Sardunya rüyası

Geçen hafta Sardunya Adası’nın cennet koylarından, rengarenk boyanmış evlerle süslenmiş kasabalarından, makilerle yeşillenmiş daracık yollarından, damakta unutulmaz tatlar bırakan lezzetli yemeklerinden söz etmiştim.

Koca adayı bir yazıya sığdırmak zor olduğu için devamını bu haftaya bırakmıştım. Ada gezisi sırasında tuttuğum günlükteki notları aktarmaya devam edeceğim.

5 HAZİRAN -SARDUNYA KIYILARI

Bulutlar çekip gitti. Güneş pırıl pırıl ama gölgede insan üşüyor. Sert poyraz sıcağın kavurmasına izin vermiyor. Zaten adada iklimin belirleyicisi bu poyraz rüzgárıymış. Yaz bazen mayısta başlar, eylülde bitermiş. Poyrazsız mevsimlerde ise yaza nisan ve ekim aylarını da eklemek mümkünmüş. Ama o zaman sıcağın öfkesine katlanmak lazımmış. Tüm Akdeniz adalarındaki gibi burada da rüzgar her şeyin belirleyicisiydi demek.

Sardunyalılar bizim sac üstünde pişirilen yufka benzeri gevrek ekmeği çok seviyorlar. Her yerde satılıyor. Kahvaltıda bazlama türü yumuşak ekmekleri daha çok seviyorum. Isıtılınca ortası açılıyor, sıcakken içine konan peynir eriyor. İnsan yemeğe doyamıyor. Yola çıkmadan önce akşamdan kalan taze pecorino peyniriyle iki tane sıcak bazlama hazırladım.

Yol arkadaşım Zeki Alkoçlar, rotayı çoktan çizmiş. Bugün Sardunya’nın kuzeydoğusundaki koyları gezeceğiz. Yolda tek tük araba var. Sık sık bisiklet gruplarıyla karşılaşıyoruz. Bir de görünmeleriyle kaybolmaları bir motosikletlilerle. Öğrendiğime göre Sardunya, bisikletçiler için muhteşem parkurlar sunuyormuş. Avrupalı trekking düşkünleri de, adanın kıyılarında ve tepelerinde yürümeyi çok seviyorlarmış.

Yol üstündeki ilk durak Arzachena. Burada mantar kayasını göreceğiz. Dar sokaklarda sora sora kayayı buluyoruz. Adalıların İngilizce ile araları iyi değil. Gerek lokantalarda, gerek adres sorarken, gerek alışveriş yaparken çok zorlanıyoruz. İngilizce’nin arasına serpiştirdiğimiz İtalyanca kelimelerle garip bir dil oluşturduk. Onunla derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Zeki’nin Almancası ise hiç işe yaramıyor. Aslında Sardunyalılar, İtalyanca yerine genelde Algeroca denen kendi dillerini konuşmayı tercih ediyor. Bu dil Sarduca ve Katalanca’nın bir karışımı. Birçok restoranda mönü bu dille yazıldığı için, tanıdık kelimeleri bulmak iyice zorlaşıyor.

YALANCI CENNET

Adanın rüzgárı, kayayı bir heykeltıraş gibi yontup tıpkı mantara benzetmiş. Bir kayayı görmek için bu kadar zaman kaybetmeye değer miydi? Yola devam ediyoruz. Canigione, sabah mahmuru bir sahil kasabası. Kıyıdaki kahveler bile henüz açılamamış. Baia Sardinia’dan sonra cennet koylar yine görüntüye giriyor. Dipteki beyaz kum, denizi inanılmaz renklere boyamış. Cam göbeği, turkuvaz, açık mavi, boncuk mavisi, gece mavisi, koyu lacivert... Mavinin bütün tonlarını görmek mümkün. Sardunya, Akdeniz’in tüm renkleriyle çerçevelenmiş. Akdeniz, diğer adalarda rengini bu kadar cömertçe belli etmiyor nedense.

Nihayet Porto Cervo göründü. Burası Avrupa sosyetesinin tatil üssüymüş. Kasabanın girişinde gördüklerimle nefesim kesiliyor adeta. Evler masal kitaplarından kesilip, sokaklara yapıştırılmış gibi. Sivri köşeleri olmayan, yuvarlak çizgilerle yumuşatılmış bir mimari. Her ev başka bir renk, her eve başka bir renk begonvil sarılmış. Rengarenk bir cennet.

Kasabanın kilisesi Stella Maria, limanın tepesinde kurulmuş. Bugüne kadar gördüğüm en modern kilise burası. Sanırım dünyada eşi benzeri yok. Biraz İspanyol mimar Gaudi’nin çizgilerini andırıyor. Sadece bu kiliseyi görmek için bile Porto Cervo’ya gidilebilir. Marinaya iniyoruz. Tenteleri uçuşan kahvede mola verme zamanı. Limanda dünyanın en pahalı tekneleri kıçtan kara yapmış. Onlara bakınca Porto Cervo’nun bu dünyaya ait olmadığını zannediyor insan. Yarış hazırlığı var galiba. Yağız delikanlılar, endamlı kızlar harıl harıl tekneleri hazırlıyor. Sert rüzgar yelken iplerinde ıslık çalıyor. Akdeniz artık koyu lacivert. Beyaz köpüklü dalgalar birbirlerini ite ite sahile vuruyorlar.

