular içinde 120 çeşitten fazla çay, kavanoz kavanoz reçel, çok özel çikolatalar, şaraplar, artizan peynirler, birbirinden lezzetli şarküteri ürünleri, çeşit çeşit hardallar, soslar, balıklar, isli etler, dünyanın dört bir yanından gelen sebzeler... Her rafın önünde uzun uzun durup yorumlarımızı yaparak bu "kutsal" mekanı büyük bir keyifle gezdik.

Sonra bir alttaki Jermyn Caddesi’ne geçtik. Burada da zamanın durduğunun kanıtları sıralanmıştı. Örneğin bir mağazanın kapısında, burada 1870’ten beri gömlek dikildiği yazıyordu. Birkaç metre ötede ise 1850’den beri ısmarlama ayakkabı yapan bir başka dükkan vardı. Vitrindeki armaya bakılırsa, kraliyet ailesi ayakkabılarını burada yaptırıyordu.

MİNİ TADIM SEANSI

Sokağın en eski dükkanı ise "Paxton & Whitfield"di. 200 yıl önce açılan bu dükkan, Londra’nın en eski peynircisiydi. Burada İngiltere, İrlanda ve Fransa’da üretilen nadir peynirler satılıyordu. Kendimizden geçmiş bir şekilde öylesine çok soru sorduk ki, dükkanın sahibi bir mini tadım seansı düzenlemek zorunda kaldı. Çıkarken elimizdeki torbalar çeşit çeşit peynirle dolmuştu. Pahalı ama çok lezzetli bir alışveriş yapmıştık.

Ayaklarımız sızlayıncaya kadar yürümeyi sürdürdük. İyice yorulunca, Mayfair semtindeki ünlü pub The Red Lion’da mola verip birer Guinness birasıyla susuzluğumuzu giderdik. Pubın önünde oturup, geleni geçeni seyrederken aklıma yine Heinrich Heine geldi. Ünlü yazar 1830’lu yıllarda gittiği kent hakkında yazdığı yazıya şu cümleyle başlamıştı: "Londra’ya bir filozof yollayın ama sakın ola ki bir şair yollamayın..." Yazar sonra şöyle devam ediyordu: "Oraya bir filozof gönderip, onu Cheapside semtinde bir köşe başına oturtun; orada Leipzig Fuarı’ndaki bütün kitaplardan öğrenebileceğinden daha fazlasını öğrenir. Ama Londra’ya sakın bir şair göndermeyin! Her şeyin üstüne sinmiş olan bu yalın ciddiyet, bu muazzam tekdüzelik, bu makineleşmiş devinim, insanların neşeliyken bile duydukları bir can sıkıntısı, kısacası her şeyi çok abartmalı olan bu kent, insanın düş gücünü ezer ve yüreğini parçalar..."

Dönüş yolculuğunda Londra’ya bir daha ne zaman geleceğimi düşünüyordum. 10 yıl sonra gelsem de tüm görüntülerin hiç değişmeden yerli yerinde duracağından emindim.

LONDRA’DA ZAMAN DURMUŞ GİBİ

Londra’da her şey dört yıl önce bıraktığım gibiydi. Değişen bir şeyleri görmek için boşuna gayret ediyordum. 1800’lü yıllarda Londra’ya giden şair Namık Kemal’in yazdıkları okunduğunda, aslında 200 yıldan beri hiçbir şeyin değişmediği belli oluyordu. "Baştan ayağa yıldızlara boğulmuş ve sarayları imrendirecek biçimde süslenmiş oteller vardır ki, içinde üç dört bin kişi yatar, sofralarında dört bin kişi yemek yiyebilir... Dükkanları vardır ki, sözgelimi, terzilerin işlettiği mağazalarda, bizim Üsküdar halkının yedi yaşından yetmişine kadar insanlarının hepsini giydirip kuşatmaya yetecek giysi görülür, içinde eşya göstermek için yedi-sekiz yüz erkek, beş-altı yüz kadın görevli bulunur..."
Yazının Devamını Oku

Goethe ve Schiller’in evi

28 Ekim 2007
Geçen hafta Almanya gezimin başlangıcı olan Leipzig’i anlatmıştım. Sağanak yağmur altında bu kitapçı ve matbaa cennetini bir solukta dolaşıp tarihi kahvelerinde öyküler eşliğinde kentin geçmişini dinlemiştim. Bu hafta ise edebiyat, müzik, sanat alanında dünyanın en ünlü kenti Weimar ve diğer küçük kentleri anlatmaya çalışacağım.

Yağmur yağıp yağmamak konusunda kararsızdı. Bazen çiseleyip yola hazırlıksız çıkan "ahmakları" ıslatıyor, bazen de gökyüzünden sel gibi boşalıyordu. Almanya serin yazı geride bırakmış, güz yağmurlarıyla selamlaşmıştı. Çınar ağaçlarının yaprakları sarı kelebekler gibi uçuşmaya başlamıştı bile. Ağzımda siyah Köstritzer birasının acımsı karamelize tadı, arabanın camından akıp giden manzaraya dalmış kimbilir neler düşünüyordum. Önümüzdeki ilk durakta Almanya’nın kültür başkenti Weimar vardı. Ünlü sanatçılar, edebiyatçılar, besteciler bu küçük kente konuk olmuş, havasını solumuş, eserlerine konu etmişlerdi. Ben bu kentle, Goethe’nin "Genç Werther’in Acıları" adlı kitabında tanışmıştım.

Araba cadde üstündeki bir otelin önünde durdu. Kapının üstünde "Grand Hotel Russischer Hof- Kuruluş Tarihi: 1805" yazıyordu. Muhteşem lobideki resepsiyondan anahtarımı alıp bir acele odama çıktım. Bütün otellerdeki gibi burada da otelin müdürü yastığımın üstüne bir mektup koydurmuştu. Adıma yazılı bu "hoşgeldiniz" mektubunun bana özel olmadığını biliyordum. Her yeni müşterinin yastığının üstünde adına yazılmış bir mektup dururdu. Müdür mektuplarına şöyle bir bakıp çöpe atardım. Ama bu mektup beni etkilemişti. Müdür Albert Voigst, ünlü besteci Franz Liszt’in, Clara ve Robert Schumann’ın, Robert Wagner’in, Hector Berlioz’un, Rus Çarı Aleksandır’ın, Johann Wolfgang Goethe’nin bu otelde kaldığını belirtiyordu. Aslında ünlülerin listesi daha uzundu ama benim tanıdıklarım bunlardı. Mektubu katlayıp çantama koydum. Geçmişte kalan Weimar kenti daha ilk adımda içine almıştı beni.

DUL DÜŞESİN TOPLANTILARI

Bu gezide bana eşlik eden Alman turizm merkezi görevlisi Knut Haenschke kapıda bekliyordu. Onun peşine takılıp yürümeye başladım. Caddenin kenarlarına, koca çınarlar ve Gingko Biloba ağaçları sıralanmıştı. Yolun hemen başında, üç katlı bir evin önünde durduk. Kunt, buranın Withum Sarayı olduğunu söyledi. Cüsse olarak saraydan çok eve benziyordu. Dul düşes Anna Amalia’nın eviydi.

Kunt, ikinci katta, soldaki üç pencereyi gösterip meşhur yuvarlak masa toplantılarının bu salonda yapıldığını söyledi. Kimler katılmıyordu ki bu toplantılara! Kentin ileri gelenleri, güzel kadınlar, müzisyenler, sanatçılar ve yazarlar. Örneğin Goethe ve Schiller toplantıların en vazgeçilmez davetlileriydi. Bir banka oturdum, ikinci kattaki üç pencereye gözümü dikip o günleri düşlemeye çalıştım. Ülke sorunları, sanat tartışmaları, dedikodular, kaçamak aşk bakışları, fısıltılar, yasak aşkların başlangıçları... Goethe bu toplantılar için, "herkesin kendi tarzında eğlendiği ve eğlendirdiği buluşmalar" dememiş miydi zaten!

