9 Mart 2008
Bir yurtiçi, bir yurtdışı. Bir yanda dondurucu soğuklar, diğer yanda erken gelmiş baharın terleten sıcağı. Sonunda olan oldu, vücudum isyan bayrağını çekti. Bütün eklemlerimi ağrıttı, ateşimi çıkarttı, beni paçavraya çevirip yere serdi. Halbuki grip aşısı olmuştum. Hál böyle olunca gezileri erteledim. Hasta yatağımda yıllardan beri tuttuğum gezi notlarına göz attım. O gezileri yeniden yaşadım. Size genellikle gezilerimin hoş anlarını anlatırım, damağımda kalan tatlardan bahsederim.
Aldığım notların hepsini sizinle paylaşmam. Çok özellerini kendime saklarım. Zor anlarda yazdıklarımı başkalarının okumasını istemem. Bazen korkularımı itiraf etmekten çekinirim, foyalarımın ortaya dökülmesinden ürkerim. Bu hafta size not defterimden bazı seçmeler sunacağım. O anda yaşadığım heyecanların, korkuların, pişmanlıkların etkisiyle kurduğum cümleleri sizlerle paylaşacağım. Satırların arasında geçen kabasaba kelimeler için affınıza sığınırım. Hepsi o anların kelimeleriydi, ayıklamak istemedim.
Gece yarısı
ATACAMA ÇÖLÜ-ŞİLİ
Nuri’nin horultusundan uyuyamıyorum. Keşke tek kişilik çadırda kalsaydım. O kadar giyinmeme rağmen soğuk kemiklerime işliyor. Uyku tulumunun içinde tir tir titriyorum. Yarın sabah güneşle birlikte yine cehennem gibi sıcak olacak. Akşam olunca da kutup soğuğu bastıracak. Bu ısı farkına daha ne kadar dayanabileceğim?.. Niye buradayım?.. Bu pisliğe, toza, dumana niye katlanıyorum? Böylesine bir maceraya bir daha tövbe. Acaba sağ salim Türkiye’ye dönebilecek miyim?
Teknede
KUZEY BUZ DENİZİ
Kusmak rahatlatıyor insanı. İçimde bir şey kalmadı. Acı yeşil sular geliyor ağzımdan. Tekne batarsa notlarımı kimse okuyamayacak. Balıkçılık kim, ben kim? En iyisi kayıkta istavrit avı. O da lodosun esmediği, çarşaf gibi bir denizde... Bakalım bu tekneyi nasıl anlatacağım? Allah kahretsin ki yine kusacağım... Böylesine hiç korkmamıştım. Simsiyah deniz, koca koca dalgalar. Bazen gezgin olmaktan sıkılıyorum. Ölümden korkmak, korkaklık mı acaba? Teknenin yemekleri de bok gibi. Balık yemekten gına geldi... Bir tencere dolusu makarnayı özledim...
Açların kampında
SOMALİ
Açık hava bile kokuyor. Ölüm kokusu bu mu acaba? Hepsi bir deri bir kemik. Gözlerinin içine giren sinekleri kovacak mecalleri bile yok. Her şeyi elleriyle yiyorlar. İkramlarını geri çevirmeye utanıyorum. Yersem mutlaka ölürüm. Çaktırmadan bir başkasına veriyorum. Ama yamuk yumuk maşrapada sundukları, devesütü-çay karışımını geri çeviremiyorum. Onu da içmesem açlıktan onlara benzeyeceğim. 20 günde tam 7 kilo vermişim. Kamp sokaklarında can çekişenleri görünce, hemen gözümü kapatıyorum. Bu dehşet verici görüntülerin, hafızama kazınıp yaşamım boyunca beni rahatsız etmesini istemiyorum. Not alacak o kadar çok şey var ki... İçimden hiçbir şey yazmak gelmiyor. Bundan böyle çöpe yemek artığı atmayacağım. Sadece bizim gazetenin artıklarıyla burada yüzlerce kişi doyar.
Bulutlara giden tren
ARJANTİN
Arjantin-Şili arasında, And Dağları’nda 5 bin 300 metrede duruyoruz. Nefes almakta zorlanıyorum. Kameramanı revire kaldırdılar. Kusmaktan ölecekti. Kolumu bile kıpırdatmak istemiyorum. Çevrede öylesine güzel manzaralar var ki, makineyi elime alıp fotoğraf çekmeye üşeniyorum. Dalıp dalıp gidiyorum. Hafiften başım zonkluyor. Dağcıların işi epey zormuş. Trenin adı çok romantik ama yolculuğu zor. Bulutlarda yaşam pek cazip değil. İçki içmememiz konusunda uyarmışlardı. Polonyalı grubun bu uyarıya pek aldırdığı yok. Köpek gibi votka içiyorlar. Bir an önce aşağıya insek... Biraz daha bu yükseklikte kalırsak kusanlar kervanına ben de katılacağım...
Nehrin üstünde
SAYGON-VİETNAM
Bu belayı başıma ben sardım. Neymiş efendim, Saygon Nehri’nde fotoğraf çekecekmişim! Her taraf bok kokuyor. Burnuma kolonyalı mendilleri tıkadım ama nafile, kokuyu önleyemiyorum. Nehir kıyısındaki derme çatma evlerde inanılmaz bir yoksulluk ve pislik var. Adamın biri oturmuş, nehre bağırsaklarını boşaltıyor. Bir yandan da bize el sallıyor. Bir kadın biraz ileride bulaşıklarını yıkıyor. Hepimiz yoksulluğu ve pisliği en güzel görüntüleme yarışındayız. Sesimi çıkarmıyorum. Çünkü bunu ben istedim. Midem altüst oldu. Ağzıma acı sular geliyor... Suya düşsem "bok yoluna gitti Niyazi" olurum.
Tianenmen Meydanı
PEKİN-ÇİN
Resmen kayboldum. Bu notları ünlü meydanın bir köşesinde, kaldırımın üstünde yazıyorum. Otelime nasıl gideceğimi bilmiyorum. Yoldan çevirdiğim taksiler, otelin uluslararası söylenişini anlamıyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Birazdan karanlık bastıracak. Allah bin kere kahretsin beni. Otelden çıkarken üstünde Çince adres yazılı kartı almayı unuttum. Bakalım işin içinden nasıl çıkacağım?.. (Otelde devam) Tam ümidimi kesmiştim ki, bir Batılıya rastladım. Pekin Üniversitesi’nde hocalık yapan bir Almanmış. Çevirdiğimiz taksinin şoförüne otelimin Çince adını söyledi de buraya dönebildim. Yoksa sabaha kadar meydanda oturacaktım.
Kıvrım kıvrım yılanlar
DA NANG-VİETNAM
Lokantanın girişindeki turşu kavanozlarında kıvrım kıvrım duran yılanları görünce midem kalktı. Yılan turşusuymuş bunlar. İnşallah garip bir şeyler ısmarlamam. Kimse İngilizce bilmiyor, yemeklerin adının yazıldığı dosya kağıdında ise bir tek Latin harfi yok. Ne yiyeceğimi bilmiyorum. Sabahtan beri ağzıma tek lokma girmedi. Açlıktan ölüyorum... Bu kadarına da dayanamam. Kedi kadar iki fare mutfağa daldı. Artık ölsem de burada duramam. Artık sorunsuz gezilerin zamanı geldi. Canım not tutmak da istemiyor.
Uzun yolculuk ALASKA
Bu kulübeye varmak için bu kadar zahmete değer miydi? Susitna Nehri üstünde, 4 metrelik kayığın içinde tam 13 saat yolculuk yaptım. Her tarafım uyuştu. Tam geldik diye sevinirken hevesim kursağımda kaldı. Yarı bataklık bir ormanda iki saat daha yürüdük. Bir yandan rutubet bir yandan sivrisinek ordusu. Kulübenin önüne geldiğimde yorgunluktan öleceğimi sandım. Ne elektrik, ne telefon var. Terden kurtulabilmek için, sobanın üstünde su kaynatıyorum. Bakalım üç günü nasıl geçireceğim?
Yağmur Ormanları BELİZE
Bu çadırın içinde ölmeden sabahı edebilirsem ne mutlu bana. Yemin ediyorum ki bu son olacak. Bundan böyle kimse beni, çadırda kalacağım geziler için zorlayamaz. Çadırın içi cehennem gibi sıcak. Böcek korkusundan her tarafı sıkı sıkıya kapattım... Öylesine çişim geldi ki patlamak üzereyim. Dışarı çıkamam. Yılanların hışırtısı yanı başımda duyuluyor. Gece yarısı bu ormanda yarım metre bile yürüyemem. İmdaaat ölmek üzereyim... Sabah ne zaman olacak? Yazıyı yazarken bütün bu korkularımdan bahsedecek miyim acaba? Yoksa yine korkusuz bir kahraman mı olacağım?
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
Güneyin gözde tatil beldesi Marmaris sessiz bir bekleyiş içinde. Yat limanlarında tatlı bir telaş, yollarda, binalarda yaz hazırlığı var. Baharın kendini göstermeye başladığı şu günlerde, hem doğanın uyanışını izlemek hem de lezzet duraklarında damağımı şenlendirmek için gezinip durdum.
Bu mevsimde bir sessizlik kaplar bu yöreleri. Yalnızlıkla karışık bir sessizlik. Halbuki herkes yerli yerindedir. Traktörler toprağı yarmakta, insanlar çarşı pazara gidip gelmekte, kahvelerde çaylar demlenmektedir. Sadece birkaç tane hediyelik eşya satan dükkan kepenkleri indirmiştir. Çünkü bu mevsimde kimsenin mayo, gözlük, havlu, güneş kremi, tişört, şort, kartpostal, sandalet, deniz kabuğu, şapka, can simidi, deniz yatağı almaya niyeti yoktur. Zaten yerli halkın bunlara hiçbir zaman ihtiyacı da olmamıştır. Ayrıca birkaç tanesi hariç büfeler, lokantalar, barlar, bazlamacılar, hamburgerciler, balık restoranları, dondurmacılar da kapalıdır. Çünkü yemek saatinde herkes evine gider. Tencerede ne kaynıyorsa ona razı olur.
Yalnızlık, yaz konuklarının yokluğundan kaynaklanır. Onun için yazlık yerler, kış aylarında hep bu hasretliği yaşar. Sucular, aygazcılar, marketler, lokantalar, büfeler, taksiciler, bakkallar, garsonlar, patronlar, birahaneler, gençler, hep konukların özlemi içindedir. Her birinin nedeni ayrı ayrı olsa da, hepsinin beklediği aynı yolculardır.
