28 Temmuz 2006
İNSAN değişebilir mi? Veya eğitim insanı değiştirebilir mi? Bu konu İslam alimleri ve filozoflar tarafından çok tartışılmıştır. Kelam ve felsefe kitaplarında bu münakaşalara rastlamak mümkündür. Bu hususta belli başlı iki görüş mevcuttur. Birinci görüş; ilim ve eğitim insanı değiştiremez. İnsan doğuştan getirdiği birtakım özelliklere sahiptir. İyi veya kötü bu özelliklerini, başka bir ifadeyle bu huylarını değiştirmesi mümkün değildir. Nitekim Ziya Paşa şöyle der:
"Bed asla necabet mi verir hiç üniforma / zer duş-i palan ursalar eşek yine eşektir." Yani eğer mayası kötü ise yine o kötü insandır. Üniforma insanın dış cephesini örter, içyüzünü değiştirmez. Bunu şuna benzetirler; vücutta bir yara olur, üzeri kabuklaşmıştır, üstündeki yara kapanmış görünür, ama içi cerahat doludur. Zamanı geldiğinde o cerahat ortaya çıkar.
Şirazlı Sadi de, "Eğitimle vezir rütbesine erişse de sonunda kurt oğlu kurt olur" demektedir. "Tutiya etseler edai talimat / sözü insan olur amma özü insan olamaz." Yani papağana söz öğretebilirsiniz, konuşur ama özü insan olamaz. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
* * *
İkinci görüş, insan değişebilir. İnsanların iyi veya kötü özellikleri doğuştan değil kazanımlarıdır. Örneğin, çevreden, iklimden kazandığımız özellikler, huylar vardır. Hayat şartlarının getirdiği birtakım yine mükteseplerimiz vardır. Bunlar kaya gibi sabit değildir, değişmesi, değiştirilmesi mümkündür. Çünkü insan, iradeye sahip bir varlıktır. Bir insan kendisini istediği gibi evirip çevirmeye muktedirdir. Eğer insan yüce yaratıcının elinde bir oyuncak, bir taş gibi olsaydı o zaman sorumluluğu da olmazdı.
İnsan; bir irade, bir hürriyet taşıdığına göre kendi iradesini kullanmak suretiyle, aldığı eğitimiyle kendisini değiştirebilir. Peygamberler bunun için gönderilmiştir. İlahi kitaplar insanı değiştirmek için insanı insan yapmak, insanı kamil varlık yapmak için gönderilmiştir. Değişen insanlardan örnekler vermek mümkündür. Şu halde insan değişebilir; tarih boyunca insanlık álemi de bunu böyle bilmiş ve inanmıştır.
Bu iki görüşün de haklı taraflarının bulunduğunu ve aslında bu iki görüşün uzlaşmasının mümkün olduğunu kısaca belirtmek isterim. Şöyle ki; bazı özellikler var ki insan bunları dünyaya gelirken getirir. Nasıl ki insan babadan, anneden ve yakın akrabadan intikal eden bir hastalığı, biyolojik bir rahatsızlığı taşımak mecburiyetinde ise yine babadan, anadan, dededen kendisine intikal eden birtakım iyi veya kötü özellikleri ölünceye kadar taşımak zorundadır. Tabiri caizse bu kanburu sırtında taşıyacaktır. Kuran’da deniliyor ki, "Söyle, herkes kendi yaradılışına göre çalışır", yani herkes kendi yaradılışının icabını yerine getirir. Yaradılışını değiştiremez.
Bazı özellikleri de değiştirmek imkánsız değil, fakat çok zordur. Örneğin; öfkelenmek, kıskançlık, cimrilik vs. Bunlar insanın fıtratında, yaradılışında olan şeylerdir ve yok etmesi mümkün değildir. Ancak bunların kullanılacağı yerleri tespit etmek, mecrasını değiştirmek mümkündür. İşte din, ilim, eğitim ve öğretim bunu yapmaktadır. Öfke, yeri geldiği zaman kullanılmalıdır. Ama dostuna, arkadaşına, eşine, çocuğuna değil, savaşta gereklidir. Öyle olmazsa savaşta başarı elde edilemez. Cimrilik iyi bir şey değil, ama yeri geldiği zaman makbuldür. Kıskançlığın da kullanılması gereken yerler vardır.
* * *
Bir de değiştirilmesi kolay olan alışkanlıklar vardır. Bunları değiştirmek hepimizin elindedir. Ancak bu alışkanlıklar çok ilerlemişse değiştirmek artık imkánsız demiyorum ama zor hale gelir. Mesela içki, kumar alışkanlığı, bunlar sonradan kazanılmış şeylerdir. Kişi ailesinden alır, arkadaşından alır. Bunun nedeni taklitçiliktir. Bunları insan zamanla değiştirebilir. Dalkavukluk, riyakárlık gibi huylar da sonradan kazanılmış kötü alışkanlıklardır.
Peygamberimiz, "Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonradan babası onu Hıristiyan, Yahudi, Mecusi veya putperest yapar" demiştir. Ama doğarken insanlar temiz, masum doğarlar. Cemiyet onları değiştirir. Demek ki muhitin, cemiyetin insan üzerinde çok etkisi vardır. Onun için iyi muhitlerde yetişen insanlar ile kötü muhitlerde yetişen gençler arasında büyük farklılıklar vardır. Şüphesiz eğitim-öğretim meselesi de burada çok büyük önem arz etmektedir.
Önümüzdeki günlerde eğitim konusuna değineceğiz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Doğum yaptım. Ancak çocuğum siyah dünyaya geldi. Kocam bundan dolayı büyük bir rahatsızlık duyuyor, neredeyse ayrılma noktasına geldik. Halbuki ben iffetli bir kadınım.
Z.S./İSTANBUL
Aynen böyle bir olay, Hz. Peygamber zamanında meydana gelmiş. Adamın eşi siyah bir çocuk doğurmuş. Baba bunu kabul etmek istememiş. Hz. Peygamber, adama, "Senin kızıl develerinin siyah doğurduğu olmaz mı" demiş. Adam "Olur" diye cevap vermiş. Hz. Peygamber, "Neden böyle oluyor" diye sorunca adam, "Eski cinsine çeker" diye karşılık vermiş. Hz. Peygamber, "Belki bu da cinsine çekmiştir. Git eşinle hayatını devam ettir" demiş. Bu olayın günümüzde bilimsel izahı vardır. Aile yuvanızı tehlikeye sokmayınız.
Beşik kertmesi dinimizce caiz midir?
T.F./URFA
Bir çocuğu velisi nikáhlarsa, çocuğun buluğ çağına geldiğinde muhayerlik hakkı vardır. İsterse evlenir, isterse evlenmez. Zorla evlendirilmek caiz değildir. Beşik kertmesi denilen şey de dinimizde yoktur.
Bir kadının çeyizini kocası elinden alabilir mi, buna hakkı var mıdır?
Meryem/DİYARBAKIR
Kadının kocasının evine getirdiği çeyiz eşyası kadının malıdır, istediği gibi tasarruf eder, kocası karışamaz. Ayrılmaları halinde bunu kadın alır. Keza kadına annesi, babası ve akrabası tarafından verilen hediyeler de böyledir, kadının hakkıdır.
Eşinden boşanan bir kadın, beklemeden bir başkasıyla evlenebilir mi?
Fatma/DENİZLİ
Kendisiyle yaklaşma veya buluşma (halvet) vuku bulmuş olan kadın, kocasından ayrılınca 3 hayız (regl) müddeti (iddet) beklemek mecburiyetindedir. Bu müddet sona ermeden başkasıyla nikáhlanması helal olmaz.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2006
YAKIN tarihimizin en trajik ve hüzünlü olaylarından biri de Sarıkamış Allahüekber Dağları’nda yaşanan askeri harekáttır. Unutulmaya yüz tutmuş ve hatırlandıkça içimizi burkutan bu vatan evlatlarının talihsiz mağlubiyetleri, millet olarak bizleri o günleri acı bir tecrübeyle bir kez daha düşünmeye sevk etmektedir. Erzurum’da bulunduğum 13-16 Temmuz 2006 tarihlerinde Erzurum Kalkınma Vakfı ve Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez’in gerçekleştirdiği Sarıkamış Allahüekber Şehitlerini Anma Programı’na ben de katıldım.
