Goethe ve Schiller’in evi

Geçen hafta Almanya gezimin başlangıcı olan Leipzig’i anlatmıştım. Sağanak yağmur altında bu kitapçı ve matbaa cennetini bir solukta dolaşıp tarihi kahvelerinde öyküler eşliğinde kentin geçmişini dinlemiştim.

Bu hafta ise edebiyat, müzik, sanat alanında dünyanın en ünlü kenti Weimar ve diğer küçük kentleri anlatmaya çalışacağım.

Yağmur yağıp yağmamak konusunda kararsızdı. Bazen çiseleyip yola hazırlıksız çıkan "ahmakları" ıslatıyor, bazen de gökyüzünden sel gibi boşalıyordu. Almanya serin yazı geride bırakmış, güz yağmurlarıyla selamlaşmıştı. Çınar ağaçlarının yaprakları sarı kelebekler gibi uçuşmaya başlamıştı bile. Ağzımda siyah Köstritzer birasının acımsı karamelize tadı, arabanın camından akıp giden manzaraya dalmış kimbilir neler düşünüyordum. Önümüzdeki ilk durakta Almanya’nın kültür başkenti Weimar vardı. Ünlü sanatçılar, edebiyatçılar, besteciler bu küçük kente konuk olmuş, havasını solumuş, eserlerine konu etmişlerdi. Ben bu kentle, Goethe’nin "Genç Werther’in Acıları" adlı kitabında tanışmıştım.

Araba cadde üstündeki bir otelin önünde durdu. Kapının üstünde "Grand Hotel Russischer Hof- Kuruluş Tarihi: 1805" yazıyordu. Muhteşem lobideki resepsiyondan anahtarımı alıp bir acele odama çıktım. Bütün otellerdeki gibi burada da otelin müdürü yastığımın üstüne bir mektup koydurmuştu. Adıma yazılı bu "hoşgeldiniz" mektubunun bana özel olmadığını biliyordum. Her yeni müşterinin yastığının üstünde adına yazılmış bir mektup dururdu. Müdür mektuplarına şöyle bir bakıp çöpe atardım. Ama bu mektup beni etkilemişti. Müdür Albert Voigst, ünlü besteci Franz Liszt’in, Clara ve Robert Schumann’ın, Robert Wagner’in, Hector Berlioz’un, Rus Çarı Aleksandır’ın, Johann Wolfgang Goethe’nin bu otelde kaldığını belirtiyordu. Aslında ünlülerin listesi daha uzundu ama benim tanıdıklarım bunlardı. Mektubu katlayıp çantama koydum. Geçmişte kalan Weimar kenti daha ilk adımda içine almıştı beni.

DUL DÜŞESİN TOPLANTILARI

Bu gezide bana eşlik eden Alman turizm merkezi görevlisi Knut Haenschke kapıda bekliyordu. Onun peşine takılıp yürümeye başladım. Caddenin kenarlarına, koca çınarlar ve Gingko Biloba ağaçları sıralanmıştı. Yolun hemen başında, üç katlı bir evin önünde durduk. Kunt, buranın Withum Sarayı olduğunu söyledi. Cüsse olarak saraydan çok eve benziyordu. Dul düşes Anna Amalia’nın eviydi.

Kunt, ikinci katta, soldaki üç pencereyi gösterip meşhur yuvarlak masa toplantılarının bu salonda yapıldığını söyledi. Kimler katılmıyordu ki bu toplantılara! Kentin ileri gelenleri, güzel kadınlar, müzisyenler, sanatçılar ve yazarlar. Örneğin Goethe ve Schiller toplantıların en vazgeçilmez davetlileriydi. Bir banka oturdum, ikinci kattaki üç pencereye gözümü dikip o günleri düşlemeye çalıştım. Ülke sorunları, sanat tartışmaları, dedikodular, kaçamak aşk bakışları, fısıltılar, yasak aşkların başlangıçları... Goethe bu toplantılar için, "herkesin kendi tarzında eğlendiği ve eğlendirdiği buluşmalar" dememiş miydi zaten!

