Paylaş
Ramazanın birlik ve beraberlik ayı olduğu vurgulanmış, güzel, barışçı ve insanın içine huzur veren bir tablo yaratılmış.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “İstanbul 15 milyonluk bir aile. Her kültürden, her inançtan insanların bir araya geldiği güzelliği yaşıyoruz” diye konuşmuş.
Böyle sözler sıkça söyleniyor, söyleyenlerin samimiyetlerinden de genellikle kuşku duymuyorum.
Kadir Topbaş da böyle birisi benim için, eminim ki bu sözleri söylerken içinden geçeni söylüyordu. Oruç ağızla inanmadığı bir şeyi söyleyemeyeceğini de ayrıca varsayıyorum.
Merak ediyorum, iftar yemeği sırasında Topbaş ile cemaatlerin temsilcileri hiç göz göze gelebildiler mi?
“Yahudi, Ermeni ve Rum” sözcüklerini Gezi gösterileri sırasında attığı tweet’lerde bir hakaret sıfatı olarak kullanan Prof. Dr. Ahmet Atan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sanat danışmanlığını da yürütüyor çünkü.
Acaba cemaat temsilcilerinin aklından o sırada ne geçti?
Eminim ki ev sahibini kırmamak için “Böyle diyorsun ama bizim etnik kimliklerimizi bir hakaret olarak kullanarak nefret suçu işleyen bir adam hâlâ sizin sanat danışmanınız” dememişlerdir.
Tutarlılık bizim ülkemizde pek geçerli bir durum sayılmaz ama biz yine de bizi yöneten siyasetçilerden tutarlı davranmalarını bekleriz.
İstanbul gerçekten 15 milyonluk bir aileyse, ırkçı nefret suçu işleyen bir insanın belediye danışmanlık kadrolarında ne işi var?
Demek ki diplomasi işe yarıyormuş
SURİYE’nin kuzeyinde El Kaide’nin kolu El Nusra ile başını PKK’nın Suriye kolu diye tarif de edebileceğimiz PYD’nin çektiği Kürt gruplar arasındaki çatışmada Türkiye’nin tutumu “akıl çizgisine” gelindiğini gösteriyor.
İlk günlerin “Oldubittiye izin vermeyiz, de facto durumları sevmeyiz” şeklindeki “heyecanlı” tepkisi yerini anlamaya, konuşmaya ve anlamaya çalışmaya bıraktı.
Suriye diktatörünün askerlerini çekmesinden bu yana geçen son bir yıla bakıp Suriye sınırımızda nasıl bir şekillenmenin olabileceğini öngörememiş olmak zaten olanaksızdı.
Kuşkusuz ki Dışişleri Bakanlığı da, MİT de bunun farkındaydı ama hükümetin tepkisi sanki böyle bir şeyi hiç beklemiyormuş gibiydi.
Kuzey Suriye’de bir Kürt bölgesel yönetiminin oluşmasına karşı gösterilen anlaşılmaz tepki PYD lideri Salih Müslim’in Türkiye’ye davet edilmesi ile normale dönüldü.
Dışişleri ve MİT yetkilileri ile görüşen PYD liderine sözler verildi, sözler alındı.
Demek ki diplomasiye söz alanı açıldığında, mahallenin büyük ağabeyi gibi bağırıp çağırmadan da işler yoluna konulabiliyormuş!
Bir yandan kendi Kürt sorununu çözmek için ciddi bir yola çıkmış bir hükümetin, Suriye’de bir Kürt sorunu yaratmaya yönelik bir politika izlemesi zaten en başından beri akıllıca değildi.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu bundan kendine bir ders çıkarmış mıdır bilemiyorum, ama çıkarsa iyi olur!
Bakanlığının ve devletin kurumlarının uzmanlıklarına güvenmek, bir siyasetçi için önemlidir çünkü.
RTÜK doğru bir karar verdi
RTÜK ile genellikle aynı fikirde olmuyorum ama bu kez verdikleri karara katıldığımı söylemeliyim.
“Mutasavvıf” olduğu iddia edilen Ömer Tuğrul İnançer’in TRT 1’de söylediği “Hamile kadınların sokağa çıkması terbiyesizliktir” anlamındaki sözler için Barolar Birliği, RTÜK’e başvurmuş.
RTÜK de sözlerin “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmesi gerektiği” kararını almış.
RTÜK’ün kararı doğru!
Rahatsız edici, onaylayamayacağımız düşünceleri açıklama hakkı (elbette ırkçı–dinci nefret suçu işlenmediği sürece) ifade özgürlüğünün temelidir.
Herkesin katılacağı fikirleri açıklamak için özgürlüklere, yasal teminatlara zaten gerek yoktur, ifade özgürlüğü daha çok böyle fikirler için gereklidir.
Bunları tartışabilirsiniz, karşı çıkabilirsiniz, eleştirebilirsiniz ama dile getirilmesini engellemeye kalkışamazsınız.
Barolar Birliği’nin bu müracaatının bile bir talihsizlik olduğunu söylemeliyim.
Elbette RTÜK’ün bundan sonraki kararlarında da bu kararıyla “tutarlı davranmasını” beklemeliyiz.
İfade özgürlüğü herkes için geçerli ve gerekli bir haktır, bu hakkın kullanımında “bizden–onlardan” ayrımı yapmayı da bu vesileyle bırakmalıdırlar.
Milli Eğitim Bakanı’nın dikkatine
BİR okuyucu mektubu aldım, adı ve adresi bende. Mektubu aşağıya bakanlığın dikkatine sunuyorum. Bu tekil bir örnek değil, binlerce çocuğu ilgilendiren bir sorundur diye düşünüyorum.
Bakanlığın özel durumu olan çocuklar için farklı bir uygulaması yok mu acaba?
Mektup şöyle:
“12 Şubat 2008 doğumlu oğlum bugün itibarı ile 5 yıl 5 ay ve 19 günlük.
Milli Eğitim oğlumun okulunu belirledi; Adana Edebali İlkokulu 1. sınıf!
Oğlum astım hastası. Tuvalet problemi var. Bırakın devlet okulunu, paramla bile özel okulların anasınıfına yazdıramıyorum.
Çocuğumu en iyi tanıyan ben ve annesi anaokuluna gitmesi gerektiğini görüyoruz. Bu arada ben eğitim üzerine yüksek lisans yapmış birisiyim ama eğitimcilerin bu konuda söz hakkı yok.
Özel okullara bile talimat geçilmiş bu yaş gurubu alınmasın diye. Oysa 1 Mart 2008 doğumluların tamamını anasınıfına atamışlar. Neden 1 Mart? Neden oğlum 18 günlük fark nedeniyle hazır olmadığı 1. sınıfa gitmek zorunda? Haneme tecavüz edilmiş gibi hisseden bir vatandaş olarak sesimi duyurmak istedim.”
Paylaş