* * *
Savaşın bütün şiddetiyle cereyan ettiği, yazın rengárenk çiçeklerin süslediği, kışın yol vermeyen dağlar ile şehitlerimizi ziyaret etmek, hatıraları önünde hürmetle eğilmek imkánını buldum. Çanakkale’de destan yaratan kahraman Mehmetçiğin, Sarıkamış’taki mağlubiyeti aslında komuta heyetinin ve tabiat şartlarının acı gerçeği karşısında olduğu bilinmektedir. Ancak düşmandan ziyade tifüse, kışa, yoksulluğa mağlup olan bu kahraman insanların şehit olduğu bir coğrafyayı, hak ettiği itibara ve ilgiye kavuşturacak anlayışın hákim olması gerekmektedir.
Burada en sevindirici nokta asker, kamu kurumu ve kuruluşları ile sivil toplum örgütlerinin aynı anlayışta birleşmiş olmalarıdır. Bugünün şartlarında dahi bu yerleri ziyaret etmek birçok güçlüğü beraberinde getirmektedir. Son zamanlarda yükselen milli hassasiyet duygusu Allahüekber şehitlerinin daha etkili bir şekilde gündemde tutulmasına vesile olmuştur, sevindirici olan tarafı da budur.
Sarıkamış Harekátı’nda şehitlerin sayısının çeşitli yazarlar ve tarihçiler tarafından farklı söylenmesi ayrı bir konudur. Önemli olan bu topraklarda Anadolu’nun bütününden müteşekkil insanların vatan uğrunda kar, kış, tipi, soğuk, hastalık demeden şehit olmayı göze almalarıdır. Bu harekátta her türlü olumsuzluğa rağmen, bir bozgun da yaşanmamıştır.
Ayrıca Çanakkale’ye gösterilen haklı ve gururlu ilginin ülkemizin doğusundaki Allahüekber şehitleri için de gösterilmesi gerekmektedir. Bingür Hoca ve ERVAK’ın da yapmak istedikleri bundan ibarettir.
Bu harekátı değerlendirirken, kimi Enver Paşa’yı bigünah görürken, kimi onu yerin dibine batırmıştır. Sosyal hadiseleri sebep-sonuç ilişkileri içerisinde her yönüyle değerlendirip bir hükme bağlamak pek kolay bir iş değildir. Elbette tarihçilerimizin farklı tahlilleri olacaktır. Biz işin bu tarafını tarihçilerimize ve sebepler álemine bırakıyor; ancak bu büyük hadisede ortak aklın izlerini görmediğimi ifade ediyorum. Enver Paşa kendi kaderini kendi yaratmak gibi bir eğilim göstermiş, kendi aklına çok güvenmiştir. Káinatta sadece tek bir daire ve tek bir merkez olduğu halde kendi dairesinin merkezi etrafında dönüp dolaşmıştır. Hele onun bitmez tükenmez ihtirası, bu büyük felaketin meydana gelmesinde rol oynamıştır.
Allahüekber Dağı’nda fikren geçmişe doğru kayarken, içimi bambaşka bir duygu kapladı. Geçmişten kaçış ne kadar imkánsızsa, içinde bulunduğumuz şartların bize yüklediği sorumluluklardan kaçarak geleceğe sığınmak da o derece gereksizdir. Zamanın gereklerini inançla ve hassasiyetle yerine getirmek, gelecek nesillere daha iyi bir dünya hazırlamak demektir. Bütün şehitlerimiz bunun için ölmediler mi?
Onlar Kuran’ın ifadesiyle "dipdiri"dirler. Onlara ölü demek yasak.
Peki inançsız bir dünyada hayatta iken ölümü temsil edenlere ne diyelim. Onlar yaşıyorlar mı?
* * *
Ben oradan ayrılırken, içimden bir ses diyordu ki, "Bu dağlarda gerek bizim ölülerimiz, gerekse düşmanlarımız, ebedi sessizlik içerisinde bir arada yatmıyorlar mı, aynı yerde birleşmediler mi? Hem mağluptan, hem galipten devraldığımız ve onların bize bırakmak mecburiyetinde oldukları yegáne miras, hayatlarının baharında ölümde tamamlanan bir ömür ve bir sembol".
Şu halde tarihten ders almayıp kavgalara hayat vermenin ne anlamı var.
Orada, zamanın durduğu bir anda, geçmişle günümüzün birbirine ne de çok benzediğini gördüm.
Tarih, ders almayanlar için bir tekrardır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Şahit olmadan kıyılan nikáh geçerli olur mu? Belediyelerdeki nikáh yeterli midir?
Ömer HORASAN/İSTANBUL
Nikáhta eşlerin şahitler huzurunda irade beyanında bulunmaları gerekmektedir. Şahitsiz nikáh geçerli olmaz. Belediyelerde kıyılan nikáh, en sağlam evlenme şeklidir.
Çünkü orada şahitler huzurunda akit yapılmakta, imza atılmakta ve tescil edilmektedir.
Sinirlendiğimiz bir anda karşımızdaki kişiye, "dinsiz", "imansız" gibi laflar söylemek doğru mudur?
S.A.S/ERZURUM
Olgun insan öfkesine hákim olur. Ağzından kötü bir kelime çıkmaz. Müslüman bir kişiye öfkeye kapılarak "dinsiz", "imansız" gibi kelimeler sarf etmek çok tehlikelidir. Hemen o kişiden helallik almanız gerekir. Çünkü bir kişiyi dinsizlikle itham etmek, onu öldürmeye denk sayılmıştır.
Kuran’da yasaklanan içkinin şarap olduğu söyleniyor, ne dersiniz?
Musa ALKAN/DİYARBAKIR
Maide Suresi 90’ıncı ayette alkollü içki için "hamr" tabiri kullanılmıştır. "Hamr" aklı örten, aklı faaliyetleri dumura uğratacak her türlü içki, uyuşturucu anlamına gelir. Dolayısıyla Kuran, sıvı veya kuru ağızdan veya başka yollardan alınan her türlü uyuşturucuyu yasaklamıştır.
Peygamberimizin göğsünün yarıldığı ve içinin temizlendiği doğru mudur?
İbrahim ACAR/MANİSA
Peygamberimizin kalbinin yarılarak bir ameliyat geçirdiği ve iki siyah kan damlasının alındığı hadis kaynaklarında geçmektedir. Kuran da ise göğsünün yarılmasından değil, açılmasından söz edilmektedir. Nitekim, İnşirah Suresi’nde, "Biz senin gönlünü açmadık mı?" buyurulmuştur. Peygamberimizin kalbinin açılması, ilahi ışıkla genişletilmesi, huzur ve ferahlıkla doldurulması demektir ki, manevi bir olaydır. Peygamberimiz bununla evrenin sırlarına vakıf olabilmiştir.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2006
DİN ve kültür kimilerine göre, paranın iki yüzü gibi aynı şeyin farklı yönleridir, kimilerine göre de din, kültürün ahlaki unsurunu ve duygu tonunu oluşturan bir ürünü. Bu konuda çeşitli nazariyeler ortaya atılmış ancak biz onlara girmeyeceğiz.
Din ve kültür birbirinden soyutlanamaz. Bir dinde pek çok kültürün değer yargılarına hoşgörü ile bakacak zenginlikler bulmak mümkün. Dinden beslenmeyen, başka bir ifade ile din kaynağından yoksun bir kültürün uzun zaman hayatiyetini devam ettirmesi imkansızdır.