Sessizliğin kaynağı da aynıdır. Çünkü yerli halk kendi arasında çok konuşmaz. Kelimeleri çarçur etmekten korkarlar sanki. Cümleleri kısadır. Kahvede, elleri şakaklarında düşünür dururlar... Sadece motosikletlerin patpatları sessizliği yırtar. Kediler, köpekler bile güneşli bir köşede, kıvrılıp uyur. Onlar da kış tembelliği ile sarmaş dolaş olmuştur. Söyleyemezler ama, onların da balık kokulu masalar arasında dolaşmayı özlediğini bilirim.
YALANCI LİMANIN YATLARI
Dalaman’dan Marmaris’e doğru giderken, aklıma gelip giden düşüncelerdi bunlar. Halbuki daha cıvıl cıvıl şeyleri düşünebilirdim. Çünkü, tepede pırıl pırıl bir gökyüzü vardı ve yolun kıyısında da dalları portakal dolu bahçeler akıp gidiyordu. Yani kışın ortasında baharın içine düşmüş şanslı bir kişiydim.
Önce Ortaca’nın girişindeki Toprak Ana’da durup taze sıkılmış nar suyu içtim. Eski dostlarla hoş beş edip tekrar Marmaris’in yolunu tuttum. "Bu mevsimde oralarda ne işin var" diye bir soru aklınıza gelirse, cevabım sizi şaşırtmayacak. Bu gözde tatil beldesine, yaz konukları için "Lezzet Durağı" keşfine gidiyordum. Yani yemeli-içmeli bir rotanın daha peşine düşmüştüm yine.
Marina Restoran (252- 422 0063), Marmaris’in lezzetli mekanlarından biriydi. Şık, manzaralı, denizci görünümlü bu restoranın açık mutfağında pişen taze makarnaların ünü, denizleri aşıp kulağıma kadar gelmişti. Şefin yaptığı makarnalardan birkaçını, değişik soslarla, Akdeniz’i seyreden bir masada afiyetle yedim. Biraz ölçüyü kaçırınca denizden çıkan lezzetlerin tadına bakamadım.
KIYIDAKİ LEZZETLER
Marmaris’teki ikinci lezzet durağı yine bir yat sığınağındaydı. İlçenin simgesi haline gelen Netser Marina’daki Pineapple (252- 413 0431), koloniyal mimariyi andıran bir binada müşterilerini ağırlıyordu. Bahçedeki ve üst kattaki masalarda yemeğinizi beklerken, tekneleri seyrederek düş yolculuklarına çıkabiliyordunuz. Orada önce önüme "Yelkencinin Tabağı" geldi. Bu tabakta, ızgarada pişmiş 4-5 çeşit deniz mahsulü vardı. Ardından kuzu fırın sökün etti. Önce yağda kızartılan, sonra fırında pişirilen kuzu incikler ağzımda adeta eridi gitti.
Sonra günbatımına yakın, eski yat limanına gittim. Oraya vardığımda güneş, Turunç tarafındaki dağların arkasına doğru iniyordu. Trafiğe kapalı yolda el ele, kol kola dolaşan sevgililer, çocuklarının arabasını iten çiftler, iki adımda bir durarak el kol hareketiyle ateşli konuşmalar yapan emekliler, çığlık çığlığa koşturan çocuklar, gelip geçenden şefkat dilenen sokak köpekleri vardı. Onların arasına katılıp Marmaris’in serin akşamüstünün tadını çıkardım. Güneş gökyüzünden elini eteğini çekip mor bir karanlık bastırınca soluğu Dede Restoran’da (252- 413 1711) aldım. İkinci kattaki iki kişilik balkonda yerimi ayırtmıştım. Bu manzaralı balkon, yaz aylarının gözdesiydi. Burası için günler öncesinden rezervasyon yapılır hem de kaparo verilirdi.
Karşıma İçmeler’in göz kırpan ışıklarını, birbiri üstüne binen mor dağları, renk cümbüşünü andıran gökyüzündeki yıldızları alıp yemeklerin tadına baktım. Tabii balıklara ve denizden gelenlere öncelik tanıdım. Ne de olsa denizin biraz ötesinde yiyip içiyordum. Geç saatlere doğru otelime doğru giderken, bir yaz akşamında Dede Restoran’a tekrar gelmeye karar verdim. Çünkü manzaranın da, yemeklerin de tadı damağımda kalmıştı.
Marmaris’in içinde yer alan lezzet durakları, tabii ki yukarıda anlattığım üç yerle sınırlı değildi. Bir hamlede tümüne gitmem, yemek yemem ve onlar hakkında değerlendirme yapmam olanaksızdı.
Yalancı Boğaz
Çam kokan yolları aştım, ağaçların gölgesine sıralanmış kovanlara bal taşıyan arıları seyrettim, döndüm dolaştım, okaliptüsların, günlük ağaçlarının arasından geçip Yalancı Boğaz mevkiindeki yat limanına geldim.
Marmaris’ten bakıldığında bir boğazı andırdığından buraya bu sıfat yakıştırılmıştı. Aslında Cennet Yarımadası’nı karaya bağlayan doğal bir setti. Burası Türkiye’nin en büyük yat barınaklarından biriydi. Limanın restoranına doğru yürürken, hummalı bir faaliyetle karşılaştım. Kızaktaki koca tekneler temizleniyor, boyanıyor, yelkenleri onarılıyor, motorları elden geçiyordu.
Bir de küçük bisikletleriyle gidip gelen kadınlara ve erkeklere rastladım. Yüzlerindeki pas kırmızı güneş yanığına, markası belli olmayan eski püskü tişörtlerine, ayaklarındaki sandaletlere bakınca, bunların bizim tekneciler olmadığını hemen anladım. Sonra bu ademlerin, burada kışlayan yabancı tekne sahipleri olduğunu öğrendim. Bütün kışı çoluk çocuk teknede geçiriyor, mevsim gelince de başka limanlara doğru yelken açıyorlardı.
Bozburun’a doğru
Sonraki günlerde Marmaris’ten çıkıp Bozburun’a doğru yol aldım. İçerilere girdikçe yalnızlık daha da koyulaştı, çevre daha yeşillendi, daha sessizleşti. Önce Orhaniye’de durakladım. Bu koy, çevrenin en sakin koylarından biriydi. Çarşaf gibi deniz rengini çevresindeki çamlardan alıyordu. Onun için bu koyun rengi yeşilli maviydi ve bu renge başka koylarda rastlanmazdı. Burada kumul hareketleri sonucu koyun ortasında bir sığlık oluşmuştu. İnsanlar bu sığlıkta denizin ortasına kadar yürüyüp, kameralara poz vermekten çok hoşlanıyorlardı. Bu mevsimde ne yüzen ne de yürüyen insanlar vardı. Koy kendi kendine kalmıştı.
Martı Marina’nın hemen yanı başındaki Mistral (252- 487 1366), yöredeki ilk lezzet durağımdı. Manzarasını mavi deniz, çamlarla örtülmüş yeşil tepeler, dünyanın dört bir yanından gelmiş tekneler oluşturuyordu. Mönüsünde Uzakdoğu’yu anımsatan tatlar ağırlıktaydı. Bunun nedeni de işletmeci Okan Kitapçı’nın her yıl birkaç kez bu ülkeye gidip, arınıp yeni fikirlerle dönmesiydi. Bu gezilerini "Erkekler Kelebektir" adlı kitabında ballandıra ballandıra anlatıyordu. Burada çok lezzetli yemekler yedim, Okan Kitapçı’nın piyanoda çaldığı bluesları dinledim. Denizin üstünde yakamozlar parlamaya başlayınca otele dönme vaktinin geldiğini anladım.
TEPELERDE BAHAR VAR
Selimiye Köyü’ne girerken birden baharı gördüm. Tepelerde tüm güzelliğini sergiliyordu. Badem ağaçları beyaz gelinliklerini giymiş genç kızlara benziyordu. Önce tepelere tırmanıp baharı kokladım. Deniz kıyısındaki Sardunya Restoran (252- 446 4003) çevrenin önemli lezzet duraklarından biriydi. Muz, zeytin ve okaliptüs ağaçlarının gölgesinde, insanın içini huzur dolduran bir mekandı. Önündeki iskeleye yaz aylarında tekneler bağlanıyordu. Gittiğimde kimsecikler yoktu. Tüm restoran bana çalıştı. Kalamar tavanın ve dolmasının en lezzetlisi, ahtapot ızgaranın en yumuşağı, lağosun en sulu ızgarası, kabak tatlısının en kaymaklısı sadece bana servis edildi.
Son durağım Söğüt’teki Deniz Kızı (252- 496 5032) oldu. Hem balıkçı hem lokantacı olan Muhammet Usta işini iyi bilen bir aşçıydı. Zaten çevre lokantalardaki aşçıların çoğu onun tezgahından geçmişti. Konuşmasını pek sevmeyen bu ustadan, ahtapot güvecin tarifini güç bela alabildim. Bütün mezeler lezzetli, balıklar çok tazeydi ama manzara hepsini bastırıyordu. Güneş batarken denizin menevişlenmesi, burunların, dağların, adaların morarması, gökyüzünün renkten renge bürünmesi insanın aklını başından alıyordu. Benimkini aldığı gibi. Eğer bu yaz yolunuz Marmaris’e düşerse, bu lezzet duraklarına uğramanızı öneririm. Beğenirseniz bir kadeh de benim için kaldırmanızı dilerim.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2008
Bu kez yolum Isparta ve çevresine düştü. Yazın yedi renge bürünen Eğirdir Gölü’nün donmuş halini gördüm. Kovada Gölü kıyısındaki ulu çınarların yapraksız halini masallardaki devlere benzettim. Yalvaç’ta Anadolu’nun en eski antik kentinde ve bugünün renkli sokaklarında dolaştım. Gül ve göller kenti Isparta’da lezzetli yemeklerin tadını çıkarttım.
Artık yolculuklarımın ardı arkası gelmez oldu. Kuş misali, bir Kanada, bir ABD, bir Isparta... Uzak ve soğuk yolculuktan sonra soluğu bu kez Isparta ve civarında aldım. Aslında iki gezi arasında biraz nefeslenmek gerek. Yoksa insanın üstüne bir yorgunluk çöküyor. Bu, sadece fiziki yorgunluk değil. Yorgunlukla birlikte bir bıkkınlık da insanı sarıp sarmalıyor. Yollar uzuyor, insanın ayakları geri geri gidiyor. Ama durmak, soluklanmak lüksünüz yoksa, derin bir nefes alıp yolculuğa devam etmekten başka çareniz kalmıyor.
