Tasavvuf hakkında

OKUYUCULARIMDAN zaman zaman çok ilginç, ilginç olduğu kadar muhtevalı fakslar, mektuplar, e-postalar alıyorum ve bundan mutluluk duyuyorum.

Bu hafta da bir okurumuz, "tasavvufun tahribatından" söz eden bir mektup göndermiş. Hemen ifade etmem gerekir ki tasavvufçular hakkındaki olumsuz kanaatleri bütün sufilere teşmil etmek haksızlık olur. Hicri 4. asırdan sonraki tasavvufçular ile birinci, ikinci, üçüncü asırlardaki sufileri birbirinden ayırmak lazımdır.

Hicri 4. asırdan sonra tasavvufu meslek haline getirenlerin büyük bir kısmı, yaratıcı ile dünyayı aynileştiren ve dolayısıyla Allah ile insan arasındaki mesafeyi ortadan kaldıran "panteist" ve "monist" bir yaklaşım sergilemişlerdir.

Fakat birinci, ikinci ve üçüncü hicri asırlarda yetişen sufiler zalim halifelere, valilere ve hákimlere karşı cesurca tavır almış ve onları acı ve sert bir şekilde tenkit etmişlerdir. Örneğin, tarihte zalimliğiyle meşhur olan Haccac’ın Kufe’de yaptırdığı köşkü ziyaret eden Hasan-i Basri’nin şu sözleri dikkat çekicidir:

* * *

"Ey mağrur! Neler yaptırdığını gördük. Sonra ne olacak ey fasıkların büyüğü! Şunu bil ki gök halkı sana lanet okumakta ve dünya ehli senden nefret etmektedir. Zevale mahkûm olan bir köşk yaptırdın. Ama ebediyet köşkünü yıktın. Ve gurur dünyasına aldanarak ahirette zilleti kabul ettin."

Hasan-i Basri
bu sözleri söyledikten sonra Haccac’ın köşkünden ayrılırken şu nasihatte bulunmuştur: "Allah hakikati halktan saklamayıp onlara açmayı alimlerin boynuna borç kılmıştır."

Yine bu asırlardaki sufiler, Müslüman toplulukların İslam’a sımsıkı sarılmalarını, sünneti yaşatıp bidatlerden sakınmalarını öğütlemiş, sapık insanların sapkın fikirlerinden uzak durulması hususunda büyük çaba göstermişlerdir.

Cüneyd-i Bağdadi, "Allah’ı tanıyıp vuslata eren kişiden dini yükümlülükler sakıt olur (düşer)" diyen Batıni fırkasından bir kişiye şöyle cevap verir: "Senin bu sözlerin benim nazarımda affedilmeyecek derecede bir sapıklıktır. Hırsızlık ve zina edenler dahi bu gibi şeyleri söyleyenlerden temiz ve dürüsttürler. Bin sene yaşasam da ibadetlerden zerre eksiltmem. Meğer ki bu amellerin icrasına mani olacak mücbir bir sebep ola."

Bu devrin sufileri nefse işkence vermekten, ağır riyazetlerden, geceli gündüzlü ibadetten insanların uzak durmalarını sağlama hususunda büyük gayret göstermişlerdir. Mesela Zinnun-i Mısri, etrafındakilere şöyle seslenirdi: "Sakın Allah’ı bildiğinizi iddia etmeyiniz. Geceli gündüzlü ibadete bağlanıp dünya işlerini ihmal etmeyiniz. Tasavvufu kendinize sanat ve meslek edinmeyesiniz."

Görülüyor ki tasavvufu meslek ve sanat haline getirip şöhrete, şekilciliğe kapılmayı hoş karşılamamışlardır. Bunlar, insanların kalp dünyalarının hiçe sayılmasına karşı çıkmışlardır. Gerçeğin tümü sade duygularla kavranamaz. Çünkü duygularla edinilen bilgi, gerçeğin ilk safhasıdır. İnsan bu safhada kalmamalı, aksine hakikatin son safhası olan ve bilinçle izah edilemeyen aşk ve sevgi safhasına ulaşmalıdır.

