Tarık Işık’ın Radikal’deki haberine göre Prof. Dr. Bal, “Başbakan’ın yanlış bilgilendirilerek olayın tarafı haline getirilmiş olmasını stratejik bir hata” olarak yorumluyor.
Projede halka danışılmamasını, çevreci duyarlılıkla parkı sahiplenenlere müdahalenin şeklini eleştiriyor.
Bizim siyaset geleneğimizde lidere içeriden muhalefet etmek kolay değildir.
Bir muhalefet varsa da bu muhalefetin hedefi lider değil “çevresi” olur. “Liderimiz iyidir ama çevresi onu yanlış yönlendiriyor” şeklinde ortaya çıkar.
Nitekim Prof. Dr. Bal da bu yoldan ilerlemiş.
Raporda şöyle deniliyor:
“Sayın Başbakan projenin sahibi, planlayıcısı ve yürütücüsü gibi yansıtılmıştır. Ne Beyoğlu Belediye Başkanı, ne Büyükşehir Belediye Başkanı projeyle ilgili taraf görülmüştür. Sayın Başbakan krizin tarafı değil, kriz çözücü olarak devreye girer, gerekirse yerel yöneticilere telkinlerde bulunur, halkla yöneticiler arasında arabulucu ve kriz çözücü rolü oynayabilirdi.”
Türkiye’yi askeri darbelere götüren süreçlerde bu oluşumların rolü olduğu da!
Faili meçhul bunca siyasi cinayetin işlendiği bir ülkede yaşıyoruz.
Ergenekon adı verilen yapılanmayla ilgili ilk soruşturma başladığında bunun Türkiye’nin Gladio’suyla bir hesaplaşma fırsatı olduğunu düşünmüştüm.
Soruşturmanın çok geçmeden bir tür torba davaya dönüştürüleceği ve içine birbirleriyle ilgisiz birçok muhalif kişinin de dahil edileceği belli olduğunda da şöyle düşünmüş ve bunu da yazmıştım:
Acaba bu derin devlet yapılanması bizim tahmin ettiğimizden daha mı güçlü ki, bu hesaplaşma fırsatı inandırıcılığını yitirmiş bir davaya dönüştürülüp harcanmaya çalışılıyor?
Ergenekon Davası’nda verilen mahkûmiyet kararlarının kamuoyunda yarattığı birbirine tamamen zıt tepkilere bakınca çok da haksız olmadığımı düşünüyorum.
Her biri ağır mahkûmiyetler almış sanıkların arasında nasıl bir örgütsel bağlantı var, hâlâ anlayabilmiş değiliz.
Çocukları cinsel taciz ve tecavüzden korumak medeni bir toplumun önem vermesi gereken bir konudur.
Yasaların caydırıcı olmasının önemi kuşkusuz ki yadsınamaz.
Tasarı tam olarak ortaya çıkınca bu konuya herkesin katkıda bulunmasının, uzmanların görüşlerine de itibar edilmesinin sağlanması da gerekir ki eksiksiz bir yasamız olsun.
Bu konuyla ilgili haberi okurken önemli bir konunun ihmal edildiğini düşündüm.Bu da çocuk yaşta evlendirme konusudur.Kız ya da erkek çocuk fark etmez, bu önemli bir sorundur.
18 yaşın altındaki her birey çocuktur.
Türkiye’nin taraf olduğu Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’nin (CEDAW) 16.2 sayılı maddesinde “Çocuğun erken yaşta nişanlanması veya evlenmesi hiçbir şekilde yasal sayılmayacak ve evlenme asgari yaşının belirlenmesi ve evlenmelerin resmi sicile kaydının mecburi olması için, yasama dahil gerekli tüm önlemler alınacaktır” deniliyor.
Türkiye’de Medeni Kanun, 16 yaşını doldurmuş çocukların “olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple” ve ancak yargıç izniyle evlendirilebileceklerini emrediyor.