Biraz yürüdükten sonra, bir başka evin önünde durduk. Sarı badanalı bu ev, düşesin evinden biraz daha küçüktü. Burada Alman romantik felsefe akımının önemli düşünürü, şair, oyun yazarı, tarihçi, Friedrich Schiller oturmuştu. Üst katta, sol taraftaki iki pencere çalışma odasını aydınlatıyordu. Bu kutsal odada, "Wilhelm Tell" ile "Maria Stuart" gibi ünlü eserler kaleme alınmıştı. Kunt, ikinci katta sanatçının ailesinin oturduğunu söyledi. Karısı ve dört çocuğu bu katta yaşıyordu. En alt katta ise mutfak vardı. Aile akşam yemeklerinde orada toplanıyordu. Tabii Schiller, dul düşesin toplantısına gitmediyse veya dostu Göethe ile bir yerlerde yemek yemiyorsa.

"Dik kafalılığı" yüzünden zor günler geçiren Schiller, Goethe’nin desteğini alabilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama Goethe’nin bu büyük yazara pek yüz verdiği söylenemezdi. Onu Weimar’dan uzaklaştırmak için, 40 kilometre uzaklıktaki Jena’da iş bulmuştu. O günkü ulaşım koşullarına bakılırsa, Jena bir günlük uzaklıktaydı. Goethe acaba Schiller’i kıskanmış mıydı? Yazarın genç yaşta ölümüne neden olan karın zarı iltihabı hastalığına, Göethe’nin neden olduğunu söyleyen fesatlar da vardı. Çünkü Goethe onu sürekli üzmüştü. Oysaki tüm hayatı boyunca üzerinde çalıştığı Faust’u bitirmesi için Goethe’yi zorlayan, ona destek veren Schiller olmuştu.

GOETHE’NİN EVİNDE

Aynı cadde üstünde beş yüz metre kadar yürüyüp bir kahveye oturdum. Karşımda bu sefer Goethe’nin evi tüm haşmetiyle duruyordu. Uzun uzun eve baktım. "Bin dilli" yazar buraya, o dönemin sanatsever dükünün davetiyle gelmiş, sırtını ona dayamıştı. O geldiğinde Weimar’ın nüfusu 6 bin civarındaydı. Ünlü yazar, Almanya’nın ortalarındaki bu yeşil kentte öylesine huzur bulmuştu ki, ömrünün sonuna kadar, yani 50 yıldan daha fazla bir süre burada yaşamıştı.

Ev, yazarın görkemli yaşamının kanıtlarından biriydi. Şimdi ise Almanya’nın en çok ziyaretçi çeken müzelerinden biriydi. İçeri girdim ve odalarda düşsel bir gezintiye çıktım. Eşyaların hepsi orijinaldi. Yani Goethe şu koltukta oturmuş, şu piyanoyu çalmış, şu çatal bıçakla yemek yemiş, kalemini şu hokkaya batırmıştı. Odaları gezerken Goethe’nin, edebiyatın tanrısal katından inip gündelik yaşamdaki bir insanın kılığına büründüğünü görebiliyordum.

Evden çıkıp, birçok ünlünün yüz yıllar önce bastığı kaldırım taşlarına basarak, dar sokakta yürümeye başladım. Müze evin tam karşısındaki Weiser Schwan (beyaz kuğu) adlı restoranın önünden geçerken, burnuma haşlanmış et ve lahana kokusu geldi. Burası Goethe’nin konuklarını ağırladığı lokantalardan biriydi. En sevdiği yemek ise, haşlanmış dana kaburgası, yanında Frankfurt’un ünlü yeşil sosu, maydanozlu patates ve kırmızı pancar salatasıydı. Lokantanın mönüsüne bakınca o yemeklerin hálá listede yer aldıklarını gördüm.

Kentin en eski oteli "Elephant"ın önünde durdum. Bir seyyar arabadan kentin meşhur sosisi Rostbratwurst aldım. Koca sosis küçük ekmeğin içinden taşmıştı. Neden bu sosisler için uzun sandviçler yapmayı akıl edemediklerine kızdım. Sosisi yerken, 16. yüzyılın başlarında yapılan ve dul düşes Anna Maria’nın konuklarını ağırladığı bu otelin dört yüz yıl öncesini düşlemeye çalıştım.

Çoğu orijinal Arnavut kaldırımlarından otelime dönerken, küçük Weimar’da, geçmişin içinde gezinmenin keyfini yaşıyordum.

Yağmur yağıp yağmamak konusunda kararsızdı. Bazen çiseleyip yola hazırlıksız çıkan "ahmakları" ıslatıyor, bazen de gökyüzünden sel gibi boşalıyordu. Almanya serin yazı geride bırakmış, güz yağmurlarıyla selamlaşmıştı. Çınar ağaçlarının yaprakları sarı kelebekler gibi uçuşmaya başlamıştı bile. Ağzımda siyah Köstritzer birasının acımsı karamelize tadı, arabanın camından akıp giden manzaraya dalmış kimbilir neler düşünüyordum. Önümüzdeki ilk durakta Almanya’nın kültür başkenti Weimar vardı. Ünlü sanatçılar, edebiyatçılar, besteciler bu küçük kente konuk olmuş, havasını solumuş, eserlerine konu etmişlerdi. Ben bu kentle, Goethe’nin "Genç Werther’in Acıları" adlı kitabında tanışmıştım.

Araba cadde üstündeki bir otelin önünde durdu. Kapının üstünde "Grand Hotel Russischer Hof- Kuruluş Tarihi: 1805" yazıyordu. Muhteşem lobideki resepsiyondan anahtarımı alıp bir acele odama çıktım. Bütün otellerdeki gibi burada da otelin müdürü yastığımın üstüne bir mektup koydurmuştu. Adıma yazılı bu "hoşgeldiniz" mektubunun bana özel olmadığını biliyordum. Her yeni müşterinin yastığının üstünde adına yazılmış bir mektup dururdu. Müdür mektuplarına şöyle bir bakıp çöpe atardım. Ama bu mektup beni etkilemişti. Müdür Albert Voigst, ünlü besteci Franz Liszt’in, Clara ve Robert Schumann’ın, Robert Wagner’in, Hector Berlioz’un, Rus Çarı Aleksandır’ın, Johann Wolfgang Goethe’nin bu otelde kaldığını belirtiyordu. Aslında ünlülerin listesi daha uzundu ama benim tanıdıklarım bunlardı. Mektubu katlayıp çantama koydum. Geçmişte kalan Weimar kenti daha ilk adımda içine almıştı beni.

DUL DÜŞESİN TOPLANTILARI

Bu gezide bana eşlik eden Alman turizm merkezi görevlisi Knut Haenschke kapıda bekliyordu. Onun peşine takılıp yürümeye başladım. Caddenin kenarlarına, koca çınarlar ve Gingko Biloba ağaçları sıralanmıştı. Yolun hemen başında, üç katlı bir evin önünde durduk. Kunt, buranın Withum Sarayı olduğunu söyledi. Cüsse olarak saraydan çok eve benziyordu. Dul düşes Anna Amalia’nın eviydi.

Kunt, ikinci katta, soldaki üç pencereyi gösterip meşhur yuvarlak masa toplantılarının bu salonda yapıldığını söyledi. Kimler katılmıyordu ki bu toplantılara! Kentin ileri gelenleri, güzel kadınlar, müzisyenler, sanatçılar ve yazarlar. Örneğin Goethe ve Schiller toplantıların en vazgeçilmez davetlileriydi. Bir banka oturdum, ikinci kattaki üç pencereye gözümü dikip o günleri düşlemeye çalıştım. Ülke sorunları, sanat tartışmaları, dedikodular, kaçamak aşk bakışları, fısıltılar, yasak aşkların başlangıçları... Goethe bu toplantılar için, "herkesin kendi tarzında eğlendiği ve eğlendirdiği buluşmalar" dememiş miydi zaten!

