Mehmet Nuri Yılmaz

Birliğimize kurulan tuzaklar

7 Nisan 2006
TARİHİ ve kültürel kökleri itibarıyla zengin bir geçmişe sahip olan milletimiz, her dönemde ve her türlü olumsuz şartlara rağmen kendi bağımsız devletini kurup dünya milletleri arasındaki varlığını güçlü bir şekilde korumasını bilmiş, eşine az rastlanan milletlerden birisidir. Geçmiş dönemler ibretle incelendiğinde görülecektir ki; birlik ve beraberliğimizi koruduğumuz, milli ve manevi değerlerimize topyekûn sahip çıkarak ilmin ve aklın ışığında çalışıp, maddeten ve manen ilerlediğimizde daima yükselmiş, dünya milletleri arasında saygın bir yere sahip olmuşuzdur.

Birliğimizi sağlayan temel umdeler çözülüp tefrikaya, sen ben kavgasının içine sürüklendiğimiz dönemlerde ise geri kalıp pek çok sıkıntının içine düşmüşüzdür.

* * *

Özellikle İslam’la müşerref olduğumuz son bin yıllık geçmişimizde milletimizi ayakta tutan değerlerin başında hiç şüphesiz ki yüce dinimiz gelmektedir. Milletimiz, geçmişinden ve değerlerinden aldığı bu güçle çeşitli coğrafyalarda ilim, irfan ve medeniyet meşalesinin ateşlerini yakmış, insanlığa aydınlık yarınlar bırakan her türlü pozitif gelişmenin belirleyici aktörlerinden biri olmuştur.

Altı asra yakın bir süre üç kıtada cihana adalet ve fazilet örnekleri sunan bu millet, dünya milletlerinin dikkatlerini ve husumetlerini de üzerine çekmiştir. Bunu hazmedemeyen düşmanlarımız, içten ve dıştan her türlü gayretin içinde bulunmuşlardır. Bu durum, tarihin değişik dönemlerinde tekerrür etmiş ve günümüze kadar süregelmiştir. Gerçekleştirilmek istenen asıl hedef için, zamanımızda da bazı senaryoların yazılıp oynandığı gün gibi aşikárdır.

Geçmişte aleyhimizde cereyan eden tehlikeli girişimler, günümüzde bazen sinsi, bazen açık uygulamalarla ortaya konulmaktadır. Tarihi seyir içerisinde ve günümüzde bu hakikati belgeleyen birçok olaya şahit olmuş bulunuyoruz. Halen, vatanımızın bir bölgesinde olmak üzere son zamanlarda yoğunlaşarak artık açıkça bir kalkışma haline dönüşen terör olayları yeniden toplumumuzu rahatsız etmeye başlamıştır.

Geçmişte insanlarımızı sağcı-solcu diye kamplara ayıranlar, kardeşi kardeşe vurduranlar; bugün de kaderde ve tasada bir, vatanı bir, bayrağı bir olan, et ve kemik misali birbirine kenetlenmiş bulunan milletimizi "Türk-Kürt" diye ayırarak, "böl, parçala, yut" senaryosunu tekrar uygulamaya koyup emellerine nail olmak istemektedirler. Bu kör heveslerin yol açtığı olaylar neticesinde birçok masum insan terör kurbanı olarak hayata veda etmiş, vatanın ve ülkenin bölünmez bütünlüğü için kahraman vatan evlatları, güvenlik kuvvetleri şehit edilmişlerdir.

Bu hainane teşebbüsler, masum insanların hayatlarına kasteden vahşet tabloları elbette ki milletimizin engin sağduyusu ve devletimizin gücü karşısında yok olmaya mahkûmdurlar. Ancak, kaybolan insan hayatlarının, kaybedilen zamanın ve maddi kayıpların telafisi için harcanacak her çaba, sarfedilecek her emek ve zaman, Türk’ü ve Kürt’ü ile bizim çocuklarımızın geleceğinden çalınmaktadır.

Aynı dine ve millete sahip olan insanlarımız arasına fitne ve tefrika sokulmaya çalışıldığı bir ortamda ve ülkemizin içerisinde bulunduğu bu hassas dönemde, bütün vatandaşlarımıza her türlü hareketlerinde son derece dikkatli ve mutedil olmayı, sağduyulu davranmayı, birlik ve beraberliğimize, din kardeşliğimize zarar verecek davranışlardan uzak durmayı, fitneye sebebiyet verecek kışkırtıcı beyanlara itibar etmemeyi, fevri ve hissi davranışlardan hassasiyetle kaçınmayı tavsiye ediyoruz.

İslam dini, şiddet ve terör yoluyla insanlara fiili saldırıda bulunmak, işkence yapmak veya daha da kötüsü onların hayat haklarını ellerinden almak eylemlerinde bulunmayı men etmesi şöyle dursun; insanların şeref ve onurlarıyla oynamayı, haysiyetlerini rencide etmeyi, onlarla alay etmeyi, küçümsemeyi, hafife alıp hoşlanmadığı lakaplarla anmayı veya arkasından dedikodusunu yapmayı, kısaca insanlara manevi baskı ve şiddet uygulamayı bile yasaklamıştır.

Dinimize göre, "Müslüman, elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği, insanların her konuda kendisinden emin oldukları insan" olarak tarif edilmiştir.

* * *

Dolayısıyla İslam’la müşerref olan hiçbir mümin asla şiddete başvuramaz. O, merhamet, hak, adalet insanıdır. Onun imanı böyle bir şeye asla izin vermez. İslam, müminleri, hep merhamet ve af yönünü tercih etmeye çağırır. Şiddeti ve zulmü de daima telin eder.

Dinimiz sevgi, şefkat ve kardeşlik dini, peygamberimiz de sevgi ve merhamet peygamberidir. Bütün insanlığı, hatta bütün canlıları kuşatan yüce değerleri amaç edinen bir din, terör ve şiddetle bir arada bulunabilir mi?

Bugünkü yazımızı bir ayet mealiyle noktalayalım:

"Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış içine giriniz. Şeytanın adımlarını takip etmeyiniz. Şüphesiz, o sizin için açık bir düşmandır."

SORALIM ÖĞRENELİM

Taş düşürmek için bira içilebilir mi?

