Röportajların çoğunda bana en çok sorulan soru, "Gezmeye ne zaman ve neden başladınız?" oldu. Ne zaman başladığımı biliyordum ama nedenini bilmiyordum.
Onun için de her seferinde başka gerekçeler öne sürüyordum. Ama kimse bana, "Gezmekten ne zaman vazgeçeceksiniz?" sorusunu sormuyordu. Her işin olduğu gibi bunun da bir sonu olmalıydı. İyi ki sormuyorlardı, sorsalar yanıt veremeyecektim. Çünkü gezmelere ne zaman nokta koyacağımı da bilmiyordum. Bir hedef belirlemeliydim. Reader’s Digest’in "Dünya
Harikalarını Keşfedin" adlı oylumlu kitabın sayfalarını karıştırınca kafamda bir ışık yandı. Kitapta tüm dünyadan 138 değişik coğrafya tanıtılıyordu ve bunların birçoğuna gitmemiştim. En ilginç yerleri seçtim. Aldığım karara göre buraları gördükten sonra gezginliğe son verecektim. Her yıl bir veya iki yere gitsem demek daha 10-15 yıl yollarda olacaktım. Bu yarı düş yarı gerçek karardan sonra rahatladım. Artık sorulara verilecek bir yanıtım vardı. Seçtiğim yerlerin bir bölümünü geçen haftaki yazımda tanıtmıştım. Bu hafta kalanını anlatmaya çalışacağım.
YANGTZE BOĞAZI: Öyle görüntüler vardır ki insanın beynine adeta kazınır. Zaman zaman o görüntü gözlerinizin önüne gelir ve sizi tutsak alır. Çin’in kalbinde akan Yangtze Nehri’nin, üç sivri dağın arasından akıp gitmesi de adeta beynime kazınmış bir görüntüdür. Dağlar birbiri üstüne yaslanmıştır. Nehrin üstü ve dağın etekleri bir sis perdesiyle kaplıdır. Bir yelkenli sessizce sisin altından yol alır. Uzaklardan şelalelerin homurtusu duyulur. İşte o yelkenlinin yolcusu olabilmek, düşlerimin baş köşesini süsler. Oraya gidip, dağlardaki esrarengiz delikleri, savaşçıların saklandığı mağaraları, yeşil bambuların, rengarenk çuha çiçeklerinin süslediği yamaçları, tahıl ekili taraçaları seyrederek yapacağım yolculuk için sabırsızlanıyorum.
TİEN SHAN DAĞLARI: Dağlar nedense beni hep kendilerine çekmiştir. En yüksek dağları, tırmanmasam da görmek bana sonsuz bir keyif verir. Tien Shan Dağları (veya Tanrı Dağları) da karlı zirveleri, çiçekli yamaçları, derin kanyonları, aceleci ırmakları ile beni hep baştan çıkarmıştır. Bu dağlar beyaz, sarı, mavi, mor menekşeler, güller, laleler, vahşi çiçekler, meyve ağaçları ile insanı büyüler. Çinliler onun için bu yüce dağlara Cennet Dağları adını takmışlardır. Günün birinde, Orta Asya’nın bu muhteşem dağlarının eteklerinde dolaşmayı, yalnızlığında kaybolmayı planlıyorum.
ULURU KAYASI: İnsan bir çölün ortasındaki koca bir kayayı görmek için neden yanıp tutuşur ki!.. Ama bu kaya öyle bildik kayalardan değil. Avustralya’nın tam ortasında, kubbemsi, kızıl kütle, Aborijinler için kutsal bir mekan, ulusal bir semboldür. Yaklaşık 500 milyon yaşındaki bu kütle, şafak sökerken turuncu, sabahın ilk ışıklarıyla kahverengi, öğle saatlerinde kehribar rengi, akşam gün batımında ise kor gibi yanan kızıl bir renge bürünür. Bu dağdaki her çukur, her çatlak, her uçurum, her mağara, kıtanın sahibi olan Aborijinler için kutsal bir önem taşır. Çok uzak diyarlardaki bu muhteşem kaya da görülmesi gerekenler listemde yer alıyor.
MILFORD SOUND: Şafak vakti yüksekçe bir yerde oturup suyun kenarından başlayarak dimdik yükselen dağların sislerle kaplı zirvelerini, boncuk mavisi çarşaf gibi denizi seyredip insan ayağı basmamış ormanının uyanışını dinlemek istemez misiniz? Bunun için Yeni Zelanda’nın fiyort bölgesine gitmeniz gerekiyor. Bu görüntüler aslında pek yabancınız değil. Yüzüklerin Efendisi filminden hatırlamanız gerekiyor. Bu topraklar gerçekten de başka bir dünyayı andırıyor. Milford Sound’a yerliler "Yalnız Ardıç Kuşu" diyorlar. Çünkü ölüm tanrıçasının öfkesinden kaçan kuş, bu fiyorda sığınmış. Dik dağlar yemyeşil yağmur ormanlarıyla kaplı. Ayrıca dünyanın en yüksek şelaleleri de bu dağın zirvelerinden denize dökülüyor. Anlayacağınız gözlerden uzakta, el değmemiş bir doğa harikası. Bu uzak coğrafyada bir süreliğine kaybolmak, en hoşuma giden düşlerimin arasında yer alıyor.
BORA BORA ADALARI: Büyük Okyanus’un orta yerindeki bu adalara, kimi Pasifiğin İncisi, kimi yeryüzündeki cennet, kimi rüyalar adası der. Bu tanımlamaların hepsi de doğrudur. Fransız Polinezyası’nın tam kalbindeki bu adalar grubu, beyaz renkli kumsalları, palmiye ormanları, tepeleri süsleyen amber çiçekleriyle büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Gün batımında kızaran okyanusu seyretmek, gece mercan resiflerine çarpan suyun çıkardığı fısıltıları dinlemek insanı başka boyutlara taşır. Okyanusun ortasında, dünyadan uzaktaki bu adalarda bir macera yaşamak uzun yıllardan beri düşlerimi süslüyor.
AMAZON ORMANLARI: Brezilya’nın ortalık yerinde dünyanın henüz keşfedilmemiş ormanları, güneşe bile geçit vermeyen dev ağaçlar, dünyanın en uzun nehri, birbirinden vahşi hayvanlar, hiç kimsenin görmediği kuşlar, çiçekler, eşine benzerine masallarda rastlanan dev kelebekler... Tabii ki niyetim bu vahşi yaşamın ortalarına kadar gitmek değil. Gidemeyeceğimi biliyorum. Ama ormanın kıyısındaki kasabalardan birinde konaklamayı, Amazon nehrinde gidebildiğim kadar gitmeyi çok arzuluyorum... Şimdiden çeşitli olanağın kapısını çalmaya başladım bile.
TITICACA GÖLÜ: Güney Amerika’da Bolivya ile Peru’nun buluştuğu yüksek platoda tam 3812 metre yükseklikte, buzullarla kaplı dağların çevrelediği masmavi bir iç deniz... Burası Güney Amerika’nın en büyük gölü Titicaca. İşte imkansız rotalarımdan biri daha. Gölün kıyısında yaşayan büyük ciğerli, büyük kalpli Aymara halkının arasına karışmak, sazlardan yapılan ilkel kayıklara binerek gölde balık yakalamak, kutsal Güneş Adası’nda bilge tanrıların izini sürmek... Tek korkum bu kadar yüksekte nefes almanın zor olması. Oraya gidince bu soruna bir çözüm bulurum herhalde. Yeter ki gidebileyim!
GUİLİN TEPELERİ: Güney Çin’deki tarçın kokan kent Guilin, çok az kişinin bildiği cennet köşelerden biridir. Kentin çevresindeki dingin topraklardan aniden yükselen kireç taşı tepeleri çevreye bir rüya görünümü verir. Bu tepelerin eteklerinden akan Li Nehri, turkuvaz bir kurdeleyi andırır. Bu nehirde, bambu teknelerde karabataklarla balık avlayan balıkçılar, insanı hem hayrete düşürür hem de kıskandırır. Çok uzaklardaki bu kentte bir süreliğine yaşamak isteğinden bir türlü vazgeçemiyorum.
RUWENZORİ DAĞI: Doğu Afrika’da Uganda ve Kongo sınırı boyunca uzanan Ruwenzori Dağı’nı pek çok kimse bilmez. Antik Yunanlıların "Ay Dağları" dediği bu yer aslında gizli bir harikalar diyarıdır. Ekvator’un üstünde bulunmasına rağmen zirvelerinden kar eksik olmaz. Ay Dağları neredeyse 300 gün boyunca bulutlar tarafından örtülür, görünmez olur. Bulutlar kalkınca ortaya büyüleyici bir güzellik çıkar. Zirvedeki kayalar gümüş gibi parıldar. Dağın eteklerinde görülmemiş boyutlarda mantarlar, süngeri yosunlar, fundalar, çeşit çeşit ağaçlar çevreyi zümrüt yeşiline boyarlar. Ormanlar bilinmedik hayvanları barındırır; güneşkuşları, garip bukalemunlar, siyah ve beyaz maymunlar, leoparlar çığlıklar atan tavşan büyüklüğündeki ağaç fareleri, filler... Bu gizemli, büyüleyici dağlarda dolaşmak, nehirlerin ve göllerin üstünde, henüz medeniyetle tanışmamış yerlilerin yaptığı ilkel kayıklarla gezinmenin hayali bile beni her zaman heyecanlandırır.