Biraz yürüdükten sonra, bir başka evin önünde durduk. Sarı badanalı bu ev, düşesin evinden biraz daha küçüktü. Burada Alman romantik felsefe akımının önemli düşünürü, şair, oyun yazarı, tarihçi, Friedrich Schiller oturmuştu. Üst katta, sol taraftaki iki pencere çalışma odasını aydınlatıyordu. Bu kutsal odada, "Wilhelm Tell" ile "Maria Stuart" gibi ünlü eserler kaleme alınmıştı. Kunt, ikinci katta sanatçının ailesinin oturduğunu söyledi. Karısı ve dört çocuğu bu katta yaşıyordu. En alt katta ise mutfak vardı. Aile akşam yemeklerinde orada toplanıyordu. Tabii Schiller, dul düşesin toplantısına gitmediyse veya dostu Göethe ile bir yerlerde yemek yemiyorsa.

"Dik kafalılığı" yüzünden zor günler geçiren Schiller, Goethe’nin desteğini alabilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama Goethe’nin bu büyük yazara pek yüz verdiği söylenemezdi. Onu Weimar’dan uzaklaştırmak için, 40 kilometre uzaklıktaki Jena’da iş bulmuştu. O günkü ulaşım koşullarına bakılırsa, Jena bir günlük uzaklıktaydı. Goethe acaba Schiller’i kıskanmış mıydı? Yazarın genç yaşta ölümüne neden olan karın zarı iltihabı hastalığına, Göethe’nin neden olduğunu söyleyen fesatlar da vardı. Çünkü Goethe onu sürekli üzmüştü. Oysaki tüm hayatı boyunca üzerinde çalıştığı Faust’u bitirmesi için Goethe’yi zorlayan, ona destek veren Schiller olmuştu.

GOETHE’NİN EVİNDE

Aynı cadde üstünde beş yüz metre kadar yürüyüp bir kahveye oturdum. Karşımda bu sefer Goethe’nin evi tüm haşmetiyle duruyordu. Uzun uzun eve baktım. "Bin dilli" yazar buraya, o dönemin sanatsever dükünün davetiyle gelmiş, sırtını ona dayamıştı. O geldiğinde Weimar’ın nüfusu 6 bin civarındaydı. Ünlü yazar, Almanya’nın ortalarındaki bu yeşil kentte öylesine huzur bulmuştu ki, ömrünün sonuna kadar, yani 50 yıldan daha fazla bir süre burada yaşamıştı.

Ev, yazarın görkemli yaşamının kanıtlarından biriydi. Şimdi ise Almanya’nın en çok ziyaretçi çeken müzelerinden biriydi. İçeri girdim ve odalarda düşsel bir gezintiye çıktım. Eşyaların hepsi orijinaldi. Yani Goethe şu koltukta oturmuş, şu piyanoyu çalmış, şu çatal bıçakla yemek yemiş, kalemini şu hokkaya batırmıştı. Odaları gezerken Goethe’nin, edebiyatın tanrısal katından inip gündelik yaşamdaki bir insanın kılığına büründüğünü görebiliyordum.

Evden çıkıp, birçok ünlünün yüz yıllar önce bastığı kaldırım taşlarına basarak, dar sokakta yürümeye başladım. Müze evin tam karşısındaki Weiser Schwan (beyaz kuğu) adlı restoranın önünden geçerken, burnuma haşlanmış et ve lahana kokusu geldi. Burası Goethe’nin konuklarını ağırladığı lokantalardan biriydi. En sevdiği yemek ise, haşlanmış dana kaburgası, yanında Frankfurt’un ünlü yeşil sosu, maydanozlu patates ve kırmızı pancar salatasıydı. Lokantanın mönüsüne bakınca o yemeklerin hálá listede yer aldıklarını gördüm.

Kentin en eski oteli "Elephant"ın önünde durdum. Bir seyyar arabadan kentin meşhur sosisi Rostbratwurst aldım. Koca sosis küçük ekmeğin içinden taşmıştı. Neden bu sosisler için uzun sandviçler yapmayı akıl edemediklerine kızdım. Sosisi yerken, 16. yüzyılın başlarında yapılan ve dul düşes Anna Maria’nın konuklarını ağırladığı bu otelin dört yüz yıl öncesini düşlemeye çalıştım.

Çoğu orijinal Arnavut kaldırımlarından otelime dönerken, küçük Weimar’da, geçmişin içinde gezinmenin keyfini yaşıyordum.

Yağmur yağıp yağmamak konusunda kararsızdı. Bazen çiseleyip yola hazırlıksız çıkan "ahmakları" ıslatıyor, bazen de gökyüzünden sel gibi boşalıyordu. Almanya serin yazı geride bırakmış, güz yağmurlarıyla selamlaşmıştı. Çınar ağaçlarının yaprakları sarı kelebekler gibi uçuşmaya başlamıştı bile. Ağzımda siyah Köstritzer birasının acımsı karamelize tadı, arabanın camından akıp giden manzaraya dalmış kimbilir neler düşünüyordum. Önümüzdeki ilk durakta Almanya’nın kültür başkenti Weimar vardı. Ünlü sanatçılar, edebiyatçılar, besteciler bu küçük kente konuk olmuş, havasını solumuş, eserlerine konu etmişlerdi. Ben bu kentle, Goethe’nin "Genç Werther’in Acıları" adlı kitabında tanışmıştım.

Araba cadde üstündeki bir otelin önünde durdu. Kapının üstünde "Grand Hotel Russischer Hof- Kuruluş Tarihi: 1805" yazıyordu. Muhteşem lobideki resepsiyondan anahtarımı alıp bir acele odama çıktım. Bütün otellerdeki gibi burada da otelin müdürü yastığımın üstüne bir mektup koydurmuştu. Adıma yazılı bu "hoşgeldiniz" mektubunun bana özel olmadığını biliyordum. Her yeni müşterinin yastığının üstünde adına yazılmış bir mektup dururdu. Müdür mektuplarına şöyle bir bakıp çöpe atardım. Ama bu mektup beni etkilemişti. Müdür Albert Voigst, ünlü besteci Franz Liszt’in, Clara ve Robert Schumann’ın, Robert Wagner’in, Hector Berlioz’un, Rus Çarı Aleksandır’ın, Johann Wolfgang Goethe’nin bu otelde kaldığını belirtiyordu. Aslında ünlülerin listesi daha uzundu ama benim tanıdıklarım bunlardı. Mektubu katlayıp çantama koydum. Geçmişte kalan Weimar kenti daha ilk adımda içine almıştı beni.

DUL DÜŞESİN TOPLANTILARI

Bu gezide bana eşlik eden Alman turizm merkezi görevlisi Knut Haenschke kapıda bekliyordu. Onun peşine takılıp yürümeye başladım. Caddenin kenarlarına, koca çınarlar ve Gingko Biloba ağaçları sıralanmıştı. Yolun hemen başında, üç katlı bir evin önünde durduk. Kunt, buranın Withum Sarayı olduğunu söyledi. Cüsse olarak saraydan çok eve benziyordu. Dul düşes Anna Amalia’nın eviydi.

Kunt, ikinci katta, soldaki üç pencereyi gösterip meşhur yuvarlak masa toplantılarının bu salonda yapıldığını söyledi. Kimler katılmıyordu ki bu toplantılara! Kentin ileri gelenleri, güzel kadınlar, müzisyenler, sanatçılar ve yazarlar. Örneğin Goethe ve Schiller toplantıların en vazgeçilmez davetlileriydi. Bir banka oturdum, ikinci kattaki üç pencereye gözümü dikip o günleri düşlemeye çalıştım. Ülke sorunları, sanat tartışmaları, dedikodular, kaçamak aşk bakışları, fısıltılar, yasak aşkların başlangıçları... Goethe bu toplantılar için, "herkesin kendi tarzında eğlendiği ve eğlendirdiği buluşmalar" dememiş miydi zaten!