Fehmi TAN/İZMİR

Biranın idrar arttırıcı bir özelliği vardır. Ancak aynı özellik menba suyu, ıhlamur gibi içeceklerde de vardır. Görüşüne başvurduğumuz bazı doktorlar, biranın etil alkol içerdiği için idrar yolunda sıvı birikmesine yol açtığı ve dolayısıyla taş düşürme işini zorlaştırdığını ifade etmişlerdir. Taş kırma gibi modern tekniğin geliştiği günümüzde bu tür şeylere itibar edilmemelidir.

Mezar yaptırmak israf değil midir?

Fuat SEBEN/AFYON

Ölen bir kimsenin defnedildiği yerin kaybolmaması için basit bir mezarın yaptırılmasında dinen bir sakınca yoktur. Ancak büyük paralar harcayarak mezar yaptırmak israftır; ne ölüye, ne de diriye faydası vardır.

İmanı olup da ameli olmayan kimseye káfir denilir mi?

Safiye ER/İSTANBUL

Ehl-i sünnet anlayışına göre, amel (eylem) imandan bir parça değildir. Dolayısıyla herhangi bir sebeple ibadetini yerine getirmeyen kişiye káfir denilmez; ancak bu tür insanlar Allah’ın emrine uymadıklarından günahkár olurlar.

Peygamberimiz yanında silah bulundururdu. Dolayısıyla silah taşımak sünnettir diyorlar, doğru mu?

Atik DOĞRU/ERZURUM

Peygamberimizin yanında bulundurduğu zati eşyaları; tarak, ayna, misvak, kürdan, makas ve sürmedan (sürmelik) olarak kaydedilmektedir. İhtiyaç halinde mevzuata uygun olarak silah bulundurulabilir. Bunu sünnet diye nitelendirmeye gerek yok.

Nafile namaz sözü lüzumsuz anlamına mı gelmektedir?

Murtaza ŞAHBUL/İSTANBUL

Nafile; ziyade, artı anlamına gelmektedir. Farz namazlara ilave olarak kılınan sünnetler kastolunmaktadır.
Yazının Devamını Oku

İslam, kadını değerli kılmıştır

31 Mart 2006
BAZI kadın okuyucularımızdan aldığımız e-postalarda, İslam ülkelerindeki kadına yönelik uygulamalar (Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmalarına izin verilmemesi gibi) konu edilerek İslam’ın kadınlara gereken değeri vermediği yönünde kanaatler oluştuğu belirtilmekte ve bu konudaki düşüncelerimiz öğrenilmek istenmektedir. Şunu hemen ifade edelim ki; geçmişte olduğu gibi günümüzde de kadının toplumda hak ettiği ideal statüye kavuştuğunu söylemek mümkün değildir. Tabii ki bunun altında çeşitli siyasal, kültürel, ekonomik nedenlerle eksik ve yanlış dini anlayışlar yatmaktadır.

* * *

Kadının toplumda erkeklere oranla daha geri planda kalmalarını bir sebebe indirgemenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Ayrıca şurası da bir gerçektir ki bu dışlanma, yani kadınların toplumdan dışlanması, sadece İslam ülkelerinde değil, tüm dünyada bulunan bir husustur. Dolayısıyla bu sorun bütün insanlığın sorunudur.

Mesela, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Oxford’da, bundan daha birkaç yıl öncesinde, kadınların üniversitede eşit oranda temsil edilme fırsatından mahrum bırakılmaları ve üniversitenin erkek egemen bir yapılanmaya yönelmesinden dolayı kadınların gösteriler ve protestolar düzenlediğini hatırlıyoruz. Bu da bize medeniyetin beşiği kabul edilen bir toplumda bile kadınların ikinci plana itilebildiklerini göstermektedir.

Hz. Peygamber, tebliğ faaliyetinde ilk olarak toplumda ezilmiş olan kadının, erkekle eşit bir seviyeye gelmesi için çalışmış, toplumdaki eşitsizliği, adaletsizliği, haksızlığı gidermeyi amaçlamıştır. Şu unutulmamalıdır ki, kadının insan olarak kabul edilmediği bir toplumda İslam, kadın ve erkeğin eşit olarak yaratıldığını ve cinsler arasında hiçbir eşitsizliğin veya üstünlüğün olmayacağını ortaya koymuştur.

Mesela şu ayet bu açıdan ne kadar manidardır: "Ey insanlar! Sizi gerçekten bir erkek ile dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletler ve kabilelere ayırdık. Elbette Allah nezdinde en şerefli olanınız, ondan en çok sakınanızdır." (Hucurat, 13). Bunun yanı sıra Peygamberimiz de, "Hepiniz Adem oğullarısınız, Adem ise topraktandır" (Müslim, Ebu Davud) buyurarak insanlar ve cinsler arasındaki eşitliliği vurgulamış, kadın-erkek hepimizin aynı kökten yaratıldığımızı ve aramızda hiçbir eşitsizliğin olmayacağını açıkça belirtmiştir.

İslam, prensip olarak kadını dini, sosyal ve milli sorumluluklarda erkeklerle bir tutmuştur. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim, "Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz" buyurmuştur (Bakara, 187). Demek ki kadın ile erkek, hayatın vazgeçilmez ve birbirini tamamlayan iki parçasıdır.

Bazı İslam bilginleri, kadının toplumsal hayatta devlet başkanı ve hákimlik dahil bütün görevleri yürütebileceğini belirtmişlerdir. Görev verilirken cinsiyetten daha ziyade ehliyet ve liyakatin önemli olduğunu vurgulamışlardır.

İslam’ın kadına tanıdığı geniş haklar, maalesef lokal geleneklerin tesiriyle tam olarak hayata geçirilememiştir. Bunun tabii bir sonucu olarak da kadınlar, çoğu zaman yetki ve sorumluluk bakımından ikinci derecede işlere zorlanmışlardır.

Evin içi, kadının doğal ortamı sayılmıştır. Halbuki Peygamberimizin dönemine baktığımızda kadınların oldukça aktif faaliyetlerde bulunduklarını görürüz. Bu da bize kadınlarla ilgili yaygınlaşan kanaatlerin ne kadar yanlış olduğunu gösterir.

