Yağmur altında Leipzig

Bu kez yolumun üstünde Almanya’nın bilmediğim kentleri vardı. Leipzig’den başlayan gezide yağmur bulutları peşimi hiç bırakmadı.

Yağmurla köşe kapmaca oynayarak yaptığım gezide Almanya’nın çok bilinmedik yüzüyle karşılaştım. Ünlü edebiyatçıların ve bestecilerin çevresinde dolaştım durdum.

Yağmur tam yolun yarısında yakaladı. Ne şemsiye ne de üstümde pardösüm vardı. Leipzig’e hazırlıksız gelmiştim. Kurak İstanbul’dan sonra yağmuru neredeyse unutmuştum. Yağmur artık masallarda yağıyordu sanki! Sky Chefs ve Alman Turizm Ofisi’nin davetlisi gittiğim gezinin böylesine ıslak geçeceğini, kurak İstanbul’da aklımın ucuna bile getirmemiştim. Halbuki hava durumunu dinleseydim, Avrupa’nın bu yıl yaza hasret kaldığını, yağmursuz gün geçirmediğini öğrenir, önlemimi alırdım.

Gezinin başlangıç noktası olan Leipzig kentinin merkezinde, Avrupa’nın en büyük garına doğru koşarken bulutlara lanet okuyordum. Onlara öfkem iki yönlüydü: Birincisi, neden Türkiye’nin üstünde de sularını boşaltmıyorlardı, ikincisi ise gezinin daha başlangıcında iç çamaşırlarıma kadar ıslatmanın ne anlamı vardı! Gara geldiğimde, hem nefes nefeseydim, hem de sırılsıklam olmuştum. Hiçbir trene yetişmeyecektim, hiçbir yere de gitmeyecektim. Gara koşmamın tek nedeni, yağmurdan kaçacak en yakın yer olmasıydı. Koca binanın bir bölümü alışveriş merkezine dönüştürülmüştü. Mağaza vitrinlerine bakarak hem nefesimi toparladım, hem de üstümdekilerin biraz kurumasını bekledim. Sonra peronların sıralandığı üst katta lokomotif müzesini gezdim. Bunların, kızgın boğa gibi buharlar üfleyerek rayların efendisi olduğu günleri düşledim. Onları görünce nedense İkinci Dünya Savaşı konulu filmler aklıma düştü. Bu lokomotifler hep o filmlerde ajanları, askerleri, silahları gece karanlığında bir yerden bir yere taşırlardı.

ÜNLÜLERİN KAHVESİ

Gardan çıktığımda bulutlar biraz aralanmıştı. Bir koşu meydanı geçip kentin en eski kahvesi Baum’a kapağı attım. 1694’te kapılarını açan kahvenin broşüründe, Wagner, Goethe, Bach, Grieg gibi ünlülerin burada kahve içtikleri belirtiliyordu. Robert Schumann ise girişteki salonlardan birinde, tam 16 yıl boyunca arkadaşlarıyla buluşmuş, randevularını hep burada vermişti. Doğal olarak bu isimler müşterileri etkiliyor, bu sayede de içilen kahve ve yenen tatlı sayısı artıyordu. Aslında bu gezi boyunca (Weimar, Bamberg, Würzburg) gittiğim otellerin, restoranların, kahvelerin broşürlerinde, bir-iki ilaveyle hep bu ünlü isimlere rastlayacaktım.

Bana bu gezide eşlik edecek Alman Turizm Merkezi görevlisi Knut Haenschke’yi beklerken, ben de diğer müşteriler gibi Wagner’in hangi masada oturduğunu, Goethe’nin hangi salonda kiminle Faust’u tartıştığını, Bach’ın yeni bestesinin notalarını mırıldanırken meydanın neresine baktığını düşleyip duruyordum. İnsan ister istemez, hem 300 yıllık geçmişten hem de bu ünlü isimlerden etkileniyordu. Knut gelince kahveleri ısmarladı. Alman dostum garsona bir de "Die Leipziger Lerche-Leipzig Tarla Kuşu" tatlısı getirmesini söyledi.

ZAVALLI TARLA KUŞU

Kunt bu özel tatlının öyküsünü de anlattı: "Her yıl göç zamanı güneye doğru giden 1,5 milyon tarla kuşu, kentin otlaklarına konuyormuş. O sıralarda bu kuşun etinden yapılan yahninin erkeklik gücünü artırdığı yolunda bir rivayet, kulaktan kulağa dolaşmaya başlamış. Bunun üzerine 1720’de tam 400 bin tarla kuşu avlanmış. Bunun üzerine Saksonya kralı, 1876’da bu kuşun avlanmasını yasaklamış. O tarihten sonra uyanık bir pastacı, kuşa benzer bir tatlı yapıp satışına başlamış..."

Cafe Baum’dan çıktığımızda, bulutlar iyice aralanmış, güneşin yüzünü göstermesine izin vermişlerdi. Kunt’la hızlı bir tura başladık. Binaların altında öylesine çok pasaj vardı ki, Leipzig’e "Pasajlar Kenti" demek yanlış olmazdı. Pasajlardaki şık mağazalar ve davetkar kokular yayan kahveler, müşterileri bir yengeç sepeti gibi içlerine çekiyorlardı. 1765-1768 arasında bu kentte okuyan Goethe’ye de bu pasajlar ilham olmuş, bunlardan birinin altındaki "Auerbach Mahzeni" Faust’un yazılmasında önemli rol oynamıştı. Mahzen bugün, dünyanın en çok ziyaret edilen lokantalarından biri. Lokantaya inen merdivenin iki yanı, Faust’taki sahneleri canlandıran heykellerle süslenmişti.

Neredeyse her köşe başında bir kitapçıya rastlıyordum. Almanca bilmesem de içeri girip kitap kokusunu solumak hoşuma gidiyordu. Hele eski kitap satan antikacılar bir müze gibiydi. Kitap ve matbaa, Leipzig’in geçmişinden miras kalan armağanlardı. Uzun süre dünyanın en önemli baskı makineleri ve kitap fuarları buradaydı. Osmanlı İmparatorluğu bile bütün resmi evraklarını burada bastırmıştı. 20. yüzyılın başında Leipzig’e giden yazar Ahmet İhsan, kentte 500’den fazla kitapçı ile 80 kadar matbaa olduğunu yazmıştı: "Burada görülecek fazla bir şey yok... Pazar günleri kitapçılar kapalı olduğu için sıkıntıdan patlıyorum..."

Hem yağmur hem de zamansızlık yüzünden nefes nefese yaptığım gezi, Panorama Tower’daki restoranda, akşam yemeği ile sona erdi. Aslında özellikle akşam yemeklerini, böylesine turistik yerlerde yemekten pek hoşlanmam. Niyetim geceyi şen şakrak bitirmekti. Leipzig bira bahçeleriyle ünlüydü. Bunlardan bir tanesine gidip bira içmeyi, sosis yemeyi ve dans etmeyi planlıyordum ama yağmur bunu da engellemişti. Çünkü ıslak gecelerde bu bahçeler kapanıyordu. Onun için kentin en yüksek binasının en tepesindeki restorana razı oldum.

Kunt, masaya oturmadan önce kuşbakışı kenti anlattı: Orası Avrupa’nın en büyük garı, burası Schiller’n evi, uzaktaki opera binası, beyaz bina Rus kilisesi, işte meşhur St. Nicholas Kilisesi, borsa binası, eski belediye binası, Schumann’ın evi. Ve geniş parklar... Hepsi bu kadardı. Bir kent bu kadar hızlı görülebilirdi. Leipzig’i görmüştüm ama ruhuyla tanışamamıştım.

LEİPZİG TÜRLÜSÜ

Alman arkadaşım yemek için "Leipzieger allerlei" ısmarladı. Bu, mevsim sebzeleriyle pişen bir tür türlüydü. 1900’lerin başından beri tencerelerde kaynayan bu yemeğin kökeni bilinmiyordu. Gerçek allerlei, haziranın ortasında, kuşkonmazlar olunca pişmeye başlıyor, tatlısu ıstakozunun yumurtlama döneminde yerini başka yemeklere bırakıyordu. Zaman içinde artık her mevsimde pişirilir olmuştu. Yemeğin malzemesi havuç, kuşkonmaz, bir çeşit lahana, mantar, karnabahar, küçük hamur parçacıkları (veya ekmek kırıntısı) ve tatlısu ıstakozunun kuyruk etinden oluşuyordu. Eğer yağmur izin verseydi bu yemeğin daha da lezzetlisini başka bir mekanda yiyeceğimi biliyordum.

Sabah Bad Köstritz’e doğru hareket ederken, yağmur bulutları yine kentin üstüne üşüşmüştü. Leipzig’in çıkışında uçsuz bucaksız tarlalar başlıyordu. Duman grisi bir aydınlık, sabahı sarıp sarmalamıştı. Çok uzaklarda bir yerde, bulutların arasındaki bir delikten sızan güneş, bir fabrika bacasını aydınlatmıştı. Bacadan çıkan beyaz duman, kara gökyüzünde ak çizgiler çiziyordu. Tepelere sıralanmış rüzgar pervaneleri ise fıldır fıldır dönüp rüzgarı elektrik yapmakla meşguldü.

Arabamız devasa bir bira fabrikasının önünde durdu. Bu binada tam 450 yıldan beri Köstritzer marka siyah bira üretiliyordu. Fabrikayı gezdim ama ne arpaların kavrulmasını, ne maya tanklarındaki fokurdamayı gördüm, ne de malt kokusunu içime çekebildim. Çünkü her şey kapalı tankların içinde olup bitiyor, çelik borulardan geçip dolum tesisine ulaşıyordu.

Tadım sırasında yörenin ünlü simaları yine sahneye çıktı. Bu bira, Bach’ın en sevdiği biraydı. Goethe, 1785-1823 arasında tam altı kere gelmiş ve arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda bu biranın lezzetini uzun uzun anlatmıştı. 1962’de özel bir trenle fabrikaya gelen ünlü Rus kozmonot Yuri Gagarin de, bundan böyle uzaya gidecek bütün kozmonotların bu birayı içeceğini ilan etmişti. Böylesine bir tanıtım sonrası tattığım siyah birada, yanık ve tatlımsı arpa tadı vardı. İrlandalıların ünlü siyah birası Guinness ile hiç benzeşmiyordu. Weimar’a doğru yol alırken bira damağımın gelişmediğine karar verdim. Çünkü dünya alemin hayran olduğu birayı pek sevememiştim. Bunu yol arkadaşım Kunt’a söylemeye çekindim nedense. Weimar, Bamberg, Würzburg, ünlülerin evleri, restoranları, Alman mutfağından seçmeler haftaya kaldı.
Yazarın Tüm Yazıları