Biraz yürüdükten sonra, bir başka evin önünde durduk. Sarı badanalı bu ev, düşesin evinden biraz daha küçüktü. Burada Alman romantik felsefe akımının önemli düşünürü, şair, oyun yazarı, tarihçi, Friedrich Schiller oturmuştu. Üst katta, sol taraftaki iki pencere çalışma odasını aydınlatıyordu. Bu kutsal odada, "Wilhelm Tell" ile "Maria Stuart" gibi ünlü eserler kaleme alınmıştı. Kunt, ikinci katta sanatçının ailesinin oturduğunu söyledi. Karısı ve dört çocuğu bu katta yaşıyordu. En alt katta ise mutfak vardı. Aile akşam yemeklerinde orada toplanıyordu. Tabii Schiller, dul düşesin toplantısına gitmediyse veya dostu Göethe ile bir yerlerde yemek yemiyorsa.

"Dik kafalılığı" yüzünden zor günler geçiren Schiller, Goethe’nin desteğini alabilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama Goethe’nin bu büyük yazara pek yüz verdiği söylenemezdi. Onu Weimar’dan uzaklaştırmak için, 40 kilometre uzaklıktaki Jena’da iş bulmuştu. O günkü ulaşım koşullarına bakılırsa, Jena bir günlük uzaklıktaydı. Goethe acaba Schiller’i kıskanmış mıydı? Yazarın genç yaşta ölümüne neden olan karın zarı iltihabı hastalığına, Göethe’nin neden olduğunu söyleyen fesatlar da vardı. Çünkü Goethe onu sürekli üzmüştü. Oysaki tüm hayatı boyunca üzerinde çalıştığı Faust’u bitirmesi için Goethe’yi zorlayan, ona destek veren Schiller olmuştu.

GOETHE’NİN EVİNDE

Aynı cadde üstünde beş yüz metre kadar yürüyüp bir kahveye oturdum. Karşımda bu sefer Goethe’nin evi tüm haşmetiyle duruyordu. Uzun uzun eve baktım. "Bin dilli" yazar buraya, o dönemin sanatsever dükünün davetiyle gelmiş, sırtını ona dayamıştı. O geldiğinde Weimar’ın nüfusu 6 bin civarındaydı. Ünlü yazar, Almanya’nın ortalarındaki bu yeşil kentte öylesine huzur bulmuştu ki, ömrünün sonuna kadar, yani 50 yıldan daha fazla bir süre burada yaşamıştı.

Ev, yazarın görkemli yaşamının kanıtlarından biriydi. Şimdi ise Almanya’nın en çok ziyaretçi çeken müzelerinden biriydi. İçeri girdim ve odalarda düşsel bir gezintiye çıktım. Eşyaların hepsi orijinaldi. Yani Goethe şu koltukta oturmuş, şu piyanoyu çalmış, şu çatal bıçakla yemek yemiş, kalemini şu hokkaya batırmıştı. Odaları gezerken Goethe’nin, edebiyatın tanrısal katından inip gündelik yaşamdaki bir insanın kılığına büründüğünü görebiliyordum.

Evden çıkıp, birçok ünlünün yüz yıllar önce bastığı kaldırım taşlarına basarak, dar sokakta yürümeye başladım. Müze evin tam karşısındaki Weiser Schwan (beyaz kuğu) adlı restoranın önünden geçerken, burnuma haşlanmış et ve lahana kokusu geldi. Burası Goethe’nin konuklarını ağırladığı lokantalardan biriydi. En sevdiği yemek ise, haşlanmış dana kaburgası, yanında Frankfurt’un ünlü yeşil sosu, maydanozlu patates ve kırmızı pancar salatasıydı. Lokantanın mönüsüne bakınca o yemeklerin hálá listede yer aldıklarını gördüm.