* * *

Bugün görünen odur ki, birçok ülke Müslümanlığı benimsemesine rağmen kendi geleneklerinden bütünüyle kurtulamamıştır. Tabiatıyla bu esnada din ve gelenek birbirine karışmıştır. Her ne kadar din, geleneği tamamıyla dışlayan bir anlayış içinde olmamış ise de, hiçbir zaman gelenek Kuran’ın koyduğu temel ilkelerin önüne geçmemelidir. Kadınlarla ilgili toplumda görülen yanlış anlayışların İslam’ın özünden değil, mahalli geleneklerden kaynaklandığı görülmektedir.

Takdir edilmelidir ki insan olarak kadın, Yüce Allah’ın ruhundan üflediği bir varlıktır. Eskilerin tabiriyle kadın, suni ilahi fabrikasının dokuma tezgáhıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Secde Suresi’nin 9’uncu ayetinde, "Sonra onu (insanı) şekillendirmiş ve kendi ruhundan üflemiştir" buyurmaktadır. Dolayısıyla kadının sadece cinsel obje olarak görülmesi, insanlık onuruyla bağdaştırılamaz.

İslam, kadını sadece cinsel bir nesne olarak değil, cinselliği de dahil olmak üzere, maddi ve manevi varlığıyla ele alıp onu onurlu bir mevkiye yükseltme gayesini gütmüştür. Ünlü düşünür Muhammed İkbal’in dediği gibi, bu konuda Müslüman toplumlarda görülen hatalar İslam’a mal edilemez.

SORALIM ÖĞRENELİM

Birisinden ödünç para istedim. Karşılığında evimde kira vermeden oturma şartı koydu. Bu dinen caiz midir?

Musa İZMİR

Ödünç, bir şeye karşılık olmadan Allah rızası için ihtiyaç sahibine verilmelidir. Sana şu kadar borç veririm, borcunu ödeyinceye kadar evinde kira ödemeden otururum gibi şartlı menfaat sağlamak, haramdır.

Mevlit okutmak dinen gerekli midir? Ayrıca mevlidin bir bölümünde kıbleye dönerek ayağa kalkmak doğru mudur?

Nemci TATAR/POLATLI

Mevlit okumak veya okutmak dini yönden yapılması gereken bir görev değildir. Mevlit, Peygamberimizin hayatının bazı safhalarını, ahlakını ve bir kısım mucizelerini anlatan lirik bir şiir türüdür. Doğum, ölüm, nikáh gibi çeşitli vesilelerle okunması ádet haline gelmiştir. İzleyenlerde Peygamber (A.S.) sevgisini tazelediği, dini heyecan uyandırdığı ölçüde faydalıdır. Veladet (doğum) bölümünde saygı ifadesi olarak dinleyenlerin ayağa kalkması ve kıbleye dönmesi bir gelenektir, dini mesnedi yoktur.

Başlık parası yüzünden evlenemiyoruz. Dinen doğru mu?

Z.F./DİYARBAKIR

Kız ailesinin (mihir dışında) kızları karşılığında her ne ad altında olursa olsun, karşı tarafı kendileri için para vermeye zorlamaları haramdır. Maalesef bu kötü ádet bazı bölgelerimizde hüküm sürmekte ve bu yüzden birtakım acıklı durumlar yaşanmaktadır. Peygamberimiz, "Evlenmeyi kolaylaştırınız" buyurmuştur.

Özürlüyüm. Oturduğum yerde namazımı kılıyorum. Namaza başlarken tekbiri ayakta almam gerekir mi?

Yunus AYDIN/ADANA

Başlangıç tekbirini ayakta almanız gerekmez. Oturduğunuz yerde tekbirinizi alıp öylece namaza durabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Kuran sadece Araplara mı indirildi

24 Mart 2006
BİR okuyucumuz, Şûra Suresi 7. Ayet’e atıfta bulunarak şu soruyu soruyor: "Kuran-ı Kerim’in, Hazreti Peygamber’e Mekke ve çevresindeki insanları uyarmak için Arapça indirildiğini söylüyor ve şunu da ilave ediyorlar: ’Kuran-ı Kerim yalnızca Mekke ve çevresindekiler için Arapça olarak indirilmiştir.’ Sonra nasıl oluyor da Kuran-ı Kerim’in hangi ayetleri bunun bütün dünyaya yayılmasını emrediyor ve bu din bütün dünyaya yayılıyor?"

Şûra Suresi’nin 7. Ayet’inde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kuran vahyettik."

Ayette geçen "çevresinde bulunanlar" tabirinden sadece Arapların kastedildiğini yorumlayanlar olduğu gibi, müfessirlerin büyük bir kısmı da İslam tebliğinin evrenselliğine dikkat çekerek burada bütün insanlığın söz konusu edildiğini savunmuşlardır.

* * *

Bilindiği gibi, en son din olan İslam aynı zamanda tüm insanlığın dinidir. İslam dininden başka bu nitelikte olan başka bir din gösterilemez. Mesela, Tevrat’ta Yahudiliğin evrensel olduğuna dair bir kayıt, bir işaret yoktur. Aksine, Allah’ın has kulları olan İsrailoğullarına mahsus bir din olduğu söylenmektedir. İncillerde de Hz. İsa’nın İsrailoğullarına gönderilmiş olduğu ifade edilmektedir. İslamiyet’e gelince; onu tebliğ eden Hz. Peygamber bir kavme, bir millete değil, tüm insanlığa gönderilmiştir. Böylece milli ve mahalli peygamberler dönemi kapanmış, yerine Kuran’ın alemşümul mesajlarını ileten bir peygamber gönderilmiştir. Bu hakikat bizzat Kuran’da ifade edilmiştir.

Allah şöyle buyurur:

"Ey Muhammed, biz seni ancak álemlere rahmet olarak gönderdik."

Diğer bir ayette:

"Ey Muhammed, de ki: Ey insanlar, doğrusu ben Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim." (A’raf 158)

Sebe Suresi Ayet 28’de:

"Ey Muhammed, biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurulmaktadır. Kuran-ı Kerim’in birçok yerinde bu mealde ayetler mevcuttur.

Aynı zamanda Hazreti Peygamber’in İslam’ı yayma ve genişletme faaliyetlerini evrensel nitelikli bu mesajlar doğrultusunda gerçekleştirdiği görülmektedir. Nitekim, Miladi 7. asrın başında Kızıldeniz’in doğu kıyısında doğar doğmaz muzafferani hareketlerle kuzeye, güneye, doğuya ve batıya çok kısa bir zamanda yayılmış ve o zaman bilinen dünyanın yarısına hákim olmuştur.