Biraz yürüdükten sonra, bir başka evin önünde durduk. Sarı badanalı bu ev, düşesin evinden biraz daha küçüktü. Burada Alman romantik felsefe akımının önemli düşünürü, şair, oyun yazarı, tarihçi, Friedrich Schiller oturmuştu. Üst katta, sol taraftaki iki pencere çalışma odasını aydınlatıyordu. Bu kutsal odada, "Wilhelm Tell" ile "Maria Stuart" gibi ünlü eserler kaleme alınmıştı. Kunt, ikinci katta sanatçının ailesinin oturduğunu söyledi. Karısı ve dört çocuğu bu katta yaşıyordu. En alt katta ise mutfak vardı. Aile akşam yemeklerinde orada toplanıyordu. Tabii Schiller, dul düşesin toplantısına gitmediyse veya dostu Göethe ile bir yerlerde yemek yemiyorsa.

"Dik kafalılığı" yüzünden zor günler geçiren Schiller, Goethe’nin desteğini alabilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama Goethe’nin bu büyük yazara pek yüz verdiği söylenemezdi. Onu Weimar’dan uzaklaştırmak için, 40 kilometre uzaklıktaki Jena’da iş bulmuştu. O günkü ulaşım koşullarına bakılırsa, Jena bir günlük uzaklıktaydı. Goethe acaba Schiller’i kıskanmış mıydı? Yazarın genç yaşta ölümüne neden olan karın zarı iltihabı hastalığına, Göethe’nin neden olduğunu söyleyen fesatlar da vardı. Çünkü Goethe onu sürekli üzmüştü. Oysaki tüm hayatı boyunca üzerinde çalıştığı Faust’u bitirmesi için Goethe’yi zorlayan, ona destek veren Schiller olmuştu.

GOETHE’NİN EVİNDE

Aynı cadde üstünde beş yüz metre kadar yürüyüp bir kahveye oturdum. Karşımda bu sefer Goethe’nin evi tüm haşmetiyle duruyordu. Uzun uzun eve baktım. "Bin dilli" yazar buraya, o dönemin sanatsever dükünün davetiyle gelmiş, sırtını ona dayamıştı. O geldiğinde Weimar’ın nüfusu 6 bin civarındaydı. Ünlü yazar, Almanya’nın ortalarındaki bu yeşil kentte öylesine huzur bulmuştu ki, ömrünün sonuna kadar, yani 50 yıldan daha fazla bir süre burada yaşamıştı.

Ev, yazarın görkemli yaşamının kanıtlarından biriydi. Şimdi ise Almanya’nın en çok ziyaretçi çeken müzelerinden biriydi. İçeri girdim ve odalarda düşsel bir gezintiye çıktım. Eşyaların hepsi orijinaldi. Yani Goethe şu koltukta oturmuş, şu piyanoyu çalmış, şu çatal bıçakla yemek yemiş, kalemini şu hokkaya batırmıştı. Odaları gezerken Goethe’nin, edebiyatın tanrısal katından inip gündelik yaşamdaki bir insanın kılığına büründüğünü görebiliyordum.

Evden çıkıp, birçok ünlünün yüz yıllar önce bastığı kaldırım taşlarına basarak, dar sokakta yürümeye başladım. Müze evin tam karşısındaki Weiser Schwan (beyaz kuğu) adlı restoranın önünden geçerken, burnuma haşlanmış et ve lahana kokusu geldi. Burası Goethe’nin konuklarını ağırladığı lokantalardan biriydi. En sevdiği yemek ise, haşlanmış dana kaburgası, yanında Frankfurt’un ünlü yeşil sosu, maydanozlu patates ve kırmızı pancar salatasıydı. Lokantanın mönüsüne bakınca o yemeklerin hálá listede yer aldıklarını gördüm.

Kentin en eski oteli "Elephant"ın önünde durdum. Bir seyyar arabadan kentin meşhur sosisi Rostbratwurst aldım. Koca sosis küçük ekmeğin içinden taşmıştı. Neden bu sosisler için uzun sandviçler yapmayı akıl edemediklerine kızdım. Sosisi yerken, 16. yüzyılın başlarında yapılan ve dul düşes Anna Maria’nın konuklarını ağırladığı bu otelin dört yüz yıl öncesini düşlemeye çalıştım.

Çoğu orijinal Arnavut kaldırımlarından otelime dönerken, küçük Weimar’da, geçmişin içinde gezinmenin keyfini yaşıyordum.

MASAL ŞEHİR BAMBERG

Gezideki üçüncü durağımız, Bamberg kentiydi. Bavyera’nın Frakonya bölgesindeki 70 bin nüfuslu bu kent, Almanya’da gördüğüm en sevimli yerlerden biriydi. İstanbul gibi yedi tepenin üstüne kurulmuş Bamberg’in ortasından geçen Regnitz Nehri’nin kıyısına sıralanmış evlerde oturanları kıskandım nedense. Balkonlarından çiçekler sarkan bu evlere bakarken, bir kartpostala girmişim gibi bir duyguya kapıldım. UNESCO tarafından, Dünya Kültür Mirası çerçevesinde koruma altına alınan Bamberg, İkinci Dünya Savaşı’nda bombardımana uğramayan ender kentlerdendi. Buna da kentin üstünü örten sis mani olmuştu. Bu kutsal örtü, kenti düşman uçaklarından saklamıştı.

Önce nehir kıyısında bir kahveye oturup köprünün üstündeki tarihi belediye binasına baktım. Bina, polis şefinin ısrarıyla eklenen ev yüzünden ilginç bir görüntüye bürünmüştü. Kahvem bitince daracık sokaklarda dolaştım. Bu sokaklardaki evlerin her biri 500-600 yaşındaydı. Hele içinden mis gibi kokular yayılan fırının kuruluş tarihinin 1396 olduğunu okuyunca şaşırıp kaldım. Daha sonra "vahşi çekiciliği" ile öne çıkan katedrali, gül bahçesini gezip Bamberg’e "bir tepeden baktım".

Bamberg güzelliği kadar biralarıyla da ünlüydü. Bu küçücük kentte tam 300 bira üreticisi vardı ve kişi başına günde bir litre bira tüketiliyordu. Onun için erkeklerin çoğunluğu göbekliydi ve onlara "Bamberg’in hamile erkekleri" adı takılmıştı. Kentin en önemli birası da "Rauchbier"dı. Koyu kestane renkli bu bira, is kokuluydu ve ağızda füme tatlar bırakıyordu. 1678’den beri bu tür birayı üreten bir birahaneye girip, kaba tahta masalardan birine oturdum. Asırlık binanın her tarafından is kokusu geliyordu. Sanki sobanın bacası tütüp her tarafı duman sarmıştı. Birahanenin altıncı nesil sahibi genç Mathias Trum, bira yapımında kullanılan arpaların odun ateşinde kurutulduğunu, is kokusunun bu yüzden oluştuğunu anlattı.

Muhteşem bir kent, damak çatlatan bira... Bamberg’den hiç ayrılmak gelmedi içimden. Bunun için gezinin son durağındaki Würzburg bana biraz yavan geldi. Zaten öyle sokaklarda taban patlatmadım. Eski kentte, nehrin kıyısındaki bir kahveye oturup, Leipzig, Weimar, Bamberg’i bir kez daha anımsamaya çalıştım.
Yazının Devamını Oku

Yağmur altında Leipzig

21 Ekim 2007
Bu kez yolumun üstünde Almanya’nın bilmediğim kentleri vardı. Leipzig’den başlayan gezide yağmur bulutları peşimi hiç bırakmadı. Yağmurla köşe kapmaca oynayarak yaptığım gezide Almanya’nın çok bilinmedik yüzüyle karşılaştım. Ünlü edebiyatçıların ve bestecilerin çevresinde dolaştım durdum.

