Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç durumu şöyle açıklamıştı:
“Projenin güzergâhının çok dışında çalışmalar yapılmaya başlandı. Çevrede yaşayan insanlar huzursuz oldu. Uyarılarımız sonrasında farklı güzergâhta çalışmalar tespit edildi. Güzergâhta çok ciddi kamulaştırma alanları vardı. Bedelleri çok yüksek olan, ayrıca büyük bir kısmı sit alanıdır. Acaba müteahhit bunun farkına vardı ve kamulaştırma bedeli ödememek için güzergâh mı değiştirdi? Bu bir soru işareti”.
Ulaştırma Bakanı açıklamasında şunu da söylemişti: “Bu haberler kafa karıştırmak için çıkarılıyor”.Haliyle benim de kafam karıştı.
“Usta” helikopterle gezdi, kendi gözleriyle gördü ve yolu tespit etti. Bu arada Karayolları’nın tecrübeli ekipleri de boş durmamış olmalı, onlar da çevre yolları güzergâhı üzerinde çalıştılar mutlaka.
Ama gelin görün ki ihaleden sonra güzergâh kuştu, böcekti, suydu diye değişti.
- Acaba güzergâh bugünkü haline ihaleden önce getirilmiş olsaydı, ihalede farklı bir sonuç çıkar mıydı?- Acaba Sarıyer Belediye Başkanı’nın söylediği türden pahalı kamulaştırma bedellerinden kaçınılması söz konusu olabilseydi, ihalede başka firmalar daha yüksek teklifler verirler miydi?
- Acaba bu değişiklikler nedeniyle yapım maliyetlerinde bir tasarruf sağlanabildi mi?
Adına “Yeryüzü sofrası” deniliyordu ve bugüne kadar birbirine çok yabancı oldukları varsayılan değişik görüşteki insanları bir araya getiren, tamamen gönüllü katılımla yürütülen ilginç bir olaydı.
Sosyolog Nilüfer Göle www.t24.com.tr haber sitesinde bununla ilgili ilginç bir değerlendirme yazdı. İlgilenenler metnin tümünü t24’te okuyabilirler.
Ben buraya Göle’nin yazısından küçük bölümler aktarıyorum:
“Antikapitalist Müslüman gençlerin çağrısıyla sokak ortasında boydan boya uzanan iftar sofrası seküler Müslümanlarla, dindar Müslümanları bir araya getiren yeni bir kültürel havzanın habercisi. Türkiye coğrafyası ve tarihinden yükselen ve demokratik muhayyileyi dönüştüren bir pratik. Sanmıyorum küresel darbeci-komplocu el kitaplarında yer alsın. Bir ilk”.
“İftar sofrasına oturan Gezi Parkı gençliği, Müslüman akranlarıyla empati kurarak, onların vasıtasıyla belki de ilk defa oruç tutmaya heveslendi... İslami habitus da değişime uğradı. Kentlere taşındı, yeni bir entelektüellik ve farkındalık kazandı, kendi burjuvazisini ve seçkinlerini yaratırken ister istemez seküler eğitim ve kapitalist tüketim kodlarını içselleştirdi”.
“Yeryüzü iftar sofrası seküler Müslümanlar ile dindar Müslümanların bir aradalığını, dahası birincisinin ikincisinden öğrenme arzusunu gösteriyor. Beyaz Türkler için İslami habitus tek provayla edinilecek bir şey değil. Ama bugün İslam’ı hor görmek şöyle dursun, yeniden öğrenmeye ‘niyetlendiler’ ”.
“Nasıl ki Müslüman gençler örtüleriyle seküler sınırları ihlal ettiler, bugün de seküler gençler dini sınırları ihlal ediyorlar. Seküler yaşam bilgileriyle iftar sofralarına oturuyorlar. Muktedir değil itiraz edebilen Müslümanlar tarafından misafir ediliyorlar. Bir zamanlar seküler aydınların Kemalizme itiraz ettikleri ve Müslümanları üniversitelerde bilgiye ortak ettikleri gibi”.
Tavrın temeli, “Ben iktidarım, canım ne çekerse onu yaparım, kimseye de hesap vermem” şeklinde ortaya çıkar.
Otoriterleşmeye eğilimli her iktidarın meşruiyet arayışı bundan beslenir.Bir demokrasinin olmaz ise olmazları unutulur, unutturulmaya çalışılır.
Unutmamakta ısrar edenleri bekleyecek olan da bellidir: Suçlu ilan edilmek, kriminalize edilmek.