Abdullah Dıraz’ın da dediği gibi, tarihte benzeri olmayan bu hadise tarihçilerin merakını celbetmeye devam ettiği gibi, insanlığın alakasını durmadan çekmesini bilmiştir. Birtakım tarihçiler, İslam’ı Büyük İskender’in zaferleriyle mukayese ederek ona İlkçağ’da bir örnek bulmak için boş yere gayret sarf etmişlerdir. İskender’in fetihlerinin hızlı bir yayılma olduğu muhakkaktır. Ne var ki o, ne kafalarda ne de halkın örf ve ádetlerinde herhangi bir değişiklik meydana getirmemiş; İslam’ın gelişiyle de arkasında ufak bir iz bırakmadan tarihe karışmıştır. İslami yayılma, nüfuz ettiği gönülleri devamlı bir şekilde etkilemekle kalmamış, aynı zamanda ilk safiyeti ve sadeliği içinde tezahürüne imkán verdiği her yerde yayılmaya devam etmiştir.

* * *

Hz. Peygamber’in Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak tabiatıyla önce onlar ıslah ve irşat edilecek, sonra da onların aracılık ve örnek kişiliğinde diğer kavimler İslam iman ve ahlakına gireceklerdi. Kuran yalnız Arapların kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslam’ı asıl kaynağından öğrenme imkánı elde etmeleri için yüce kitabımızın başka dillere çevrilmesi zorunlu olmuştur. Günümüzde dilimize çevrilmiş birçok mealler vardır. Bunları okuyup anlayarak O’nun ışığından yararlanmak her Müslüman’ın görevidir.

Anadilleri ne olursa olsun, insanların Kuran’ın mesajını kavramakta güçlük çekmeyeceklerini bize Kuran söylemektedir. Nitekim Cenab-ı Allah, "Okuyup anlayasınız diye size bu kitabı indirdik" buyuruyor.

SORALIM ÖĞRENELİM

Yemek duası var mıdır?

Ali KIR/İPSALA

Peygamberimiz, yemeğe başlarken besmele ile başlar, yedikten sonra "Elhamdülillah" derdi. Ebu Hureyre’den gelen rivayete göre zikrin en faziletlisi "Lailaheillallah", duanın en faziletlisi "Elhamdülillah"tır. Peygamberimizin, daha değişik ve uzun olarak yaptığı birçok duaları da olmuştur. Duanın tek bir formülü yoktur, herkes gönlünden geldiği gibi uzun veya kısa ifadelerle duasını yapabilir.

Namaz borcu olanların sünnetler yerine kaza kılmaları gerektiği söyleniyor. Ne dersiniz?

Sevim SARI

Namaz borcu olanların farz namazlarla birlikte kılınan sünnetleri, teravih namazı gibi kılmaları gerekir. Hz. Peygamber’in kılınması hususunda emir ve tavsiyeleri bulunan namazları terk edip bunların yerlerine kaza kılmaları kılmak uygun değildir. Hem bu sünnetler kılınmalı, hem de vakit buldukça geçmiş namazlar kaza edilmelidir. "Kazası olan sünnet kılamaz" şeklinde ifade edilen görüş Şafii mezhebine mensup bazı bilginlerin görüşüdür. Esasen Şafii mezhebinin muteber olan görüşü, sünnetlerin kılınmasından yanadır.

Çocukların ismini mutlaka Kuran’dan koymak şart mı? "Satilla", "Suğra" ne anlama gelir?

Nur AKAY

Çocuklarımıza güzel isimler vermeliyiz. Bu, çocukların ebeveyni üzerindeki hakkıdır. İsimleri Kuran’dan seçmek gibi bir zorunluluk yoktur. Önemli olan ismin insan zihninde iyi bir çağrışım yapmasıdır. İsimlerin ille de bir anlam ifade etmeleri gerekmez. Hiçbir anlam ifade etmeyen, ancak kulağa hoş gelen adlar da konulabilir. Ad ile adlandırılan arasında bir uygunluk olmasına ve toplumca yadırganmayacak güzel bir isim olmasına dikkat edilmelidir.

Vitir namazını kılarken kunut duasını unuttum. Namazım oldu mu?

Mümtaz DEMİR

Üçüncü rekátta kunut duasını unutan, rükûda ve rükûdan başını kaldırdıktan sonra hatırlarsa artık kunut duasını okumaz, namazın sonunda yanılma secdesi yapar.
Yazının Devamını Oku

Irkçılık üzerine

17 Mart 2006
IRKÇILIK, bir halkın, bir grup insanın diğer halk ya da insanlardan farklı olmakla kalmayıp, aynı zamanda diğerlerinden fiziksel, entelektüel veya ahlaki bakımdan daha üstün olduğunu savunan teoridir. Atalardan miras yoluyla geçen bu üstünlüğün biyolojik farklılıklardan kaynaklandığına inanılır. Buna göre, ırklar arasında eşitlik bulunmamaktadır. Daha yüksek ırk, aşağı ırk üzerinde egemenlik kurma, hatta onları köleleştirme hakkına sahiptir. Bundan dolayı ırkların ya da halkların birbirleriyle karışmaması, evliliklerin yapılmaması gerekmektedir.

Irkçılık, insanlık tarihi içinde uzun bir geçmişe sahiptir. Eski Yunan, Roma, Mısır toplumlarında egemen uluslar, kendilerinin doğal üstünlüklerine inanırlardı. Kendilerinden olmayan ulusları ikinci sınıf insan, dolayısıyla köle ve hizmetçi olmak üzere yaratılmış topluluklar olarak değerlendirirlerdi. İsrailoğulları gibi kimi topluluklarda ise ırkçılık, dini bir nitelik kazanmıştı. Sırf bu yüzden Hz. Peygamber’i kabul etmemişlerdir.

* * *

Uzun mazisine rağmen ırkçılık, sosyal bir teori olarak 19. yüzyılda sistemleşti. Darwin’in biyolojik evrim kuramı, sözde bilimsel ırkçılığa temel oluşturdu. Darvincilik, insan soyunun zaman içinde çeşitli evrim aşamalarından geçtiğini, Avrupalı beyaz ırkın, insanın toplumsal evriminin en üst aşamasını temsil ettiğini savundu.