Isparta’ya uçakla gitmeyi planlamıştım. Oradan kiralayacağım bir araba ile önce Eğirdir’e, oradan Yalvaç’a uzanacak, Isparta’da geziyi noktalayacaktım. Ama bu planı uygulayamadım. Meğer üzücü kazadan sonra Isparta’ya uçak seferleri kaldırılmış. Zorunlu olarak Antalya’ya uçtum.
Benim gibi Antalya’dan arabayla Eğirdir’e giderseniz önünüze iki seçenek çıkıyordu: Birincisi ve en çabuğu, Isparta üzerinden geçip gitmekti. Bu yol hem daha geniş, hem ulaşım daha hızlıydı. İkincisi ise Kovada Gölü üstünden giden virajlı ve dar bir yoldu. İnsan bu yolda üçüncü vitesi özlüyordu. Buraya sapmayı tercih ettim. Nedenine gelince; iki yıl önce yine bu yoldan gitmiş, kendimi yeşil bir tünelde bulmuştum. İki tarafı ağaçlarla kaplı yol, şırıl şırıl akan dereler aklımı başımdan almıştı. İşte bu güzelliklerin kışlık yüzünü görmek için bu zor yola saptım.
İyi ki de öyle yapmışım. Kimsesiz, sessiz, kıvrımlı, dar yolun kıyısı eğrelti otları, adını bilmediğim kış çiçekleriyle bezenmişti. Asırlık çınarlar yapraksız daha heybetli görünüyordu. Çıplak kalın dalları, üç dört kişinin el ele tutuşup zor kavrayacağı görkemli gövdeleri ile masal kitaplarındaki, bilim kurgu filmlerindeki dev yaratıkları anımsatıyordu. Derelerin sesi bu mevsimde daha da gürleşmişti. Arada bir görüntüye giren evlerin bacalarından yükselen beyaz dumanlar ise bu sessiz tabloyu tamamlıyordu.
EĞİRDİR’İN KIZI
Az gittim, uz gittim bir süre sonra Eğirdir Gölü’nün biricik kızı Kovada Gölü’ne vardım. Kızı dememin nedeni, bu küçük gölün suyunun ince bir ırmak aracılığı ile Eğirdir Gölü’nden gelmesiydi. İlk gelişimde bu ırmağı, ana ile kızı arasındaki göbek bağına benzetmiştim. Gölün kıyısında kimsecikler yoktu. Kızılçam, meşe, ardıç, defne, mersin, kocayemiş, zeytin, sandal, yabani gül, tespih ağacı... Kimi soyunmuş, kimi hálá yapraklı fısıldaşıp duruyordu. Ulu çınarlar ise tüm haşmetiyle çırpıntılı suların yüzünde kendilerini gururla seyrediyordu. Hiçbiri iki yıl önce bir yaz günü, gölgelerine sığınıp kahve pişirdiğimi hatırlamadı bile. Gölü süsleyen ormanların asıl sahibi tilkilerin, yaban keçilerinin, kekliklerin, çullukların beni gizlice seyrettiğini bildiğim için sesimi çıkarmadım. Yaz güzeli Kovada, kış aylarında da cazibesinden bir şey kaybetmemişti.
Yoluma devam ettim. Eğirdir’e vardığımda buz tutmuş bir güzel karşıladı beni. Gölün donmuş bölümleri, yağan karla beyaza boyanmıştı. Donmamış sular ise buzların arasında mavi damarlar gibi uzanıp gidiyordu. Yüzlerce ördek, karaya yakın yerlerde toplanmış, suyu dalgalandırıyordu. Hem birbirlerini ısıtıyor hem de suyun donmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Yazın yedi renge boyanan bu gölü ve çevresini çok seviyordum. Gezen insanımızın burayı neden keşfedemediğine hayret ediyordum. Gölse göl, dağsa dağ, manzaraysa manzara, tarihse tarih, lezzetse lezzet...
YALVAÇ İLGİ BEKLİYOR
Ertesi gün erkenden Yalvaç’a doğru yola koyuldum. Yolda kimsecikler yoktu. Bunun nedeni Yalvaç’ın gözlerden ırakta kalmasıydı. Oysa yaşam burada çok önce başlamıştı. Pisidia Antiokheia kentinin kuruluş tarihini başlangıç almak daha doğru olurdu. MÖ 3. yüzyılda Helenistik krallıklardan Seleukid hanedanıyla başlayan kuruluşla birlikte kent tarih sahnesinde kendini göstermeye başladı. Birçok önemli olay yaşandı ama tüm Hıristiyan dünyası buranın adını Aziz Pavlus’un ziyaretiyle öğrendi. Bazı öğretilere kulak verirseniz, Hıristiyanlığın temelinin atıldığı yerlerden birinin Antiokheia olduğunu da işitebilirdiniz. İşte böylesine önemli bir antik kentin varlığına rağmen, Yalvaç hak ettiği ilgiyi bir türlü göremedi.
Önce antik kentin gün yüzüne çıkarılmış bölümlerini gezdim. Binlerce yıl öncesinden kalma bir sütun başının üstüne oturup karşıda tüm heybetiyle uzanıp giden, koynunda kanyonları, yaylaları, mağaraları, vadileri gizleyen Dedegöl Dağları’nı seyrettim. Sonra Yalvaç’ın daracık sokaklarını süsleyen eski evlerin arasında geçmiş günlerin peşine düştüm. İlçenin meydanında, 800 yaşındaki çınarın gölgesinde, ağacın nelere şahit olduğunu, dallarında kaç kişinin idam edildiğini düşündüm.
Sonra Yalvaç’ın tadına bakmak için soluğu Selin Lokantası’nda (246-441 26 97) aldım. Burada yörenin ünlü yemeği, küpte pişirilen keşkeği yiyecektim. Yalvaç’ın keşkeği bilinenlerden daha değişikti. Bir küpün içine, geceden suya yatırılıp tuzu alınan kurutulmuş et, buğday, suda bekletilmiş nohut, bir bardak bulgur, biraz kuyruk yağı konup kapak hamurla sıvanıyor, daha sonra küllenmek üzere olan ekmek fırınına atılıyordu. Sabaha kadar fırında kalan küpte oluşan lezzeti anlatmaya ne kelimeler ne de cümleler yetiyordu. Bu ziyafetten sonra aynı pasajdaki Gündoğan İkbal (246-441 82 55) pastanesine geçip, cevizli güllaç sarması ve kesmik baklavasıyla ağzımı tatlandırdım.
Karnım doyduktan sonra arabanın burnunu Isparta’ya doğru çevirdim. Göller ve güller diyarı bu kent, Süleyman Demirel’in hemşerisi olmanın avantajını iyi değerlendirmişti. Geniş caddeler, ağaçlı tretuvarlar, bakımlı parklar, eli yüzü düzgün binalarla modern bir kent görünümündeydi. Isparta’nın gülünü, halısını, tarihi eserlerini, dününü ve bugününü keşfedebilmek için burada biraz daha uzun yaşamak, daha çok solumak gerekiyordu. Buraya kentin tadına bakmaya geldiğim için, kenti tanımayı güllerin açtığı, gökyüzünün buram buram gül kok koktuğu aylara bıraktım.
Kervansaray’a (246- 218 16 53) gidip Isparta’nın ünlü kabune pilavı ile ünlü irmik helvasının tadına baktım. Bir şölen yemeği olan Kabune pilavı, et, pirinç, nohut ile yapılıyordu. Geçmişi asırlar öncesine dayanan bu muhteşem pilavın tadına, damağına düşkün herkes mutlaka bakmalıydı. kabune karşısında saygı durulacak bir yemekti. Isparta’daki lezzet yolculuğumu irmik helvası ile noktaladım. Helvadan son çatalı alırken, Ispartalıların bu helvayla neden bu kadar gurur duyduklarını daha iyi anladım. Eğer damağınıza düşkünseniz, işte size unutamayacağınız bir rota.
ISPARTA KEBABI
Isparta’da önce 1851’de kurulan Kebapçı Kadir’e (246-218 24 60) gittim. Niyetim Isparta kebabı yemekti. Gittiğimde Kabapçı Kadir’in oğlu Hüseyin Açıkalın, oğlakları demir şişlere geçirip ortasında gürül gürül ateş yanan fırına yerleştiriyordu. Kebabın üç saat sonra hazır olacağını öğrenince çevrede dolaşmaya çıktım. Ama aklım fikrim kebapta olduğu için fazla oyalanmadan dönüp fırının karşısına oturdum. Nar gibi kızarmış etleri, kemikten ayırıp lavaşa sararken böylesine bir lezzetle tanışmanın mutluluğunu yaşıyordum.
Isparta’daki ikinci lezzet durağım, 1944’te kurulan Ferah kebapçısı (246-218 1270). Kurulduğu günden beri, eski Üzüm Pazarı’nın girişindeki mekanda hizmet veren Ferah, Isparta Kebabını sadece kuzu ve oğlak mevsiminde yapıyordu. Diğer zamanlar ise mangalın üstüne Isparta şiş köftesini sıralıyordu. Pidelerinin lezzeti de yabana atılacak cinsten değildi. Ben tercihimi cızır cızır kızaran köftelerden yana kullandım.
HEM SAZAN HEM LEVREK
Yeşil Ada’da, gölün hemen kıyısındaki Mavi Göl Teras Restoranı (246-311 6417) buldum. Aslında bulmakta biraz zorlandım. Çünkü ne bir tabelası, ne de bir işareti vardı. Bu restoran, aynı ismi taşıyan otelin en üst katındaydı. Restorana ilk puanı manzaradan verdim: Çığlık çığlığa martılar, donmuş bir göl, karşıda dağlar, kıyıda sazlıklar...