“Kimin ne meselesi varsa, bunu şiddet yoluyla, silahlarla değil, siyaset yoluyla, demokrasi ve hukuk içerisinde dile getirecek. Şiddet ve silah, sokaklarda şiddet içerikli gösteri yapmak, demokrasi ve hukuku çiğnemek olduğu kadar, tercihlere, yaşam tarzlarına, huzura ve barışa yönelik de bir saldırıdır. Şiddete başvurmadan, hukuktan ayrılmadan, demokrasiye, tercihlere, başkalarının hak ve özgürlüklerine riayet ederek, yani konuşarak, anlaşarak, uzlaşarak her meselemizi çözeceğiz.”Demokrasiye inanan herhangi bir kimsenin bu sözlere bir itirazı olmaz zaten.
Marifet bunu söylemek ya da söylendiğinde itiraz etmemek değil, bunu içselleştirmiş olmaktır.
Hükümet ilk günden beri Gezi protestolarının hükümeti devirmeye yönelik bir şiddet eylemi olduğunu iddia ediyor.
Bir yalanı ne kadar çok tekrarlarsanız, ona inanacak olanların sayısının artacağına dair inançlarından olsa gerek.Tekrar hatırlayalım: Gezi Parkı gösterileri, bir avuç çevrecinin parkı korumak için giriştikleri eylemin aşırı şiddetle bastırılmasıyla büyüdü, kitleselleşti.
Elinde silah olmayan, bırakın silahı taş–sopa vs. bile olmayan insanların gözünün içine biber gazı sıkıldı, dayak atıldı.
Gösteriler zulme varan bu uygulamaya duyulan tepki nedeniyle büyüdü, İstanbul Valisi’nin ve Emniyet Müdürü’nün hatalarıyla yaygınlaştı.İlk günlerde “eylemi çalmaya kalkışan şiddete eğilimli marjinal gruplar” bu nedenle ortaya çıktı ama hiç biri meydandaki büyük kitlenin desteğini alamadı, bir süre sonra da ortadan çekilip gittiler.
Bu arada o grupların hangilerinin “polis adına provokasyon için” orada olduğu meselesine hiç girmeyelim.Ve hükümet şimdi o küçük bir grubu bahane ederek, bütün eylemin “hükümeti devirmeye yönelik şiddet eylemi” olduğu sakızını çiğneyip duruyor.
Ramazanın birlik ve beraberlik ayı olduğu vurgulanmış, güzel, barışçı ve insanın içine huzur veren bir tablo yaratılmış.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “İstanbul 15 milyonluk bir aile. Her kültürden, her inançtan insanların bir araya geldiği güzelliği yaşıyoruz” diye konuşmuş.Böyle sözler sıkça söyleniyor, söyleyenlerin samimiyetlerinden de genellikle kuşku duymuyorum.
Kadir Topbaş da böyle birisi benim için, eminim ki bu sözleri söylerken içinden geçeni söylüyordu. Oruç ağızla inanmadığı bir şeyi söyleyemeyeceğini de ayrıca varsayıyorum.
Merak ediyorum, iftar yemeği sırasında Topbaş ile cemaatlerin temsilcileri hiç göz göze gelebildiler mi?“Yahudi, Ermeni ve Rum” sözcüklerini Gezi gösterileri sırasında attığı tweet’lerde bir hakaret sıfatı olarak kullanan Prof. Dr. Ahmet Atan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sanat danışmanlığını da yürütüyor çünkü.
Acaba cemaat temsilcilerinin aklından o sırada ne geçti?
Eminim ki ev sahibini kırmamak için “Böyle diyorsun ama bizim etnik kimliklerimizi bir hakaret olarak kullanarak nefret suçu işleyen bir adam hâlâ sizin sanat danışmanınız” dememişlerdir.
Tutarlılık bizim ülkemizde pek geçerli bir durum sayılmaz ama biz yine de bizi yöneten siyasetçilerden tutarlı davranmalarını bekleriz.
“Otorite” paranoyaktır, her an iktidarının devrileceğine ilişkin korkular taşır. Deyim yerindeyse buluttan nem kapar, toplumun her kıpırdanışından kendisine yönelik tehdit algılar.
