Uzun zamandan beri gitmediğim İngiltere’nin başkenti Londra’ya hızlı bir gezi yaptım. Yağmur altında bildiğim caddelerde ve sokaklarda bir koşu dolaştım.
Bütün görüntüler dört yıl öncesi gibiydi. Londra’da zaman adeta durmuştu. Binalar, mağazalar, dükkanlar, caddeler, kalabalıklar hep bildiğim görüntüleri sunuyordu.
En sevdiğim kentlerden biri olan Londra’dan uzun zamandan beri uzak kalmıştım. Oraya gitmek için doğru dürüst bir bahane çıkmamıştı karşıma. Onun için Hüseyin Özer’in daveti karşısında pek nazlanmadım. Hüseyin Özer 15 yıllık dostumdu. İşe, Londra’da bulaşıkçılıkla başlamış, şimdi ise kentin en gözde restoran zincirleri arasındaki Sofra ve Özer’lerin sahibi olmuştu.
Hüseyin Özer bizi, Türk şaraplarının Londra’da sergileyeceği performansı izlemeye davet etmişti. Kendisinin de sponsorluk yaptığı bu toplantıda Türk üreticileri kendi şaraplarını İngiliz basınına ve şarap tüccarlarına tattıracak, tanıtacak ve satış bağlantıları arayacaktı.
20 yıldan beri Londra’ya bu kaçıncı gelişimdi hatırlamıyorum. Arşivimi karıştırıp ilk gelişimden sonra yazdıklarıma göz attım. O zamanlar beni en çok birbirine benzeyen tuğla evler şaşırtmıştı. Bir makete benzetmiştim o evleri. Alman yazar Heinrich Heine de bu evleri görünce aynı benim gibi şaşırıp karısına yazdığı mektupta şöyle anlatmıştı: "Ben Londra’da kocaman saraylar beklerken, bir sürü küçücük evden başka bir şey göremedim. Ama bunların hepsinin birbirine benzemesi ve sayılarının fazlalığı insan üzerinde muazzam bir etki bırakıyor. Hepsi aynı mimari tarzda inşa edilmiş. Bunlar öylesine yan yana dizilmişler ki, sokaklar uçsuz bucaksız iki binadan oluşan kışlaya benziyorlar. Bunun da nedeni şundan kaynaklanmakta: Her İngiliz ailesi sadece iki kişiden oluşsa bile müstakil evde, kendi kalesinde oturmak istiyor..."
Buluşma yerine gitmeden önce bildik caddelerde yürümeye başladım. Regent Caddesi, Oxford Caddesi, Piccadily Meydanı... Aradan onca yıl geçmesine rağmen değişen hiçbir şey yoktu. Kaldırımlarda kalabalıklar yine koşar adım bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Dev mağazaların vitrinlerinde yine şık ve pahalı eşyalar sergileniyordu. Çift katlı kırmızı otobüsler, sadece Londra’ya özgü siyah taksiler karmaşık trafiğin içinde ilerlemeye çalışıyordu. Ben çevreyi izlerken, arada bir kaldırımlardaki akışı engelliyor, insanların beni itmesine, sert bakışlar fırlatmasına neden oluyordum.
ŞARAPLAR SINIFI GEÇTİ
Regent Caddesi üstündeki Özer restorana geldiğimde, ekibi beni bir ziyafet masasının başında beklerken buldum. Hüseyin Özer, şarap tadımından önce damağımızı şımartmak istemişti. Yemekleri, İngilizlerin ünlü aşçılarından Gordon Ramsay’in üç yıldızlı lokantasında şeflik yapan Murat Bozok hazırlamıştı. Birbirinden lezzetli yemeklerin biri gidip diğeri geliyordu masaya. Ondan bir lokma, bundan bir çatal, şaraptan bir yudum, börekten bir ısırık derken, bir ara kendimi "Büyük Büfe" filminin içindeymiş gibi hissettim.
Şarap tadımının yapılacağı Sofra Restoran’a vardığımızda midemin gerildiğini hissediyordum. Salonda İngiliz şarap uzmanlarından, dergi ve gazete yazarlarından oluşan bir kalabalık vardı. Tadımda Büyülübağ, Corvus, Doluca, Şato Kalecik, Kavaklıdere, Kayra, Melen, Pamukkale, Sevilen şaraplarından örnekler tadıldı. Üreticiler soruları yanıtlarken kusursuz İngilizceleri ve şarap bilgileriyle konukları şaşırttılar. Birçok İngiliz, bir Müslüman ülkede böylesine lezzetli şarapların üretilmesine inanamadıklarını belirtti. Bunları söyleyenler, sanırım şarabın doğum yerinin Anadolu toprakları olduğunun farkında değildi. Bu genetik bir mirastı. Türk şarapları için çok başarılı bir geceydi.
Bu kısacık gezinin son günü, erkenden sokaklarda yürüyüşle başladı. Bir pazartesi sabahıydı, yağmur atıştırıyordu ve sokaklar aceleci ve asık suratlı insanların işgalindeydi. Biz dört "turist", ellerimiz arkada, bazen bir önceki akşamı, yediklerimizi, içtiklerimizi konuşuyor, bazen bir vitrinin önünde durup Londra’nın ne kadar pahalı bir kent olduğu hakkında konuşuyorduk. Bu avare yürüyüşümüz kaldırımlardaki aceleci kalabalığın hızını kesiyor, tıkanmalara neden oluyordu. Onları gördükçe, pazartesi günleri turist olmanın çok keyifli bir şey olduğu konusunda fikir birliğine varıyorduk.
Bir binanın önünde bekleşen kuyruğun yanında durakladık. Kaldırıma serilmiş battaniyelere, uyku tulumlarına, taburelere bakılırsa bu gençler birkaç günden beri burada bekliyordu. Binanın tabelasına baktım. "Nike Town" yazıyordu. Bekleşenlerden birine kuyruğun nedenini sordum. Nike yeni bir model ayakkabı çıkarmıştı. Bu ayakkabı, piyasaya sürülmeden önce burada satışa sunulacaktı. Kuyrukta bekleşenlerin derdi, o ayakkabıyı herkesten önce satın almaktı. Onlar da pazartesi sendromu yaşamıyorlardı anlaşılan.
Önce Piccadilly Caddesi’ndeki "Fortnum & Mason’a" uğradık. 1707’de kurulan bu mekan, Londra’nın en şık ve en eski yiyecek içecek tapınağıydı. Şık kutular içinde 120 çeşitten fazla çay, kavanoz kavanoz reçel, çok özel çikolatalar, şaraplar, artizan peynirler, birbirinden lezzetli şarküteri ürünleri, çeşit çeşit hardallar, soslar, balıklar, isli etler, dünyanın dört bir yanından gelen sebzeler... Her rafın önünde uzun uzun durup yorumlarımızı yaparak bu "kutsal" mekanı büyük bir keyifle gezdik.
Sonra bir alttaki Jermyn Caddesi’ne geçtik. Burada da zamanın durduğunun kanıtları sıralanmıştı. Örneğin bir mağazanın kapısında, burada 1870’ten beri gömlek dikildiği yazıyordu. Birkaç metre ötede ise 1850’den beri ısmarlama ayakkabı yapan bir başka dükkan vardı. Vitrindeki armaya bakılırsa, kraliyet ailesi ayakkabılarını burada yaptırıyordu.
MİNİ TADIM SEANSI
Sokağın en eski dükkanı ise "Paxton & Whitfield"di. 200 yıl önce açılan bu dükkan, Londra’nın en eski peynircisiydi. Burada İngiltere, İrlanda ve Fransa’da üretilen nadir peynirler satılıyordu. Kendimizden geçmiş bir şekilde öylesine çok soru sorduk ki, dükkanın sahibi bir mini tadım seansı düzenlemek zorunda kaldı. Çıkarken elimizdeki torbalar çeşit çeşit peynirle dolmuştu. Pahalı ama çok lezzetli bir alışveriş yapmıştık.
Ayaklarımız sızlayıncaya kadar yürümeyi sürdürdük. İyice yorulunca, Mayfair semtindeki ünlü pub The Red Lion’da mola verip birer Guinness birasıyla susuzluğumuzu giderdik. Pubın önünde oturup, geleni geçeni seyrederken aklıma yine Heinrich Heine geldi. Ünlü yazar 1830’lu yıllarda gittiği kent hakkında yazdığı yazıya şu cümleyle başlamıştı: "Londra’ya bir filozof yollayın ama sakın ola ki bir şair yollamayın..." Yazar sonra şöyle devam ediyordu: "Oraya bir filozof gönderip, onu Cheapside semtinde bir köşe başına oturtun; orada Leipzig Fuarı’ndaki bütün kitaplardan öğrenebileceğinden daha fazlasını öğrenir. Ama Londra’ya sakın bir şair göndermeyin! Her şeyin üstüne sinmiş olan bu yalın ciddiyet, bu muazzam tekdüzelik, bu makineleşmiş devinim, insanların neşeliyken bile duydukları bir can sıkıntısı, kısacası her şeyi çok abartmalı olan bu kent, insanın düş gücünü ezer ve yüreğini parçalar..."
Dönüş yolculuğunda Londra’ya bir daha ne zaman geleceğimi düşünüyordum. 10 yıl sonra gelsem de tüm görüntülerin hiç değişmeden yerli yerinde duracağından emindim.
LONDRA’DA ZAMAN DURMUŞ GİBİ
Londra’da her şey dört yıl önce bıraktığım gibiydi. Değişen bir şeyleri görmek için boşuna gayret ediyordum. 1800’lü yıllarda Londra’ya giden şair Namık Kemal’in yazdıkları okunduğunda, aslında 200 yıldan beri hiçbir şeyin değişmediği belli oluyordu. "Baştan ayağa yıldızlara boğulmuş ve sarayları imrendirecek biçimde süslenmiş oteller vardır ki, içinde üç dört bin kişi yatar, sofralarında dört bin kişi yemek yiyebilir... Dükkanları vardır ki, sözgelimi, terzilerin işlettiği mağazalarda, bizim Üsküdar halkının yedi yaşından yetmişine kadar insanlarının hepsini giydirip kuşatmaya yetecek giysi görülür, içinde eşya göstermek için yedi-sekiz yüz erkek, beş-altı yüz kadın görevli bulunur..."