İki yemeği aklıma koyup buraya gelmiştim. Bir tanesi gölden yakalanan levreğin filetosu ile yapılan tavaydı. Kılçıklardan arındırılmış fileto, un, yumurta ve sodadan oluşan sosa batırılıp kızgın yağda altın sarısı oluncaya kadar kızartılıyordu. Bir önceki gelişimde tanıştığım bu yemek, damağımda unutulmaz tatlar bırakmıştı. İkinci yemek ise sazan dolmasıydı. Eğirdirliler buna çapak dolması diyorlardı. Sazandan çıkan yumurta ile yapılan bulgurlu iç pilav, sazanın yarılan karnına doldurulup dikiliyor, kısık ateşli fırında yaklaşık üç saat pişiriliyordu. İki yemeği de afiyetle yiyip damağımı şenlendirdim.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2008
Öyle uzak coğrafyalar vardır ki, sizin için oraların varlığı harita üstündeki küçük bir noktadan başka bir anlam ifade etmez. Ama oralarda da bir yaşam vardır, oralarda da gün akıp gider. Atlas Dergisi’nden Bülent Kale, bu hafta sizi Kars düzlüğündeki Kağızman’a götürecek. Onunla birlikte bu uzak kasabada dolaşıp gitmediğiniz toprakların bilmediğiniz özelliklerini göreceksiniz.
Kars Kalesi’ni, Allahüekber Dağları’nı ardına alıyor dolmuş; daha sıcak ellere, Kağızman’a doğru yola düşüyor.
Güneye ilerliyor. Paslı Geçidi’ne dek yöre halkının ağzıyla "Kars Düzü" eşlik ediyor yolculuğa: Bitmek bilmez bir yayla, büyük sığır sürüleri, atlar... Ve pencere azıcık açılsa, taze çimen kokusuyla beraber tarifsiz bir ayaz içeri doluyor. Ama buna şaşmamak lazım. Kağızman’ın eski adamları yolun, vesaitin bulunmadığı o eski zamanların zemheri aylarında "Kars Düzü’nün insan yediğini" söylüyor...
Nihayet dolmuş, Aras Nehri’nin yüz metre kadar yukarısında bir platonun üzerine yayılmış Kağızman ilçe merkezine varıyor, Kağızmanlıların çarşı dediği yerde duruyor. Bu küçük meydanda fotoğraf hep aynı. Bir yanda dağlardan topladıkları ışkınları, çiriş süpürgelerini ve başka başka otları satanlar var. Kenardaki barakalarda ceviz, pestil, kekik, reyhan ve köy ürünleri satılıyor.
KUZULAR VE OĞLAKLARSakin meydan ancak dara düşen köylülerden birinin kuzusunu ya da oğlağını satmaya getirmesiyle hareketleniyor. O zaman doğuştan çoban Kağızman köylüleri hayvanı tek tek kaldırıyor, kaç kilo geleceğini ne kadar edeceğini hesap ediyor ve hararetli bir tartışmaya giriyor. Ta ki hayvan satılıncaya dek. Yeni sahibinin hayvanı sırtlayıp uzaklaşmasıyla beraber meydan yine o sakin bildik haline bürünüyor.
Nüfusu yaklaşık 20 bin olan, Kars’ın 70 kilometre güneyindeki Kağızman için çok küçük de denilebilir, çok geniş bir alana yayılmış da. Bir şehri andıran bölümü çok küçük, yalnızca betonarme binalardan oluşan küçük bir adacık var. Bu adacığı çevreleyen geniş bir alan tümüyle bağlık bahçelik. Burada yine ilçe merkezine dahil kerpiç duvarlarla çevrili büyük bahçeleriyle bağevlerini andıran konutlar var. İşte Kağızman’ın can damarı bu bağlar ve bahçeler. Ekonomisi büyük oranda bu meyve bahçelerine dayanıyor.
KAĞIZMAN’IN LEZZETLİ BALIKars ilinin en düşük rakımlı ilçesi Kağızman’da, tıpkı komşu il Iğdır gibi narenciye dışında her şey yetişiyor. Ancak Iğdır’ın hem iklimi daha ılıman, hem de çok daha geniş bir ovası var. Aras Nehri, Kağızman ilçe sınırlarına girdiğinde taban yüksekliği 1310 metre. İlçeyi Iğdır sınırında terk ederken ise 1080 metreye kadar düşüyor ve alçalma Iğdır Ovası’na kadar sürüyor.
Kağızman’da bildik meyvelerin batıda pek tanınmayan çok farklı çeşitleri yetiştiriliyor. Ancak bu bin bir çeşit meyveden ekonomik açıdan öne çıkan iki tanesi var ki bunlar Kağızman için hayati öneme sahip: "Abrigoz" adı verilen bir tür kayısı ve "uzun elma". Bu ikisi Kağızman’ın Türkiye pazarına sürebildiği kár getiren ürünler. Kağızman balı da Türkiye’nin en meşhurlarından. Ona bu lezzeti veren iki temel bileşen var: Birincisi işçileri; yani Kafkas ırkı arıları. İkincisi de fabrikası; yani Aras Vadisi.
"Çiçeğim, çimenim/ gülüm, reyhanım." Akşam Kağızman’ın Camuşlu köyünde Güven Öztürk’ün evinde, bir saz tınısı ve ozanın davudi sesi yükseliyor. Saç soba yanıyor ha yanıyor. Çaylar elde, bardakta; boşaldıkça dolduruluyor. Ev kalabalık. Duyan geliyor. Meclisi şenleniyor. Her misafir geldiğinde içeridekiler ayaklanıyor, elini sıkıyor, "hoş geldin" diyor, yer açıyor. Saz meclisi bu. Hanenin ortasında ozan Turgut Turan elinde divanıyla salınıyor. Eli tellerde geziniyor, aklı şiirde, gönlü kim bilir nerelerde. Kağızman’da o gün, dağların arasında bir köy evinde insanlar böyle buluştu. Yavaş yavaş çözüldü, hep birlikte dile geldi, turnalarla alagözlü yare haber gönderdi.
O köyden sonra yeniden Kağızman’da olmak daha anlamlı. Kağızman’a hiç dayanamayan kış her yanı, özellikle kuzeydeki dağları beyaza bürümüş. Yolcunun elinde "çiçekli" çay, aklında Kağızman ozanları, şiirler, türküler, serçe kuşu, ay ışığı, kar beyazı, çimenler, çiçekler, reyhanlar, güller...
Köyün muhabbet konusu heyelanHem Kars deyip hem de hayvancılıktan bahsetmeye gerek var mı? Bir akşam Kağızman’ın Çengilli köyünde, köy muhtarı Hayrettin Özkan’ın 600 başlık sürüsünü birlikte ağıla soktuk. Yalnızca bu köyde 1500’den fazla büyükbaş, 15 binden fazla küçükbaş hayvan var. Evde yemek hazırlanırken biz muhtarla bakkala gittik. Burada bakkala gitmek, kahveye gitmek demek. Köylerin genelde bir kahvehanesi yok, buluşma yeri bakkallar. Bakkaldaki diğer köylülerle "heyelan"ı konuştuk. Aslında Çengilli şanslı bile sayılabilir, köy heyelan bölgesinde değil çünkü, yalnızca yolları heyelana kurban gidiyor. Her sene yaptırıyorlar ama yol yine de altlarından kayıyor. Geçen sene güzergahı değiştirmişler, gelirken ben de gördüm, yeni yolda da heyelan yüzünden çöküntüler, kaymalar oluşmuştu, dertliler.
Heyelan Kağızman’ın en büyük sorunlarından biri. Camuşlu gibi, yerini değiştirmek zorunda kalan köyler var. Hemen hemen bütün köy yolları heyelandan nasibini alıyor, bu da sürekli masraf demek. Ama bundan da ötesi hastalık gibi, doğum gibi acil durumlarda köyden öteye gidememek, mahsur kalmak hayati tehlikelere açık kapı bırakıyor ki en acısı bu.
ATLAS’TA BU AYKosova Ruhu: Osmanlı’nın en çarpıcı, en renkli, en canlı ama bir yandan da en hüzünlü mirasını barındırıyor Kosova... Balkanlar’ın bütün milletlerinin kendilerine özgü hayatlarını sürdürdükleri bir halklar tapınağı burası.
Balkan Savaşı manzaraları: Atlas, Balkan Savaşı’nın hazin manzaralarını, Türk basınında ilk kez yayımlanan fotoğraflarla sayfalarına taşıyor.
Kosova’nın kayıp Çerkesleri: Ülkelerinden sürüldüler. Osmanlı’ya sığınanların bir kısmı Balkanlar’a yerleştirildi. Kıyım ve sürgün burada da onları izledi. Kosova’nın kayıp Çerkesleri, yalnızlığın egemen olduğu "tatsız tuzsuz" bir hayat sürdürüyor.
Genler, göçler ve Anadolu: İlk atalarımızın Afrika savanalarından başlayan göçleri sözlü tarihin baş döndürücü karmaşası içinde kaybolup gitti çoktan. Ancak bilim adamları, insan türünün geçmişindeki bu önemli katmanları genetik, arkeoloji ve antropolojinin olanaklarını kullanarak kaldırmaya baladı.
Saklı Ülke KEMR: Himalayalar’ın eteklerindeki ülke yeryüzünün cennetiydi. Şölenler ülkesiydi. Pakistan ve Hindistan’ın paylaşamadığı topraklarda belirsizliğin hükmü sürüyor.
Kışa övgü: Kayseri’den Konya’ya, Bolu’dan Kırşehir’e kar mucizeleri...
Sanal coğrafya: Dijital ortamda artık gerçek hayatın mekánları, insanları, ilişkileri yaratılıyor; tamamen farklı, paralel bir dünya vaat ediliyor.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2008
Çeyrek asırdır gittiğim New York’u bir türlü bitiremem. Bir gidişimde sokaklarını, diğerinde parklarını, bir başka zaman müzelerini, barlarını keşfetmeye çalışıyorum ama her seferinde arkamda keşfedemediğim bir kent bırakıyorum. Bu gidişimde yeme-içme konusuna odaklandım, ilginç lezzetlerle tanıştım. Soğuk kış günlerinde Kuzey Amerika’da yaptığımız geziyi bitirebilmek için, Kanada’nın Montreal kentinden karlı bir sabah vakti hareket ettik. Beni Montreal’de ağırlayan arkadaşım, New York’a arabayla gitmemizi önermişti. Dondurucu havada o kadar yolu kazasız belasız nasıl gidecektik? Buralarda kar yolları kapatmaz mıydı? Üstümüze çığ düşmez miydi? Bunlar, karlı günlerde yola çıkan her Türk’ün aklına gelen korkular ve sorulardı. Korkut da Türk olduğuna göre, tüm bu tehlikelerin farkındaydı sanırım. Onun için hiçbirini sormadım ve yüreğime çöreklenen endişeyi de belli etmedim.