İşte bu sakat üstün ırk nazariyesi, Almanya’da Nazi ırkçılığının temelini attı ve sonuç malum. ABD’de önce yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Günümüz dünyasında da ırkçılık varlığını sürdürmekte, ipleri ellerinde tutanlar da bu sorunu kökünden çözme niyetinde görünmemektedirler.

İslam, zulüm ve sömürüye yol açan tüm inanç ve düşünceler gibi ırkçılığı da yasaklamıştır. Kuran, ırkların aynı kökten geldiğini ifade ederek üstünlük iddialarının asılsızlığını ortaya koymuştur. Bütün insanlığın atası Adem’dir, Adem de topraktan yaratılmıştır. İnsan toplumlarının ırklara, kabilelere ayrılması da onların tanışmaları ve yardımlaşmaları amacına yöneliktir. Sosyal hayatın ihtiyaçlarının karşılanmasında bir işbölümü yapılması gerekir. Zulüm ve sömürüye neden olacak bir üstünlük, asla söz konusu değildir.

Bireysel üstünlüğe gelince; Hamidullah’ın dediği gibi, Allah bireyleri değişik yeteneklerle donatmıştır. Aynı çiftin iki çocuğu, aynı sınıfın iki öğrencisi her zaman aynı nitelik veya yetenekte değillerdir. Bütün araziler eşit derecede verimlilik göstermez.

İklimler de değişiklikler sunar. Aynı türün iki ağacı aynı miktarda veya vasıfta meyve vermez. Bu tabii olaylardan hareketle İslam, hem temelde herkesin eşit olduğunu, hem de bireysel üstünlüğünü kabul eder. Evet, herkes aynı Allah’ın kullarıdır. Fakat Yüce Yaratıcı’ya yakınlığını sağlayan maddi üstünlük değil, takva, yani kusursuz dindarlıktır. İşte ferdin büyüklüğünün tek ölçüsü budur.

Hz. Peygamber, cahiliye döneminde ádet olan ırkçılığı sık sık gündeme getirerek eleştirmiş, yasaklamıştır. Veda hutbesinde, "Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyaz renkli olanın siyaha, siyah renkli olanın beyaza bir üstünlüğü olmadığı; üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu" dünyaya ilan etmiştir.

Hiçbirimiz mensup olduğumuz ırkı, aileyi kendimiz seçmedik. Irkımızı seçme gibi bir hakka sahip değiliz. Dolayısıyla insan kendi seçemediği veya yapmadığı bir şeyden sorumlu tutulamaz. Irkından dolayı bir kimsenin sorumlu tutulması, Allah’ın yaratma düzenine karşı gelmek olur. İnsan ancak kendi yaptıkları veya seçtikleriyle değerini artırabilir veya eksiltebilir. Bu nedenle hiçbir ırk, sahibine üstünlük ve büyüklük sağlama nedeni olmadığı gibi, basitlik aşağılama nedeni de olamaz.

* * *

İslam, getirdiği evrensel kardeşlik ilkesiyle cahiliye döneminde şiddetle hüküm süren ırkçılık ádetini ezip yok etmiştir. Kendilerini soylu ve üstün gören Mekke aristokratlarının zulüm ve baskılarına rağmen İslam, aslen Rum olan Süheyl, Habeşli Bilal, İranlı Salman gibi farklı ırklara mensup insanların çabalarıyla başarıya ulaşarak evrensel bir toplum oluşturmuştur.

Irkçılık, bulaştığı her toplumu kasıp kavuran, insanlığı içten içe kemiren, iyilik ve sevgiyi yok eden ölümcül bir hastalıktır. Bir yangın alevi gibidir. Bulaşması ile yok etmesi arasında uzun zaman ve mesafe olmadığı, tarihin gösterdiği olaylarla sabittir.

SORALIM  ÖĞRENELİM

Dizimden özürlüyüm. Tabure üzerinde oturarak veya ayaklarımı uzatarak namazımı kılabiliyorum. Bir sakıncası var mı?

Hasan YILDIRIMOĞLU/ANKARA

Tabure üzerinde oturarak veya ayaklarınızı uzatarak namaz kılabilirsiniz. Secde yapamadığınızdan ötürü, namaza başlarken veya intikallerde ayakta durmanız, rükuyu normal şekilde yapmanız söz konusu olamaz. Oturduğunuz yerde ima ile namazınızı kılmalısınız.

Peygamberimiz yemek seçer miydi? Cevabı eşime göstermek istiyorum.

Selma/ANKARA

Peygamberimizin yemekte aradığı başlıca özellik, onların helal ve temiz oluşu ile vücuda yarayışlı olup olmayışıdır. Yemek seçme ve yemeğe kusur bulma ádetleri kesinlikle yoktu. Ebu Hureyre der ki: "Peygamber efendimiz, hiçbir yemeği katiyen seçmezdi. Önüne konan yemeği eğer iştahı varsa yer, yoksa yemezdi."

Bir oğlum oldu, adını Rıdvan koyduk. Bunun anlamı ne?

Ayşe İLHAN/İSTANBUL

Rıdvan, cennet bekçisi anlamına gelir.

Kuran’da "De ki ben de sizin gibi beşerim" denilmektedir. Neden "Sizin gibi insanım" denilmedi. İnsan ile beşer arasında fark var mı?

Musa ACAR/BURSA

Beşer ve insan kelimeleri arasındaki inceliği, Ragıp el-Isfehani, El-müfredat adlı Kuran lügatinde açık bir şekilde belirtmiştir. Onun "beşer" maddesi ile ilgili olarak yaptığı açıklama şöyledir:

"Beşere, derinin dış yüzüne denir ki, çoğulu beşerdir. İnsanın beşer tabiri ile tanıtılması; derileri, yün, kıl, tüy ile örtülü olan hayvanların tam aksine, onun derisinin açıkta oluşundan dolayıdır. Kuran’da, kalıbı (cüsse) ve dış yapısı (zahir) ile tanıtıldığı bütün yerlerde insan, beşer lafzı ile ifade edilmiştir. Bu yüzden, bütün insanların, beşeriyet mertebesinde birbirleriyle müsavi olduklarına; onların ancak kendilerine özellik kazandıran yüce irfan ve ameller ile yekdiğerine üstünlük sağladıklarına dikkat çekilerek, ’Ben de sizin gibi bir beşerim’ ifadesinin hemen arkasından, ’Ancak bana vahyolunur’ buyurulmuştur."
Yazının Devamını Oku

İslami açıdan demokrasi

10 Mart 2006
İSLAM bir din, demokrasi ise bir yönetim biçimidir. Bir din olarak İslam, akıl sahibi insanları dünya ve ahirette mutlu etmeyi hedefleyen ve kaynağı ilahi olan sosyal bir olgudur. Bir yönetim biçimi olarak demokrasi ise kaynak olarak halk iradesine dayanan, amaç olarak toplumun iyiliğini hedefleyen, yönetim olarak da demokratik diye adlandırılan birtakım usullerle çalışan bir siyasal yöntem tarzıdır.