Yağmur tam yolun yarısında yakaladı. Ne şemsiye ne de üstümde pardösüm vardı. Leipzig’e hazırlıksız gelmiştim. Kurak İstanbul’dan sonra yağmuru neredeyse unutmuştum. Yağmur artık masallarda yağıyordu sanki! Sky Chefs ve Alman Turizm Ofisi’nin davetlisi gittiğim gezinin böylesine ıslak geçeceğini, kurak İstanbul’da aklımın ucuna bile getirmemiştim. Halbuki hava durumunu dinleseydim, Avrupa’nın bu yıl yaza hasret kaldığını, yağmursuz gün geçirmediğini öğrenir, önlemimi alırdım.

Gezinin başlangıç noktası olan Leipzig kentinin merkezinde, Avrupa’nın en büyük garına doğru koşarken bulutlara lanet okuyordum. Onlara öfkem iki yönlüydü: Birincisi, neden Türkiye’nin üstünde de sularını boşaltmıyorlardı, ikincisi ise gezinin daha başlangıcında iç çamaşırlarıma kadar ıslatmanın ne anlamı vardı! Gara geldiğimde, hem nefes nefeseydim, hem de sırılsıklam olmuştum. Hiçbir trene yetişmeyecektim, hiçbir yere de gitmeyecektim. Gara koşmamın tek nedeni, yağmurdan kaçacak en yakın yer olmasıydı. Koca binanın bir bölümü alışveriş merkezine dönüştürülmüştü. Mağaza vitrinlerine bakarak hem nefesimi toparladım, hem de üstümdekilerin biraz kurumasını bekledim. Sonra peronların sıralandığı üst katta lokomotif müzesini gezdim. Bunların, kızgın boğa gibi buharlar üfleyerek rayların efendisi olduğu günleri düşledim. Onları görünce nedense İkinci Dünya Savaşı konulu filmler aklıma düştü. Bu lokomotifler hep o filmlerde ajanları, askerleri, silahları gece karanlığında bir yerden bir yere taşırlardı.

ÜNLÜLERİN KAHVESİ

Gardan çıktığımda bulutlar biraz aralanmıştı. Bir koşu meydanı geçip kentin en eski kahvesi Baum’a kapağı attım. 1694’te kapılarını açan kahvenin broşüründe, Wagner, Goethe, Bach, Grieg gibi ünlülerin burada kahve içtikleri belirtiliyordu. Robert Schumann ise girişteki salonlardan birinde, tam 16 yıl boyunca arkadaşlarıyla buluşmuş, randevularını hep burada vermişti. Doğal olarak bu isimler müşterileri etkiliyor, bu sayede de içilen kahve ve yenen tatlı sayısı artıyordu. Aslında bu gezi boyunca (Weimar, Bamberg, Würzburg) gittiğim otellerin, restoranların, kahvelerin broşürlerinde, bir-iki ilaveyle hep bu ünlü isimlere rastlayacaktım.

Bana bu gezide eşlik edecek Alman Turizm Merkezi görevlisi Knut Haenschke’yi beklerken, ben de diğer müşteriler gibi Wagner’in hangi masada oturduğunu, Goethe’nin hangi salonda kiminle Faust’u tartıştığını, Bach’ın yeni bestesinin notalarını mırıldanırken meydanın neresine baktığını düşleyip duruyordum. İnsan ister istemez, hem 300 yıllık geçmişten hem de bu ünlü isimlerden etkileniyordu. Knut gelince kahveleri ısmarladı. Alman dostum garsona bir de "Die Leipziger Lerche-Leipzig Tarla Kuşu" tatlısı getirmesini söyledi.

ZAVALLI TARLA KUŞU

Kunt bu özel tatlının öyküsünü de anlattı: "Her yıl göç zamanı güneye doğru giden 1,5 milyon tarla kuşu, kentin otlaklarına konuyormuş. O sıralarda bu kuşun etinden yapılan yahninin erkeklik gücünü artırdığı yolunda bir rivayet, kulaktan kulağa dolaşmaya başlamış. Bunun üzerine 1720’de tam 400 bin tarla kuşu avlanmış. Bunun üzerine Saksonya kralı, 1876’da bu kuşun avlanmasını yasaklamış. O tarihten sonra uyanık bir pastacı, kuşa benzer bir tatlı yapıp satışına başlamış..."

Cafe Baum’dan çıktığımızda, bulutlar iyice aralanmış, güneşin yüzünü göstermesine izin vermişlerdi. Kunt’la hızlı bir tura başladık. Binaların altında öylesine çok pasaj vardı ki, Leipzig’e "Pasajlar Kenti" demek yanlış olmazdı. Pasajlardaki şık mağazalar ve davetkar kokular yayan kahveler, müşterileri bir yengeç sepeti gibi içlerine çekiyorlardı. 1765-1768 arasında bu kentte okuyan Goethe’ye de bu pasajlar ilham olmuş, bunlardan birinin altındaki "Auerbach Mahzeni" Faust’un yazılmasında önemli rol oynamıştı. Mahzen bugün, dünyanın en çok ziyaret edilen lokantalarından biri. Lokantaya inen merdivenin iki yanı, Faust’taki sahneleri canlandıran heykellerle süslenmişti.

Neredeyse her köşe başında bir kitapçıya rastlıyordum. Almanca bilmesem de içeri girip kitap kokusunu solumak hoşuma gidiyordu. Hele eski kitap satan antikacılar bir müze gibiydi. Kitap ve matbaa, Leipzig’in geçmişinden miras kalan armağanlardı. Uzun süre dünyanın en önemli baskı makineleri ve kitap fuarları buradaydı. Osmanlı İmparatorluğu bile bütün resmi evraklarını burada bastırmıştı. 20. yüzyılın başında Leipzig’e giden yazar Ahmet İhsan, kentte 500’den fazla kitapçı ile 80 kadar matbaa olduğunu yazmıştı: "Burada görülecek fazla bir şey yok... Pazar günleri kitapçılar kapalı olduğu için sıkıntıdan patlıyorum..."

Hem yağmur hem de zamansızlık yüzünden nefes nefese yaptığım gezi, Panorama Tower’daki restoranda, akşam yemeği ile sona erdi. Aslında özellikle akşam yemeklerini, böylesine turistik yerlerde yemekten pek hoşlanmam. Niyetim geceyi şen şakrak bitirmekti. Leipzig bira bahçeleriyle ünlüydü. Bunlardan bir tanesine gidip bira içmeyi, sosis yemeyi ve dans etmeyi planlıyordum ama yağmur bunu da engellemişti. Çünkü ıslak gecelerde bu bahçeler kapanıyordu. Onun için kentin en yüksek binasının en tepesindeki restorana razı oldum.

Kunt, masaya oturmadan önce kuşbakışı kenti anlattı: Orası Avrupa’nın en büyük garı, burası Schiller’n evi, uzaktaki opera binası, beyaz bina Rus kilisesi, işte meşhur St. Nicholas Kilisesi, borsa binası, eski belediye binası, Schumann’ın evi. Ve geniş parklar... Hepsi bu kadardı. Bir kent bu kadar hızlı görülebilirdi. Leipzig’i görmüştüm ama ruhuyla tanışamamıştım.

LEİPZİG TÜRLÜSÜ

Alman arkadaşım yemek için "Leipzieger allerlei" ısmarladı. Bu, mevsim sebzeleriyle pişen bir tür türlüydü. 1900’lerin başından beri tencerelerde kaynayan bu yemeğin kökeni bilinmiyordu. Gerçek allerlei, haziranın ortasında, kuşkonmazlar olunca pişmeye başlıyor, tatlısu ıstakozunun yumurtlama döneminde yerini başka yemeklere bırakıyordu. Zaman içinde artık her mevsimde pişirilir olmuştu. Yemeğin malzemesi havuç, kuşkonmaz, bir çeşit lahana, mantar, karnabahar, küçük hamur parçacıkları (veya ekmek kırıntısı) ve tatlısu ıstakozunun kuyruk etinden oluşuyordu. Eğer yağmur izin verseydi bu yemeğin daha da lezzetlisini başka bir mekanda yiyeceğimi biliyordum.