Bu gönül ve muhabbet adamları İslam’ı yaymayı, ferdin manevi gelişimini, ruhi tekamülünü sağlamayı kendileri için görev bilmişlerdir. Onlar birer muhabbet abideleri olarak zihinlerde yer etmiş ve gönülleri fethetmişlerdir.

* * *

Yazımızı, kendisi de bir gönül adamı olan Yahya Kemal Beyatlı’nın sufilerin gönül álemini tasvir eden şu dizeleriyle bitirelim:

"O dem ki şevk ile taban olur gönül gönüle

Bila-irade şitaban olur gönül gönüle

Görünce ayine-i neşvesinde lahutu

Kemal-i vecd ile kurban olur gönül gönüle

Yeter hikayet-i halat-ı şems ü Mevláná

Ne rütbe mihr-i dırahşan olur gönül gönüle."

Bu dizelerin günümüz Türkçe’siyle anlamı şudur:

"O demde iradesizce ve şevkle gönül gönülün aynası olur ve birbirinin güzelliğini seyreder. Bu neşveyle o gönülün aynasından ilahi álemi görünce, tam bir buluş ve zevkle gönül gönüle kurban olur. Onun için artık Şems ile Mevláná’nın hallerini anlatıp durmak gerekmez. Güneş Mevláná’nın Şems’inden ibaret değil ki, gönül gönüle öyle bir parlak güneştir ki akıl almaz."

İşte, aklın almayacağı bu tür bir manevi seferde sevgi, gönül gönüle yegáne iman meşalesi olur.

SORALIM ÖĞRENELİM

Kuran’da geçen salat kelimesinin dua anlamına geldiği söyleniyor. Bu durumda namaz anlamı nereden çıkıyor?

Selami METE/ALMANYA

Salat, genel anlamıyla dua demektir. Özel anlamda ise namazı ifade eder. Çünkü namaz, duanın bütün çeşitlerini bir araya getiren ve toplayan bir ibadettir. En büyük dua, namazdır.

Osmanlı padişahları neden hacca gitmediler. Onlara hac farz değil miydi?

Sedat BAYRAM/ANKARA

O dönemde hacca gidip gelmek ayları kapsayacak şekilde uzun zaman alırdı. Hükümet merkezini aylarca boş bırakma durumunda karışıklıklar olabilir, devletin durumu tehlikeye girebilirdi. Bu endişelerle padişahlar hacca gitmemişlerdir. Bu hususta şeyhülislamların fetvaları da mevcuttur. Nitekim, padişahlardan Genç Osman hacca gitmeye niyetlenmiş, ancak bu niyetini öğrenen yeniçeriler tarafından hunharca bir şekilde katledilmiştir.

Kocam, çocuklarımıza katı davranıyor. Azarlıyor, aşağılıyor. Bu dinimizde günah değil midir?

S.Y./MANİSA

Elbette günahtır. Çocuğa sevgi ve şefkatle yaklaşmak gerekir. Bu hususta Peygamberimizin tavsiyeleri vardır. Ayrıca kendisi de güzel bir örnektir. Çocuğa katı, sert davranmak, ileride onlarda davranış bozukluğu, içe kapalılık, aşağılık duygusu ve korkaklık gibi istenmeyen durumlar meydana getirir. Bunlar da çocuğu olumsuz yönde etkiler ve hayatta başarısız kılar.

Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’ya Zahra ve Betül deniliyor. Bunlar ne anlama gelir?

Eyüp SIRAÇ/İSTANBUL

Zahra, ak, parlak; Betül de dünya sevgisinden kesilen ve Allah’a bağlanan anlamına gelmektedir.
Yazarın Tüm Yazıları