İslam, bir yönetim biçimi önermemiş; ancak yönetimin evrensel ilkelerini ortaya koymuştur. İslam’ın ilk döneminde uygulanan yönetim biçimi, eşitlik temeline dayanır. Müslümanlıkta adalet, eşitlik, işleri ehline vermek vardır. İstişare vardır. Din, vicdan ve fikir hürriyeti vardır. İnsanlık için bunlar vazgeçilmez unsurlardır.

* * *

Hz. Ömer, "Sustuğunuz sürece sizde hayır yok, konuşursanız sizde hayır vardır"
der. Yani İslam dini, konuşan, haklarına sahip çıkan, yönetimi denetleyen ve yönetime ortak olan bir toplum istemektedir. Demokrasi bir şahsın, bir kralın veya zümrenin ülkeyi yönetmesi değil, insanların yönetimi belirlemesini öngörür. Dünyada gelinen bugünkü durumda, demokrasinin olmadığı ülkelerde fikir hürriyetin gelişmediği, ilmin, sanatın ilerlemediği görülür. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, demokrasinin İslam’ın özüne en uygun yönetim tarzı olduğunu görüyoruz.

Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir: İnsan hakları meselesi, İslamiyet’in önemle üzerinde durduğu bir husustur. Modern demokrasileri hayata geçiren programlar, modern yaşayışın bir eseri olarak kabul edilen haklar beyannameleri ile Kuran ve sahih sünnetin insanlara getirdiği haklar arasında bir ayrılık yoktur.

Batı’da insanın hür olarak doğduğu tarzında formüle edilen yaklaşım ile İslam’ın "insan yaşamak için doğar" kaidesi arasında amaç bakımından bir fark yoktur. Bütün bunlar, kişinin bireysel yanını kabulünden başka toplumsal boyutuna da atıfta bulunan bir açılımdır. Yani İslam’da birey de vardır, mülkiyet de vardır, hürriyet de vardır.

Diğer taraftan topluluk ruhu da vardır. Bir toplumu oluşturan unsurlar arsında farklı bilgi, farklı inanç ve farklı değerler de vardır. Bu farklılıkların çatışma sebebi olmamasını sağlayan ise yine İslam’ın getirdiği engin hoşgörüdür. Esasen İslam, demokrasi ve hürriyet kavramlarının kesişim noktası işte bu hoşgörüdür.

Türkiye dışında İslam ülkelerinde demokrasinin olmayışının nedenini İslam’a bağlamak söz konusu olamaz. Çünkü İslam açısından mevcut diktatörlüklerin hiçbir meşruluğu yoktur. İslam dünyasında demokrasinin oluşmamasının sebeplerini 3 madde altında toplayabiliriz.

* * *

Birincisi, biraz önce ifade ettiğim insanı insanlıktan çıkaran diktatör yönetimler. İkincisi, egemenlik meselesi üzerindeki tartışmalar ve yorumlar. Aslında Kuran’da, hákimiyetin kime ait olacağı ve nasıl devredileceği gibi hususlarda hiçbir beyan yoktur. Hákimiyet Allah’ındır sözü, mutlak manasındadır ve bütün varlığı kaplar.

Mülk ve hákimiyet Allah’ındır demek, Allah’ın bütün varlığın yaratıcısı olduğu, varlığın her haline hákimiyeti ve onun iradesinin hiçbir sınır tanımayacağı, dilediğini dilediğine vereceği anlamındadır. Bunun ne siyasi hákimiyetle, ne de hukuki mülkiyetle bir ilişkisi vardır.

Üçüncüsü, İslam dünyasında sivil toplum kuruluşlarının olmamasıdır. Çünkü sağlam bir demokrasinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesi için gereken olmazsa olmaz şartın, dinamik bir sivil toplum sektörünün varlığı olduğu bilinen bir gerçektir.

Sonuç olarak, diğer yönetim sistemleriyle karşılaştırıldığında genel hükümleriyle İslamiyet’le en kolay uyum sağlayabilecek yönetim biçimi demokrasidir.

SORALIM ÖĞRENELİM

"Gözümle görmediğim şeye inanmam" diyen bir insanın hükmü nedir?

İsmail AKBAL/İSTANBUL

İnsan ile hayvan arasındaki en önemli fark, gözüyle görmediğini aklıyla kavramasıdır. İnsanın görmediği pek çok şeyler vardır ki bunlar görülmedikleri için yok değillerdir. Görülmediğinden ötürü yüce yaratıcının varlığını inkár etmek kişiyi dinden çıkarır.

Camide hoca "Tecdid-i imanda bulunalım" dedi. Bu ne demek?

Zeynep

Tecdid-i iman, imanın yenilenmesi demektir. Bu da iki şekilde olur. 1. Dinden çıkan bir kişinin kelime-i tevhidi söyleyerek yeniden iman dairesine girmesi, 2. İnanmış insanın kelime-i tevhidi çokça zikrederek imanına süreklilik kazandırmasıdır. Nitekim bir hadiste peygamberimiz, "Kelime-i tevhid getirerek imanlarınızı yenileyiniz" buyurmuştur.

Sakat çocuğumuz var. Karım bu çocuğa bakmıyor. Bundan dolayı karımı boşayabilir miyim?

Cevdet ÇINIKLI/ALMANYA

Kadının çocuğuna bakmaması, boşanma sebebi olamaz. Kaldı ki kadının çocuğuna bakma zorunluluğu yoktur. Maddi durumunuz müsaitse bakıcı tutmalısınız. Değilse devletin sosyal kurumlarından yardım isteyiniz. Ancak etik olan, annenin çocuğuna bakmasıdır.