Sabah Bad Köstritz’e doğru hareket ederken, yağmur bulutları yine kentin üstüne üşüşmüştü. Leipzig’in çıkışında uçsuz bucaksız tarlalar başlıyordu. Duman grisi bir aydınlık, sabahı sarıp sarmalamıştı. Çok uzaklarda bir yerde, bulutların arasındaki bir delikten sızan güneş, bir fabrika bacasını aydınlatmıştı. Bacadan çıkan beyaz duman, kara gökyüzünde ak çizgiler çiziyordu. Tepelere sıralanmış rüzgar pervaneleri ise fıldır fıldır dönüp rüzgarı elektrik yapmakla meşguldü.

Arabamız devasa bir bira fabrikasının önünde durdu. Bu binada tam 450 yıldan beri Köstritzer marka siyah bira üretiliyordu. Fabrikayı gezdim ama ne arpaların kavrulmasını, ne maya tanklarındaki fokurdamayı gördüm, ne de malt kokusunu içime çekebildim. Çünkü her şey kapalı tankların içinde olup bitiyor, çelik borulardan geçip dolum tesisine ulaşıyordu.

Tadım sırasında yörenin ünlü simaları yine sahneye çıktı. Bu bira, Bach’ın en sevdiği biraydı. Goethe, 1785-1823 arasında tam altı kere gelmiş ve arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda bu biranın lezzetini uzun uzun anlatmıştı. 1962’de özel bir trenle fabrikaya gelen ünlü Rus kozmonot Yuri Gagarin de, bundan böyle uzaya gidecek bütün kozmonotların bu birayı içeceğini ilan etmişti. Böylesine bir tanıtım sonrası tattığım siyah birada, yanık ve tatlımsı arpa tadı vardı. İrlandalıların ünlü siyah birası Guinness ile hiç benzeşmiyordu. Weimar’a doğru yol alırken bira damağımın gelişmediğine karar verdim. Çünkü dünya alemin hayran olduğu birayı pek sevememiştim. Bunu yol arkadaşım Kunt’a söylemeye çekindim nedense. Weimar, Bamberg, Würzburg, ünlülerin evleri, restoranları, Alman mutfağından seçmeler haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku

Rüzgárlı Körfez Çandarlı

14 Ekim 2007
Çandarlı Körfezi, Ege Denizi’nin pek bilinmeyen cennet köşelerinden biridir. Dikili’yi, Foça’yı, Bergama’yı, Aliağa’yı kollarının arasına alan körfezde çeşitli yönlerden esen rüzgarlar çarpışıp dururlar. Çandarlı’yı tanıyanlar bir daha ondan vazgeçemezler. Bu hafta Atlas Dergisi’nin Anadolu gezgini Cüneyt Oğuztüzün’le birlikte sizleri bu şirin körfeze götüreceğiz. Hafif hafif esen dinçleştirici poyraz hiç uyarmadan, aniden fırtınaya dönüşebilir; lodosla kafa kafaya çatışır. Rüzgárı ve fırtınası boldur Çandarlı Körfezi’nin. Havaya dair deneyimi ve bilgisi de buna bağlı olarak fazladır. Söylendiğine göre aysız gecelerde yakamoz fazla olursa sabah fırtına kopacak demektir; ya da dolunayın etrafında çember oluşursa. Körfezin balıkçıları fırtına çıkacağını deniz kestanelerine bakarak da anlar. İçlerinden Hüseyin Karataş’ın anlattığına göre, fırtınayı önceden hisseden deniz kestaneleri sırtlarına birer taş yüklermiş. Böylece ağırlaşıp dibe çöker ve kıyıya sürüklenip martılara yem olmaktan kurtulurlarmış...

Ege kıyılarındaki Çandarlı Körfezi, yazın en sıcak aylarında bile püfür püfür eser. Burada rüzgár "somut" bir olgudur. Hemen hemen tüm kıyılarımızı sandalıyla kürek çekerek dolaşan Atlas fotoğrafçısı Hüseyin Ürkmez’in başına gelenler körfezin rüzgárının en güzel kanıtıdır. Ürkmez, Çandarlı Körfezi’ni kuzeyden güneye, karşıdan karşıya geçmeye niyetlenir bir defasında. Bunun tehlikeli olacağını, kıyı kıyı gitmesi gerektiğini söyleyen balıkçıları dinlemez, sakin havada kendini sulara vurur.

RÜZGÁRLARIN ÇEKİŞMESİ

Yolun yarısını rahat bir seyirle geçen Ürkmez, sonradan neye uğradığını şaşırır. Hava aniden patlar, fırtına çıkar. Bu bildiğimiz fırtınalardan değildir. Normalde dalgalar bir yönden gelir ve denizci tedbirini alır. Fakat şimdi durum bambaşkadır. Dalgalar her iki yönden de saldırır. İki ayrı fırtına aynı anda kopmuş ve birbirine girmişti sanki. Balıkçıların uyarısı işte buydu.

Bu nadir rastlanan durumu, körfeze adını veren Çandarlı beldesinden denizci Erol Ay şöyle açıklıyor: "Buna rüzgárların çekişmesi diyorum. Körfez ve çevresinin coğrafi yapısından kaynaklanıyor. Buradaki hava koridorları farklı rüzgárlara yol açıyor. Mesela Aliağa’da lodos eserken Çandarlı’da poyraz olabiliyor. Zaman zaman bunlar karşılaşıp birbirini ezmeye çalışıyor." Yine Çandarlı’dan Hüseyin Karataş ise durumu farklı yorumluyor: "Doğru, bir hava boşluğunda yaşıyoruz. Ama aslında o tek bir rüzgárdır. Poyraz şiddetli esince dalgaları çevirtiyor. Bu çevirtme olayı çok tehlikelidir. Panikten dalgalar her yönden geliyor sanırsın."Genişliği 30 kilometreyi bulan Çandarlı Körfezi, girintili çıkıntılı Ege kıyılarında İzmir ile Dikili körfezleri arasında bulunuyor. Sınırlarını kuzeyden Kanlı Burun, güneyden Arslanlı Burnu belirliyor. Körfezin tamamı İzmir il sınırları içinde; suları da Dikili, Bergama, Aliağa ve Foça ilçeleri tarafından paylaşılıyor. Kıyılarındaki önemli yerleşimler Aliağa, Yenifoça ve tabii Çandarlı.

Serinliğine tertemiz deniz de eklenince ortaya ideal bir ziyaret yöresi çıkıyor Çandarlı beldesinde. Buna rağmen Çandarlı Körfezi yeterince bilinen bir yer değil. "Çandarlı’yı insanlar pek tanımazlar" diyor pansiyon ve restoran sahibi Nihat Geneci, "ancak tanıyınca da kolay kolay ayrılamazlar".

Gümrük teşkilatından emekli Gülden Eren buna bir örnek. İzmirli Eren yıllar önce bir ziyaret için uğramış, sonra da her yıl sadık bir şekilde tatilini Çandarlı’da geçirmeye başlamış. Artık yılın bir kısmını burada geçiriyor. "Ege’de istediğim yere gidebilirim" diyor Eren. "Çeşme, Foça, Kuşadası, hiç fark etmez. Fakat burası farklı. Bakir. Köy havası var. İnsanlar sıcak, dostane. Ev ortamı diyebilirim. Kaynaşıyorsun insanlarla. Başka nerede pidecide balık yiyebilirsin ki?"