Yola çıktığımızda hava hálá karanlıktı ve kar tipi halinde yağıyordu. Bir ara, "Zincirimiz var mı?" diye sordum. Korkut gülerek yanıtladı: "Burada zincir kullanmak yasak. Yolları bozduğu için cezası ağır!" Doğru mu söylüyordu yoksa dalga mı geçiyordu? Bir şey söylemeden sustum. Altı saatlik yolculuğun epey zorlu geçeceğini düşündüm. Bu saatten sonra geri dönemeyeceğimi bildiğim için, tüm endişelerimden sıyrılıp bu maceranın tadını çıkarmaya karar verdim.
Yolda tek tük araba vardı. Ama kar makineleri vızır vızır çalışıyordu. İşte o zaman, çok büyük fırtına olmadıkça bu kıtada anayolların hiç kapanmayacağının farkına vardım. Artık tüm endişelerimi sıyırıp atmıştım. Radyodan yayılan yanık country müziğine tempo tutarak, soğuk yolculuğun keyfini çıkarmaya başladım.
SINIRDA BEKLEYİŞ
Kanada-ABD sınırına vardığımızda tan yeri ağarmaya başlamıştı. Önümüzdeki Amerikan ve Kanada vatandaşları kimlik kartlarını gösterip geçiyordu. Ama sıra bize gelince iş değişti. Pasaportlarımıza bakan görevli, kenara çekmemizi söyledi. Çaresiz beklemeye başladık. Korkut bu arada konuya açıklık getirdi. 11 Eylül saldırısına kadar bu kapıdan sorgusuz sualsiz geçiliyormuş. Saldırıyı gerçekleştiren teröristlerin bir bölümünün, bu kapıdan ABD’ye girdiği tespit edildikten sonra geçişler zorlaştırılmış. Bekleyişimiz yarım saat kadar sürdü.
Kar bizi New York’a uzanan yolda da terk etmedi. Dağlar, ormanlar hep beyaza boyanmıştı. Nehirler, şelaleler donup zamanı durdurmuştu. Bir kış tablosunun içinde sessiz, sakin gidiyorduk. New York’a vardığımızda gün ikindiyi bulmuştu. Yemekler, zoraki molalar, alışveriş derken, altı saatlik yolu dokuz saatte ancak bitirebilmiştik. Korkut ve Sedef’le vedalaşıp postu bu kez kızımın küçük dairesine serdik.
Bu kente son 25 yıldan beri neredeyse yılda bir kez geliyordum. Ama bir türlü ezberleyemiyordum. Kentin caddelerini, sokaklarını ne kadar iyi bilirsem bileyim kaybolmuşluk duygusundan hiç kurtulamıyordum. Ama bu gelişimde keşfetmek için çok taban tepmek niyetinde değildim. Çünkü New York’un soğuğunun insanın iliklerini nasıl dondurduğunu iyi biliyordum. Bu kez amacım, dünyanın en tahrik edici marketlerinden, şarküterilerinden alışveriş yapıp bu malzemelerle kızımın mutfağında lezzetli denemelere girişmekti. Bir de kentteki ilginç etnik mutfakların tadına bakmak istiyordum. 18 bin restoranın bulunduğu New York’ta, dünyanın hemen tüm mutfaklarını bulmak mümkündü. Yani bu kentte, bütün dünyanın tadına bakabilirdiniz. Her gün torbalar dolusu yiyecekle eve dönüyor, sonra mutfakta marifetlerimizi döktürüyorduk. Şef önlüğünü bir gün kızım, bir gün eşim, bir gün de ben giyiyordum. Bizimkisi tatlı ve lezzetli bir yarıştı. Sonuçta ortaya hep muhteşem yemekler çıkıyordu.
New York’ta ilk gittiğim etnik lokanta, Queens’teki Cevabdzinica Sarajevo adlı Boşnak lokantası oldu. Kökleri Bosna’ya uzanan eşimin önerileriyle siparişi verdim. Ortaya, içinde acı sosis, özel Boşnak köftesi, Arnavut ciğeri, böbrek ve kuzu pirzolasından oluşan bir et tabağı söyledik. Bir tabak da patatesli, kıymalı fırk böreği ısmarladık. Yemeği, ekşi kaymakla servis edilen etli lahana sarmasıyla taçlandırdık. Finalde ise elmalı baklava ile ağzımızı tatlandırdık.
Bir başka gün ise yine Queens’teki Rincon Colombiano’ya gittik. Burası Kolombiya mutfağından örnekler sunuyordu. Bizim aile fertlerinin hiçbiri daha önce bu mutfağın tadına bakmamıştı. Yemekler ve tatlar ilginçti. Muz yapraklarına sarılarak pişirilen et, yanında kızartılmış mısır ekmeği, kızartılmış muz, avokado, pembe fasulye ve pirinç pilavı ile servis ediliyordu. Acı sosta pişmiş jumbo karidesler ise gerçekten insanı terletiyordu.
Broadway’a açılan sokakların birindeki Boqueria ise Katalan yemekleriyle ünlüydü. Buranın devamlı müşterisi olan kızımın önerilerine uyarak önce Bocato Serrano yedim. Katalanlar küçük mezelere Bocato diyorlardı. Yediğim ekmek üstü jambon, incir peltesi ve ünlü mançego peyniri ile servis ediliyordu. İkinci tabaktaki bocato butifarra y olivada ise muhteşemdi. Katalan sucuğu, baharatlı tapanat ve keçi peyniri üçlüsü, francalanın üstünde harika bir tat oluşturmuştu. Daha sonra sökün eden zeytinyağlı ekmek üstünde ahtapot terini, isli sardalye, kalamar tava, sarmısaklı ve domatesli zeytinyağlı ekmek damak çatlatan tatlar sunuyordu. Canım bu restorandan hiç çıkmak istemedi.
TEK SEFERDE TÜKETMEYİN
Soho’daki Japon lokantası Marumi ise bu ülkenin mutfağıyla aramdaki buzları eritti. Tezgahta yemekleri beklerken, karşımdaki Japon aşçıların suşi sarması beni büyüledi. Usta eller, ağız sulandıran küçük pirinç silindirleri öylesine hızlı sarıyordu ki, onları izlemekte zorlanıyordum. Öneri üzerine bir yemek sepeti istedim. Gerçekten biraz sonra önüme içi tabak dolu bir sepet kondu. Tabaklarda sebze tempura, shumai, suşi, haşlanmış pirinç, tavuk teriyaki vardı. Çubukla yemek yeme beceriksizliğim yüzünden sepettekileri bitirmem epey zaman aldı.
İtalyan ve Çin yemeklerini etnik yemeklerden saymadığım için, gittiğim lezzetli pizzacılardan, yediğim makarnalardan, nar gibi kızarmış Pekin ördeklerinden bahsetmiyorum. Bu kez yemeli içmeli bir New York yaşamıştım. Her şeye rağmen bu kenti yine de bitirememiştim. Aslında bitirmem şart mıydı? Bu sorunun yanıtını en güzel Enis Batur veriyordu: "Hiçbir ülkeyi, şehri, mekanı bir seferde tüketmeye yanaşmayın, bir sonraki seferi düşünmek ömrü uzatır. Kaldı ki, nasıl olsa hiçbir şeyi tüketemezsiniz, gerçekte elinizde değildir bu. Bir daha gelmem, gelmek istemem demek hakkınızdır elbette; çoğu durumda, ama, kendinize ilişkin bir açılma sınırının, bir gelişme gizil gücü kısıtının ifade edilmesi anlamına gelebilir kestirip atmak. Her şeye karşın, gözleri açık ölecek biçimde yaşamak iyidir. Doldum, doydum diyebilme eşiğine varabilecekseniz, oradan varacaksınız." Onun için New York’u yine bitiremeden, Türkiye’ye döndüm.
New York’un yiyecek tapınakları
New York’ta alışveriş yapmaktan büyük haz aldığım şarküterilerden birisi Dean&Deluca idi. Oraya girince kendimi kaybediyordum. Yüzlerce çeşit peynir, iştah açıcı ekmekler, ağız sulandıran şarküteriler, soslar, baharatlar, insanı baştan çıkartan et reyonu, hazır yemek bölümü, dünyanın dört bir yanından gelen kahve çekirdekleri ile dolu çuvallar... Şehrin en eski şarküterisi Balducci’s’de de aynı duyguları yaşıyordum. Bu asırlık dükkanda gezinirken, Amerikalıların neden şişmanladığını anlayabiliyordum. Bu muhteşem yiyeceklerin karşısında insanda irade falan kalmazdı. Russ&Daughters, The Gourmet Garage, Zabar’s en sık uğradığım diğer yiyecek tapınaklarıydı. İnsan buralarda gördüğü her şeyi satın almak istiyordu.
Kızımın evinin yanı başındaki Çin Mahallesi’ndeki manavlar da iştah açıcıydı. Egzotik meyve ve sebzeler, denizde yaşayan tüm canlıların kurutulmuşları, adını tadını bilmediğim soslar tezgahları süslüyordu. Alışveriş yapmaktan en çok haz aldığım marketlerin başında ise Whole Foods geliyordu. Özellikle sebze reyonunda kendimden geçiyordum. Burada her sebzeyi ve meyveyi bulmak mümkündü. Bunların biraz önce daldan kopartılıp, tarladan toplanıp tezgaha dizildiğine yemin edebilirdim.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2008
Fransız mutfağının en lezzetli örnekleri, 80 ülkenin mutfağından ilginç örnekler, bir sanat galerisini andıran şarküteriler, isli etle yapılan sandviçler, nar gibi kızarmış kaburga ziyafeti, kaz ciğerleri, geyik etleri, okyanus somonları... Bu hafta size Kanada’nın Montreal kentinde yaptığım lezzet safarisini anlatacağım. Geçen hafta Kanada’nın Quebec eyaletinin en büyük kenti Montreal sokaklarında dolaşıp durmuştum. Kışın ortasında, insanın nefesini kesen soğukta, tipi halinde yağan karın altında bu güzelim kenti neredeyse koşturarak gezmiştim. Bu soğuk kentte, soğuğun doruğa çıktığı şu günlerde ne işim vardı? Geçen hafta uzun uzadıya anlatmıştım: Montreal’de yerleşen arkadaşlarım, yemek, içmek, gezmek vaat etmişti. "Körün istediği bir göz..." misali bu daveti geri çevirmek delilik olurdu. Ben de "deli" demesinler diye, Swiss Air’e atlayıp İstanbul’dan Zürih’e, oradan da Montreal’e uçtum.