Din, kültürün bir kurumu, bir öğesi değildir. Aksine kültürlerin oluşmasında dinlerin büyük ölçüde belirleyici ve şekillendirici rolü vardır. Örneğin; Müslüman bir ülke olarak içinde yaşadığımız toplumun örf, adet ve geleneklerinin oluşmasında, edebiyatında, sanatında, ahlak anlayışında İslam dininin büyük rolü ve etkisi olduğu inkar edilemez bir gerçektir.
Esasen kültürlerin ve medeniyetlerin arkasında daima büyük dinler varolagelmiştir.
Kültürü, dinin vücut bulmuş bir şekli saymak bazı sakıncalar doğurur. Çünkü bir toplumun din adına sergilediği hareket ve davranışlar dinin özüne ters düşebilir.
Din ve kültürü birbirinden ayırmak lazım. Dinle kültürün tamamen aynı olduğu toplumlar, gelişmemiş kültür ve ilkel dinlere sahiptirler. Bir Batılı bilginin dediği gibi, evrensel bir din en azından potansiyel olarak herhangi bir ırk veya millete has olan dinden daha üstündür. Pek çok kültürü bünyesinde besleyen bir din, bir tek kültürü besleyen dinden ileridir.
Eğer bir din, asli ve ilahi özelliklerini yitirir, kültüre dönüşürse o zaman bir coğrafyanın, bir medeniyetin, bir ırkın öz malı olur ve o medeniyetin asli unsuru durumuna düşer. Bazı dinlerin, bugün başına gelen budur.
İslam ise kültür ve medeniyetleri doğurmuş, geliştirmiş, her türlü gelişimin, ilerlemenin itici gücü olmuş ama kendisi kültürleşme, bir coğrafyanın, bir tarihin veya bir milletin özeline dönüşme gibi bir duruma düşmemiştir.
İslam, evrensel anlamda hakikatlerin tamamını sahiplendiği için dünya üzerindeki bütün kültür ve medeniyetlerin buluşmasına, kaynaşmasına hizmet etmiştir. Bünyesinde birçok ulusu ve dini barındıran Osmanlı Devleti bunun bir örneğidir. Selçuklu bir örneğidir. Endülüs medeniyeti bunun bir örneğidir.
İslam dini, çerçevesi Kuran’da çizilmiş insanı hem dünyada hem de ahirette mutlu edecek birtakım kaideler, kurallar manzumesidir.
Kültür ise değişen, başkalaşan beşeri (seküler) üretimi ifade eder. Bu bakımdan din kültürünü de din ile eşit saymak yanlıştır. Din nas ve metin olarak değişmez. Kuran’ın bir kelimesini değiştirmeye kalkışmak dinle bağı koparmak anlamına gelir. Allah’ın koruması altında olan Kuran sonsuza dek değişmez olarak kalacaktır. Bunun için din kültürünü, din sayıp dinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmek, beşer ürünü olan bir şeyi Allah sözüyle aynı değerde tutmak olur ki, Kuran’a göre bu şirktir.
Din kültürü, zamana, mekana, şahıstan şahısa, toplumdan topluma, değişir, gelişir, hatta esastan bile değişikliğe uğrayabilir. Çünkü kültür, din kaynaklı da olsa insanın ürünü ve ortaya koyduğu fikirdir.
Din adına insanların söyledikleri sözler, ileri sürdükleri düşünceler, Kur’an ve hadislerden çıkardıkları hükümler ve içtihatlar, mistik düşünceler, din kültürü kavramı içinde yer almaktadır. Asla ’din’in yerini almazlar.
İnsanların ihtiyaçları çoğalıp, anlayışlar genişledikçe dini yeniden anlamaya ve yorumlamaya ihtiyaç duyulur. Dinin metni ve özü değişmez ama metni anlama değişir. Çünkü din insanlarla beraber yaşayacağı için onun ihtiyaçlarına cevap vermek, problemlerini çözmek zorundadır. Yoksa değişen insan hayatına ayak uyduramaz ve hayattan çekilir gider. İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran’a hiç insan sözü karışmadığından, ilahi orijini bozulmadığından din kültürü ile Kuran’ı birbirinden ayırmak kolaydır.
Vahye dayanıyor olmasına rağmen Tevrat ile İncil, insan sözü ile karıştıkları için bu iki dinde, din ile din kültürünü birbirinden ayırmak mümkün değildir. Dinin ve din kültürünün birbirinden ayırt edilememesi durumunda, sosyal hayatta gelişme beklenemez. Bunun için insan mutluluğunu esas alan dinimiz, devamlı aklı kullanmayı, düşünmeyi ve yeni fikirler üretmeyi emretmektedir. Din kültürünü, din sayarak yapılan eleştiriler aslında dine değil, din kültürüne yapılan saldırılardır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Vaktiyle fuhuş yapmış bir kadınla evlenebelir miyim?
S.Y. /ADANA
Kur’an’da, namuslu bir erkeğin, fuhuş yapmaya devam eden bir kadınla evlenmesi caiz görülmemiştir. Ancak kadın tövbe ederse, onunla evlenilmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü tövbe eden kimse günahlardan arınmış kabul olur.
Kuran’da içki içmenin cezasının olmadığı söyleniyor. Doğru mu?
Fahri Mut/İzmir
Kuran içki yasağını çiğneyenler için bir müeyyide getirmemiştir. Hazreti Peygamber, bu konuda çeşitli cezalar uygulamıştır. Hazreti Ömer, içkinin önünü almak için 80 sopa vurma cezası uygulamış. Diğerleri de benzer ceza yoluna gitmişlerdir. Kuran’da içkiyle ilgili bir yaptırımın olmaması onu günah olmaktan çıkarmaz. Kuran’da her günah için de bir yaptırım yoktur.
Evli bir insanın zina etmesiyle, bekar birinin aynı fiili işlemesi arasında günah bakımından bir fark var mıdır?
M.H./ İzmir
Evet. Kuran zinayı yasaklamış ve onu kötü bir fiil olarak nitelendirmiştir. İster evli, isterse bekar olsun. Herkesin zinadan uzak durması gerekir. Evli bir kişinin zinası evli olmayanın zinasından çok daha büyük günahtır. Çünkü burada işin içine bir de kul hakkı girmektedir.
Kuran’da müşrikler Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar buyuruluyor. Şimdi turistler camilerimize giriyorlar. Bu konuda ne dersiniz?
D.Ş. Erzurum
Sözünü ettiğiniz ayet, Mescid-i Haram, yani Kabe ve müşriklerle alakalıdır. Kitap ehlinin Hazreti Peygamberimizi Medine’deki Mescid’inde ziyaret ettikleri bir vakıadır. Dolayısıyla ülkemizi ziyaret eden turistlerin camilerimizi gezip görmelerinde bir sakınca yoktur.
Tatil beldelerindeki camilerde şortla namaz kılınabilir mi?
C.B./ Muğla
Erkekler namazda göbek ile diz kapağı altını örtmek zorundadır. Eğer giydiği şort, bu şarta uyuyorsa, namaz kılmasında bir sakınca yoktur.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2006
BUGÜNKÜ yazımızı yine okuyucularımızdan aldığımız sorulara ayırıyoruz. Çok sayıda okuyucumuz, sordukları sorularda tasavvuf ve tarikatların dinimizdeki yerini sorgulamaktadır. Bu yazımızda, işte o soruların cevaplarını bulacaksınız. İslam tasavvufuna ve tarikatlara dair Doğu ve Batı dillerinde binlerce eser ve makale yazılmıştır. Bu eserlerde tasavvuf yolunu ve yöntemini savunanlar olduğu gibi reddedenler de olmuştur. Asr-ı Saadet Müslümanlarında tasavvuf ve tarikatçılık yok, sadece mutedil bir züht hayatı vardır. Hıristiyanlıkta ve diğer Hint dinlerinde olduğu gibi dünyadan el etek çekmek, cemiyetten uzaklaşarak sığınağa çekilmek, evlenmemek, hatta kendini hadım ettirmek; tek kelimeyle dünya nimetlerinden yararlanmamak gibi bir anlayış İslam’ın ruhuna yabancıdır. Buna ruhbanlık denilir ki Hz. Peygamber, "İslam’da ruhbanlık yoktur" sözleriyle bunu ifade buyurmuşlardır.
* * *
Müslümanlık, fetihler sonucu sınırları genişledikçe tabiatıyla içine aldığı yeni insan kitlelerinin kültür hamurlarından da büyük ölçüde etkilenmiştir. İslam dininin başta tevhid olmak üzere bütün ilkelerine bağlandıktan sonra Allah, álem, varlık, yokluk, madde, ruh, ölüm ve ötesi gibi insan zihnini meşgul eden sorular üzerinde düşünenler, kendi ruhi tecrübelerinden ve vicdanlarından da bir şeyler katarak tasavvuf felsefesinin kaynağını meydana getirmişlerdir. Kısaca tasavvuf, insanın Allah’ı kendi vicdanında ve gönlünde bulma arayışıdır. Bunun için kendilerince bazı yöntem ve metotlar geliştirmişlerdir.
İslam sufilerinin birtakım taşkın sözlerine bakarak onların Allahlık mertebesine erişmek gibi bir niyetlerinin olduğu zannedilmemelidir. Onların amacı, Allah olmak değil, Allah’a yaklaşmak ve Allah’ı tanımaktır. Evet, Allah bize şahdamarımızdan ve vicdanımızdan daha yakındır. Ama bu durum ne Allah’ın insanlaşmasını, ne de insanların Allahlaşmasını gerektirir. Allah, Allahlığını kimseye vermez.
Tasavvuf ve onun teşkilatlanmış hali olan tarikatlar en çok Türk-İslam dünyasında gelişme göstermiştir. Medrese alimlerinden, imam ve vaizlerden daha çok halkın ilgi ve teveccühüne mazhar olmalarının, şüphesiz birtakım sebepleri vardır. Bir kere onlar her insanda Allah’tan yansıyan bir ışık olduğunu görmüş, bu noktadan hareketle káinatın her tarafını cennet görmek ve bütün insanlığı sevip kendi şahsi arzularını hiçe sayarak başkalarının mutluluğu için yaşamak gibi beşeri bir olgunluk sergilemişlerdir.
Bunun yanı sıra, bir değerli yazarımızın da ifade ettiği gibi, topluma faydalı bir teşekkül oldukları zamanlarda açtıkları imaretler Türk-İslam dünyasında açlık mefhumunu ortadan kaldırmış, "kimsesizlik" ve "gariplik" denilen talihsizlikleri sadece insan ruhunun Tanrı diyarından uzak kalması gibi manevi bir anlam haline getirmişlerdir.
Onlar, yerine göre toprağı imar eden bir bahçıvan, el emeğiyle geçinmeye çalışan çiftçi, sefer anında orduya destek olan gönüllü asker, sanat ve meslek dallarında yetişmiş sanatkár, sözü sohbeti dinlenen bir yol gösterici, fetihler sırasında askerin maneviyatını yükselten vaiz, maddi ihsanlara iltifat etmeyen kanaatkár derviş, alan el değil veren el, dininden ve inancından taviz vermeyen, ancak farklı düşüncelere, anlayışlara hoşgörüyle bakan şahsiyet, zulme karşı daima hakkın ve halkın mücadelesini yapan kahramandırlar.
İkbal’in deyimiyle, o kahramanlar nefisleri uğruna beldeler zapteden, canlar yakan tipler değil, "Allah adamları"dır. Bunlar toplumlarını canlandırır, insanların damarlarına hayat iksiri üfler, onları ince ruhlu, duygulu, "sahib-i dil" (gönül adamı) yaparlar. Onlara yeni bir ümit ve yaratıcı bir hayat mesajı aşılarlar.
* * *
Gerçek şudur ki; geçmişte Allah sevgisini, insan sevgisini, káinat sevgisini esas alan ve kişiyi ilahi sevgiye ulaştıran İslam kültür ve medeniyetinin ruh ve estetik yönünü hoşgörülü bir davranış modeliyle kitlelere ulaştıran bu müesseseler ve onların hoşgörülü yaklaşımları zaman içerisinde istismar edilmiş ve günümüzde saf ve temiz duyguya sahip insanları sömüren birtakım sahte derviş ve şeyhlerin türemesine yol açmış, bu sebeple de kapatılmışlardır.
Cüneyt Bağdadi bu bozulmayı şöyle tasvir eder:
"Ah! Tasavvuf sahipleri, álemden nihan oldu/Din esası bozulup, bir başka esas oldu.
Zühd, vera’ ahlak ve teslim idi dinin esası/Şimdi kuru bir kavga, feryad ve figan oldu.
Yol kesenler şeyh olup, mürşidlik taslıyorlar/Takva gitti, zühd, irfan boş söz, hezeyan oldu."
SORALIM ÖĞRENELİM
Zor durumda bulunan insanlar için İnşirah Suresi ferahlık veriyormuş, bunu açıklar mısınız?
Aytaç GÜVEN/İSTANBUL
Zor duruma düşen, hayatın zorluklarından bunalan kişinin İnşirah Suresi’ni okuyup düşündüğünde rahatlayacağı doğrudur. Çünkü o surede bir zorluğa karşı bir kolaylık vaat edilmektedir. Yani, yüce yaratıcı bir zorluk mukabilinde bir kolaylık yaratıyor. İnşirah, açılmak, ferahlamak demektir. Hz. Peygamber’in göğsünün açılıp ferahlanmasından söz etmekle başladığı için bu adı almıştır. Anlamı şudur: "Ey Muhammed! Biz senin göğsünü açıp ferahlatmadık mı? Senden yükünü hafifletip kaldırmadık mı? O, sırtına pek ağır gelmişti. Senin şanını yükseltmedik mi? Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, elbette her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Öyle ise bir işi bitirip boş kaldığın zaman tekrar o işe koyul. Yalnız, Rabbına yönel."
İslamiyet’te El Kaide nerededir?
Serdar YILMAZ
El Kaide bir terör örgütüdür ve İslam’ın hiçbir yerinde değildir. İnsanın gerekçesi ne olursa olsun, masum insanları öldürme hakkı yoktur.
Bir hadis kitabında Muaz b. Cebel’in Hazreti Peygamber’in kanını içtiği rivayet ediliyor, doğru mu?
Abbas MEHRUH
Bazı hadis kaynaklarında, Muaz b. Cebel’in Peygamber’e olan aşırı sevgisinden dolayı, başından aldırdığı kanı içtiği rivayet edilmektedir. Şüphesiz, Hz. Peygamber’in böyle bir davranışa izin vermesi mümkün değildir. Muaz b. Cebel’in de böyle bir işe kalkışması ihtimali uygun görülmemektedir. Dolayısıyla bu rivayet sağlam değildir.
Cevşen takıyorum, bu halimle tuvalete ve banyoya girmem doğru mu?
Deniz KÖKSOY
Cebinizde veya bir muhafaza içerisinde boynunuzda taşımanızda bir mahzur yoktur.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2006
BİRÇOK okuyucumdan aldığım mektuplarda, bazı cenaze törenlerinde alkışlı uğurlamalardan bahsedilerek bunun dinimiz açısından sakıncalı olup olmadığı sorulmaktadır. Görevde olduğum sıralarda bu konuda gerekli açıklamaları yapmış ve şu hususlara değinmiştim:
İslam inancına göre ölüm en etkili öğüt ve en büyük uyarıcıdır. Ölümden kaçış mümkün değildir. Allah’a ve ölüm sonrası hayata inanan Müslümanlar, ölüm gerçeği karşısında iman ettikleri Allah’ın engin rahmetine güven duyarlar. Bu güven ve umut bir yandan onların ruh ve beden sağlığını korurken, diğer taraftan onlar için aşırılıktan uzak, ebedi mutluluğa yönelik verimli bir dünya hayatını mümkün kılar.
Yüce yaratıcıyla gönül ilişkisini sağlam tutanlar, ölüme vuslat nazarıyla bakarlar. Mevláná’nın ifadesiyle, ölüm onlar için şeb-i arustur (düğün gecesidir). Hz. Peygamber ölümü unutmamayı, Allah’ın hoşnut olacağı iş ve davranışlarla ona hazırlanmayı, Allah’ın rahmetinden ümitli olmayı bizlere tavsiye etmektedir.
* * *
Cenab-ı Allah, hangimizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır (Mülk 2). Hayat anlamsız bir varoluş olmadığı gibi ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Hayat bizim için yararlı faaliyetleri icra edeceğimiz bir alan, ölüm ise bu faaliyetlerin karşılığını bulacağımız, ebedi varlık sahasına geçişimizi sağlayan bir dönüm noktasıdır. Hayatımızı anlamlı kılan, sosyal dayanışma, yardımlaşma ve adalet anlayışı içerisinde yaşantımızı sürdürmemizdir.
İslam dini sosyal dayanışma, adalet ve yardımlaşmaya bünyesinde geniş yer vermiş, biz inananları buna teşvik etmiştir. Hastaları ziyaret ederek onlara Allah’tan şifa, sıhhat ve afiyet dilemek, sabır ve tahammül tavsiye etmek, dünya hayatını terk etmek üzere olan hastaları kıbleye çevirmek, onlara şahadet telkin etmek gibi bazı hizmetlerde bulunmak, vefat hadisesi gerçekleşince ölüyü yıkamak, kefenlemek, namazını kılmak, kabre kadar taşımak, defnetmek ve ölü için dua etmek de İslam’ın Müslümanlara yüklediği sosyal görevler arasındadır.
Ayrıca ölen bir Müslüman’ın ardından Allah’tan rahmet dilemek, hayırla yád etmek ve iyiliklerinden bahsetmek, dinimizin öngördüğü davranış biçimidir. Ölü için kötü sözler sarf etmek veya arkasından varsa kötülüklerini açıklamak ise İslam’ın hoş görmediği bir hareket tarzıdır. Nitekim ölülerimizi hayırla anmamız bizlere tavsiye edilmiştir.
İslam’ın evrensel ilkelerini özümsemiş ve bunları milli değerleriyle sağlıklı bir şekilde bütünleştirmiş olan milletimizin, yukarıda zikrettiğimiz sosyal görevle ilgili konularda oldukça aktif ve gayretli olduğu memnuniyetle müşahede edilmektedir. Milletimizin fertleri, sosyo-ekonomik durumu ne olursa olsun, ölen kimselerin cenazelerine büyük bir arzuyla iştirak etmekte ve onlara karşı son vazifelerini yerine getirmek için fedakár ve samimi gayret göstermektedirler.
Bununla birlikte; son yıllarda bu konuda dinimizin özüne ve dış tezahürlerine uymayan bazı uygulamaların ve yeni alışkanlıkların (!) tatbik edilmeye çalışıldığı, bunun ölene saygı ve bağlılık göstergesi olarak yansıtılmak istendiği görülmektedir. Bunların başında da, cenazeyi alkışlama uygulaması gelmektedir. Son yıllarda yaygınlaşmaya başlayan bu uygulamanın dini, milli ve örfi hiçbir dayanağı yoktur. Kaldı ki, yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de müşriklerin dua şekliyle ilgili olarak, "Onların Beytullah yanındaki duaları ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir" buyurulmaktadır (Enfal, 35).
Cenaze merasimlerinin ölen bir Müslüman’a yapılması gereken son bir vazife olması yanında, yaşayanlara yönelik ölümü hatırlamak, ahiret álemini düşünmek ve ibret almak gibi amaçları da vardır. Bu nedenle cenaze merasimlerinde yüksek sesle tekbir getirmek bile İslam alimlerince hoş karşılanmamış, mekruh sayılmıştır. Dolayısıyla cenaze törenlerine bağırıp, çağırmak, yüksek sesle ağlamak, ölen kişileri alkışlamak, siyasi ve benzeri nitelikli slogan atmak, ıslık, zılgıt, tezahürat yapmak dinimizin aslında mevcut olmayan bidatlerdir ve özden sapma tezahürleridir.
* * *
İslam dininde emredilen veya tavsiye edilen her davranışın belirli bir usul ve adabı vardır. Ayrıntıyla ilgili durumlarda mahalli örf ve geleneklere müsaade edilmişse de özde ana espriye uygunluk esas kabul edilmiştir. İslam’ın özü ve ruhuna aykırı gelenek ve uygulamaların Kuran ve sünnetin yerine kaim olması düşünülemeyeceği gibi, bunlara hoş bakılması da uygun değildir.
İslam dininde ölü kabristana götürülürken, İslam’ın ve onun asli kaynaklarının öngördüğü ölçü ve prensiplere uyulmalıdır. Cenaze merasiminde hazır bulunanların sükûnet ve vakara riayetleri gereklidir. Bu, ölen kimseye gösterilecek saygının da bir gereğidir.
Bugünkü yazımızı şairin şu sözleriyle bitirelim:
"Dehr-i faniden nice can, nice cananlar geçer/Bezm-i işretten acep mestane yaranlar geçer.
Bir nefestir canımız yar leblerinde berkarar/Hey! Bu fanus-i sefa bir gün söner, canlar geçer."
SORALIM ÖĞRENELİM
Kabir azabı var mıdır?
Bekir YILDIRIM/ALMANYA
Ehl-i sünnete göre kabir azabı vardır. Müminun Suresi 46. Ayet’te "Firavun’a sabah ve akşam ateş sunarız" sözü buna delil olarak gösterilmektedir. Ayrıca bu konuda Peygamberimizden rivayet edilen hadisler mevcuttur. Kabir álemine ayrıca berzah (geçiş) da denilmektedir. Kabir azabı birçok ilim adamlarınca rüya álemi gibi nitelendirilmektedir. Ameli iyi olanlar iyi rüya, ameli kötü olanlar da kötü rüya görürler. Yine sünnet ehline göre ruh ve ceset birlikte azap göreceklerdir. Bu, ruhun cesede iadesiyle olacaktır. Bu konuda daha geniş bir makale yazacağız.
Allah hep kendisinden "biz" diye bahsediyor. Tek yaratıcı Allah değil midir? Burada sanki Allah’tan başka yaratıcı varmış gibi anlam çıkıyor.
Uğur ÇAKIR
Kuran’da geçen "biz" tabiri saygı ifadesi olarak kullanılmıştır. Çokluk anlamı taşımaz. Nitekim, Arap edebiyatında da bu tabir o anlamda kullanılmaktadır.
Üç günden sonra yapılan başsağlığı ziyaretlerinin mekruh sayılacağını yazmışsınız. Bu, uygulanmayan bir süre.
Fatma ÖZALP
Üç günlük süre, cenaze sahibinin acısını hatırlatmamak için konulmuştur. Bu konuda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yazdığı bir roman da var. Okursanız ne kadar önemli olduğunu görürsünüz. Günümüzde bu sürenin taşılması haram kapsamında görülmemelidir. Ancak, ifade ettiğimiz gibi acıyı tekrar tekrar hatırlatmamak için bu süre konulmuştur.
Uzun yıllardan beri lenf rahatsızlığı çekiyorum. Varis çorabı giyerek şişmeyi önlemeye çalışıyorum. Varis çorabının üzerine mesh edebilir miyim? Ayrıca sırt omurlarımdan rahatsızım, sandalye üzerinde namaz kılıyorum.
Hamiyet DEĞİRMENCİ
Varis çorabının üzerine mesh yapabilirsiniz. Ayrıca namazınızı da mazeretiniz dolayısıyla sandalye üzerinde kılabilirsiniz. Dinimizde zorluk yoktur.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2006
OKUYUCULARIMDAN zaman zaman çok ilginç, ilginç olduğu kadar muhtevalı fakslar, mektuplar, e-postalar alıyorum ve bundan mutluluk duyuyorum. Bu hafta da bir okurumuz, "tasavvufun tahribatından" söz eden bir mektup göndermiş. Hemen ifade etmem gerekir ki tasavvufçular hakkındaki olumsuz kanaatleri bütün sufilere teşmil etmek haksızlık olur. Hicri 4. asırdan sonraki tasavvufçular ile birinci, ikinci, üçüncü asırlardaki sufileri birbirinden ayırmak lazımdır.