GEÇMİŞ İZLER KAYBOLMUŞ

Çandarlı Körfezi çevresi, antik Aiolis bölgesinin büyük bir bölümünü oluşturuyor. Bu adı veren Aioller, İonlar gibi Batı Anadolu kıyılarına yerleşen bir Hellen boyu. Bakırçay (Kaikos) ile Gediz (Ermos) akarsuları arasındaki kıyıya yerleşen Aioller, tüccar ve denizci İonların aksine çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Zengin fakat içe dönük bir hayat sürdürüyorlardı. Yerleşimlerinin adı uzmanlar dışında pek bilinmiyor, zaman Aiol kentlerini tamamen karanlığa gömmüş, bugüne çok az eser kalmış. Yine de körfez içindeki gözden ırak küçük koylarda bazı kalıntılar var. Bulundukları coğrafyanın güzelliği de dikkate alınırsa ziyaret edilmeyi gerçekten hak ediyorlar.

Pitane, Aiol birliğinin en kuzeydeki kentiydi. Ama ondan geriye hiçbir iz kalmamış. Yerinde bugün Dikili’nin Çandarlı beldesi bulunuyor. Ege’ye uzanan yarımadanın kıstağında kurulan Çandarlı, zamanla tüm yarımadaya yayılıp belde statüsü almış. Söz konusu kıstakta bulunan 14. yüzyıldan kalma beş burçlu Ceneviz Kalesi, gördüğü restorasyonlar sayesinde sapasağlam duruyor.

Bakir, kırsal atmosferin egemen olduğu Çandarlı Körfezi’nde Aliağa adlı küçük bir yerleşim, ülkenin petrokimya, rafineri, demir-çelik faaliyetlerinde hayati önem taşıyor. Bu ağır sanayi merkezi, son 20-25 yıldaki hamleyle yılda 20 milyar dolarlık bir ticaret hacmine ulaştı. Bütün bunlara karşın Aliağa’nın sakin sahil kasabası görünümünü sürdürüyor olması ilginç bir tezat. Balıkçılar hálá denize açılıyor. Genişçe bir limanları ve kooperatifleri var. Kooperatif yetkililerinden Selahattin Kasap "Deniz kirliliği var dersek yalan söyleriz" diyor. "Yalnız çok durgun havalarda bir koku oluyor. Temizliği poyraza borçluyuz. Hem havayı hem denizi temizliyor. On günün dokuzunda poyraz eser."

Zeytin, tüm Çandarlı Körfezi’nin geleneksel ürünü. "Zeytin burada çok güzel yetişiyor, bol iyot alıyor" diyor organik tarımla uğraşan Öngör Yakar. Sonradan yerleştiği Kozbeyli köyünde "Foça karası" üzümü üretiminin canlandırılması için de uğraşıyor, "Ben sadece gönüllüyüm" diyerek tevazu gösteriyor. Mübadelede Rumlar bu şaraplık üzümü de yanlarında götürmüştü, sonra başka isimle dünya çapında tanınır olmuştu.

Sonra sohbet en yakıcı konuya geliyor. Yirmi yıl önce gündeme gelip yöre halkı ve çevrecilerin mücadeleleri sonucu hukuken engellenen termik santral. İnşaat şimdi yeniden gündemde. Yörede konuyla ilgili haberler dolaşmaya başladı bile. Anlaşılan önümüzdeki dönemde yöre halkını ve çevrecileri yeni bir mücadele bekliyor.

Körfeze tepeden bakış

Tepedeki Kozbeyli köyü Çandarlı Körfezi’ni en güzel gören yörelerden biridir. Bu köyden bakanlara körfez doyumsuz manzaralar sunar. Kemal Anadol, "Büyük Ayrılık" adlı kitabında köyü şöyle anlatıyor: "Kozbeyli kıyıda değildi ama Çandarlı ile Nemrut körfezleri ayağının altına serilmişti... Dağ köyü de değildi; fakat bir tepenin sırtlarına yaslanmıştı. Arkasındaki Kocakayalar sanki bir gözetleme kulesiydi! Buradan Çandarlı Körfezi’nde olan biten her şeyi izlemek mümkündü. Geceleri Şıpka Tepesi’nin ardından Midilli köyleriyle Plomari’nin ışıkları görünüyordu. Köydeki bağların ünü her yere yayılmıştı. Hem sofralık hem de şaraplık Foçakarası üzümleri, zeytinle birlikte köyün önemli gelir kaynağıydı. Meyhaneci Çapkınoğlu müşterilerine Foçakarası şarabını sunuyordu. Yörede çok özel bir yeri olan bu meyhane herkese açık değildi. Üç Rum kızının garsonluk yaptığı binaya Türkler’in girmesi biraz zordu. Onların buraya uğrayabilmesi, ya paralarının ya da güçlerinin fazla olmasına bağlıydı..."

ATLAS DERGİSİ’NDE BU AY

Geometrik Kent Amsterdam: Kaderi suyla kenetli Hollanda kenti. Nehrin içinde bir yarım daire. On yedinci yüzyıl zenginliğinin izlerini taşıyan Amsterdam’da beyaz, Afrikalı, Asyalı, her iklimden, her kıtadan, her ülkeden insan yaşıyor. Çok kültürlülüğün odağı o. Kayıp sokak Yeşilçam: Sinema emektarlarının ve tutkunlarının takıldığı barların, "artizler" ve figüran kahvelerinin, ünlü sanatçıların adlarını taşıyan bir iki hanın, sinemaların toplandığı semtin bir sokağıdır; şöhretin hem yolu, hem bedelidir. Küçük Yoksa Büyük Balık da Yok: Akdeniz’in en büyük ve modern balıkçı filolarından birine sahibiz; dev ağlara takılanlar ise avlanması yasak parmak kadar yavrular. Çünkü artık balık yok! Deniz, insanın hırsına yetişemiyor.
Yazının Devamını Oku

Bu otelin odaları dönüyor manzarası değişiyor

8 Ekim 2007
Antalya’daki The Marmara, akşam odanızın penceresinde deniz manzarasıyla yatıp, sabah dağ manzarasıyla uyanacağınız sıradışı bir otel. Dört katlı bina, iki saatte bir tur atıyor. Dönüşü gözle ayırt etmek zor. Otelin ivmesi değil, günbatımı manzarası ve restoranındaki lezzetler insanın başını döndürüyor.

Ben, "temiz bir yatakla, akan bir duş olsun da yeter" diyen takımından değilim. Kaldığım otelde, yatak ve duş dışında başka konforlar da ararım. Otellerin işlevi, evin yerine geçmek, evi aratmamak, hatta daha fazlasını sunmak değil midir zaten!.. Onun için otel seçimlerimde ince /images/100/0x0/55ea267cf018fbb8f86e4b84eleyip, sık dokurum. Bir otele alışınca da, onu kolay kolay değiştiremem. O yöreye her gidişimde hep aynı mekanda kalmaya özen gösteririm. Çünkü kötü sürprizlerle karşılaşmayacağımı bilirim.

The Marmara otelleri de bunlardan biridir. Türkiye’de gittiğim yerde bu otel varsa, tercihimi onlardan yana kullanırım. En beğendiklerim, Antalya’daki ve Bodrum’daki The Marmara otelleridir. Özellikle Antalya’daki otelin dönen bölümünde kalmayı çok severim. Dönen bölümü anlatmadan önce işe otelin girişinden başlamam gerekiyor. Otelin adını boş yere aramayın çünkü hiçbir yerde yazılı değil. Yöneticiler bunun nedenini şöyle açıklıyor: "Burada siz bizim konuğumuzsunuz. Ayrıca bu mekan sizin eviniz sayılır. İnsanın evinin adı olur mu?" Güzel bir yaklaşım ama bunu Antalyalı taksicilere de iyice anlatmak gerekiyor. Çünkü her seferinde otelin yerini tarif edebilmek için akla karayı seçiyorum.

Otelin girişindeki pembe renk, daha başlangıçta sizi sımsıcak sarmalıyor. Lobi bir alt katta. Hem sabah kahvaltısının yapıldığı, hem öğle yemeklerinin sunulduğu bu mekan, şaşırtacak kadar modern çizgi ve renklerle bezenmiş.