Bu kent, Kuzey Amerika kıtasında New York ve San Francisco’dan sonra üçüncü sırada yer alan yeme-içme cennetiydi. Tam beş bin restoran vardı şehirde ve 80 ülkenin mutfağının tadına bakmak mümkündü. Tabii baş köşeyi Fransız mutfağı işgal ediyordu. St. Denis, Prince Arthur, Duluth, Laurier ve St. Laurent caddelerindeki restoranların farklı, yenilikçi ve hayal gücünü zorlayan mönüleri insanı baştan çıkarıyordu.
MODALI BYRON
Montreal’de yemek yemek, sadece karın doyurmak anlamına gelmiyordu. Bu eylem aynı zamanda insanı heyecanlı bir maceranın içine sürüklüyor, keşfetme arzusunu kamçılıyordu. Montreal’in sadece bu özelliği bile oraya gitmem için yeterli bir sebepti. Hele bu yemek safarisinde rehberlerim, televizyonda yemek programı hazırlayan Sedef İybar, ünlü yemek kültürü yazarı Hülya Ekşigil, başta Mick Jagger olmak üzere birçok ünlüye yemek pişiren yemek eleştirmeni Byron Ayanoğlu ve bizim evin mutfağın şefi Ülker Yaşin gibi damak düşkünleri olunca gezinin heyecanı doruklara tırmanıyordu.
Yemek maratonu, Hülya Ekşigil’in akşam yemeği davetiyle başladı. Hülya küçük mutfağında, büyük lezzetler yaratmıştı. Değişik tatlardaki iştah açıcılardan sonra masaya geçildi. Önden deniz mahsulleri suflesi geldi. Onu sarmısak, kuşkonmaz ve patates eşliğindeki Atlantik somonu izledi. Yemek böğürtlenli merengle son buldu. Yemek sonrası sunulan peynir tabağında ise dünyanın dört bir yanından en lezzetli örnekler yer alıyordu.
Bu yemekte Hülya’nın alt kat komşusu Byron Ayanoğlu ile tanışma fırsatı buldum. "İstiridye Üstü Girit" kitabını okuyunca onu ne kadar kıskandığımı anımsadım. Byron, İstanbul’un Balıklı semtinde doğmuş, 12 yaşına kadar Moda’da yaşamıştı. Daha sonra Kanada’ya göç edip "ekmek parasını" önce tiyatro yazarlığı ile kazanmayı denemiş ama başarılı olamamıştı. Daha sonra Londra’da yeme-içme dünyasının içine atılan Byron Ayanoğlu, burda başarıyı yakalamıştı. Montreal, Toronto ve New York’ta lokanta işletmeciliği, film setlerine yemek tedarikçiliği, Mick Jagger ve Robert de Niro gibi ünlülerin özel aşçılığını yapmış, gazetelere yemek eleştirileri yazmıştı. Sekiz yemek kitabı, üç lokanta rehberi hazırlamıştı.
Sonunda tüm bu işlerden sıkılıp Girit’e yerleşmeye karar verdi. İşte onu kıskanmam bu noktadan itibaren başladı. Byron, Girit’te değişik tatlar peşinde koşuşturmasını, şifalı otları, keçi peynirini, aromalı yoğurtları, portakal kokulu sızma zeytinyağını, Akdeniz insanının sıcaklığını, Girit efsanelerini o kadar güzel anlatmıştı ki, kitabı bitirince hemen Girit’e gitmek, onun gibi bir lokanta açma macerası yaşamak için yanıp tutuşmuştum. Daha sonra Girit’e gittim ama, düşümün lokanta bölümü kursağımda kaldı. Hálá bu düşün peşinde koştuğumu, emekliliğimde küçük bir sahil köyünde, küçük bir lokanta açma isteğinden vazgeçmediğimi itiraf etmeliyim.
LEZZET FIRTINASI
Byron Ayanoğlu hem Montreal’deki yeme içme kültürünü anlatıyor, hem Hülya Ekşigil’in aşçılığını övüyor, hem de gezilerinden söz ediyordu. Türkçe’yi çok iyi anlayan ama çat pat konuşabilen bu iri yarı adamın ağzından adeta bal damlıyordu. En ilginç anısı da, Singapur’da davet edildiği bir lokantayla ilgiliydi. Bu lokantaya 70 yaşın üstündeki erkekler gidiyordu ve sadece yüksek değerli afrodizyak yemekler sunuluyordu. Örneğin boğa penisi çorbası, porsiyonu 300 dolarlık deve paçası, porsiyonu 1000 dolarlık ayı paçası en rağbet edilen yemeklerin başında geliyordu.
Byron ertesi gün aynı ekibi, Montreal’in en gözde restoranı Au Pied de Cochon’a davet etti. Duluth Caddesi’ndeki bu restoranda yer bulabilmek için, günler öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Çünkü kent rehberlerinin tümünde en çok tavsiye edilen yerdi. Restoran dar, uzun bir mekandı. Yerler tahtayla kaplanmış, duvarlar aynalarla süslenmişti. Tavandan sarkan karpuz lambalar, üstünde örtü olmayan tahta masaları aydınlatıyordu. Bu tahta masalar, restorana bir yemekhane görüntüsü veriyordu.
Garsonlar günlük kıyafetlerle servis yapıyorlardı. Garsondan çok, üniversite kantininde part time çalışan öğrencilere benziyorlardı. Gürültülü, kalabalık, insanın gözünü ve kulağını yoran ama damağı çatlatacak kadar lezzetli yemekler sunan bir restorandı. Masamızdaki uzmanların önerileriyle yemekler sökün etti: Rokforlu ve yeşil elmalı salata, kızarmış soğan dilimleri ve mantar eşliğinde geyik eti, özel tatlı şurupla pişirilmiş kaz ciğeri, yine kaz ciğeri ızgarası, nar gibi kızarmış kaburga ve bizon bifteği... Au Pied de Cochon’da damağıma sıvazlanan lezzetleri hatırladıkça hálá ağzım sulanıyor.
Daha sonraki gün kendimi, Baton Rouge adlı bir başka restoranda, nar gibi kızarmış kaburgaların karşısında buldum. Görünüşü bile insanın aklını başından alan kaburgaları kemiklerinden sıyırırken, bu lezzetlerin bana kolesterol ve kilo olarak geri döneceğini aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Montreal’deki son gecemde, Trinity adlı bir Yunan tavernasına gittim. Kapıdan girince kendimi Yunanistan’da sandım. Mavi ve beyaz renklerin hakim olduğu mekan, tüm görüntüsüyle Akdenizliydi. Soğuk Montreal’e uzo ve Yunan müziği ile veda ettim. Aslında bu sıkıştırılmış gezme, yeme, içme maratonu beni yormuştu. Ama biraz daha dayanmam lazımdı. Çünkü New York’taki mekanlar kollarını açmış beni bekliyorlardı.
Sandvicin kralı
Arkadaşım Korkut Omur, gündüz gezmelerinde beni kentin özel şarküterilerine götürüyordu. Oraları bir müzeyi gezer gibi geziyordum. Jambonlar, salamlar, sosisler, sucuklar, çeşit çeşit peynirler insanı baştan çıkartıyordu. Bunlardan iki tanesi özellikle unutulacak cinsten değildi. Birincisi, 1908’de Litvanyalı Ben Kravitz tarafından kurulan "Ben’s Şarküteri" idi. Buranın isli etle yapılan sandviçleri dillere destandı.
Ama bu konuda en şöhretli yer, St. Laurent Caddesi’ndeki Schwartz’dı. 1928’de Romanya’dan göç eden Reuben Schwartz’ın açtığı şarküteride bu sandvici yemek biraz sabır istiyordu. Hava soğuk ve karlıydı ama kapının önünde uzun kuyruk vardı. Lezzete ulaşabilmek için bu tür eziyetler beni fazla etkilemezdi. Tüm itirazları kulak arkası edip sıramın gelmesini bekledim. İçeri girince mütevazı bir görüntüyle karşılaştım. Küçük dükkanın duvarları 1930’lu yıllardan beri oraya gelen ünlülerin fotoğraflarıyla süslenmişti.
Herkes sandvicini yemekle meşgul olduğu için etrafta pek gürültü yoktu. Bara oturup sandvicimi beklemeye başladım. Buranın tütsülenmiş eti çok meşhurdu. Tüm Kanada’da daha lezzetlisi yoktu. Baharatlarla yapılmış, formülü gizli bir sosun içinde on gün dinlendirilen etler günlük tütsüleniyordu. Dilimleme elle yapılıyor, tadını bozduğu için asla dilim makinesi kullanılmıyordu. İsteyen yedi tahıldan yapılan özel ekmeğin arasında, isteyen tabakta yiyor, isteyen de paket yaptırıp evine götürüyordu.
Et dilimleri kalındı ama pamuk gibi ağızda dağılıyordu. Yağsız ve yağlı iki seçenek sunuluyordu. Yağsız etten yapılan sandviç bence biraz yavandı. Onun için yağlı kısımdan ısmarladım. Sandviçle gelen patateslerin dışı çıtır çıtır içi ise yumuşacıktı. Tam Brüksel usulü kızartılmıştı. Schwartz’da kredi kartı geçmiyordu. Müşteriler sürprizle karşılaşmasın diye şarküterinin içine ATM’ler konmuştu. Peşin parası olmayan kredi kartıyla para çekip hesabı ödüyordu. Dışarı çıkarken kar altında sırada beklediğim için kendimi tebrik ediyordum! Azmimin sonunda dünyanın sayılı lezzetlerinin birinin daha tadına bakmıştım.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2008
Montreal kenti gerek mimarisi, gerek yaşam tarzı ile tam bir Avrupalı. Birbirini sevmeyen iki dil, İngilizce ve Fransızca burada birlikte kullanılıyor. Burada Amerika’nın zenginliğiyle Avrupa’nın kültürü karışıp ortaya yaşanası bir kent çıkmış. Kışın ortasında Montreal’de ne işin var diye sorarsanız yanıtım hazır. Aslında karlar altında, dondurucu soğuk bir havaya yolculuk etmek için insanın ya biraz gözü kara (deli demeye dilim varmıyor) ya da sağlam nedenleri olması gerekir. Bu yolculuk için birden fazla gerekçem vardı: Yakın arkadaşlarım Korkut ve Sedef, yılın belli bir bölümünü Montreal’de geçiriyordu. Ne zamandan beri ısrarla çağırıyorlardı. Bir başka arkadaşım, ünlü yemek yazarı Hülya Ekşigil de bir süreliğine Montreal’e taşınmış, bana oradaki yemekleri, restoranları öve öve bitiremiyor, mutlaka gelmemi söylüyordu.