Hicri 4. asırdan sonra tasavvufu meslek haline getirenlerin büyük bir kısmı, yaratıcı ile dünyayı aynileştiren ve dolayısıyla Allah ile insan arasındaki mesafeyi ortadan kaldıran "panteist" ve "monist" bir yaklaşım sergilemişlerdir.
Fakat birinci, ikinci ve üçüncü hicri asırlarda yetişen sufiler zalim halifelere, valilere ve hákimlere karşı cesurca tavır almış ve onları acı ve sert bir şekilde tenkit etmişlerdir. Örneğin, tarihte zalimliğiyle meşhur olan Haccac’ın Kufe’de yaptırdığı köşkü ziyaret eden Hasan-i Basri’nin şu sözleri dikkat çekicidir:
* * *
"Ey mağrur! Neler yaptırdığını gördük. Sonra ne olacak ey fasıkların büyüğü! Şunu bil ki gök halkı sana lanet okumakta ve dünya ehli senden nefret etmektedir. Zevale mahkûm olan bir köşk yaptırdın. Ama ebediyet köşkünü yıktın. Ve gurur dünyasına aldanarak ahirette zilleti kabul ettin."
Hasan-i Basri bu sözleri söyledikten sonra Haccac’ın köşkünden ayrılırken şu nasihatte bulunmuştur: "Allah hakikati halktan saklamayıp onlara açmayı alimlerin boynuna borç kılmıştır."
Yine bu asırlardaki sufiler, Müslüman toplulukların İslam’a sımsıkı sarılmalarını, sünneti yaşatıp bidatlerden sakınmalarını öğütlemiş, sapık insanların sapkın fikirlerinden uzak durulması hususunda büyük çaba göstermişlerdir.
Cüneyd-i Bağdadi, "Allah’ı tanıyıp vuslata eren kişiden dini yükümlülükler sakıt olur (düşer)" diyen Batıni fırkasından bir kişiye şöyle cevap verir: "Senin bu sözlerin benim nazarımda affedilmeyecek derecede bir sapıklıktır. Hırsızlık ve zina edenler dahi bu gibi şeyleri söyleyenlerden temiz ve dürüsttürler. Bin sene yaşasam da ibadetlerden zerre eksiltmem. Meğer ki bu amellerin icrasına mani olacak mücbir bir sebep ola."
Bu devrin sufileri nefse işkence vermekten, ağır riyazetlerden, geceli gündüzlü ibadetten insanların uzak durmalarını sağlama hususunda büyük gayret göstermişlerdir. Mesela Zinnun-i Mısri, etrafındakilere şöyle seslenirdi: "Sakın Allah’ı bildiğinizi iddia etmeyiniz. Geceli gündüzlü ibadete bağlanıp dünya işlerini ihmal etmeyiniz. Tasavvufu kendinize sanat ve meslek edinmeyesiniz."
Görülüyor ki tasavvufu meslek ve sanat haline getirip şöhrete, şekilciliğe kapılmayı hoş karşılamamışlardır. Bunlar, insanların kalp dünyalarının hiçe sayılmasına karşı çıkmışlardır. Gerçeğin tümü sade duygularla kavranamaz. Çünkü duygularla edinilen bilgi, gerçeğin ilk safhasıdır. İnsan bu safhada kalmamalı, aksine hakikatin son safhası olan ve bilinçle izah edilemeyen aşk ve sevgi safhasına ulaşmalıdır.
Bu gönül ve muhabbet adamları İslam’ı yaymayı, ferdin manevi gelişimini, ruhi tekamülünü sağlamayı kendileri için görev bilmişlerdir. Onlar birer muhabbet abideleri olarak zihinlerde yer etmiş ve gönülleri fethetmişlerdir.
* * *
Yazımızı, kendisi de bir gönül adamı olan Yahya Kemal Beyatlı’nın sufilerin gönül álemini tasvir eden şu dizeleriyle bitirelim:
"O dem ki şevk ile taban olur gönül gönüle
Bila-irade şitaban olur gönül gönüle
Görünce ayine-i neşvesinde lahutu
Kemal-i vecd ile kurban olur gönül gönüle
Yeter hikayet-i halat-ı şems ü Mevláná
Ne rütbe mihr-i dırahşan olur gönül gönüle."
Bu dizelerin günümüz Türkçe’siyle anlamı şudur:
"O demde iradesizce ve şevkle gönül gönülün aynası olur ve birbirinin güzelliğini seyreder. Bu neşveyle o gönülün aynasından ilahi álemi görünce, tam bir buluş ve zevkle gönül gönüle kurban olur. Onun için artık Şems ile Mevláná’nın hallerini anlatıp durmak gerekmez. Güneş Mevláná’nın Şems’inden ibaret değil ki, gönül gönüle öyle bir parlak güneştir ki akıl almaz."
İşte, aklın almayacağı bu tür bir manevi seferde sevgi, gönül gönüle yegáne iman meşalesi olur.
SORALIM ÖĞRENELİM
Kuran’da geçen salat kelimesinin dua anlamına geldiği söyleniyor. Bu durumda namaz anlamı nereden çıkıyor?
Selami METE/ALMANYA
Salat, genel anlamıyla dua demektir. Özel anlamda ise namazı ifade eder. Çünkü namaz, duanın bütün çeşitlerini bir araya getiren ve toplayan bir ibadettir. En büyük dua, namazdır.
Osmanlı padişahları neden hacca gitmediler. Onlara hac farz değil miydi?
Sedat BAYRAM/ANKARA
O dönemde hacca gidip gelmek ayları kapsayacak şekilde uzun zaman alırdı. Hükümet merkezini aylarca boş bırakma durumunda karışıklıklar olabilir, devletin durumu tehlikeye girebilirdi. Bu endişelerle padişahlar hacca gitmemişlerdir. Bu hususta şeyhülislamların fetvaları da mevcuttur. Nitekim, padişahlardan Genç Osman hacca gitmeye niyetlenmiş, ancak bu niyetini öğrenen yeniçeriler tarafından hunharca bir şekilde katledilmiştir.
Kocam, çocuklarımıza katı davranıyor. Azarlıyor, aşağılıyor. Bu dinimizde günah değil midir?
S.Y./MANİSA
Elbette günahtır. Çocuğa sevgi ve şefkatle yaklaşmak gerekir. Bu hususta Peygamberimizin tavsiyeleri vardır. Ayrıca kendisi de güzel bir örnektir. Çocuğa katı, sert davranmak, ileride onlarda davranış bozukluğu, içe kapalılık, aşağılık duygusu ve korkaklık gibi istenmeyen durumlar meydana getirir. Bunlar da çocuğu olumsuz yönde etkiler ve hayatta başarısız kılar.
Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’ya Zahra ve Betül deniliyor. Bunlar ne anlama gelir?
Eyüp SIRAÇ/İSTANBUL
Zahra, ak, parlak; Betül de dünya sevgisinden kesilen ve Allah’a bağlanan anlamına gelmektedir.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2006
BU haftaki yazımızı, bir okuyucumuzdan aldığımız İslam hukukunu eleştiren ve geri kalmışlığımızı da buna bağlayan mektubunu cevaplandırmaya ayırmış bulunuyoruz. Öncelikle, hukukun, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen sosyal bir müessese olduğunu okuyucuma hatırlatmak isterim. Kanunlar, insan toplumlarında çok eski çağlardan beri mevcuttur. Muhammed Hamidullah’ın dediği gibi; her ırk, her bölgeye ait insan toplulukları bu alana bir katkıda bulunmuştur. Müslümanların bu sahada yaptıkları zenginleştirme de bilinmesi gereken önemli bir husustur.
* * *
Eski devirlerde yaşamış toplulukların hepsinin özel kanunları vardı. Fakat kanunlardan, kanun külliyatından ayrı ve soyut bir hukuk biliminin İmam Şafii’ye kadar düşünülmemiş olduğunu görüyoruz. Bu hukukçunun eseri olan "Risale", bu bilimi zengin anlamı olan "Kanunların Kökleri" adıyla belirler. İnsani davranışın kurallarının bütün dallarının bittiği köklerdir bunlar. O zamandan beri Müslümanlar tarafından fıkıh usulü diye adlandırılan bu bilim hem hukuk felsefesini, yasamanın kural ve ilkelerinin kaynaklarını, hem de hukuki metinlerin uygulanmasını ele alır. Bizzat kanunlar, kurallar ona göre bu ağacın dallarıdır.
Asırlar boyunca Müslümanların hayatına yön veren ve kendisine özgü orijinalitesi bulunan İslam hukukunun temel karakteristiğini kısaca vermeye çalışalım:
A) Akla uygunluk: Dinin muhatabı akıllı insanlardır. Aklı olmayan insanlar, İslam hukuku açısından sorumlu kabul edilmediği için kendilerine herhangi bir dini hükümlülük de terettüp etmemektedir.
B) Sıkıntıların ortadan kaldırılması: İslami yükümlülüklerde insana ağır gelecek bir güçlük ve şiddet yoktur. İnsanları ağır bir yük altında ezecek, güç durumda bırakacak teklifler Kuran-ı Kerim’de yer almaz. "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez" (Bakara, 185), "Allah size güçlük çıkarmayı dilemez" (Maide, 6), "Allah size din hususunda hiçbir zorluk yüklemedi" (Hac, 78) mealindeki ayetler, İslam dininin temel özelliklerinden birisinin de zorlukları gidermek olduğunu sarih olarak vurgulamaktadır. Hz. Peygamber’in iki alternatiften birisini tercih durumunda kaldığı hallerde kolay olanı tercih ettiği de hadis kaynaklarında yer almaktadır.
C) Yükümlülüklerin azlığı: İslam hukuku, insanları yığın yığın tekliflere boğmamıştır. Eşyada esas olan ibahadır. Haram olanlar bildirilmiştir. İbaha kuralı gereği nelerin yapılabileceği değil, sadece hangi fiillerin yapılmayacağı zikredilmekte, yasak kapsamında bulunmayan fiillerin işlenmesi ise hukuken meşruiyet kazanmaktadır.
D. Yasamada tedricilik: İnsanlara kolaylık olmak üzere hükümler tedricen, yani alıştıra alıştıra konulmuştur. İçki yasağı buna bir örnektir.
E) Hukuki hükümlerin insanların maslahatına uygun olması: Hukuki hükümler insanın huzurlu yaşamasını esas almaktadır. Bu nedenle İslam’da temel hak ve hürriyet konularını oluşturan din, can, mülkiyet, akıl, şeref, haysiyet, ırz ve namus gibi ulvi hak ve değerler teminat altına alınmış, bunlara yönelik haksız ihlal ve tecavüzlere ağır müeyyideler öngörülmüştür.
F) Adaletin gerçekleştirilmesi: Hukuk normlarının amacı, insanlar arasında adaletin hákimiyetini tesis etmektir. Kuşkusuz, her hukuk sisteminin adaleti tesis etmede dayandığı ilkeleri, hatta adalet anlayışını ve mantığını o hukukun tatbik edildiği toplumun siyasi, sosyal, dini ve ahlaki yapısıyla birlikte mütalaa etmek ve ona göre değerlendirmek gerekir. İyi tetkik edildiği takdirde bütün hukuk sistemlerinin ortak planında gerçekleştirmek istediği adalet mantığının; toplum vicdanında adalet duygusunu tatmin ve tesis etmeyi amaçladığı görülmektedir. Hukuklar arasındaki farklılıklar veya benzerlikler, kanaatimizce büyük ölçüde değişik toplumlarda değişik şekillerde tezahür eden adalet mantığının, adalet telakkisinin farklılığından ya da benzerliğinden kaynaklanmaktadır.
* * *
Müslümanların gelişme, ilerleme çağlarında İslam hukukunun fonksiyonunu mükemmel bir şekilde yerine getirdiği inkár edilemez. İslam müçtehitlerinin İslam’ın öz kaynaklarına dayanarak ortaya koydukları orijinal İslam hukuk kaideleri ve hükümleri o çağlarda yeterli olmuş, bu sistem İspanya ve İtalya yoluyla Batı’ya kadar ulaşmıştır.
Diğer hukuklarda olduğu gibi, İslam hukukunda da hukukun hayata intibakını sağlayan en önemli vasıta ve kaynak içtihattır. Maalesef, Hicri 4. asırdan itibaren içtihat hareketlerinin duraklaması ve taklit devrinin başlaması, önceki müçtehitlerin ortaya koydukları hüküm ve prensiplere aynen uyarak gerekli eleştiri, yenileme ve düzenlemeleri yapmama hadisesi, sözü edilen gerilemelerin sebeplerini oluşturmuş ve bizde hukuk kaynaklarının Batı’dan alınması yolunu açmıştır.
Eğer Kuran ve sünnet sürekli olarak kendi ruhuna uygun bir şekilde yorumlanabilseydi, İslam dünyasında bugün yaşanan sıkıntılar ortaya çıkmazdı.
SORALIM ÖĞRENELİM
Kuran’da ulul emre (yöneticilere) itaat emrolunmuştur. Yöneticiler insanları yanlışlığa sevk ediyorsa o zaman itaat etmek gerekli midir?
Orkun KELEK/KAYSERİ
Allah’ın yöneticilere itaat emri, dünya işlerine ve Allah’a isyan bulunmayan hususlara aittir. Hz. Peygamber, "Allah’a isyan olan işlerde hiç kimseye itaat olunmaz" buyurmuştur. Dolayısıyla meşru olmayan işleri emreden yöneticilere kesinlikle itaat edilmemelidir.
İlişkiden sonra yıkandım. İdrar yaparken meni geldiğini fark ettim. İkinci kez boy abdesti almam gerekir mi?
B.DESTEGÜL/KOCAELİ
Tekrar boy abdesti almanız gerekir.
Göz zinası ne demektir?
Halil SÖNMEZ/İZMİR
Gözü taciz ve şehvet aracı olarak kullanmayı yasaklayan mecazi bir tabirdir.
Yeğenim trafik kazası geçirdi, beyin ölümü gerçekleşti. Doktorlar organların başka insanlarda hayat bulacağını söyledilerse de aile bunu dini gerekçelerle kabul etmedi. Siz ne dersiniz?
Yusuf KIRMIZIGÜL/İSTANBUL
Organ bağışında bulunmak dini açıdan sakıncalı değildir. Hatta hayat kurtaracağı için sevaptır. Uzman doktorlar grubunun, kişinin beyin ölümünün gerçekleştiğini bildiren kararları üzerine bağış yapılabilir. Bu konuda doktorlara güvenmek gereklidir.
Namazda bir sureyi yanlış okudum, sehiv secdesi gerekir mi?
Gülnihal KARA/ANKARA
Yanılma secdesi, farzın geciktirilmesinden veya vacibin terkinden dolayı yapılır. Zammı surede yaptığınız yanlışlıktan dolayı sehiv secdesi gerekmez.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2006
ÇAĞIMIZ insanının çıkmazı, akıl-inanç bileşkesini doğru bir şekilde kuramamaktan kaynaklanır. İnsanların bir kısmı hayatın ve var oluşun merkezine maddeyi yerleştirirken, bir kısmı konuyu sadece manevi boyutunda, yani inanç ekseninde ele alır. Her ikisi arasında daima bir çatışma alanı oluşturulduğunu görürüz. Bu tekelci yaklaşımlar, insanlığı daima çıkmazların ve anaforların içine sürüklemiştir.
İnsan, kendi geleceğini inşa ederken aklın verilerini kullanır. Aklın, dolayısıyla insanın tek başına yetkinliğini ilan eden pozitivist anlayış, aklın eşyaya nispetini, yani akli bilgiyi bu yetkinlik iddiasının delili olarak sunar. Oysa aklın kavrayışı bir yere kadardır. Aklın ötesinde, aklın bir türlü kavrayamadığı gerçekler vardır. Buna biz fizik ötesi álem diyoruz. Bu alemde "tek"lik söz konusudur. Çünkü bütün káinat, bütün insanlık o tek varlığın çizdiği projenin eseridir.
Akıl, bu projenin içinde insan beynine yerleştirilmiş bir çipten ibarettir. Bu çipin de yaratıcısı Yüce Allah’tır. Aklı her şeyin temeli alıp, onu yaratanı devreden çıkarmak, sağlıklı aklın ve düşüncenin kabul edeceği bir şey değildir.
* * *
Hayatın sabit bir ayağa ihtiyacı vardır. Bu, hayatın tutarlılığı açısından gerekli olduğu gibi, iç dünyamız ile dış dünyanın uyumu açısından da gereklidir. Nesnel, yani akli bilginin bu ihtiyacı karşılayacağı zannedilmiştir. Oysa aklın objektivitesi sadece bir zandır, bir vehimdir. Çünkü akıl nispeten var olan bir şeydir. Üstelik bu nispet, tasavvuf ehlinin dediği gibi gölgeyedir. Aklın, ne Allah ile, ne de ilahi olanla yarışması mümkündür! Akıl, böylesi bir yarışta çatlar. Günümüzde yaşanan kaos bundandır.
Maddi akla bu kadar önem ve öncelik veren insanoğlu, kurduğu beşeri mekanizmalara ve bu uğurda sarf ettiği muazzam kaynaklara rağmen, kitlevi ölümlerle sonuçlanan yoksulluğun yaygınlaşmasına, vahşi savaşların ardı ardına patlak vermesine mani olamamıştır. Köleliğin ortadan kaldırılması şöyle dursun, daha yaygın, daha müesses, daha katı uygulama biçimlerinin çıkmasına engeller koyamamıştır. Hayatın sabit ayağı yerinden oynatılmış ve ortaya çıkan görecelik içerisinde hiçbir şeyi sorgulamanın imkánı kalmamıştır. Güç ve kudret sahipleri bunun tam aksini düşünebilirler. Ama onlar da insanlık vicdanının uzağında kalmış küçük bir azınlıktır.
İnsanlık, kendisine sunulacak yeni bir alternatife muhtaçtır. Bu ihtiyaç, önümüzdeki dönemde artarak devam edecektir. Her yeni inşa, yeni bir tanımı gerekli kılar. Düşünceyi ve hayatı yeniden inşaya yönelik her disiplinin, insan, eşya ve tabiatı da yeni baştan tanımlaması gerekir. İster beşeri olsun, isterse ilahilik iddiasında bulunsun, bütün disiplinlerin problemi bu tanımlarda yatmaktadır. Bu problem, bizi, doğrudan doğruya yaratılışın gayesini aramaya sevk edecektir.
Beşeri disiplinleri daha baştan zaafa düşüren husus budur. Yaratılış gayesini dikkate almayan bir insan, eşya ve tabiat tanımı, daha baştan eksik ve yanlıştır, bunlar üzerine inşa edilecek bir disiplin de beyhude bir maceradan ibaret kalmaya mahkûmdur. Bu kabil arayış ve denemelerle, insan ve toplum hayatının armonik bir bütünlüğe kavuşması mümkün değildir. Kaos kaçınılmazdır, anarşi kaçınılmazdır ve o nihayet insanın insana, insanın eşyaya ve tabiata zulmü kaçınılmazdır. Modern toplum bu çıkmazın farkına varmıştır ve artık yaratılış gününün tanığını aramaktadır. O tanık, Kuran’dır.
Hayatın sabit bir ayağa ihtiyacı olduğunu ifade ettik. Çünkü düzen ve intizam kaçınılmaz bir ihtiyaçtır ve onların da sabit bir menşei olmak gerekir. Hayatın sürekliliğini temin eden temel dinamik, mesuliyet fikridir. Burada nesnel ve zorunlu bir mesuliyetten söz ediyoruz. Böylesi bir mesuliyetin menşeinin de sabit olması gerekir. Sabitlik, teklikle mümkündür. Yani vahdetle...
Günümüz insanı "cahiliye" anlamında puta tapıcılığa elbette itibar etmeyecektir. Ama, tanrısız bir dünyada insanın kendi kendisini daha kolay gerçekleştirebileceğini zanneden pozitivist dünya görüşü, tapınılan şeylerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Yaşanılan beşeri kıyametler, insanlığın iç dünyasındaki mabutların rekabetinden kopmaktadır.
* * *
Bireyle başlayıp bireyle biten, birey merkezli bir dünya görüşü, insanlık idealinin ufkunu karartmış, onu çok dar ve kısır bir alana mahkûm etmiştir. İnsanlığın ruhi enerjisi söndürülmüştür. Bunun neticesi olarak, yeryüzündeki pek çok cemiyetin cins ve nesil güvenliği ağır yara almıştır.
Hiç şüphesiz ki Allah, insanlığı daimi bir zillet ve dalalete rıza gösterecek yaratılışta malul kılmış değildir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen insanlık, bir idrak devrine her zaman muktedirdir. Allah’ın kitabı ve dini unutulmuş bir hazine gibi, yanıbaşımızda, eksiksiz durmaktadır. Bu, inanan ve bilenler için ağır bir mesuliyettir.
SORALIM ÖĞRENELİM
İslamiyet neden Arabistan’da zuhur etti. Bunun hikmeti nedir?
Niyazi MERT/İSTANBUL
İslamiyet’in Arap Yarımadası’nda ortaya çıkışının sebeplerinin başında coğrafi konumu gelmektedir. Şöyle ki: Arap Yarımadası, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesiştiği önemli bir noktada bulunmaktadır. Ayrıca dünya ticaret yollarının birleştiği bir konuma sahipti. Bu, İslam’ın yayılması açısından stratejik bir noktadır. O günkü Arap toplumu ticaretle uğraştığı için uzun süre seyahatlere katlanabiliyordu. Gittikleri ülkelerin örf, ádet, kültür ve hayat tarzlarını biliyorlardı. Bu nedenlerle İslam’ı kısa bir sürede her tarafa yayabilmişlerdir. Daha başka sebepleri de var. Bu konuda İslam tarihiyle ilgili yazılmış eserleri okumanızı tavsiye ederim. Orada daha geniş bilgiye ulaşabilirsiniz.
Yasin-i Şerif’e Kuran’ın kalbi deniliyor. Bu ne demektir? Ha mim’ler okunurken hepsi bir defada okunacakmış ve okumaya başlarken niyetin kabul olacağı söyleniyor. Doğru mu?
S.Gülsen OĞUL/İSTANBUL
Kuran’ın bazı surelerinin diğerlerinden üstünlüğüne dair rivayet edilmiş hadisler vardır. Ancak, bunlar hadis alimlerince muteber sayılmamıştır. Kuran, Allah’ın sözüdür. Bir sözünün diğer sözünden üstün olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Ha mim’lere gelince: Bunların bir defada okunması ve başlarken niyetin kabul olacağı yolundaki görüşler söylentiden ibarettir. Aslı yoktur.
Bahse girdik, kazandım. Karşılığında aldığım şey helal midir?
Ali TÜMTÜRK/BURSA
Bu konuda farklı görüşler vardır. Bunu kimi fakihler kumar hükmünde saymış, kimi de helal olduğuna hükmetmiştir. Doğrusu, bahse girmek kumar sayılmaz. Ancak bundan kaçınılması tavsiye olunur. En azından mekruhtur.
Yazının Devamını Oku