Kentin en eski oteli "Elephant"ın önünde durdum. Bir seyyar arabadan kentin meşhur sosisi Rostbratwurst aldım. Koca sosis küçük ekmeğin içinden taşmıştı. Neden bu sosisler için uzun sandviçler yapmayı akıl edemediklerine kızdım. Sosisi yerken, 16. yüzyılın başlarında yapılan ve dul düşes Anna Maria’nın konuklarını ağırladığı bu otelin dört yüz yıl öncesini düşlemeye çalıştım.

Çoğu orijinal Arnavut kaldırımlarından otelime dönerken, küçük Weimar’da, geçmişin içinde gezinmenin keyfini yaşıyordum.

MASAL ŞEHİR BAMBERG

Gezideki üçüncü durağımız, Bamberg kentiydi. Bavyera’nın Frakonya bölgesindeki 70 bin nüfuslu bu kent, Almanya’da gördüğüm en sevimli yerlerden biriydi. İstanbul gibi yedi tepenin üstüne kurulmuş Bamberg’in ortasından geçen Regnitz Nehri’nin kıyısına sıralanmış evlerde oturanları kıskandım nedense. Balkonlarından çiçekler sarkan bu evlere bakarken, bir kartpostala girmişim gibi bir duyguya kapıldım. UNESCO tarafından, Dünya Kültür Mirası çerçevesinde koruma altına alınan Bamberg, İkinci Dünya Savaşı’nda bombardımana uğramayan ender kentlerdendi. Buna da kentin üstünü örten sis mani olmuştu. Bu kutsal örtü, kenti düşman uçaklarından saklamıştı.

Önce nehir kıyısında bir kahveye oturup köprünün üstündeki tarihi belediye binasına baktım. Bina, polis şefinin ısrarıyla eklenen ev yüzünden ilginç bir görüntüye bürünmüştü. Kahvem bitince daracık sokaklarda dolaştım. Bu sokaklardaki evlerin her biri 500-600 yaşındaydı. Hele içinden mis gibi kokular yayılan fırının kuruluş tarihinin 1396 olduğunu okuyunca şaşırıp kaldım. Daha sonra "vahşi çekiciliği" ile öne çıkan katedrali, gül bahçesini gezip Bamberg’e "bir tepeden baktım".

Bamberg güzelliği kadar biralarıyla da ünlüydü. Bu küçücük kentte tam 300 bira üreticisi vardı ve kişi başına günde bir litre bira tüketiliyordu. Onun için erkeklerin çoğunluğu göbekliydi ve onlara "Bamberg’in hamile erkekleri" adı takılmıştı. Kentin en önemli birası da "Rauchbier"dı. Koyu kestane renkli bu bira, is kokuluydu ve ağızda füme tatlar bırakıyordu. 1678’den beri bu tür birayı üreten bir birahaneye girip, kaba tahta masalardan birine oturdum. Asırlık binanın her tarafından is kokusu geliyordu. Sanki sobanın bacası tütüp her tarafı duman sarmıştı. Birahanenin altıncı nesil sahibi genç Mathias Trum, bira yapımında kullanılan arpaların odun ateşinde kurutulduğunu, is kokusunun bu yüzden oluştuğunu anlattı.

Muhteşem bir kent, damak çatlatan bira... Bamberg’den hiç ayrılmak gelmedi içimden. Bunun için gezinin son durağındaki Würzburg bana biraz yavan geldi. Zaten öyle sokaklarda taban patlatmadım. Eski kentte, nehrin kıyısındaki bir kahveye oturup, Leipzig, Weimar, Bamberg’i bir kez daha anımsamaya çalıştım.
Yazarın Tüm Yazıları