En önemli neden ise kızım ve eşimin, New York’tan Montreal’e gidecek olmalarıydı. Kızım, doktora için başvurduğu okullardan biri olan Mc Gill Üniversitesi’nde birtakım görüşmeler yapacaktı. Tüm bu nedenler üst üste binince, kışın dondurucu soğuğunda, buz gibi Montreal’e gitmenin zamanı geldiğine karar verdim.
Zürih’ten bindiğim Swiss Air uçağında, üstüme tatile çıkmanın rahatlığı çökmüştü. Uçak kalkmadan önce ikram edilen şampanya, ardından yediğim ziyafeti andıran yemekten sonra rahat koltuğuma gömülüp, uyku ile uyanıklılık arasında gidip gelmeye başladım. Önümde tüketecek tam sekiz saat vardı. Canım ne kitap okumak, ne de film seyretmek istiyordu. Düşünmeye bile üşeniyordum. Arada bir pencereden bulut denizine dalıp gidiyordum.
Saatler sonra kara göründü. Buzlu, karlı soğuk görüntülerdi bunlar. Goose Bay, Newfoundland, Labrador City, Halifax, Nova Scotia... Yıllardan beri bu uzak kentlerin üstünden geçerken, oralara gitme hayalleri kurardım hep. Bu hayallerimi bir kez daha tekrarladım.
İKİ DİLLİ KENTBir süre sonra donmuş nehirleri, gölleri ve karlı tepeleriyle Montreal göründü. Noel ertesi olduğu için havaalanı sakindi. Korkut, Sedef ve benden önce New York’tan gelen kızım ve eşimle kucaklaştıktan sonra hep beraber eve gittik. Bize tahsis edilen bölümün manzarası muhteşemdi. Kent pencereden bir kartpostal gibi görünüyordu. Montreal gezisi anlaşılan çok keyifli geçecekti. Başlangıç bunu gösteriyordu.
Gökdelenler kentin sadece merkezindeydi. Diğer cadde ve sokaklar, iki-üç katlı tuğla evlerle süslenmişti. Gece pencereden ışıl ışıl parlayan kenti seyretmeye çalıştım. Ama zaman değişimi yüzünden gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. İlk geceye erkenden teslim oldum.
Ertesi gün, lapa lapa karlı bir güne gözlerimi açtım. Kent birdenbire bembeyaz olmuştu. Dostlarımızın mihmandarlığında erkenden kent turuna başladık. Montreal, Quebec eyaletinin en büyük, Kanada’nın ise ikinci büyük kentiydi. Orada kaldığımız dört günde gitmediğimiz semt, yürümediğimiz sokak kalmadı. Montreal, Amerika kıtasındaki hiçbir kente benzemiyordu. Avrupalı bir dokuya sahipti. Dünyanın en gözde sanat ve kültür merkezlerinden biriydi. Her yerde iki dil hakimdi. Fransızca’nın ve İngilizce’nin birbirine geçtiği ender yerlerden biriydi. Montreal, Paris’ten sonra Fransızca konuşulan en büyük şehirdi ama Frankofonların Fransızca inatları burada yoktu. İngilizce konuşmaktan hiç gocunmuyorlardı.
YERALTINDAKİ DÜNYAGezimiz sırasında en çok oyalandığımız yerlerden biri de eski kent oldu. Parke taşı döşeli caddeleri, 18. yüzyıldan kalma 2-3 katlı tuğla evleri ile burası kimi zaman bir Fransız kentini, kimi zaman Londra’nın bir sokağını, kimi zamanda İskoçya’daki bir kasabayı andırıyordu. Daracık sokaklara yan yana galeriler sıralanmıştı. Burada her keseye uygun resim bulmak mümkündü. Galerilerden arta kalan yerlerde ise antikacılar tezgah açmıştı.
İnternetteki hava durumunu gösteren siteye inanıp buraya en kalın giysilerimle gelmiştim. Lapa lapa kar yağmasına, nehirlerin, göllerin donmasına rağmen hava üşütmüyordu. Onun için kat kat giysilerimin altında terden sırılsıklam oluyordum. Aslında kent çok soğuk havalar göz önüne alınarak dizayn edilmişti. Soğuk kış günlerinde kent yerin altına çekiliyordu. Metro ile tüm alışveriş merkezlerine ulaşılabiliyordu. Hatta yerin üstüne hiç çıkmadan, akşama kadar yeraltında dolaşmak, eğlenmek, karın doyurmak mümkündü. Yerin altındaki pasajların uzunluğu 32 kilometreyi buluyordu. Birçok otelin girişi de yerin altındaydı. Yeraltında tam 1700 mağaza vardı. Ayrıca yüzlerce ofis, onlarca sinema, restoran, tiyatro hatta birkaç da kilise vardı.
Ama yine de sokakları boş görmedim. Kar yağışına rağmen bir sürü insan, "üst dünyada" acelesiz, telaşsız konuşa konuşa yürüyüşlerini sürdürüyorlardı. Bu kentte bir Akdeniz havası gözledim. Ne de olsa konuştukları dil Akdenizliydi. Bu Akdenizlilik St. Laurent Caddesi’nde kendini daha da belli ediyordu. Kentin Katolik ve Fransızca konuşan doğu yakası ile Protestan ve İngilizce konuşan batı yakasını ayıran bu caddenin Avrupalı bir görüntüsü vardı. Kahveler, barlar, restoranlar, küçük şık butikler, şarküteriler hep bu cadde üstüne sıralanmıştı.
Ayrıca burası kentin etnik yapısını en iyi yansıtan yerlerden biriydi. Burada Avrupa’dan, Latin Amerika’dan, Rusya’dan, Afrika’dan izlere rastlanıyordu. Kimi bir restoran, kimisi butik, kimisi kahve olarak kendi kültürlerinden örnekler sunuyorlardı. Sedef’in önerisiyle girdiğimiz La Vieille Europe adlı şarküteride sergilenen peynir ve et mamullerinin karşısından uzun süre ayrılamadım. Bence burası St. Laurent’in en kutsal mekanlarından biriydi.
ÖĞRENCİ CENNETİMontreal aynı zamanda bir üniversite kentiydi. Buradaki dört üniversitede tam 125 bin öğrenci öğrenim görüyordu. Dünyanın dört bir yanından gelen bu öğrenciler kente dinamizm ve renk katıyordu. Ünlü McGill Üniversitesi kampusları, derslikleri, evleri, kütüphaneleriyle kentin dört bir yanına kol atmıştı. Yeşil alanlarla bütünleşmiş binalarını gördükçe, içimden yeniden öğrenci olmak geçiyordu. Öğrencinin bol olduğu yerde en gözde ulaşım aracı bisikletti. Üniversite binalarının önleri bisiklet pazarını andırıyordu. Kentte tam 660 kilometre uzunluğunda bisiklet yolu vardı.
Korkut, gezilerimizden birini kentin simgesi Mount Royal’e yapmamızı önerdi. Kendisi Montreal’in ortasında yükselen tepeye koşarak çıkacak, biz de onu arabayla izleyecektik. Böylelikle o, önümüzdeki aylarda yapılacak triatlon yarışına hazırlanacak, biz de çevreyi görecektik. Sönmüş bir volkan olan tepeden kentin tümünü görmek mümkündü. Tepeyi kaplayan ormanların içinde kimi yürüyüş yapıyor, kimi kızak kayıyor, kimi kardan adam yapıyordu. Bizden biraz sonra zirveye ulaşan Korkut, nefes nefese kenti kuşbakışı anlattıktan sonra, tekrar koşarak inişe geçti. Onun bu halini görünce hareketsizliğimden utandım, arabayı terk edip tepeyi yürüyerek inmeye karar verdim. Soğuk, kar ve yerlerdeki buz yüzünden bu kararı verdiğime bin pişman oldum.
Ben dondurucu soğuk altında gördüğüm Montreal’i çok sevdim. Korkut ve Sedef bir de yaz aylarında görmemi önerdiler. Gürül gürül akan nehirler, nehir boyunca koşanlar, yürüyenler, kaldırım kahvelerinde oturanlar, sokak çalgıcıları, yemyeşil tepeler, lezzetli restoranlar... Tüm bu görüntülerin beni kente aşık edeceğini söylediler. Gerçekten de bu kent, Avrupa’nın kültürüyle Amerika’nın zenginliğini birleştirmiş, yaşanması çok keyifli kentlerden biriydi. Karlı bir sabah arabayla Amerika sınırına doğru giderken, yazın bir kez daha buralara gelmeye karar verdim. Montreal’i de "Benim Kentlerim" listesine eklemiştim artık.
Montreal’de sadece sokak sokak gezmedim. Yeme-içme işini bilenlerin eşliğinde çok lezzetli yemekler de yedim. Kentteki lezzet turunu da gelecek hafta anlatmaya çalışacağım.
AVRUPALI KENTMontreal’in Avrupalı yüzünün sergilendiği diğer cadde ise St. Denis’ti. 1860’lı yıllarda gri taşlarla yapılan dik çatılı iki katlı evler caddeye Kuzey Avrupa’dan esintiler getiriyordu. Yolda yürüyen kalabalıkları daha çok gençler oluşturuyordu. Burası aynı zamanda Montreal’in kültür merkezlerinden biriydi. Kent kütüphanesi, en eski tiyatro, sinematek bu caddede yer alıyordu.
HER AY BİR FESTİVAL
Montreal ayrıca bir festivaller kentiydi. Kent yılın her döneminde ayrı bir festivale ev sahipliği yapıyordu. Özellikle yaz aylarında coşku ayyuka çıkıyordu. Temmuz ayı boyunca caz festivali kenti kucaklıyordu. Montreal’in 50 değişik noktasında kurulan sahnelerde dünyanın en ünlü caz sanatçıları sanatlarını icra ediyorlardı. Sinema Festivali de dünyanın en önemli film festivalleri arasında yer alıyordu. Kentte neredeyse her konuda festival düzenleniyordu: Komedi, havai fişek, bisiklet, tiyatro, bira, kar festivali...