Bunun doğal sonucu paranoyanın topluma baskı yoluyla yaygınlaştırılmasıdır.
Otoriterleşmeye eğilimli rejimlerde de durum farklı değildir.
Her taşın altında bir düşman ararlar, bulamayacakları için de olmadık komplo teorileriyle bunu kendi kendilerine yaratırlar.Dış düşmanlar, güçlenmemizi istemeyen yabancılar, içerideki işbirlikçileri...
Her türlü sorunu açıklamak için bu tür kavramları kullanırlar, ellerindeki medya gücüyle bunu toplumun beynine adeta çakarlar.
Başbakan Erdoğan, günlerdir Gezi protestolarının ardında “dış düşman” arıyor. Faiz lobisinden tutun da, güçlenmemizi istemeyen devletlere kadar bir dizi dış düşman. Elbette dış düşman olunca yerli işbirlikçileri de olmalı. Kimlerin yerli işbirlikçi olduğuna zaten çoktan karar vermiş, elindeki devlet gücüyle onların üzerine gidiyor, gidecek.
Mısır’da darbe olduğundan beri buna bir de “darbe paranoyası” eklendi. Bir yandan Mısır’da darbe sanki kendisine karşı yapılmış gibi bir mağdur rolü oynuyor, diğer yandan “Büyük komploya uğradık” propagandasına sarılıyor.
“Orada insanlar hayatlarını kaybederken uluslararası camianın kutuplarda sıkışmış iki balinaya karşı gösterdikleri hassasiyeti göstermemiş olmaları, uluslararası toplumun ve camianın yeteri kadar vicdanının ve ahlakının olmadığının da en açık göstergesidir” diyor.
“Uluslararası camia” derken kendi politik hesapları için Mısır’daki asker müdahalesine “darbe” diyemeyen, sokaklarda insanların öldürülmesini bile doğru dürüst kınayamayan devletleri kastediyor olmalı.
Yoksa “paralel uluslararası camiada” darbeyi de katliamları da kınayan çok sayıda insan hakları savunucusu kuruluş var. Darbeyi kınamayan hükümetlerini eleştiren muhalefet partileri de!
Zaten dünyada bu türden bütün girişimlere karşı olanlar da onlardır, iki balina ya da iki–üç ağaç için polis dayağını göze alanlar da!Ama şunu söylemeliyim ki bu konuda bizim yöneticilerimizin sözlerine dikkat etmelerinde de yarar var.
Katliamlara, darbelere, diktatörlere seyirci kalmayı “vicdansızlık ve ahlaksızlık” olarak nitelerken, o sözler geri dönüp kendilerini de vurabilir çünkü.Tunus ve Mısır’da Arap Baharı başladığında Bahreyn’de de insanlar sokağa döküldü.
Oradan farklı olarak ayaklanmanın başını muhalefet partileri değil, gençler çektiler.
Onlar da Mısırlı ve Tunuslu kardeşleri gibi demokrasi, insan haklarına saygı istiyorlardı.
“İnanın bana bu bir insanlık suçudur, nefret suçudur”.
Koskoca bakana inanmak isterdim elbette ama sanırım mesele pek öyle bildiği gibi değil!
Bir kere insanların fikirlerini, ne kadar beğenmesek ve katılmasak da açıklamaları, bulabildikleri ortamlarda dile getirmeleri suç değildir!Bizim memleketimiz hariç tabii! Bunun yasak olduğu başka ülkeler de var ama onları şimdi tek tek sayıp, Egemen Bağış’a göre yeni bir insanlık suçu işlemek istemem!
İnsanlık suçu kavramı, devletlerin insanlara yönelik giriştiği eylemlerden doğar.
Savaşlar sırasında da işlenebilir, ortada savaş
yokken de.
Dini, siyasi ya da etnik nedenlerle işlenen kitlesel cinayetler, imha, köleleştirme, sürgüne zorlama gibi eylemlerdir. İlan vermekle ilgisi yok yani!