MÜŞTERİLERİN İMZA VE SLOGAN SÜTUNU

Sütunlardan biri kütüphane şeklinde dizayn edilmiş, buraya konuklar için gazete, dergi ve kitaplar konulmuş. Okudukları kitapları bu sütundaki raflara bırakan müşteriler de, kütüphanenin zenginleşmesine yardımcı oluyor. Benim de bu lobi kütüphanesine azımsanmayacak katkıda bulunduğumu belirtmek isterim. Beyaza boyanan diğer bir sütun ise duvar yazılarına ayrılmış. Burada müşterilerin adları, mesajları, imzaları, sloganları yer almakta. Diğer sütunda ise kavanozlar içinde çeşitli baharatlar ve çeşitli yiyecekler sergilenmekte. Lobinin tam ortasındaki bilgisayarlar, müşterinin dünyayla bağlantısını sağlıyor. Mailler okunuyor, MSN’den yazışılıyor, ülke gazetelerine göz atılıyor, eşe dosta haber gönderiliyor.

Otelin dönen bölümü, ana binayla deniz arasında. İlk geldiğimde bu dönen odalara çok şaşırmıştım. Dünyanın birçok yerinde, Kanada’da, Norveç’te, Dubai’de, İsviçre Alpleri’nde dönen restoranlarda yemek yemiş, her tabakta değişen manzara çok hoşuma gitmişti. Yemeğin bitiminde kentin, karlı dağların veya fiyortların dört bir yanını görmüştüm. Sohbetin her anına bir başka manzara eşlik etmişti. The Marmara’da ise ilk kalışımda odadan uzun bir süre çıkmak istememiş, değişen manzarayı hayretle izlemiştim. Sonraki gelişlerimde, sadece sabah kalktığımda odamın nereye baktığını merak eder oldum.

Tamamen Türk mühendislerinin yapımı olan döner otelin yapılış öyküsünü, teknik detaylarını birkaç kez dinledim ama aklımda pek kalmadı. Karmaşık bir sistem. Eğer gidecek olursanız size detaylarıyla anlatırlar. Olimpik boyutlardaki yüzme havuzunun hemen yanındaki dört katlı bu bina, iki saatte turunu tamamlıyor. Yani odanızın penceresinden görünen manzara her an değişiyor. Kimi zaman muhteşem Bey Dağları’nı kimi zaman denizi, kimi zaman da havuzu karşınızda buluyorsunuz. Çok dikkatli bakmazsanız odanızın döndüğünü hissetmiyorsunuz.

NANELİ LİMONATA İLE GÜNBATIMI

Döner otelin odaları çok sade döşenmiş. Basit malzemeler çok işlevsel ve şık kullanılmış. Tuvalet ve duş bölümleri renkli camla odadan ayrılıyor. İki lavabo ve küvet, yatağın baş ucundaki boşluğa yerleştirilmiş. Mini bar, plazma televizyon ve rahat koltuklardan oluşan bölüm ise odaya başka bir şıklık katıyor.

The Marmara’da denize, falezlerin üstüne yapılmış özel platformdan giriliyor. Falezleri tahrip etmemek için olağanüstü bir çaba sarf edilmiş. Tüm şezlonglar güneşleyenlere çok güzel manzaralar sunuyor. İsteyen Akdeniz’in maviliklerine, isteyen Bey Dağları’nın eşsiz güzelliklerine karşı güneşlenmenin keyfini çıkarabiliyor. Plaj barında ise her türlü meyve suyunu veya içkiyi bulmak mümkün. Ben güneşlenirken serinlemek için, özel olarak yapılan naneli limonatayı tercih ediyorum.

Dünyada en çok sevdiğim manzara, gün batımında Bey Dağları’nı seyretmektir. Güneş güne veda ederken, bu dağlar birbirine yaslanır, morarır, zirvelerin siluetleri masal dünyasını andırır. The Marmara’da kaldığım sürece her akşam plaj barında, beyaz şarap eşliğinde bu manzarayı doya doya seyrederim.

The Marmara’da yeme-içme faslı da oldukça iştah açıcıdır. Sabah kahvaltısında hemen her damağa uygun yiyecekleri bulmak mümkün. Yöre peynirlerinden oluşan zengin peynir tabağı benim en favorilerim arasında yer alıyor. Zaten sıcak simit ve örgü peyniri benim için vazgeçilmez ikiliyi oluşturuyor. Açık büfe olarak sunulan akşam yemekleri ise gerçekten çok lezzetli. Ben oldum olası açık büfelerden çekinirim. Ama burada kaldığım her akşam kendime bir başka ziyafet çekerim. Şef Ümit Usta, artık damak zevkimi öğrendiği için arada bir masama özel bir tabak bırakmayı ihmal etmez. Bu tabağın içinde, kimi zaman koca bir grida kafasından yapılmış bir balık çorbası, kimi zaman şişe dizilmiş lağos, kimi zaman küçük bir içli köfte olur. Yemeğin yanı sıra servis elemanlarının sıcak ilgisi de beni mutlu eder.

Son olarak otelin modern aletlerle donatılmış fitness merkezini ve spa’sını da anımsatmam gerekiyor. Spora ve masaja düşkün olanlar için, çok büyük olmayan ama görevini yerine getiren mekanlarda, işinin ustaları insanı enerji ile dolduruyorlar.

Başta da söylediğim gibi, saydığım tüm bu nedenlerden dolayı kaldığım otellerden kolay kolay vazgeçemem. Ama alıştığım kalitenin olmadığını görürsem de oraya küserim, bir daha kapısından içeri girmem.

Mehmet YAŞİN
Yazının Devamını Oku

Kırmızı Sinop

6 Ekim 2007
Türkiye’nin en kuzeyindeki Sinop kenti, bir köşede unutulmuş kalmış sanki. Nüfusu 10 bin civarında olduğu için ne yatırımcının, ne de gezen insanın dikkatini çekmiş. Oysa ki Sinop, balıkçı kasabası görünümü, yemyeşil ormanları, balıkları, surları, kırmızısı ve hapishanesiyle görülmesi gerekli güzel bir kent. Türkiye’nin en kuzeyindeki Sinop’a ilk defa yolum düşüyordu. Samsun’dan sonra yol daralmış, deniz kenarından biraz uzaklaşmış, yılan gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Ormanın arasından geçip gidiyordum. Karadeniz, dalların arasından bir görünüp bir kayboluyordu. Kente vardığımda hava kararmak üzereydi. Limana indim ve şaşırdım. Güneyli bir kentteydim sanki. Küçük limana balıkçı tekneleri demir atmıştı. Kıyıda ise balık restoranları sıralanmıştı. Her birinin önüne koca bir duba bağlanmış, onların üstüne de masalar konmuştu. Hava mis gibi balık kokmaya başlamıştı. Çünkü vakit gelmişti artık. Gün bitimlerinin bildik görüntüleri Sinop limanına da çökmüştü. Kimi duba meyhanelerde, kimi teknesinin arkasına kurduğu sofrada, kimi sevgilisiyle, kimi eşi dostuyla akşama hoş geldin diyordu. Kuzeyin güneyli kentinde, ben de sahildeki bir masada kendime yer açıp hem akşama hem Sinop’a merhaba dedim.

Buraya gelmeden önce kaynak araştırmasına giriştiğimde şaşırıp kalmıştım. Adların öyküleri beni çok etkiliyordu. Onun için işe kentin adıyla başlamak istemiştim. Kaynaklara bakınca hayretle gördüm ki, kentin adı antik dönemden beri hemen hemen aynıydı. Bugünkü Sinop, o zamanlar (ve yüzyıllar boyu) Sinope diye anılmıştı. Bu adın anlamı üstüne birçok varsayım anlatılıyordu. Kimine göre bu isim, Irmak Tanrısı Osopos’un güzeller güzeli kızı Sinope’den geliyordu. Tanrıların tanrısı Zeus, bu kıza sırılsıklam aşık olmuş ve aşkının karşılığı olarak bu toprakları ona armağan etmişti. Hitit kaynaklarına göre ise Sinop ilk kez Hititçe Sinova adı ile anılıyordu. Bazı kaynaklarda Sinop’un adının Asurluların ay tanrısı Sin’den geldiği belirtiliyordu. M.Ö 200 yıllarında yaşayan Skymnos, şiirlerinde kentin adının Sinope adlı bir Amazon kraliçesinin adından alındığını dile getirmişti. Bazı kaynaklarda ise Sinop’un adı, "suyun göğsü" anlamına gelen Farsça "Sine-i ab"dan türetilmişti. Osmanlı ele geçirince de, Fatih Sultan Mehmed buraya "ceziretül uşşak" yani "ağaçlıklar adası" demişti ki, bence en doğru yakıştırma buydu.