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2008
Hayatımda ilk kez böylesine yalnız ve sessiz bir yolculuk yaptım. Uçak koltuklarında yalnız oturdum, pasaport ve bavul kuyruğunda hiç beklemedim. Otele gidecek araba bulamadım. Aç kalma korkusu yaşadım. Zürih’in sokaklarında tek başıma ıslık çalarak dolaştım. Bu hafta sizinle unutamayacağım bu yalnız yolculuğu paylaşacağım.
Bu, yol boyu yazılmış bir yazı. Bazen havaalanının bir köşesinde, bazen bir otel odasında, bazen de bir uçak koltuğunda yazılan bir yazı. Yola ve yolculuğa dair... Aslında böylesine kalabalıklardan uzakta bir yolculuğu ilk kez gerçekleştirdiğimin de öyküsü denebilir. Yalnız uçaklar, yalnız koridorlar, kimsenin beklemediği, anonsların duyulmadığı sessiz bekleme salonları, kuyruğu olmayan pasaport kontrolü, bir iki bavulla dönen bagaj bantları, kimsenin sarmaş dolaş olmadığı çıkış kapıları, boş caddeler, kapalı restoranlar, müşterisi olmayan barlar...
Yola 24 Aralık’ta, yani tüm Hıristiyan dünyası için kutsal Noel günü çıkmıştım. Bu tarihte Batı’ya doğru yolculuklara, çok zorunlu olmadıkça çıkılmadığını biliyordum. O akşam herkes evinde olmalıydı. Tüm aile akşam yemeğinde masanın çevresinde yer almalı, kalın patates dilimleriyle çevrilmiş kızarmış hindi servis edilmeliydi. Aslında hindi Noel yemeği değildi. Bu tatsız tuzsuz et, ABD’de "Şükran Günü"nde masaya gelir, bütün ülke o akşamdan sonra bir hafta hindi etli sandviç yerdi. Avrupa’da ise Noel’de masaları süslerdi. Türkiye’de iç pilavlı hindi dolması, yılbaşı akşamlarının vazgeçilmez yemeği olmuştu.
YALNIZ VE SESSİZ
İsviçre Havayolları Swiss Air ile önce İstanbul’dan Zürih’e, ertesi gün de Kanada’nın Montreal kentine uçacaktım. Uçak neredeyse boştu. Ön sıralarda oturuyordum. Arkalarda ise birkaç Türk yolcu vardı. Uçak havalanınca, Business Class’ı arkadan ayıran perde kapandı ve kendimi birden uçakta yapayalnız hissettim. Böylesine yalnız bir uçuşu ilk kez yapıyordum. Hostesten kırmızı şarap istedim. Önce bir bardak Avustralya şirazı getirdi. Elimde kadeh sol tarafımdaki pencereden günbatımının kızıllığını izledim. Sonra sağ tarafa geçip dolunayın bulutların üstündeki yansımasına baktım. Bulutları bir an beyaz bir denize benzettim. Süt liman, kıpırtısız, çarşaf gibi bir deniz...
Dışarıyı seyretmekten sıkılınca ikinci şarabımı söyledim. Hostes bu kez Güney Afrika’dan cabernet, merlot, şiraz karışımı bir şarap sundu. İkinci kadehten sonra özel uçağımda seyahat ediyormuş hissine kapıldım.
Zürih Havaalanı’nın koridorlarında kimsecikler yoktu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Sadece çantamın tekerleklerinin tıkırtısını duyuyordum. Anonslar da susmuştu. Sanki tüm havaalanında tek başımaydım ve tüm kapılar üstüme kilitlenmişti. Bu düşünce beni biraz ürküttü. Camdan dışarı baktım. Pistlerde ne giden ne de gelen vardı. Sarı ışıklar, zaten soğuk havayı iyice soğutuyordu. Duvarlardaki tüm ilanlar beni tahrik etmeye çalışıyordu. Kimisi kredi kartı, kimisi son model araba, kimisi cep telefonu, kimisi rüya gibi tatil sunuyordu. Dünya üstündeki tek tüketici bendim ve tüm reklamlar benim için yapılmıştı sanki.
Tek pasaport kapısı açıktı ve polis beni bekliyordu. Pasaportuma giriş damgasını vurduktan sonra tüm havaalanını kilitleyip gidecek gibi sabırsızdı. Konuşmadan, bekletmeden damgayı vurdu. Noel’i ailesinden ayrı geçirmesinin sebebi benmişim gibi somurtuyordu. Yola çıkmasam, o havaalanını açmayacak, evinde hindisinin başında kutsal geceyi kutlayacaktı. Yolculuğumun, polisin Noel programını alt üstettiği endişesine kapılarak kendimi suçlu hissettim.
Bagajların geldiği salonda da kimsecikler yoktu. Beklemeye başladım. Biraz sonra bantın üstüne bir bavul düştü. O tek bavulun benim olduğunu biliyordum. Böylesini ilk kez görüyordum. Gümrük kapısında da kimsecikler yoktu. Beklemekten sıkılıp gitmişlerdi anlaşılan. Otelin otobüsünün kalktığı durağa yöneldim. Tabii ki şoför çoktan gaza basıp gözden kaybolmuştu.
Taksi için boşuna bakındım. Müşterisiz bir akşam olacağını bildiklerinden, şoförler havaalanına gelmemişti bile. Ne yapacağımı şaşırdım. Kimsesiz bir havaalanında, otele nasıl ulaşacağımı düşünerek beklemeye başladım. Bir süre sonra önümde bir araba durdu. Nereye gideceğimi sordu. Söyledim. "Taksiler 40 Frank alırlar ama ben 35 Frank’a bırakırım" dedi. 100 Frank istese bile vereceğimi bilmiyordu Allah’tan. Ertesi gün aynı yolu trenle beş dakikada ve sadece 10 Frank’a kat ettim.
AÇ KALMA TELAŞI
Otelin lobisinde sadece iki Japon kız (öyle zannettim) oturuyordu. Anahtarımı alıp odama çıktım. Pencereden tüm yolların boş olduğunu gördüm. Oysa saat henüz 19.00’du. Aslında İsviçre’de akşamları yaşamın erkenden eve çekildiğini, kentlerin siyah bir suskunluğa büründüğünü biliyordum ama, bu kadar erken boşaldığını hiç görmemiştim. Birden savaş günleri aklıma geldi. Benim yaşamadığım ama filmlerde, belgesellerde gördüğüm günler. Sanki hava saldırısını haber veren alarmlar acı acı çalmış, herkes sığınaklara koşmuştu. Otel odasından sokakların görüntü böylesine ürkütücüydü.
Karnım acıkınca telaşa kapıldım. Ya açık bir lokanta bulamazsam? Böylesi uzun yıllar önce bir kez daha başıma gelmişti. Bir Noel gecesi Londra’nın banliyösünde, bir arkadaşımın evindeydim. Uzun süre akşam yemeği yiyecek bir yer aramıştım. Tek açık yer, kötü bir Hint lokantasıydı ve orada tadını hiç bilmediğim ve sevmediğim yemekleri yemek zorunda kalmıştım. Bir acele aşağı inip resepsiyondaki görevliye lokanta adresi sordum. Merkezde açık birkaç yer bulabileceğimi söyledi. Trenle gitmemi, taksi bulmakta zorlanabileceğimi de eklemeyi unutmadı. Öyle yaptım. Kimsenin olmadığı soğuk peronda trenin gelmesini bekledim. Koca vagonda bir kişi daha vardı. Aslında ona "var" demek çok doğru olmazdı. Saçı sakalına karışmış bu yol arkadaşım, çoktan sızmış, başka bir boyuta taşınmıştı. Kim bilir kaçıncı seferini yapıyordu aynı koltukta?
SAKİN DÖNÜŞ
Otele dönmek için perona doğru yürürken kentin yalnızlığının daha da koyulaştığını hissettim. Ama artık pek aldırmıyordum. Şarabın da etkisiyle bu yalnızlık hoşuma da gitmeye başlamıştı. Tüm Zürih kenti benimdi sanki. Boş peronda treni beklerken çaldığım ıslığın sesi bana çocukluğumu hatırlattı. Akşamları evimize yakın mezarlığın yanından geçerken, korkmamak için ıslık çalardım nedense. Şimdi de için için korkuyor muydum acaba?
Ertesi gün havaalanına giderken boş yollarda bir iki kişi gördüm. Yürüyen merdivenlerde, koridorlarda da erkenci yolculara rastladım. Anonsları yeniden duymak hoşuma gitti. Pasaport kulübelerinin önünde de bekleşen birkaç yolcu vardı. Swiss Air’in Montreal uçağının rahat koltuğunda, şampanyamı yaşamın yeniden başlamasına kaldırdım. Bütün bunları yazmak, o anları yaşarken aklımın ucundan bile geçmiyordu. Onun için anlattıklarımı görüntüleme gereksinimi duymadım. Ama yazının süslenmesi için, fotoğrafın gerekli olduğunu biliyordum. Sayfa için, daha önce çektiğim Zürih fotoğraflarını verdim.
BARDAKİ ESMER KIZ
"Kralların Yeri" adındaki bir restoranın yanıp sönen ışığını görünce rahatladım. Aç kalmayacaktım demek ki! İçeri girdim. Barda esmer bir kız, bardakları kuruluyordu. İskemlelerden birine tünedim. Bir bardak şarap istedim. Sessizlik bozulsun diye kıza neden Noel akşamı çalıştığını sordum. Kırık bir İngilizce’yle, dinlerinde böyle bir kutlama olmadığını söyledi. Meğerse Türk’müş. Almanya’dan buraya göç etmiş. Benim de Türk olduğumu öğrenince pek tepki vermedi. Sadece bozuk Türkçesi yüzünden özür diledi. Üçüncü kuşağın dilinin kimliksiz olduğundan bahsetti.
Yemeği bar tezgahında yedim. Yemek dediğim de bir iki sosis ve patates kızartmasından ibaretti. Bunu da bulduğuma şükrettim. Bardaki kız "memleketli torpili" yapıp kadehimi ağzına kadar dolduruyordu. "Size müzik de yapayım" dedi ve müzik setinin düğmesine bastı. Notalar kimsenin olmadığı restoranda uçuşmaya başladı. Mutfak, bar, müzik emrime verilmişti sanki. CD’leri isteyip kendim için DJ’lik yaptım.
Yazının Devamını Oku