Kocam dinden döndü diye boşandım. Ancak 3 aylık hamileyim. Çocuğumu aldırmayı düşünüyorum. Günah işlemiş olur muyum?

S.M.

Kesinlikle çocuğunuzu aldırmaya teşebbüs etmeyiniz, büyük günah işlemiş olursunuz. Kocanızdan dolayı çocuğunuz suçlu sayılmaz.

Babam "Öldüğümde beni falanca hoca yıkasın ve namazı kıldırsın" diye vasiyette bulundu. Bu vasiyete bazı nedenlerden dolayı uymadık. Ne yapmalıyız?

Eşref MANİPEK/İSTANBUL

Günahkár olmazsınız. Böyle bir vasiyeti yerine getirmek gerekmez.
Yazının Devamını Oku

Mezhep fanatizmi

3 Mart 2006
IRAK’ta nihayet korkulan oldu. Şiilerin kutsal mekánı Askeriye Türbesi’ne yapılan bir saldırıdan sonra başgösteren çatışmalar bütün dünyada ve özellikle de İslam áleminde büyük kaygılara yol açtı. Beklendiği gibi, bu bir iç savaş provası ya da belirtisiydi; bunun Irak’ın parçalanmasını isteyen birtakım karanlık güçler tarafından tezgáhlandığı yolunda ciddi şüpheler vardır.

Bu şüpheleri güçlü kılan mantık ise şudur: İster Şii olsun, ister Sünni; bunlardan hiçbirinin diğerinin kutsalına tecavüzde bulunması, her iki kesimin inançla bağlı bulunduğu ortak değerler açısından mümkün görülebilecek bir davranış değildir. Bu, olsa olsa, uluslararası bir komplo girişiminin plan ve hedefleri içerisinde düşünülebilecek talihsiz bir gelişmedir.

Nitekim ABD Ulusal İstihbarat Direktörü John Negramound, Irak’ta son günlerde meydana gelen mezhepler arası çatışmaların bir iç savaş ve kaos ortamına dönüşmesi durumunda bütün Ortadoğu’yu kapsayan geniş bir çatışma çıkabileceği, bütün dünyanın bundan etkileneceği uyarısında bulunmuştur.

* * *

Böyle bir gelişmenin yol açabileceği yangının hudutlarını kestirebilmek imkánsızdır. Bu ateşin, daha fazla kurcalanması halinde nerelere sıçrayacağı, nasıl ürkütücü sonuçlar vereceği düşünülmeli ve daha fazla büyümeden önü alınmalıdır.

Winston Churchill’in ünlü bir sözü vardır: "Ateşle itfaiye arasında tarafsız kalınamaz." Dünyada barış ve esenlik istediklerini iddia eden güçler, bu olaylar karşısında itfaiyeden yana tutum ortaya koymazlarsa, büyüyen alevlerin bir gün kendi evlerini de saracağının hesabını yapmak durumundadırlar.

Öncelikle şunu ifade edeyim ki, tarihte hemen her ülkede dinsel ve mezhepsel fanatizme rastlamak mümkündür. Hıristiyan Avrupa’nın engizisyon mahkemeleri bunun en canlı örneğidir.

John Dowanport’un ifadesiyle, "Ortaçağ’ın belli bir kesitinde Avrupa’da 300 bin kişi yargılanıp değişik cezalara çarptırılmış; otuz iki bin kişi ateşte yakılmıştır. Kimisi kaynayan suya batırılarak haşlanmıştır. Ateşte yakılanlardan biri de, İtalyan filozof Giardano Bruno idi. Bruno’nun, sonsuz ve sınırsız bir evren tezi, kilisenin temel kabullerine aykırı düştüğü için, yakılarak tecziye edilmesi sağlanmıştı! Gerek Hıristiyanlarla Yahudiler arasında, gerekse Hıristiyan mezhepleri arasında cereyan eden din-mezhep savaşlarında nice on binlerce insan katledilmiştir".

Ancak Avrupa büyük ölçüde bu tür kavgaları aşmıştır.

İslam tarihinde ise Hz. Peygamber’in ölümünden otuz yıl sonra Müslümanların kendi aralarında başgösteren Cemel ve Sıffin Savaşı, Emevi-Abbasi çekişmesi; Emevilerin Şia’ya karşı zalimce tutumları; Abbasiler’in, Emevi hükümdarlarının kabirlerini açıp çürümekte olan bedenlere işkence edecek kadar haddi aştıkları bir vakıadır.

Ne var ki; Şiilik ve Sünnilik akımları arasında Batı’da olduğu kadar kanlı hesaplaşma olmamıştır. Yavuz Selim ile Şah İsmail arasındaki savaş, iki Türk hükümdarının hákimiyet kavgasından başka bir şey değildir. Siyasi ve sosyal temele dayanan bu olayların daha sonra başka bir ifadeyle akide haline getirilmesi, dini alana taşınması, ne yazık ki Müslümanların fırkalaşmasına sebep olmuştur. Azeri şair bunu acı bir dille şöyle ifade eder:

"Bir zamanlar Şah İsmailü ve Sultan Selim’e

Meftun olarak eyledik İslamı dunime (iki parça)

Koyduk iki taze adı bu din-i kadime (eski dine)

Bu teşeyyü (Şiilik), bu tesennün (Sünnilik) saldı bizi bime (korkuya)

Kaldıkça bu haletle sezay-ı esefiz biz (üzülmeye layıkız)

Öz dinimizin başına engel, kelefiz biz."

* * *

Tarihin belli dönemlerinde cereyan etmiş hadiseler ve bunlar üzerine kurulmuş siyasi teoriler, dinin bir kuralı olmayacağı gibi günümüz Müslüman’ının beklentilerine de cevap vermekten uzaktır. Örneğin, akaid kitaplarına da geçmiş olan ne Şii imamet nazariyesi, ne de buna tepki olarak doğmuş Sünni hilafet nazariyesi bugün için siyasi hayattaki bunalımı çözecek özelliklere sahiptir. Artık siyasi çözümün insana bırakıldığı gerçeğini kabul etmekten başka seçenek yoktur.