Türkiye’de polisin ve savcıların bir bölümü bunun için eğitilmiştir zaten.
Ellerindeki Terörle Mücadele Kanunu’nu her türden ses çıkarmaya karşı kullanmakta uzmandırlar.
Gezi protestolarına müdahale biçiminin hükümetin itibarını sarstığı ve otoriter yüzünü saklayamaz hale getirdiği iyice ortaya çıktığından beri bu mesaiye de hız verildi.Gece yarısı evler basılıyor, kapılar kırılıyor, kadınlar çırılçıplak soyunmak zorunda bırakılarak aranıyor vs.
Aynı terörle mücadele ekiplerinin, HSBC, sinagoglar ve İngiliz Konsolosluğu’na bombalı saldırılar düzenleyip, onlarca kişinin ölmesine, sakat kalmasına neden olanların evlerine girerken kapıda ayakkabılarını çıkarma nezaketini gösterdiğini de hatırlayalım.
Bir yandan kendine ait medyada itibarsızlaştırma, hedef gösterme operasyonu sürerken, diğer yandan da varlığını göstermek için meydanlara çıkanlara karşı yürütülen ağır bir şiddet operasyonu var.
İnsanlar uyduruk delillerle “gizli örgüt kurmakla” suçlanıyorlar.
Bütün bunların bir tek amacı var: Meydanlara çıkıp hak arayanlara gözdağı vermek, iktidarı sorgulamanın önüne geçmek. Ve bunun için de her yolu mubah görüyorlar.
Böyle bir kirli savaşın ayrılmaz parçası faili meçhul cinayetlerle topluma korku salmaktır, memleketimizin güneydoğusunda bunu yıllarca yaşadık.Protesto gösterileri sırasında meydana gelen can kayıplarının faillerini gizlemek için adeta özel bir çaba var.
Nasıl oluyorsa Ali İsmail Korkmaz sopalarla dövülürken “Sokağa bakan kameranın harddiski bozuk” olabiliyor.
“Bozuktu” denilen kameraların görüntüleri daha sonra ortaya çıkınca anlaşılıyor ki Korkmaz’ı döverek ölümüne yol açanların ellerinde “cop” var!
Polis silahını ateşlerken MOBESE kamerası ağaca dönebiliyor, kimsenin göremediği taşı yargıç keskin gözleriyle bir anda fark edebiliyor.Gaz fişeklerini hedef gözeterek atan ve insanların kafataslarını parçalayanlar da bulunamıyor.
Onun için darbenin ilk gününden beri her konuşmasında Mısır var, Mursi var, darbeci general var, zulme uğrayan, meydanlarda asker kurşunlarıyla katledilen Mısır halkı var.
Bu numarayı eskiden denese belki tutturabilirdi, ama şimdi zor.
Bakın geçen gün iftarda ne dedi:
“53 Mısırlı kardeşimizi katledenler, bunun hesabını Allah’a nasıl verecekler? 100 bine yakın insanı Suriye’de katleden katil ve yandaşları bunun hesabını nasıl verecekler? Onların destekçileri de en az onlar kadar suçlu. Ellerine yüzlerine masum kanı bulaşmıştır”.
Altına imzamı atacağım sözler bunlar.
Elinde silah olmayan insanlara karşı üzerindeki üniformaya güvenip şiddet uygulayanları Allah da affetmez, kul da!İstediğin namazı kıl, orucunu kaçırma, zekâtını yerli yerinde ver, hacca davetli ya da davetsiz olarak git, durum değişmez.Eline bir kere kan bulaşmış bir rejim iflah olmaz.O rejimin mağrur iktidar sahipleri her kim olurlarsa olsunlar, hangi kitaba inanırlarsa inansınlar bunun hesabını verirler, vermek zorunda kalırlar.
Gezi Parkı protestoları sırasında Türkiye’de silahsız insanlara karşı uygulanan polis şiddeti beş kişinin ölümüne neden oldu.
Vatan’ın haberine göre 60–66 aylıkların okula başlama kararı veliye bırakılmıştı. Şimdi veli onayı yanı sıra, uzman komisyon onayı da istenecek.
Başbakan’ın kulakları çınlasın! Çocuklarının okula o yaşta başlamasını sakıncalı bulan velilere demediğini bırakmamıştı.
