Türkiye’nin en kuzeyindeki Sinop kenti, bir köşede unutulmuş kalmış sanki. Nüfusu 10 bin civarında olduğu için ne yatırımcının, ne de gezen insanın dikkatini çekmiş. Oysa ki Sinop, balıkçı kasabası görünümü, yemyeşil ormanları, balıkları, surları, kırmızısı ve hapishanesiyle görülmesi gerekli güzel bir kent.
Türkiye’nin en kuzeyindeki Sinop’a ilk defa yolum düşüyordu. Samsun’dan sonra yol daralmış, deniz kenarından biraz uzaklaşmış, yılan gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Ormanın arasından geçip gidiyordum. Karadeniz, dalların arasından bir görünüp bir kayboluyordu. Kente vardığımda hava kararmak üzereydi. Limana indim ve şaşırdım. Güneyli bir kentteydim sanki. Küçük limana balıkçı tekneleri demir atmıştı. Kıyıda ise balık restoranları sıralanmıştı. Her birinin önüne koca bir duba bağlanmış, onların üstüne de masalar konmuştu. Hava mis gibi balık kokmaya başlamıştı. Çünkü vakit gelmişti artık. Gün bitimlerinin bildik görüntüleri Sinop limanına da çökmüştü. Kimi duba meyhanelerde, kimi teknesinin arkasına kurduğu sofrada, kimi sevgilisiyle, kimi eşi dostuyla akşama hoş geldin diyordu. Kuzeyin güneyli kentinde, ben de sahildeki bir masada kendime yer açıp hem akşama hem Sinop’a merhaba dedim.
Buraya gelmeden önce kaynak araştırmasına giriştiğimde şaşırıp kalmıştım. Adların öyküleri beni çok etkiliyordu. Onun için işe kentin adıyla başlamak istemiştim. Kaynaklara bakınca hayretle gördüm ki, kentin adı antik dönemden beri hemen hemen aynıydı. Bugünkü Sinop, o zamanlar (ve yüzyıllar boyu) Sinope diye anılmıştı. Bu adın anlamı üstüne birçok varsayım anlatılıyordu. Kimine göre bu isim, Irmak Tanrısı Osopos’un güzeller güzeli kızı Sinope’den geliyordu. Tanrıların tanrısı Zeus, bu kıza sırılsıklam aşık olmuş ve aşkının karşılığı olarak bu toprakları ona armağan etmişti. Hitit kaynaklarına göre ise Sinop ilk kez Hititçe Sinova adı ile anılıyordu. Bazı kaynaklarda Sinop’un adının Asurluların ay tanrısı Sin’den geldiği belirtiliyordu. M.Ö 200 yıllarında yaşayan Skymnos, şiirlerinde kentin adının Sinope adlı bir Amazon kraliçesinin adından alındığını dile getirmişti. Bazı kaynaklarda ise Sinop’un adı, "suyun göğsü" anlamına gelen Farsça "Sine-i ab"dan türetilmişti. Osmanlı ele geçirince de, Fatih Sultan Mehmed buraya "ceziretül uşşak" yani "ağaçlıklar adası" demişti ki, bence en doğru yakıştırma buydu.
MODERN GÖRÜNTÜLER
Sabah uyanıp, odamın perdesini araladığımda koca Karadeniz’i tam karşımda gördüm. Güneşle yeni yeni kucaklaşıyorlardı. Bir iki balıkçı teknesi, martıların eşliğinde pıt pıt uzaklaştı. Otelin önünden geçip giden yolda ise sabah yürüyüşçüleri vardı. Eşofmanlı, şortlu genç kadınlar çoğunluktaydı. Anadolu’da sık rastlanan bir görüntü değildi bu. Ama sonraki günlerde, Sinop sokaklarında sıklıkla karşıma çıkan modern giyimli kadınlar, beni hep şaşırtacaktı nedense.
Erkenden kente indim. Önce caddelerinde dolaştım. Yanıma Sinop Belediyesi’nin yayınladığı "Geçmişin Fotoğraflarıyla Sinop Tarihi" adlı kitabı almıştım. Niyetim, dünle bugünü karşılaştırmaktı. Bir gece önce gittiğim limanla işe başladım. Burası 1900’lü yıllarda Rum mahallesiydi ve kıyıda, şimdiki gibi meyhaneler ve dalyanlar sıralanmıştı. Artık dalyanlar yoktu. Meyhaneler ise her ne kadar Rum müziği yerine arabesk çalsalar da geçmişin izdüşümüydü.
Aşıklar Caddesi’nin bugünkü görüntüsünün ise geçmişle pek ilintisi yoktu. Burası yüzyılın başında, denizin hemen kıyısında, dalgalarla ıslanan, güzel ahşap yalıların süslediği bir caddeydi. Şimdi ise deniz doldurulmuş, yalılar yerini apartmanlara bırakmış, sıradan bir cadde olmuştu. Baktım, bakındım, adını yani aşkı çağrıştıracak pek görüntü yakalayamadım.
SİNOP’A TEPEDEN BAKTIM
Sahili bırakıp kentin en yüksek yerine, Boztepe’ye çıktım. Sinop buradan ayan beyan görünüyordu. Kent, yarımadanın daraldığı yerden başlayıp, uca doğru genişliyordu. Sanırım antik dönemin ünlü coğrafyacısı Strabon da kente Boztepe’den bakıp, kitabına şu satırları sıralamıştı: "Sinope hem doğa hem de insanlar tarafından çok güzel süslenmiştir. Çünkü bir yarımadanın boynu üstünde kurulmuştur. Berzahın her iki yanında da iç ve dış limanları ve olağanüstü palamut dalyanları bulunur. Kentte toprak verimlidir. Özellikle kentin dolayları bostanlarla bezenmiştir. Kent surlarla güzel şekilde çevrili olup, ayrıca gymnasion, agora ve direkli caddelerle gösterişli bir şekilde süslenmiştir..."
Boztepe’nin rüzgarı üşütünce tekrar kente inip, M.Ö 135’te yapılan ve o günden bugüne zaman zaman onarılarak ayakta kalmayı başaran surları gezdim. Yaklaşık 3 bin yaşındaki surlardan geriye kalanlar bile etkileyiciydi. Üç kilometre uzunluğunda, sekiz metre kalınlığında ve 25-30 metre yüksekliğindeki bu taş duvarlar, kentin savunmasına verilen önemin kanıtlarıydı.
SİNOP KIRMIZISI
Hollanda pembesi, Hint sarısı, Sienna kahverengisi dünyaya nasıl nam salmışlarsa, Sinop kırmızısı da öylesine ünlenmişti. Biz pek bilmesek de, dünya sanat literatürü Sinop kırmızısına geniş yer ayırmıştı. Yörenin kırmızı toprağından elde edilen bu muhteşem renk, gemi, tahta, ev, mobilya boyamakta kullanılıyor, ressamların tuvallerinden eksik olmuyordu. Kentin sadece bu özelliği ön plana çıkarılarak bile, dünyanın ilgisi buraya çekilebilirdi. "Kırmızı Sinop"u tanıdıkça onu daha da seviyordum.
Siz de Sinop’la ilgili bilgilere ulaşırsanız, kentin M.Ö 7. yüzyılda Miletoslu Helenler tarafından kurulduğunu, gündüzün ortasında yaktığı fenerle "insan" arayan ünlü filozof Diyojen’in burada doğduğunu, Pontus’un başkenti olduğunu detaylarıyla öğrenebilirdiniz. Hele İsfendiyaroğulları döneminde kenti yöneten bir Gazi Çelebi vardır ki, onun deniz savaşlarında, eline bir matkap alıp denize daldığını, gemileri teker teker delip suyun altına gönderdiğini öğrenince, onun yaşamının "Karayip Korsanları" filminden daha nefes kesici olduğunu görürdünüz.
TÜRKİYE’NİN EN KUZEYİ İNCEBURUN
Türkiye’nin en kuzey ucu İnceburun’daki yalnızlığın ve güzelliğin tadına varmak için orayı görmeniz gerekir. İnceburun yoluna saptığınızda, Fatih’in buraya neden "ağaçlıklar adası" dediğini daha iyi anlardınız. Çünkü Türkiye’nin en kuzeyine giden yol, çeşit çeşit ağacın oluşturduğu, çıt çıkmayan, insanı yalnızlık duygusuna çekiveren ormanların içinden geçip gidiyordu. İnceburun, Karadeniz’in göğsüne doğru uzanan bir parmak gibiydi. Ben oradayken deniz azmış, öfkeli dalgalarıyla kayaları dövüyordu. Zaten çoğunlukla hep böyle yapardı hırçın Karadeniz. Asırlardan beri İnceburun ile Karadeniz’in dalgaları arasında inişli çıkışlı, sarmaş dolaş bir ilişki vardı ve bunun tek şahidi de beş kuşaktan beri burada yaşayan fenerci aile idi. Dalgaların sesini dinlerken, Sinop’un bugüne kadar gördüğüm en güzel kentlerden biri olduğuna karar verdim. Yalnız küçük Sinop’ta yeterli sayıda otel olmadığı aklıma düştü birden. Onun için gitmeden önce mutlaka gerekli rezervasyonları yaptırmanızı hatırlatırım.
Sinop Cezaevi’nde tüylerim diken diken
Kentin surlarının iç bölümünde, 1997’de müze yapılan cezaevine girmek bile tüylerimi diken diken etti. Cılız bir ışıkla aydınlanan, içinde küçük bir helası bulunan hücrelerde, zifiri karanlık odalarda dolaşırken bile nefesimin kesildiğini hissettim. Üstüme kapıyı kapattırıp küçük demir parmaklıktan bakarak poz verirken tüylerimin diken diken olduğunu hissediyordum. Cezaevi kapısını suçlulara 1568’te açmıştı. Evliya Çelebi izlenimlerini şöyle anlatmıştı: "Korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardı..." Cezaevi II. Meşrutiyetle beraber kapılarını siyasi mahkumlara açtı. Türk edebiyatının birçok ünlü kalemi bu koğuşlarda çile doldurdu: Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Refii Cevat Ulunay, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Osman Cemal Kaygılı, Sebahattin Ali, Kerim Korcan, Osman Deniz, Zekeriya Sertel... Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın da burada kaldığı söylenmekle birlikte bu konuda bir belge bulunamadı.