MODERN GÖRÜNTÜLER

Sabah uyanıp, odamın perdesini araladığımda koca Karadeniz’i tam karşımda gördüm. Güneşle yeni yeni kucaklaşıyorlardı. Bir iki balıkçı teknesi, martıların eşliğinde pıt pıt uzaklaştı. Otelin önünden geçip giden yolda ise sabah yürüyüşçüleri vardı. Eşofmanlı, şortlu genç kadınlar çoğunluktaydı. Anadolu’da sık rastlanan bir görüntü değildi bu. Ama sonraki günlerde, Sinop sokaklarında sıklıkla karşıma çıkan modern giyimli kadınlar, beni hep şaşırtacaktı nedense.

Erkenden kente indim. Önce caddelerinde dolaştım. Yanıma Sinop Belediyesi’nin yayınladığı "Geçmişin Fotoğraflarıyla Sinop Tarihi" adlı kitabı almıştım. Niyetim, dünle bugünü karşılaştırmaktı. Bir gece önce gittiğim limanla işe başladım. Burası 1900’lü yıllarda Rum mahallesiydi ve kıyıda, şimdiki gibi meyhaneler ve dalyanlar sıralanmıştı. Artık dalyanlar yoktu. Meyhaneler ise her ne kadar Rum müziği yerine arabesk çalsalar da geçmişin izdüşümüydü.

Aşıklar Caddesi’nin bugünkü görüntüsünün ise geçmişle pek ilintisi yoktu. Burası yüzyılın başında, denizin hemen kıyısında, dalgalarla ıslanan, güzel ahşap yalıların süslediği bir caddeydi. Şimdi ise deniz doldurulmuş, yalılar yerini apartmanlara bırakmış, sıradan bir cadde olmuştu. Baktım, bakındım, adını yani aşkı çağrıştıracak pek görüntü yakalayamadım.

SİNOP’A TEPEDEN BAKTIM

Sahili bırakıp kentin en yüksek yerine, Boztepe’ye çıktım. Sinop buradan ayan beyan görünüyordu. Kent, yarımadanın daraldığı yerden başlayıp, uca doğru genişliyordu. Sanırım antik dönemin ünlü coğrafyacısı Strabon da kente Boztepe’den bakıp, kitabına şu satırları sıralamıştı: "Sinope hem doğa hem de insanlar tarafından çok güzel süslenmiştir. Çünkü bir yarımadanın boynu üstünde kurulmuştur. Berzahın her iki yanında da iç ve dış limanları ve olağanüstü palamut dalyanları bulunur. Kentte toprak verimlidir. Özellikle kentin dolayları bostanlarla bezenmiştir. Kent surlarla güzel şekilde çevrili olup, ayrıca gymnasion, agora ve direkli caddelerle gösterişli bir şekilde süslenmiştir..."

Boztepe’nin rüzgarı üşütünce tekrar kente inip, M.Ö 135’te yapılan ve o günden bugüne zaman zaman onarılarak ayakta kalmayı başaran surları gezdim. Yaklaşık 3 bin yaşındaki surlardan geriye kalanlar bile etkileyiciydi. Üç kilometre uzunluğunda, sekiz metre kalınlığında ve 25-30 metre yüksekliğindeki bu taş duvarlar, kentin savunmasına verilen önemin kanıtlarıydı.

SİNOP KIRMIZISI

Hollanda pembesi, Hint sarısı, Sienna kahverengisi dünyaya nasıl nam salmışlarsa, Sinop kırmızısı da öylesine ünlenmişti. Biz pek bilmesek de, dünya sanat literatürü Sinop kırmızısına geniş yer ayırmıştı. Yörenin kırmızı toprağından elde edilen bu muhteşem renk, gemi, tahta, ev, mobilya boyamakta kullanılıyor, ressamların tuvallerinden eksik olmuyordu. Kentin sadece bu özelliği ön plana çıkarılarak bile, dünyanın ilgisi buraya çekilebilirdi. "Kırmızı Sinop"u tanıdıkça onu daha da seviyordum.

Siz de Sinop’la ilgili bilgilere ulaşırsanız, kentin M.Ö 7. yüzyılda Miletoslu Helenler tarafından kurulduğunu, gündüzün ortasında yaktığı fenerle "insan" arayan ünlü filozof Diyojen’in burada doğduğunu, Pontus’un başkenti olduğunu detaylarıyla öğrenebilirdiniz. Hele İsfendiyaroğulları döneminde kenti yöneten bir Gazi Çelebi vardır ki, onun deniz savaşlarında, eline bir matkap alıp denize daldığını, gemileri teker teker delip suyun altına gönderdiğini öğrenince, onun yaşamının "Karayip Korsanları" filminden daha nefes kesici olduğunu görürdünüz.

TÜRKİYE’NİN EN KUZEYİ İNCEBURUN

Türkiye’nin en kuzey ucu İnceburun’daki yalnızlığın ve güzelliğin tadına varmak için orayı görmeniz gerekir. İnceburun yoluna saptığınızda, Fatih’in buraya neden "ağaçlıklar adası" dediğini daha iyi anlardınız. Çünkü Türkiye’nin en kuzeyine giden yol, çeşit çeşit ağacın oluşturduğu, çıt çıkmayan, insanı yalnızlık duygusuna çekiveren ormanların içinden geçip gidiyordu. İnceburun, Karadeniz’in göğsüne doğru uzanan bir parmak gibiydi. Ben oradayken deniz azmış, öfkeli dalgalarıyla kayaları dövüyordu. Zaten çoğunlukla hep böyle yapardı hırçın Karadeniz. Asırlardan beri İnceburun ile Karadeniz’in dalgaları arasında inişli çıkışlı, sarmaş dolaş bir ilişki vardı ve bunun tek şahidi de beş kuşaktan beri burada yaşayan fenerci aile idi. Dalgaların sesini dinlerken, Sinop’un bugüne kadar gördüğüm en güzel kentlerden biri olduğuna karar verdim. Yalnız küçük Sinop’ta yeterli sayıda otel olmadığı aklıma düştü birden. Onun için gitmeden önce mutlaka gerekli rezervasyonları yaptırmanızı hatırlatırım.

Sinop Cezaevi’nde tüylerim diken diken

Kentin surlarının iç bölümünde, 1997’de müze yapılan cezaevine girmek bile tüylerimi diken diken etti. Cılız bir ışıkla aydınlanan, içinde küçük bir helası bulunan hücrelerde, zifiri karanlık odalarda dolaşırken bile nefesimin kesildiğini hissettim. Üstüme kapıyı kapattırıp küçük demir parmaklıktan bakarak poz verirken tüylerimin diken diken olduğunu hissediyordum. Cezaevi kapısını suçlulara 1568’te açmıştı. Evliya Çelebi izlenimlerini şöyle anlatmıştı: "Korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardı..." Cezaevi II. Meşrutiyetle beraber kapılarını siyasi mahkumlara açtı. Türk edebiyatının birçok ünlü kalemi bu koğuşlarda çile doldurdu: Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Refii Cevat Ulunay, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Osman Cemal Kaygılı, Sebahattin Ali, Kerim Korcan, Osman Deniz, Zekeriya Sertel... Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın da burada kaldığı söylenmekle birlikte bu konuda bir belge bulunamadı.
Yazının Devamını Oku