Tam bir yıl önce bu endişeler içinde olan velilere şöyle seslenmişti:
“Gidip rapor alanlar var. Bunları evlatlarına ihanetle vasıflandırıyorum. Bu çocuklar geri zekâlı mı?”Zekâ tartışmasına hiç girmeyeceğim, çocuklara ihanet eden kim acaba diye merak ediyorum!
Habere göre 40 dakikalık derslere 60–66 aylıklar uyum sağlayamamış. Dinleme bozukluğu ve dikkat dağınıklığı söz konusu, bunun için dersler 20-30 dakikaya indirilecek.
60–70 aylık çocuklarla 71–84 aylık olanlar ayrı sınıflarda toplanacak.
Dersliklerin de bu yaştaki çocuklar için uygun olmadığı ortaya çıktı. Sıra boyları onlara göre değil. Şimdi bunun için minderli derslikler oluşturulacak. Okulların çatılarına ve bodrumlarına oyun alanları yapılacak.
Vatan’ın haberine göre savcılığın elinde soruşturmayla ilgili bir şüpheli listesi de varmış.Şüpheli listesinde kişilerin yanı sıra bazı şirketlerin de olduğu belirtiliyor.
Hesap hareketleri inceleniyor, yurtiçi ve yurtdışı telefon görüşmelerinin teknik kayıtları izleniyormuş.
Haberde savcılığın “soruşturmanın gizliliğine önem verdiği” de belirtiliyor ki işte bu İstanbul’da özel yetkili savcılarca yürütülen soruşturmalar açısından bir ilk sayılır!Ergenekon’dan tutun da şike soruşturmasına kadar bütün önemli soruşturmalarda, hazırlık soruşturmasının bütün aşamalarını gazetelerden takip edebilmiştik. Hatta daha açıklanmadan iddianamenin gazetelere yansıdığına da tanık olmuştuk. Şimdi soruşturmanın gizliliğine dikkat edildiğine göre, yeni bir durum ile karşı karşıyayız demektir.
Habere göre savcılık “faiz lobisinden, dış mihraklardan, onların içerideki ortaklarından” şüpheleniyor.
Oldukça belirsiz, ucu bucağı olmayan geniş bir suçlular ağı yani!
Bu da yıllardır Türkiye’de soruşturma usullerine hâkim olan zihniyetin elinde “Nereye çekersen oraya çek, canının istediği herkesi içeri tık, dertlerini sonra anlatsınlar” türünden davalara dönüşme eğilimi göstereceğinin bir işareti.
Öyle görünüyor ki yeni bir “cadı avı” ile karşı karşıyayız, bakalım nereye varacak?
Cehennem zebanileri nerede?
“Gezi Parkı eylemleri, uluslararası güçler ile yerleşik işbirlikçileri ve sermayenin paydaş olarak yürüttükleri bir mühendislik projesiydi. Sayın Başbakan’ın şahsında temsil edilen değerlere karşı savaş ilanıydı. Bu mühendislik projesini görmemek ve ‘Başbakan dilini düzeltsin’ demek projenin bir parçası olmaktır.”
Biliyorsunuz AKP, Gezi Parkı ile başlayan toplumsal tepkiyi analiz etmek için bir çalıştay toplamıştı.
Çalıştaydan bu sonuç çıktıysa boşuna çalışmışlar demektir.İkinci bir olasılık da Babuşçu’nun çalıştayda konuşulanlardan haberdar olmaması, ki sözlerine bakınca bu olasılık daha akla yakın görünüyor.Şimdi oturup uzun uzun “dış güçler, yerleşik işbirlikçileri, sermaye” üzerine söz söylemenin anlamı yok, belli ki kafaları komplo teorileriyle iyice şişirilmiş, ne söylesen anlamaları mümkün değil.
Ama “Başbakan’ın şahsında temsil edilen değerlere karşı bir savaş ilanıydı” sözünün üzerinde biraz durabiliriz. Babuşçu bu sözleriyle aslında doğru bir noktaya da parmak basmış.
Evet, “Başbakan’ın şahsında temsil edilen” bazı şeylere karşı bir hareketti ama bu “şeylere” ne kadar “değer” diyebiliriz, ayrı mesele.Gezi eylemlerini Taksim’de bir avuç çevreciye bir şafak vakti uygulanan polis şiddeti tetikledi.
Ama ondan sonra olay tam da Babuşçu’nun dediği gibi “Başbakan’ın şahsında temsil edilen” şeylere yönelik tepkiye dönüştü.
Bunlar nelerdi: