2 Haziran 2006
BİR okuyucumdan şöyle bir mektup aldım: "Zaman zaman televizyonlarda kendini medyum olarak tanıtan kişilere rastlıyoruz. Bunlar, toplum içinde açıkça icra-i faaliyette bulunduklarını söylemekten çekinmiyorlar. Üzerinde ’medyum’ levhası bulunan işyerlerinde insanlara hizmet ettiklerini ileri sürüyorlar. Fal bakıyorlar, cin çıkarıyorlar, geleceğe ait öngörülerde bulunuyorlar. Kısacası hayal satıyorlar insanlara. Müşteri portföyleri arasında sanatçılar, siyasetçiler, ev kadınları vs. toplumun her kesiminden insanlara rastlamak mümkün. Bunlardan birisi, iki eski başbakanımızın (isimlerini de vererek) gelip kendisine fal baktırdıklarını övünerek söylüyordu."
Mektubun özeti buydu. Ve bizden şunu öğrenmek istiyordu: "Dinimizde bu tür faaliyetlerin ve inanışların yeri var mıdır?"
* * *
Falcılık, cincilik, medyumluk, daha önceki izahlarımızda da belirttiğimiz gibi, eski çağların ve ilkel kavimlerin en ilgi gören uğraşlarından biri olmuştur. Ortaçağ Avrupası’nda ruh hastaları falcı, büyücü gibi kolektif mistik ve hurafevi telkinlerin etkisi altında feci durumda kırbaçlanır, zincirlenir ve açı bırakılırlardı. Çünkü habis ruhların veya şeytanın, ancak bu vasıtalarla esir ettikleri vücuttan çekilebilecekleri düşünülüyordu.
17. yüzyılda ruh hastalarının barındıkları tımarhanelerde tedavi metotları aynen bu şekilde devam etmiştir. Korkutma, eza ve cefa ile tedavi. Bu insanların Allah’ın gazabına uğramış olduklarına inanılıyordu. Ayrıca o günkü inanışa göre sara nöbetlerine, inmelere, romatizma ve sinir ağrılarına cinler sebep olmaktaydı. Kolera, çiçek gibi salgın hastalıklar da ya cinlerin vücudun içine girmesi veya dışarıdan çarpması ile meydana geliyordu.
Aynı devirlerde Türklerde, ruh hastalarının da diğer hastalar gibi şefkatle tedavi ve bakımlarının yapıldığını görüyoruz. Harun-i Reşid’in özel doktoru Bahtı Şua, Ahmet Bin Cezzar, Razı, İbn-i Sina gibi hekimler bu tür hastalıkların tedavisinde birtakım tıbbi yöntemler geliştirmişlerdir. Örneğin, müzikle tedavi bunlardan birisiydi. Türkler, akıl hastalarını Allah’ın gazabına uğramış zavallılar değil, kutsal yanları olan ermiş insanlar olarak görmüştür.
Bundan dolayı birçok meczuba "veli" denilmiş ve ölümlerinden sonra ruhlarını şad etmek için sandukalarına adaklar adanmış, kurbanlar kesilmiş, dualar edilmiştir. Halk, bu insanların dine çok bağlı olduklarından dolayı meczup hale geldiklerine inanıyordu. Halbuki akıl hastalığı dindar olanlarda değil, dini fikirleri sapkınlığa uğrayan kişilerde görülmektedir. Oysa din, aklın dengesini bozmaz. Aksine, başlı başına marazi bir unsur olan inkárcılıkla böyle bir duruma düşülebilir.
Tıp ilmi bu kadar gelişmişken, bütün dünyada medyumluk, falcılık, cincilik gibi gerçek dışılığın dünyada bu kadar yaygın olması düşündürücüdür. Hele bu tür faaliyetlerin ülkemizde açıkça sürdürülmesi, işadamlarının, sanatçıların ve siyasetçilerin geleceklerini ve kaderlerini bunlara bağlamaları, -iddia doğruysa- hele bunlar arasında bizi yöneten başbakanların da bulunması, içinde bulunduğumuz travmanın ironik halini resmetmektedir.
Dinimize göre insanı yaratan Allah, onu sahipsiz bırakmamış; cinlerin, görünmeyen şer güçlerin saldırısına terk etmemiştir. Bir ayette, "İnsanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler vardır" (Ra’d 11) buyurulmuştur. Müminler her türlü tedbirini alır, hastalık durumunda da hekimlere başvurur. Allah, cinleri insanlarla uğraşsınlar diye yaratmamıştır. Cinlerin de her yaratık gibi kendine mahsus kulluk görevleri vardır. Onların álemi başka, insanlarınki başkadır.
Ruhi kargaşa, stres ve denge bozukluğu ortamından kurtulmak için insanların tek sığınağı Allah’tır. O’nun ruhlara ferahlık veren engin rahmetidir. Bu gerçekleri göz ardı ederek cincilere, falcılara, medyumlara, muskacılara itibar etmenin bir anlamı yoktur. Bunları dinimiz lanetlemiştir. İnsanları aldatmakla uzmanlaşmış büyücü, falcı, medyum ve benzerlerinin parlak laflarına aldanarak yok yere ruhi sıkıntılara davetiye çıkarmak, din açısından olduğu kadar akıl ve mantık açısından da doğru değildir.
* * *
İslam akaid doktrinine göre Allah’tan başka hiçbir varlık, geleceği ve gaybı bilemez. İslam dini, müminlerin gayba ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetine inanmalarını öngörmekle beraber, bu konuyla yakından ilgilenmelerini hiçbir şekilde istememiştir.
Malatyalı düşünür merhum Said Çekmegil, bu şuursuzluğu şöyle bir manzume ile anlatır:
Yarım yüzyıl kadar evveldi./Malatya’ya bir madam geldi./Eli yüzü düzgün/Ne kördü ne keldi./Fal bakar gümüş para alırdı./Müşterileri kuyrukta seldi./Fincana falan değil/Bakıp laflar söylediği avuç içi tek eldi. Gelmişten geçmişten haberler verir/Adamı ya güldürür ya üzerdi./Falın haram olduğunu nereden bilsin/İli dini başka, bizden değildi eldi./Kendisi gávurdu ama bazı sözleri güzeldi./Vallahlı billahlı hatunlara şöyle nasihat ederdi./Siz Rabbınızı ne kadar da çok/Ne kadar da bilinçsizce anıyorsunuz./Bir kere bilerek Allah demek/Bin kere şuursuzluğa yeter derdi./Ben çocuktum o zaman./Cazip gördüğü kalabalıktan/Çokça gümüş para alıp gitti.
SORALIM ÖĞRENELİM
İngiltere’de yaşayan 40 yaşında bir bayanım. Müslüman olmuş birisiyle imam nikáhıyla evlenmek istiyorum. Annemse resmi nikáhta ısrar ediyor. Ne yapmalıyım?
H.
Annenizin sözünü dinlemelisiniz. Resmi nikáhtan sonra dini nikáh kıydırmanız daha doğru olur.
Bir arkadaşım, bana ikide bir "sehlük" diyerek takılıyor. Bunun anlamı ne?
Ali YÜCE/İSTANBUL
Doğrusu "sa’lük"tür. Arap edebiyatında sa’lük hırsız, yol kesen, kan döken anlamlarına geldiği gibi yoksul anlamına da gelmektedir. Arabistan yarımadasında yaşayan ve genellikle kabilelerinden dışlanan bir grup yoksula ve göçebeye de bu ad verilmiştir. Arkadaşınız herhalde bunun anlamını bilmeden kullanmıştır. Onu bu tür sözleri söylememesi konusunda uyarabilirsiniz.
Geçenlerde bir zat, birisini kastederek "Allah onu affetmez" dedi. Bu söz dinimiz açısından doğru mudur?
Medet HAFIZOĞLU/DİYARBAKIR
Yüce Allah’ın kimi affedip kimi affetmeyeceği hususunda hüküm vermek kimsenin yetkisinde değildir. Allah adına kimse hüküm vermeye kalkışmamalıdır.
Çocuk aldırmak günah mıdır?
E.D./İZMİR
Ana rahmine intikal eden ceninin düşürülmesi veya aldırılması -ki buna kürtaj deniliyor- dinen caiz değildir. Ancak, annenin sağlığı söz konusu ise bu yapılabilir. Cenin, dört aylık ise çocuğu aldırmak bir nevi onu katletmek gibidir.
Hacca gitmek istiyorum, kontenjan olmadığı için gidemiyorum. Bana bir günahı var mı?
Ali GÜNDOĞAN/KAYSERİ
Hac, ömürde bir defa farzdır. İmkán bulduğunuzda bu görevi yerine getirmelisiniz. Kontenjan olmadığı için hacca gidemediğinizden dolayı sorumlu sayılmazsınız.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2006
ÜLKEMİZİN gündeminden bir türlü düşmeyen elim trafik kazaları, maalesef ciddi boyutlarda can ve mal kaybına sebep olmakta, gerek insan kaybı ve gerekse yol açtığı sosyo-ekonomik zararlar sebebiyle milletçe hepimizi derinden etkilemektedir. Resmi açıklamalara göre trafik kazalarında her yıl ortalama 5 bin kişinin öldüğü, 100 binden fazla kişinin yaralandığı kaydedilmektedir. Ancak istatistiklere girmeyenlerle yaralı olarak kayıtlara geçtiği halde daha sonra ölenleri de buna eklersek her yıl ortalama 10 bin insanımız trafik kazalarında hayatını kaybetmektedir.
* * *
Türkiye de trafik kazaları dünya ortalamalarına göre oldukça fazladır. Tüyleri diken diken eden bu kadar ölüm ve yaralanmaların yanı sıra milyonlarca dolarlık ekonomik kayba da neden olmaktadır.
Trafik kazalarının önlenmesi cihetinde ülkemizde bugüne kadar alınan tedbirlerin tam olarak sonuç vermemesi, konunun trafik sisteminin altyapısını ilgilendiren yönü olmasının yanı sıra, aynı zamanda önemli ölçüde ülkemiz insanlarının zihniyet yapısıyla da alakalı olduğu kanaatini güçlendirmiştir.
Yaşadığımız çağ, teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği, Allah’ın yarattığı birçok nimetin insanın hizmetine sunulduğu bir zaman dilimidir. Varlıklar içerisinde en şerefli bir şekilde yaratılan insanoğlu, bütün bu nimetlere, hatta daha fazlasına da layıktır. Çünkü Yüce Allah, yerde ve gökte olan bütün nimetleri insanlar için yaratmıştır. Ancak bu nimetler ile güzelliklerin muhatabı olan insan, bunlardan ölçülü ve dengeli bir şekilde yararlanma yolunu tercih etmek mecburiyetindedir.
Aksi halde nimetlerin yerine bunların külfetleriyle daha çok muhatap olur. Nitekim ülkemizde son yıllarda meydan gelen yoğun trafik kazaları, Allah’ın yücelik ve lütfunun bir emaresi olarak beşer aklının bizlere sunmuş olduğu bu güzel nimetin tadını unutturmuş gibidir.
Unutmamak gerekir ki, kişilik zafiyetinden kaynaklanan bencillik, kendini haklı görme duygusu, nasihat dinlememe, tedbirsizlik, ihmalkárlık, aşırı hız, içkili araç kullanma gibi hususlarla kazalara sebep olanlar, dinen günahkár sayılırlar ve meydana gelen ölüm, yaralanma, sakat kalma ve maddi zararların manevi sorumluluklarını da üstlenmiş olurlar.
Bunun yanı sıra israf da dinimizin yasakladığı davranışlardan birisidir. Trafik kazaları sebebiyle meydana gelen milyonlarca dolarlık ekonomik kayıp da büyük bir israftır. Trafik kurallarına ve yetkililerin ikaz ve uyarılarına harfiyen uymak suretiyle, bu israftan kaçınmamız ise pekálá mümkündür. Şu halde dinimizin de önemle üzerinde durduğu can ve mal güvenliğini sağlamaya yönelik olarak yetkililerce uygulamaya konulan trafik kurallarına uymayı dini bir görev telakki etmek mecburiyetimiz vardır.
Bütün vatandaşlarımız, özellikle sürücülerimiz, Kuran-ı Kerim’in "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (Bakara Suresi, 195) ilahi düsturu ile sevgili Peygamberimizin, "Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, ona zulmetmez" hadisi şerifine kulak vermeli, yine Peygamberimizin "her türlü kötülüğün anası" olarak gösterdiği alkollü içkilerden uzak durmalı, araç kullanırken sadece kendilerinin değil, diğer insanların da mesuliyetlerini üstlendikleri bilinciyle dikkatli ve tedbirli olmaları, trafik kaidelerine ve yetkililerin ikazlarına titizlikle uymaları gerekir.
* * *
Dinimiz, insan hayatına büyük önem verdiği gibi insanlar da yaşamlarına o derece bağlıdır ki sağ kalmak için razı olmayacakları hiçbir kötü durum yoktur. Bir Yunanlı şairin dediği gibi:
"Tek kollu kalsam,
Kötürüm, damlalı da olsam
Sökülse de bütün dişlerim
Ne mutlu bana yaşıyorsam."
Sözlerimi bir bilginimizin şu hikmetli sözüyle bitiriyorum: "Eğer direksiyonda oturan kişi onu aklıyla kullanmayı becerebiliyorsa, o araç hem güzeldir, hem de sevimli dosttur."
SORALIM ÖĞRENELİM
İnsan vücudunun gen haritasını çıkarmanın dinimizde bir sakıncası var mı?
Zeynep DERDİN/KAYSERİ
Bilim dünyasınca yapılan açıklamaya göre uzun süreden beri biyoteknoloji ve genler üzerinde yürütülen çalışmaların belirli bir aşamaya geldiği, insan vücudunu gen haritasının tespitinin büyük ölçüde tamamlandığı belirtilmektedir. Ulaşılan bu sonuç sayesinde tıp alanında pek çok yeni atılımların gerçekleştirilebileceği, birçok hastalığın sebebinin önceden tespit edilerek insanların daha sağlıklı olabileceği ifade edilmektedir. İslam dini, insan yararına gerçekleştirilen her türlü çalışmayı teşvik eder ve bu tür çalışmaları topluma bir görev olarak yükler. Ancak bunların hukuki, ahlaki ve manevi değerler açısından problem oluşturacak ve insanlık için tehlike arz edecek noktalara getirilmesini asla onaylamaz. Bu itibarla insan ve topluma zarar vermemek kaydıyla genler üzerinde biyolojik ve tıbbi nitelikli çalışmalar yapmak, İslam açısından bir sakınca taşımamaktadır. Hatta İslam, insanlığa hizmet gayesi taşıyan bu ve benzeri çalışmaları takdir ve teşvik etmektedir.
6 ay önce akrabamdan bir kızla nişanlandım. Dini nikáh yapmadık ve baş başa da bir yerde oturmadık. Sonra nişanlımdan ayrıldım. Ona verdiğimiz takıları geri almamda dinen bir sakınca var mı?
Ömer SARIKOĞLU/MANİSA
Bu durumda takılarınızı geri alabilirsiniz.
İnábe ne demektir?
Serhat AKPULLU/İSTANBUL
İnábe, Allah’a dönmek demek. Yanlış yolu bırakıp Allah’ın istediği yola dönmek. Bir bakıma tövbe etmek demek. Herhangi bir zatın önünde tövbe etmeye gerek yoktur.
Geçen yazınızda varisli çorap üzerine mesh edilebileceğini yazmıştınız. Ben gece de çorabımı çıkarmıyorum, meshin bir süresi var mı?
İsimsiz
Varis çorabı mesh hükmündedir. Sabahleyin abdest alıp ayaklarınızı yıkadıktan sonra çorap üzerine mesh verirsiniz. Meshin süresi, mukimler için bir gün bir gece, misafirler için ise 3 gün 3 gecedir.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2006
ÇOK sayıda okuyucumuzdan aldığımız mektuplarda; camilerimizde halka öğüt veren bazı vaizlerin konuşmalarının içerik ve üslup yönünden yadırgandığı, yapılan konuşmaların zihinlerde bir etki bırakmadığı yönünde eleştiriler yapılmaktadır. Vaizler, eski zamanlardan beri birçok yönden eleştirilmiş ve hatta edebiyatımızda nüktedan şairlerimizin mısralarına konu olmuşlardır. Bunlar bir araya toplansa, bir veya iki ciltlik kitap hacmine bile ulaşabilir.
Örneklendirecek olursak; Kanuni döneminin meşhur şairlerinden Baki, vaizlere olan nefretini şu mısralarda dile getirmiştir:
"Vaiz çıkarsa kürsüye her cuma gam değil/Amma bolay ki lütfede bayramda çıkmaya!"
Anlamı şu: "Vaiz her cuma günü camide kürsüye çıkarsa gam değil; beis yok. Ne olur lütfedip hiç olmazsa bayramda çıkmasın!"
* * *
Ağzından ateş püskürtüp cehennemi anlatan bir vaizi, Fuzuli şöyle eleştirir:
"Vaiz evsaf-ı cehennem okur ey vera/Var anın meclisine gör kim cehennem ne imiş." (Ey takva ehli kimse! Vaiz cehennemin özelliklerini anlatıyor. Onun meclisine git de cehennemin ne demek olduğunu anla. Yani onun meclisi cehennem gibidir.)
Yine, 18. asır şairlerimizden Zati, rahmet tarafını unutup da atını hep cehennemden yana süren vaiz için, "Sanarsın kim yedi tamunun (cehennemin) azabı kendidir vaiz" diyerek vaizin kendisinin bir azap ve işkence olduğunu vurgulamak istemiştir.
O günkü vaizlerin konuşmaları, insanları o kadar çileden çıkarıyordu ki, bakın şair Sebati ne diyor:
"Sana her meclisinde söylerim sen mülzem olmazsın (susmazsın)/Değil kürsüye vaiz, arşa çıksan adam olmazsın!"
Vaizlerin bazılarının aşk ve sevgiye karşı çıkmaları ise yürekleri aşk ve muhabbetle çarpan şairleri kızdırmış. Mecnuni bu kızgınlığını şöyle dile getirmiş:
"Bugün kürsüde bir vaiz güzel sevmeyi men etmiş/Bulunmamış mı bir áşık çeke indire minberden?!"
Bu şairlerin sitem oklarını vaizlere yöneltmelerinin altındaki sebeplerin başında, hurafe nakletmeleri, uydurma hikáye ve menkıbelerle halkı uyutmaları, din adına saçmalıklar üretmeleri, abartılı cennet-cehennem tasvirleriyle insanları yersiz heves ve korkuların girdabı içine sokmaları ve sonuçta sosyal gerilemeye yol açmaları gelmektedir.
Günümüzde kendini iyi yetiştirmiş, okuyan, araştıran birçok değerli vaizlerimizin olduğunu da teslim etmemiz gerekir. Bunun yanı sıra kürsüyü boş bulunca veya hazırlıksız çıkarak sabahın fecrinde yarı uykulu gibi konuşan vaizlerin hatalarından dolayı bu müesseseyi suçlamak doğru olmaz.
Vaizlik, en şerefli ve aynı zamanda en çetin bir görevdir. Peygamberler mesleğidir. Vaaz, Kuran’da geçtiği gibi "üçlü davet yöntemi"nden (hikmet, güzel öğüt ve iyi bir şekilde tartışma) biridir. Öğütle hikmetin farkı şudur: Hikmet öğretidir, öğüt ise hatırlatma ve uyarıdır. Hikmet aklın dilidir, öğüt ruhun mesajıdır. İşte bu nedenle vaizin kişiliğinin rolü pek önemlidir. Vaaz veya öğüt gönülden çıkarsa gönüle oturur, aksi durumda dinleyicinin bir kulağından girip öbür kulağından çıkar.
Yani, söz eğer kalpten çıkar ve ruhun mesajı olursa işte o zaman kalbe oturur ve etkisini gösterir. Eğer ruhun mesajı olmaz, sırf söz sanatı olursa kulaktan öteye geçmez. Vaizlerimiz için şunu söylemek gerekir: Sesinizin içindeki ses, kulağınızın içindeki kulağa söz söylemeli. O takdirde dinleyenler üzerinde bir etki ve yarar sağlamış olur.
* * *
Vaiz, Peygamberimizin metodunda olduğu gibi korkutucu değil sevdirici; nefret ettirici değil müjdeleyici; zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olmalıdır. Çünkü aslolan korku değil sevgidir. İnsan, gerçeği korkuyla değil sevgiyle öğrenir. Aslında korku dahi kaynağını sevgiden alır. Seven, sevdiğini incitmekten korkar. Sevgi yolu dururken korku yolunu seçmek müspet bir metot değildir.
Vaizler günlük politikadan uzak durmalı, herkesi veya her kesimi kucaklamalı; ancak çevrede olup bitene karşı da ilgisiz kalmamalıdır. Çünkü vaizin görevi, hakkı söylemektir. Burada üslup önemlidir. Tabii, bu konuda söylenecek pek çok şey vardır. Ancak daha fazlasına yerimiz müsait olmadığı için bugünkü yazımızı da böylece noktalıyoruz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Tecavüze uğramış bir kadınla bilerek evlenmek caiz midir?
Tahsin D.
Böyle birisiyle evlenmenizde dinen bir sakınca yoktur. Önemli olan, nikáhtan sonra eşlerin birbirlerine sadakat göstermeleridir.
Annem 85 yaşında. Her abdest aldığında yelleniyor. Bu bir özür olarak kabul edilebilir mi?
Kamuran KURMUŞ
Abdesti bozan herhangi bir şeyin bir namaz vakti kesilmeden devam etmesi halinde kişi özürlü sayılır. Annenizin bu durumu her an devam ettiğinden namazını o şekilde kılabilir. Namaz vakti çıkınca abdesti bozulmuş olur. Yani, her namaz vakti için ayrıca abdest alması gerekir.
Diğer İslam ülkelerinde de mevlit okutma geleneği var mıdır?
Şener AYKULTERİ
Bazı İslam ülkelerinde bizim mevlidimizden farklı Arapça mevlitler okutulmaktadır. Ancak bizim kadar yaygın değildir. Mevlit, Peygamberimize olan sevginin ve bağlılığın ifadesi olarak okutulmaktadır. Bu bir dini yükümlülük değil, gelenektir.
Bir kardeşim var, ne yazık ki çevresindekilere, Allah’a küfretmeye başladı. Psikiyatra götürdük, bunun bir akıl hastalığı olduğunu söyledi. Kardeşim bu küfürlerinden ötürü günahkár mıdır?
Müfit BAYKAL
Akıl hastalarının dini yükümlülükleri olmadığı gibi, sorumlulukları da bulunmamaktadır. Dolayısıyla kardeşinizin bu eyleminden dolayı bir günahı söz konusu olmaz. Acil şifalar diliyorum.
Ay hali olan bir kadınla cinsi ilişkide bulunan kişi ne yapmalıdır?
İsimsiz
Ay hali ve lohusa olan bir kadınla cinsel ilişkide bulunmak hem erkeğe, hem de kadına haramdır. Bunu yapanlar tövbe edip bir daha yapmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2006
TAKIYYE; korunmak, sakınmak, saklamak anlamına gelir. Terim olarak; bazı insanların şerlerinden korunmak için inancın saklanması, gerçekte benimsemiş olduğu görüş ve kanaatinin aksini izhar etmesi, karşı tarafa aynı inanç ve düşüncede imiş gibi görünmesi demektir. Takıyyenin hangi durumlarda dinen geçerli bir davranış olabileceği hususunda İslam bilginleri birtakım kurallar geliştirmişlerdir.
Mesela kişinin canı, malı, ailesi ve ülkesi kesin veya muhtemel tehlikelerle karşı karşıya kaldığında takıyye yapması meşru olur. Buna delil olarak İslam tarihindeki şu hadise gösterilmektedir. Aslen Yemenli olan Ammar B. Yasir’in babası ve annesi, ebedi nura kavuştukları için Ebu Cehil tarafından işkence yapılarak öldürülmüşlerdi.
* * *
Ammar da bayılıncaya kadar dövülmüştü. Bu insanlık dışı davranışlar sonucunda onların tekliflerini kabul ederek putları hayırla anmıştı ve böylece hayatını kurtarmıştı. Ancak bu durumdan fevkalade üzüntü duyan Ammar, hemen Peygamberimize koşmuş ve imanında zerre kadar bir değişiklik olmadığını arz etmişti. Hz. Peygamber, "Bunda bir beis(sakınca) yok. Böyle bir baskıya maruz kaldığında aynı şekilde davranabilirsin" demişti.
Bu olay üzerine Nahl Suresi 106. Ayet’in indirildiği müfessirlerce kaydedilmiştir: "Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan kimse hariç inandıktan sonra Allah’ı inkár eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır."
Ayrıca Ali İmran Suresi 27. Ayet’te de bu konuya şöyle değinilmektedir: "Müminler, müminleri bırakıp da káfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah’a olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başka." Burada kişinin yaygın olarak farklı görünmesi değil, muhtemel bir zarara karşı önlem almak üzere sergilediği söz ve davranışları ile gerçek inanç ve düşüncesini gizlemesi söz konusudur. Bu bir zorunluluk halidir.
Takıyye, Şii fırkalarda özellikle İsnaaşeriyye’de dini bir prensip, bir inanç esası olarak kabul edilmektedir. Onlara göre, takıyye vaciptir ve onu terk etmek bir ibadeti terk etmeye denktir. Cafer-i Sadık, "Mümine karşı takıyye yapmak şirktir. Münafığa karşı ise bir ibadettir. Emirlerle (devlet yöneticileriyle) bir araya gelip kaynaşın; ama içten onlara karşı çıkın" diyerek takıyyenin sınırını göstermiştir.
Tabiatıyla İslam’ın ilk yüzyıllarında meydana gelen iç savaşlar sonucu, bilhassa Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in şehit edilmeleri, Şiiler (Hz. Ali taraftarları) için zor durumlar meydana getirmişti. Emeviler, Arap dünyasını Şam’dan yönetmeye başladılar. Takipçiler dört bir tarafa dağılarak Hz. Ali taraftarlarını izlemeye koyuldular.
Yakaladıkları Şiileri, Hz. Ali ve ailesine hakaret ederek sınavdan geçiriyorlardı. Buna dayanamayıp Şiiliğini açığa vuranları ölümle cezalandırıyorlardı. Canlarını kurtarmak için Şiiler "takıyye" ilkesine dört elle sarıldılar. Buna göre; düşmanın eline düşen, kendini kurtarana kadar inancını inkár etme hakkına sahipti.
Uzun yılların ürünü baskı ve ezilişin sonucu olarak benimsenen ve bir savunma biçimi olan takıyyenin, kendi mezheplerinden olmayan Müslümanlara karşı hele ortada bir tehlike söz konusu değilken uygulanmasını onaylamak mümkün değildir. Nitekim bu tür uygulamayı çok önemli Şii alimleri de kabul etmemiş, "Takıyye Müslümanlar ile müşrikler arasındadır. Müslümanlar arasında olmaz" demişlerdir. Humeyni de muhtelif beyanlarında "Artık takıyye dönemi kapanmıştır; çünkü takıyye geçmişte Emevi zulmüne karşı yapılmıştı. Bugün uygulanmasına gerek yok" demiştir.
* * *
Sonuç olarak söylemek gerekirse, takıyye kişinin kendisi, ailesi, milleti ve ülkesi için tehlike söz konusu olduğunda meşruiyet kazanır. Makul sınırları aştığında ve devamlılık eğilimine gidildiğinde, yani bir huy, bir alışkanlık haline getirildiğinde karakter bozukluğuna yol açar. İnsani münasebetlerde güveni sarsar.
Bunun ise İslami ilkelerle bağdaşması mümkün değildir. Günümüzde takıyyenin çokça yaygın olduğu söylenebilir. Hele baskı rejiminin olduğu ülkelerde kişilerin inanç, görüş ve kanaatlerini olduğu gibi göstermeleri mümkün değildir. İnanmadığı halde inanmış gibi görünenler bu tür rejimlerde çoğunluktadır.
İnsan haklarının, demokrasinin, din, vicdan ve ifade özgürlüğünün olmadığı yerde takıyyecilik kaçınılmazdır. Bırakın insanlar içlerini korkmadan, çekinmeden dışa vurabilsinler. Tarih boyunca içi başka dışı başka riyakár, ikiyüzlü, samimiyetsiz insanlardan ülke çok zarar görmüştür.
SORALIM ÖĞRENELİM
Tövbe namazı diye bir namaz var mıdır?
Dursun DEĞİRMENCİ/KONYA
Tövbe, insanın işlediği günahtan dolayı pişman olması, Allah’tan af ve mağfiret dilemesi ve bir daha yapmamasıdır. Tövbe için namaz kılmak gerekmez. Onun zaman ve mekánı da yoktur. Ancak abdest alıp iki veya daha fazla rekat namaz kıldıktan sonra tövbe etmesi müstehap (güzel) sayılmıştır.
Bir ayette, "Allah arşa kuruldu" denilmektedir. Zaman ve mekándan münezzeh olan Allah nasıl olur da bir mekánda oturur?
Salime GURUBA/KASTAMONU
Ayette geçen "İsteva" kelimesi Arap dilinde hem kuruldu, hem de kapladı anlamına gelir. Ayetin anlamı şudur: Allah dünya ve ahiret mülkünü nüfuzu ve tasarrufu altında tutmaktadır. Zaten ayetin son ibareleri Allah’ın kudretinin genişliğini anlatmak suretiyle bu anlamı kuvvetlendirmektedir. Nitekim dilimizde de falanca "Şuraya kuruldu" sözünden oraya hákim olmak, kontrolü ele geçirmek manasını anlarız.
Kredi ile (mortgage) ev alabilir miyim? İmkánlarım ancak bu şekilde ev alabileceğimi gösteriyor.
Salih DURUKANOĞLU/İSTANBUL
Kredi ile ev almanızda bir sakınca yoktur.
Kayıp eşya bulan kimsenin ne yapması lazım?
Gülcan KOÇ/ANTALYA
Kayıp eşyayı bulduğu yerde, uygun kitle iletişim araçlarıyla ilan eder. İlan sonunda sahibi çıkarsa ona verir. Sahibi çıkmazsa fakirlere dağıtır. Eğer kayıp eşyayı bulan fakirse ve ilan sonrası sahibi çıkmazsa buluntu eşyadan faydalanabilir.
Kooperatiften kura yoluyla dairemiz belirlendi. Dinimizde kura caiz midir?
Mahmut COŞKUN/ANKARA
Kura, herhangi bir konuda ilgililer arasında tercihi gerektiren bir sebep bulunmadığı hallerde konunun çözümü için başvurulan meşru bir yoldur.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2006
BUGÜNKÜ sohbetimizde eski devlet adamlarımızdan değerli bir zatın tarafıma ilettiği bir soruyu cevaplandırmaya çalışacağız. Soru şu: Kuran, hafızın sesini dinlemek için mi inmiştir? Öz dilimizle namaz kılamaz mıyız ve dua edemez miyiz? Kuran tercümesi, Kuran yerine geçer mi?
Aslında bu konu birkaç yıl önce başkanlığım döneminde tartışılmış ve gerekli cevaplar verilmişti. Ancak, hafıza-i beşer nisyan ile malul olduğundan sütunumuzun elverdiği ölçüde bu konuya değinelim.
* * *
Kuran-ı Kerim sadece aşır olarak okunmak veya dinlenmek için değil; daha öncelikli ve önemli olarak anlaşılmak ve dünya-ahiret mutluluğuna erişilmek üzere indirilmiştir. Kuran, bütün insanlığın ebedi ilmi ve yegáne saadet kaynağıdır. İnsanlık boğulduğu karanlıktan ancak bu ilahi meşalenin kutsal ışığı sayesinde kurtulacaktır. Muhammed İkbal bu ışığa karşı gözlerini kapayanları ağır bir dille eleştirmiştir. Bir şiirinde şöyle der:
"Ey Müslüman! Sen hálá dindarlık taslayan, ilim ihtikárcılığı yapan, kendisine hiçbir şahsiyet payı ayırmadan başkalarını şuursuzca taklit eden zavallı bir zümreye esir bulunuyorsun. İki cihan saadetinin yegáne kaynağı olan mukaddes kitabına karşı ne yazık ki bütün ilgin kesilmiş gibidir. Ancak, öleceğinde, kolayca ölmen için Yasin-i Şerif okuyorlar.
Ah! Ne kadar acıklıdır ki Barigah-ı Kibriya’dan sana hayat ve kuvvet vermek için inen o mübarek kitap, demek yaşaman için değil de kolayca ölmek ve hayat sahasından hazin bir surette silinmekliğin için okunuyor öyle mi?"
Evet, Kuran okunmalı, anlaşılmalı ve yaşanılmalıdır. Kuran’ın çağrısı tüm insanlara yönelik olduğu için, değişik dillere çevrilmesi ve anlaşılır tefsirlerinin yapılması gereklidir, şüphesiz buna da büyük ihtiyaç vardır.
Fakat şu unutulmamalıdır ki, hiçbir tercüme aslının yerini tutmaz ve her bakımdan aslına uygunluk arz etmez. Çünkü tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmektir. Halbuki, bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken ifade ve metinlerin manalarını ve inceliklerini tam olarak aktarmak mümkün olmamaktadır. Çünkü, gerek dillerin yapı ve edebi sanatlar yönünden farklılığı, gerek çevirmenin kapasitesinin yetersizliği, tam bir çevirinin ortaya konulmasını zorlaştırmaktadır.
Ayrıca, bu dillerin ve bu dilleri konuşan kişilerin kendilerine has anlatım ve üslupları, duygu ve heyecanları vardır ki bunların başka dillerde kelime ve ifadelerle anlatılması mümkün değildir. Bu nedenlerle Kuran çevirilerine "meal" tabiri yaygın olarak kullanılmaktadır. Meal, bir şeyin özü, hülasası, varacağı sonuç demektir. Yani çevirmenin Kuran lafzından anladığı şeydir. Dolayısıyla hiçbir meal, ne kadar mükemmel olursa olsun Kuran hükmünde değildir. İyi anlaşılır olması için güvenilir tefsirlere başvurulması gerekir.
* * *
Kuran’ın namazda Türkçe mealinin okunmasına gelince; bilindiği gibi Kuran hem lafız (söz) hem de manadan ibarettir; hem Kuran’ın belirlemeleri hem de Hazreti Peygamber’in açıklama ve örnekleriyle kesin ve sabit bir farz olup namazda kendi özgün dilinde okunmasıyla yerine getirilir. Şüphesiz bir Müslüman’ın en azından namazda okuduğu Kuran-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi, namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve zor da değildir.
Namazın ihmal ve tehir edilemeyeceği dikkate alınarak Kuran’ın asıl lafzını okuyamayanların, öğreninceye kadar tek başına namaz kılarken mealiyle kılması mümkündür. Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Dua, kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır, bunun herkesin kendi diliyle yapılmasından daha tabii bir şey olamaz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Kıskanç biriyim, günah işlemiş oluyor muyum?
Fahrettin/KARS
Kişinin eşini, çocuklarını ve sevdiklerini kötülüklerden korumak için titizlik göstermesi güzel bir şeydir. Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: "Allah kıskanç kullarını sever." Ancak, kıskançlıkta aşırıya gitmek, vehme ve yersiz endişelere kapılmak hem psikolojik bakımdan hem de aile saadeti açısından zarar vericidir, bundan kaçınılmalıdır.
Zalim bir insanın arkasından konuşmak gıybet sayılır mı?
Nuri D./NEVŞEHİR
Kuran’da şöyle buyurulmaktadır: "Allah kötü sözlerin açıkça söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan hariç." Yani, zulme maruz kalan kişi zalimin arkasından konuşabilir, ilgili mercilere şikáyette bulunabilir, bu onun tabii hakkıdır. Ayrıca, zalimlerin şerrinden insanları sakındırmak için onların zulümlerini teşhir etmekte bir sakınca yoktur, gıybet de sayılmaz.
Teheccüd namazı hakkında bilgi verir misiniz?
Dursun KAYA/KONYA
Teheccüd, bir süre uyuduktan sonra gecenin bir bölümünde kalkıp ibadet etmek anlamına gelir. Teheccüd, Peygamberimize farz kılınmıştır. Bizim için ise sünnettir. Kişinin uykusunu bölerek, her türlü gösterişten uzak Rabbiyle baş başa kalması ve yakarışta bulunması büyük bir manevi hazdır.
Yakında evleniyoruz, gerdek gecesi yapacağımız bir dua var mı?
Metin/İSTANBUL
Gerdek gecesi Allah rızası için iki rekat namaz kılınır ve şu ayet meali okunur: "Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin sevinci çocuklar lütfet ve bizi takva sahiplerine önder kıl." Bundan sonra "Allah’ım! Şeytanı bizden ve nesillerimizden uzak tut" diye dua edilir.
Dubai’deydim, Afrikalı birisi namaza başlarken Allah-u Ekber yerine Allah-ül Kebir diyordu, bu doğru mudur?
Yusuf ERDEM/İSTANBUL
Allah-ül Kebir de Allah büyüktür anlamına gelmektedir, dolayısıyla bir mahzuru yoktur.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2006
ÜLKEMİZDE, üzerinde en çok konuşulan ve tartışılan konulardan birisi de laikliktir. Laiklik kavramı, Batı orijinli bir kavramdır. Batı’da kilise ve kralların menfi tutumuna aksülamel olarak ortaya çıkmış bir anlayıştır. Sözlükte, din ve ruhban sınıfından olmayan kişi anlamlarına gelen "laik" terimi, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra yaygınlaşarak gündeme gelmiştir.
Böylece egemenlik kraldan halka geçmiş, dolayısıyla kilisenin din istismarına da son verilmiştir. Ortaya çıkan laik devlet anlayışı, din ile devlet işlerinin aynı kurumlar eliyle yürütülmesi, din ve vicdan hürriyetinin teminat altına alınması temeline dayandırılmıştır.
* * *
Siyasi, felsefi ve hukuki anlamları olan laikliğin pratiğe dönüşmesi, yani uygulama biçimi her ülkede kendi tarihi ve sosyal şartları çerçevesinde şekillenmiştir. Dolayısıyla, ülkelerin anayasalarına bu ilkenin yansıması da değişkenlikler arz etmektedir. Mesela, Fransa’da kilise ile devlet işleri tamamen ayrılırken, İngiltere’de kral veya kraliçe, siyasi iktidarı olduğu gibi dini iktidarı da simgeleyen bir yapı olarak korunmuştur. ABD’de ise daha farklı bir uygulama söz konusudur.
1937 yılında Anayasamıza giren laikliğin bizdeki uygulaması da ülkemizin tarihi ve sosyal şartlarının bir sonucu olarak "nevi şahsına münhasır" özellikler arz etmektedir. Laiklik ilkesinin Türk toplumunu İslam’dan uzaklaştırdığı yolundaki iddialar temelsizdir. Hemen ifade etmek gerekir ki; laiklik dinin yok olduğu, kutsal değerlerin insan yaşamı için anlam ve işlevini yitirdiği, hatta dini örgütlenmenin bittiği anlamına kesinlikle gelmemektedir. Laiklik; din ve devlet kurumlarının rollerinin ayrışması, bireylerin dini ve vicdani kanaatlerine müdahale edilmemesi anlamına gelir.
Bugün modern toplumlarda laiklik, din ve vicdan hürriyetinin teminatıdır. Din gibi kutsal bir duygunun istismarının önlenmesinin de garantisidir. Nitekim, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, "Laiklikten dinsizlik anlamı çıkartmak isteyen bezirgánlara fırsat vermeyeceğiz" demiştir. Hatta Atatürk’ün şu sözü, ülkemizde uygulamasını istediği laiklik anlayışını tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. O diyor ki, "Laiklik sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Dindarın, din ve ibadet hürriyetini tekeffül etmektedir, yani güvence altına almaktadır".
Evet, laikliğin ideal bir şekilde uygulandığı ülkelerde, dinin istismarının büyük ölçüde önüne geçildiği ve dine büyük saygınlık sağlandığı görülmektedir. Ancak her şeyin istismar yapıldığı gibi laikliğin de istismarı yapılabilmektedir.
Zaman zaman ülkemizde laiklik konusunda kutuplaşmalar, zıtlaşmalar yaşanmaktadır. Laik-antilaik tartışmaları yapılmaktadır. Laiklik bir kesim tarafından din düşmanlığı, diğer bir kesim tarafından da dini değerlere topyekûn karşı olmak gibi algılanmaktadır. Bu, yanlış bir anlayıştır. Aslında laiklik, devletin bir vasfıdır. Devlet "laik" olur fakat insan "laik" olamaz. İnsan ya inanır, ya da inanmaz. Bu tamamen insanın vicdani bir sorunudur.
Laiklik, devletin dinler karşısında "nötr" olmasıdır. Anayasamızın 24. maddesinde, "Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. İbadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dini inanç ve kanaatinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz" hüküm yer almıştır. İşte, bu laikliğin sonucudur.
* * *
Dinimizde de en geniş anlamda din ve vicdan hürriyeti vardır. Kuran-ı Kerim’de buyuruluyor ki: "Dinde baskı ve zorlama yoktur." (Bakara, 256).
"Onlara öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onlara baskı yapan bir zorba değilsin." (Gaşiye, 21-22).
"Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun, 6).
Bu ayetler ve tarih boyunca ortaya konan uygulamalar, İslam’ın din ve vicdan özgürlüğüne verdiği önemin açık delilidir.
Günümüzde zaman zaman devlet-din ilişkilerinde rahatsızlıklar gözlenmektedir. Halbuki ne devletin vatandaşlarına, ne de dinin, özellikle İslam’ın müntesiplerine; ferdi anlamda mutluluk, içtimai manada adalet ve huzur sağlamaktan başka bir amacı yoktur. Bu tür rahatsızlıkların sebebi ne devlet, ne de din olmayıp, dini mesajları ve devletin önemini doğru kavrayamayan dindarlar veya dine gereken önemi vermeyen idarecilerdir. Yani rahatsızlıkların sebebi müesseseler değil, bunların yetkilileridir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Hz. Peygamber "Borç almaktan Allah’a sığınırım" diye bir duada bulunmuş mudur, bulunmuşsa neden?
Ömer TANRIKULU/İSTANBUL
Hz. Aişe’den gelen bir rivayette, Peygamberimiz şöyle dua ederdi: "Allah’ım! Kabir azabından sana sığınırım, Mesih Deccal’in fitnesinden sana sığınırım, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım. Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım." Hz. Aişe devamla diyor ki: "Birisi kendisine ’Borçtan ne de çok sığınıyorsun’ diye sordu. Peygamberimiz ’İnsan borçlandığı zaman söz söyler de yalan uydurur, söz verir fakat sözünde durmaz’ buyurdu." Borç, tabii ki kul hakkıdır ve ağır bir şeydir.
Cinsel ilişki sırasında eşim tatmin olmuyor ve etkilenmiyor. Bu durumda yine de boy abdesti alması gerekir mi?
A.GENÇ
Cinsel ilişkide bulunan kadın ve erkekten herhangi biri orgazm olmasa bile boy abdesti almak gerekir.
Geçen gün güneş tutulduğunda cemaatle namaz kılındı. Bunun dinimizde yeri var mı?
Efdal ÖMÜR/İZMİR
Güneş tutulduğu zaman iki rekat cemaatle namaz kılınır. Nitekim, Peygamberimiz güneş tutulduğunda mescide girer, ezansız ve kametsiz iki rekat namaz kıldırırdı. Ay tutulduğunda ise namaz cemaatle kılınmaz, herkes evinde tek başına kılar. Bu da sünnettir. Hz. Peygamber, bunlarla ilgili bir hadiste şöyle buyurur: "Güneş ve ay hiç kimsenin ölümü veya hayatından dolayı tutulmaz. Bunu görünce namaz kılın ve Allah’a dua edin."
Namazda ayakta durabiliyorum, ancak rüku ve secde yapamıyorum. Ayakta ima ile namazımı kılabilir miyim?
Hasan TURAN/ADANA
İma ile ayakta namazınızı kılabilirsiniz. Ancak, oturarak kılmanız daha iyi olur.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2006
İSTANBUL’dan bir okuyucumuz, Kuran-ı Kerim’de "en şerefli varlık" olarak vasıflandırılan insanın, Ahzab Suresi 72. ayette "çok zalim ve çok cahil" olarak nitelendirilmesini anlayamadığını belirterek bizden bu konuda bir açıklama yapmamızı istiyor. Konuya girmeden önce şunu ifade edelim ki, Kuran insanı bütün cepheleriyle ele alır ve muhataplarını bilgilendirir. Bir taraftan insanın varlık álemi içerisindeki üstün mevkiini, izzet ve şerefini belirtirken, diğer taraftan olumsuz yönlerini anlatır. Bundan amaç, dikkat çekmek ve caydırıcılık görevi yapmaktır.
* * *
Kuran’da 60’ı aşkın ayette insandan ve onun özelliklerinden söz edilmektedir. Bu ayetlerde insan, "en şerefli varlık, ilahi ruhu taşıyan, hakkın halifesi gibi" sıfatlarla övülürken, diğer taraftan "aceleci, zayıf, kıskanç, nankör, riyakár, başa kakan, tartışmacı, cimri, kibirli, kaba, azgın, hasetçi, zalim, cahil" gibi sıfatlarla da aşağılanmaktadır. Fakat bu olumsuzluklar insanın asıl hakikatini değiştirmez. Bu pürüzleri gidermek için mücadele etmek zorunluluğu vardır. Hz. Peygamber, hayatı boyunca bu pürüzleri ortadan kaldırmak ve insana insanlığını öğretmek için çaba göstermiştir.
İnsanın zalim ve cahilliğine gelince; Ahzab Suresi Ayet 72’de şöyle buyurulur:
"Biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik; ama onlar bunu yüklenmek istemediler. Ondan korktular ve onu insan yüklendi. Şüphesiz insan çok zalim, çok cahildir."
Yüce Allah, insana o derece şeref bahşetmiş, ona o kadar yüksek kabiliyetler ihsan etmiştir ki, başka hiçbir varlığın yüklenmeye cesaret edemediği emaneti insan yüklenmiştir. Gökler, yerküre ve dağlar hepsi bu emaneti taşımaktan aciz kalmışlar, ancak insan bu ağır yükü taşıma kudretini göstermiştir. Sahip olduğu maddi ve manevi üstünlüğün farkına varmayıp, dağa, taşa, ağaca, yıldıza, aya, güneşe baş eğen, kendine zulmetmiş ve cahillik göstermiş olmaz mı? İşte ayette verilmek istenen mesaj budur.
İnsan, Allah’ın yeryüzüne tayin ettiği halife, en güzel biçim üzere yaratılmış varlıktır. Yeryüzünde olanların hepsi onun için var edilmiş ve onun emrine, istifadesine amade kılınmıştır. Kuran diyor ki: "Hayvanlara tapanlar bilsinler ki, Allah hayvanları insanlar için yaratmıştır. İnsanlar onların derileriyle ısınırlar ve daha birçok faydalar sağlarlar." Kuran’ın bu açık beyanına rağmen, hayvanlara tapan insan zalim ve cahil olmaz mı? Yine Kuran diyor ki: "Gece ve gündüz, güneş, ay ve yıldızlar Allah’ın emriyle sizin emrinize amade kılınmıştır." Şu halde güneşe ve yıldızlara tapanlar da zalim ve cahildir.
İnsanlar içerisinde denizlerin azametine boyun eğenler varsa bilsinler ki, "Allah denizi insanlara hizmet için yaratmıştır. Onlar gevrek etler çıkarıp yerler. Türlü türlü mücevherler çıkararak onlarla süslenirler. İnsan yapısı olan gemiler, denizleri bir uçtan bir uca geçerler ve Allah’ın lütfundan faydalanırlar". Bu durumda denize ve içindekilere tapanlar da zalim ve cahil değil midir? İnsanlar içinde ağaçlara ve ateşlere tapanlar varsa bilsinler ki, "Allah insanlara yemyeşil ağaçlardan alevler vücuda getirir ve insanlar onları yakarlar". Şu halde ağaca, ateşe tapan insanlar zalim ve cahil değil de nedir?
Bütün káinat insan için yaratılmış ve ona hizmet etmektedir. O, emrine ve hizmetine verilmiş eşyaya egemen olacak yerde sanki kendisi eşya için yaratılmış ve onun emrinde imiş gibi hareket etmesi, onun mevkiini alçaltmaktan başka bir şey değildir. Kuran’ın "çok zalim ve cahil" diye tarif ettiği insan da budur. Zulüm ve cehaletten kurtulan insan için bu şekilde harekete imkán yoktur. O, kendi kıymetini bilir, yüksek şeref ve haysiyetinin farkındadır ve Allah’ın kendisine lütfettiği maddi ve manevi kuvvetlere güvenerek yerde ve gökte ne varsa hepsinden faydalanır. Yüklendiği ağır emanetin bilinci içerisinde Allah’a, çevreye ve insanlığa karşı olan yükümlülüklerini yerine getirir.
* * *
Şirazlı Sadi’nin dediği gibi: "Bulut, rüzgár, ay, güneş, gökler senin için işlemektedir. Ta ki eline aldığın bir ekmeği gafletle yemeyesin. Bütün álem sana hizmet ederken, senin yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmemen insafa sığar mı?"
İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir. İyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan onun sayesinde "eşref-i mahlukat (yaratılmışların en değerli ve şereflisi)" olur. Hakkını vermezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, nefsine uyarsa Tin Suresi’nde de ifade edildiği gibi "aşağıların aşağısı"na yuvarlanır. İşte bu yüzden; emanet, insandan başka bir varlığın yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür ve önemlidir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Grip olan bir insanın camiye gitmesi doğru mudur?
Burhan POLAT/ANKARA
Peygamberimiz, insanları rahatsız etmemek için soğan ve sarmısak yiyenlerin camiye gitmemelerini öğütlemiştir. Binaenaleyh, grip olan bir kimsenin etrafa hastalık bulaştırmaması için camiye gitmemesi, namazını evinde kılması doğru olur.
Namaz kılarken niyette "durdum kıbleye" demek zorunda mıyız?
Muhyettin KAYA/ANKARA
Niyet, içten yapılır. Dil ile de söylenebilir. Kıbleye dönüldüğüne göre "durdum kıbleye" denilmesine gerek yoktur.
Yurtdışında yaşayan bir Türk vatandaşıyım. Her ne zaman İsm-i Azam duasını okusam huzur duyuyorum. Bu duanın Türkçe anlamını yazar mısınız?
Aydın ERTAN
Dua kitaplarında çeşitli şekillerde İsm-i Azam duasına rastlanır. İsm-i Azam, "en büyük isim" anlamına gelir. Bu konuda farklı görüşler vardır. En doğrusu; Allah’ın isim ve sıfatlarını içinde bulunduran Allah lafzıdır ki, buna zat ismi de denilir. İsm-i Azam’ı dua mecmuaları arasında aramaya gerek yok. İhlas ve samimiyetle yapılan duaları yüce Allah kabul eder. Nitekim Kuran-ı Kerim’de "Dua edin, ben kabul edeyim" buyurmuştur. Kaldı ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Allah ism-i şerifi, İsm-i Azam’dır.
Kuran’da hangi duanın kabul edileceğini söyleyen bir ayet var mı?
Semahat YILMAZ
Enbiya Suresi Ayet 87’de Yunus Peygamber’in yakarışından söz edilmektedir. Yunus Peygamber, dinini kabul etmeyen kavmine öfkelenerek onları bırakıp gitmişti. Sonra da O’nu balık yutmuştu. O balığın karnında şöyle dua etti: "Senden başka ilah yoktur. Seni tesbih ederim. Şüphe yok ki ben zalimlerden oldum." Bunun üzerine ayetin devamında, "Biz onu üzüntüden kurtardık, böylece müminleri de kurtarırız" deniyor. Hz. Peygamber, "Bir Müslüman herhangi bir konuda bu duayı yaparsa Allah onun duasını kabul eder" buyurmuştur.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2006
YÜCE Peygamberimizin dünyayı onurlandırmalarının yıldönümü, her yıl olduğu gibi bu yıl da bütün İslam áleminde yüksek bir idrakle kutlandı. Bu kutlamaların, karikatür krizinin sıcaklığını muhafaza eden bir döneme rastlaması, 1.5 milyarlık Müslüman dünyasını O’nun sevgisinde ortak titreşimle yeniden bir araya getirdi.
Müslümanlar nazarında özel bir değere sahip olan kutlu doğum hadisesi; Hz. Peygamber’in cihanşümul risaletini, yüce ahlakını ve Kuran’ın müşahhas tatbikatı sayılan eşsiz hayatını insanlığa anlatmak maksadıyla asırlardır İslam álemince "Mevlit Kandili" adıyla kutlanmaktadır.
* * *
Hz. Peygamber; 14 asır evvel böyle bir gecede insanlığın kararmış vicdanına, fosilleşmiş irfanına, çölleşmiş ahlakına ve taşlaşmış idrakine bir rahmet güneşi olarak doğdu. Hz. Peygamber’in doğuşu ve insanlığı aydınlatmakla görevlendirilmesi, Yüce Allah’ın insanlığa büyük bir lütfudur.
O; Kuran’ın beyanıyla; "Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için bir numune" (Ahzab, 21), "İnsanlar için şahit, müjdeleyici, uyarıcı, Allah yoluna çağıran bir davetçi ve yolumuzu aydınlatan bir ışık" (Ahzab, 45-46) olarak gönderildi. O’nun gelişiyle insanlık hiç değişmediği şekilde değişti, dünya hiç güzelleşmediği biçimde güzelleşti.
Bilgililerimiz bilgiyi, iyilerimiz iyiliği O’ndan öğrendiler. Ahlaklılarımız O’nun ahlakını örnek alarak yüceldiler. Kahramanlarımız O’nun ardından gidenler oldular. Mümkünsüzü sevgiyle mümkün kılanlarımız, muhabbetle aşılmaz dağları aşanlarımız, ilhamını O’ndan aldılar.
Hz. Peygamber her fani gibi aramızdan ayrılmıştır. Ancak ilahi kelamı şerh eden ve kıyamete kadar akıllarda kalacak olan bir sünnet bırakmıştır. 14 asrımıza hayat veren o rahmet denizi ve O’nun getirdiği ilahi mesaj; ilk günkü canlılığından, tazeliğinden, berraklığından, haklılar üstü haklılığından ve doğrular üstü doğruluğundan hiçbir şey yitirmedi. İnsanlığın muhtaç olduğu bütün esaslar, insani ve ahlakı değerler; O’nun getirdiği bu mesajda mevcuttur.
Buhranlar içinde kıvranan insanlık bu tebliğe bugün her zamandan daha çok muhtaçtır. Azgın çıkarcılığın kalpleri mühürlediği ve gözleri kör ettiği, hırs ve tamahın hayatı herkes için yaşanmaz hale getirdiği, savaş ve düşmanlıkların çoğaldığı, maddi menfaat ve değerlerin her şeyin üzerinde tutulduğu, terör, şiddet, zulüm, kin ve nefretin yaygınlaştığı günümüz dünyasında, insanlığın böyle bir rahmete şiddetle ihtiyacı vardır.
İnanmıyormuş gibi düşünüp, yaşayan ve didişen Müslümanların, öncelikle O’nu ve O’nun getirdiği ulvi prensipleri doğru okumaya, gerçek manada anlamaya ve algılamaya ihtiyacı vardır. Anlaşmazlığa düşenler ve anlaşmazlık sebebiyle birbirine uzak kalanlar, O’nun hakemliğine muhtaçtır. Aynı hataları yapa yapa asırların batağında başını kaldırmayan İslam áleminin, O’nun tekrar tekrar ikazına ihtiyacı vardır.
Tedbirlerimize cevap veremeyen yaralarımızın onun merhametine ihtiyacı vardır. Menzile muvaffak olmayan yollarımız ve yolcularımızın, O’nun rehberliğine ihtiyacı vardır. Bütün iddialarına rağmen asrımızın, kendisini O’nunla test etmeye ihtiyacı vardır.
* * *
Bizler, Hz. Peygamber’in açtığı manevi pencereden çağın adamı olarak Kuran’a, sünnete ve hayata bakmalı, Kuran’la çağın insanını buluşturmalıyız. Álemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın elçisini her yönüyle iyi tanımalı; O’nun yüce hayatını, ahlakını, fikirlerini öğrenmeli ve hayatımıza uygulamalıyız.
Bugünkü yazımızı merhum Akif’in şu sözleriyle noktalıyoruz:
"Medyum O’na cemiyeti, medyun O’na ferdi.
Medyundur O masuma bütün bir beşeriyet.
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret."
SORALIM ÖĞRENELİM
Hz. Peygamber’e Muhammed adını kim verdi, Peygamberimizden önce bu adı taşıyanlar olmuş mudur?
Sebiha YÜKSEL/İSTANBUL
Hz. Peygamber dünyaya gelince dedesi Abdülmuttalip O’nu kucağına alıp Kábe’ye götürmüş ve Muhammed ismini vermiştir. "Atalarınız arasında bu ismi taşıyanlar olmadığı halde neden torununuza bu ismi koydunuz?" diye soranlara Abdülmuttalip, "Yerde ve gökte övülsün istedim" diye cevap vermiştir. Araplar arasında Muhammed ismi yaygın olmamakla beraber, bu adı taşıyan bazı şahısların bulunduğu kaynaklarda geçmektedir. Bunlardan Medineli Muhammed B. Mesleme meşhurdur.
Başımıza takke takmadan namaz kılıyoruz. Bazı insanlar neredeyse taciz ediyorlar.
C. DURMUŞ
Erkeklerin başı açık namaz kılmasında dinen bir sakınca yoktur.
Elbisemin yakasında küçük bir resimli rozet var. Namazın olmaz diyorlar, doğru mu?
Celal KÜÇÜK/İSTANBUL
Karşıdan bakıldığında ne olduğu fark edilmeyecek kadar küçük olan canlı veya cansız şeylerin resmedildiği rozetle namaz kılmanın hiçbir mahzuru yoktur. Bunun aksine, karşıdan bakıldığında ne olduğu fark edilecek kadar büyük ve canlı resmi bulunan rozetle namaz kılmak caiz olmakla birlikte mekruh (nahoş) sayılmıştır. Namaz kılarken çıkarmanız daha iyi olur.
Dizlerimi bükemiyorum, yatakta uzanarak namaz kılabilir miyim?
Sait EREN/MALATYA
Yönünüzü kıbleye getirecek şekilde kendinizi ayarlayarak namazınızı ima ile ve uzanarak kılabilirsiniz.
Fatiha’dan sonra imam da "Amin" demeli mi?
Habip TURAN/ELAZIĞ
Namazda Fatiha okunduktan sonra imamın, cemaatin ve tek başına kılan kişinin "amin" demesi sünnettir. Bu hususta Peygamberimiz şöyle buyurur: "Fatiha’dan sonra melekler de amin der. Kimin amini, meleklerin aminine denk düşerse onun günahları bağışlanır."
Yazının Devamını Oku