Düşlerimi kahvenin gölgesine emanet edip, tekrar yola koyuluyoruz. Cale Volpe’de, Capriccioli koyunda denizle kucaklaşmaya karar veriyoruz. Böylesine güzel koy az bulunur. Su buz gibi. Bozcaada’nın Mermer Koyu’nu hatırlatıyor. Derin bir nefes alıp suyun kucağına atlıyorum. Kulaç attıkça ısınıyorum. Isındıkça çıkmak istemiyorum. Akşam Palau’da, balkonda şarabımı yudumlayıp, güneşin batışını seyrederken yorgunluk çöküyor omuzlarıma. Tatlı bir yorgunluk.

6 HAZİRAN- SARDUNYA KIYILARI

Adanın kuzeyinde girip çıkmadığımız koy kalmadı. Güneydeki başkent Cagliari’ye gitmeye de gözümüz yemedi. O dar yollarda 350 kilometre gidip dönmeyi bir güne sığdıramazdık. Akdeniz’in ikinci büyük adası Sardunya’nın kıyıları toplam 1850 kilometre uzunluğunda. Demek ki bir dahaki sefere güneyde demir atıp, oradaki koyların tadına bakacağız.

Sabah erkenden yola çıkıp, önce Porto Torres’e ardından da Stintino’ya gidip ada turunu noktalayacağız. Adanın kuzeyindeki koylar pembe granit tepelerin arasına uzanmışlar. Tepelerde birçok ev var ama, granitlerle aynı renk malzemeyle yapıldıkları için ilk bakışta fark edilmiyorlar. Ayrıca yeşil makiler de saklamış onları. İki kattan yüksek bina yok. Bunlar "otel-kasabalar." Müşteriler evlerde konaklıyor.

Kasabanın ayrıca barları, kahveleri, lokantaları, alışveriş merkezleri, eczanesi, eğlence alanları, marinası var. Bu "kiralık kasabalar" turistlere bol para harcatmak için dizayn edilmiş. Sardunya’nın tüm sahillerinde bunlardan onlarca var. Ama yapılaşma Sardunya sahillerini çirkinleştirmemiş. Adalılar bunu Kerim Ağa Han’a borçlu. Onun 1960’larda geliştirdiği mimari üslup Sardunya’yı Avrupa’nın gözbebeği yapmış.

Sardunya mutfağını köylüler, balıkçılar ve çobanlar biçimlendirmiş. Onun için malzemeler basit, katışıksız, pişirme teknikleri yalın ve yemekler çok lezzetli. Öğleye doğru bir kır lokantasında mola verdik. Görüntü ve koku insanı baştan çıkartıyor. Aklımız fikrimiz Porcetto’da. Süt kuzusu fırında yavaş yavaş kızarıyor ve önünüze geliyor. Adanın baş yemeklerinden biri.

Lokantanın karşı duvarında bir yazı gözüme çarpıyor: "Turistler, burası İtalya toprağı değil, burası Sardunya." İngilizce bilen garsona gösteriyorum. "Bağımsız Sardunya istiyoruz" diyor. 1948’de bölgesel özerklik verilen adada, fert başına milli gelir 25 bin dolar civarında. Buna rağmen adalıların aklı fikri bağımsızlıkta. Ama bunu elde edebilmek için topa tüfeğe baş vurmuyorlar. Atılacak tek kurşunun, turistlerin, dolayısıyla paranın yönünü değiştireceğini çok iyi biliyorlar. Sardunya, kardeşi Korsika gibi Akdeniz’in asi çocuğu.

Önce Porto Torres, ardından Stintino. Adanın tüm kuzey kıyılarını bitirdik. Stintino kırlarında, beyaz eşekleri görmek için dolaştık ama başarılı olamadık. Bugün hep yollarda geçti. Palau’ya döndüğümüzde çoktan akşam olmuştu.

7 HAZİRAN-PALAU

Bugün tembellik günü. Evin önündeki çimenlerde yatıp, Akdeniz’e karşı kitap okuyacağım. Virajlı yollar yormuş beni. Yanımda Portekizli yazar Fernando Pessoa’nın "Huzursuzluğun Kitabı" adlı eseri var. Yazar ilk sayfadan itibaren yakaladı yakamı. Aklıma birden Lizbon geliyor. Pessoa’nın devamlı gittiği kahvede, heykelinin yanına oturup poz vermiştim. Her satırın altını çiziyorum neredeyse. Böylesine güzel cümleler nasıl yazılabilir ki: "Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim oldu ama o kadarı çıraklarda, terzi kızlarda da vardır, çünkü bütün dünya hayal kurar: Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır.

Düşlerimde ben de çıraklar, terzi kızlar gibiyim. Onlardan tek farkım elimin kalem tutması. Evet, onlardan bir edimle, bütünüyle bana ait bir gerçeklikle ayrılıyorum. Ruhumda ise onlara benziyorum..." Serin rüzgár, sıcak güneş, lacivert Akdeniz, muhteşem bir kitap... Tembelliğin en keyiflisini yaşıyorum. Haftaya Sardunya’nın kardeşi Korsika.
Yazarın Tüm Yazıları