Günümüz Müslüman’ı hangi mezhepten ve görüşten olursa olsun, kendi problemlerine geçmişten değil günümüzden çare aramalıdır. Bunun da tek yolu, ortak payda Kuran etrafında birleşmekten geçmektedir.

Bir fikir, bir hareket İslam’ın ana kaynakları olan Kuran ve sahihi sünnetten değil de suyunun suyunun suyu sayılabilecek uzak kaynaklardan, hatta zayıf veya uydurma rivayetlerden besleniyorsa, bunlardan Müslümanların zararlı çıkacağı pek tabiidir.

Irak’ta basiretli ve sağduyulu Sünni ve Şii bilginlerin bu fitne ateşini söndürmek için çaba göstermeleri sevindiricidir. Umarız daha fazla kan akmaz.

Cenazemiz oldu. 10 günü geçti, hálá geliyorlar. Bu kadar uzun süre gelmeleri doğru mu?

Sema YUNAK/MANİSA

Ölenin yakınlarına taziyede bulunarak sabır dilemek ve ölüyü bağışlaması için yüce yaratıcıya dua ve niyazda bulunmak sünnettir. Taziyenin süresi 3 gündür. Cenaze defnedildikten sonra yapılır. 3 günden sonra taziyede bulunmak mekruhtur.

Evlilik yıldönümünü kutlamanın bir sakıncası var mıdır?

Osman Nuri AK/İSTANBUL

Dinde evlilik yıldönümü kutlanacak diye bir hüküm yoktur. Yalnız aile saadetine önem veren dinimiz, bu tür kutlamalarda aşırıya kaçmamak şartıyla bir yasak getirmemiştir.

"Gusül abdesti alması gereken bir kişinin yıkanmadan (boy abdesti) tıraş ve tırnaklarını kesmesi caiz değildir" diyorlar. Dinimizde böyle bir şey var mı?

Salih GÜNT/HATAY

Dinimizde böyle bir şey yoktur. Cünüp olan birisi tırnağını da kesebilir, tıraş da olabilir.

Bazı cenaze sahipleri para karşılığında camilerde sala okutuyorlar. Salanın dinimizle bir ilgisi var mıdır?

Bülent AĞIRGÜN/İSTANBUL

Sala vermenin dinde bir yükümlülüğü yoktur. Sadece cenazeyi duyurmak için okunur.

Kuran CD’si cebimde iken tuvalete girdim. Çıktığımda çok üzüldüm. Büyük günah işlemiş oldum mu?

Selime Adile UZYAR

Büyük günah işlemiş olmazsınız.
Yazının Devamını Oku

Akletmeye dair

24 Şubat 2006
AKLETMEK, kutsal kitabımız Kuran’ın üzerinde oldukça sık durduğu bir konudur. Yüce Allah bizleri, kendimizi ve yaşadığımız evreni tanımak ve ona hükmetmek, geçmişi öğrenip bugünü bilerek yaşayıp geleceğin inşasını tesadüflere terk etmemek, bireysel ve toplumsal yaşamı uyumlu hale getirmek, cehaleti ve cehaletten kaynaklanan sorunları yok etmek için Kuran-ı Kerim’in yüzlerce ayetinde, sahip olduğumuz akletme yeteneğimizi yeterince geliştirmeye davet etmektedir.

Kuran-ı Kerim’de beş yüzden fazla düşünme ve akletme eylemine vurguda bulunulması, bu fiilin değerinin ne kadar yüce olduğunu kendiliğinden ortaya koymaktadır.

İslam, insanın düşünce hayatını ve muhakeme yeteneğini geliştirmek için özel bir gayret göstermiştir. İslam buna, bireyin ve toplumun ıslahına, bozulmaya neden olmuş gerçek saiklere yönelerek başlamıştır. İslam dini, bozulma ve yabancılaşmanın esas itibarıyla akletme ve düşünme melekesinin pasif hale getirilmesinden sonra başladığı gerçeğinden hareketle, insanların bu üstün melekesini yeniden kazanmasına büyük önem vermiştir. Getirdiği inanç, ibadet ve ahlak sisteminin insanları mutlu edeceğinden emin olan İslam, doğru düşünceden, parlak fikirlerden korkmamış ve bu alanda oldukça özgürlükçü bir tutum içinde olmuştur. İlim ve fikir hayatı ne kadar gelişirse İslam’ın ulvi ve kudsi veçhesi (yönü) o kadar iyi anlaşılacaktır.

Kuran-ı Kerim insan zihnini ve zekásını geliştirmek için kendine has bir yol takip etmektedir. Şöyle ki Kuran, insanların göğe, yıldızlara, aya ve güneşe bakıp bunlar üzerinde düşünmelerini istemektedir. "Üzerindeki semaya bakmıyorlar mı? Onu nasıl inşa ettik ve süsledik." Keza Kuran, insanların yeryüzündeki fiziksel hadiselere bakmalarını; yerle göğün yaradılışı, geceyle gündüzün art arda gelişi, gemilerin denizlerde yüzüp gidişi, semadan yağan yağmurlarla yeryüzünün canlanışı, rüzgárların esişi, bulutların dolanmaları üzerinde de düşünmesini teşvik etmektedir. Kuran aynı zamanda sosyal ve tarihi olaylara dikkat çekerek bunlar üzerinde düşünülmesini ve dersler çıkarılmasını istemektedir.

İslam, insanları hür ve serbest olarak düşünmeye, bağımsız düşünceyle rey ve içtihatta bulunmaya davet eder. Hür, serbest ve bağımsız olarak düşünmek ve düşünüleni de rahat ve korkusuzca ifade etmek İslam’da esastır. Bunun en önemli delili, Kuran’da insanlar düşünmeye ve akıllarını kullanmaya davet edilirken hiçbir kaydın konulmaması ve belli şartların bahis konusu olmamasıdır. Kuran’daki düşünme ve düşünüleni ifade etme mutlaktır. Yine bu yüzden İslam taklide, taassuba ve peşin hükümlere karşı çıkmıştır.

Şu hususun da vurgulanmasında fayda mülahaza ediyorum: İslam’da hiçbir kimsenin fikrinin, kanaatinin, rey ve içtihadının mutlak suretle dokunulmazlığı söz edilmeyeceği gibi tenkit edilemez ve tartışılamaz düşüncesi de mevcut değildir. Gerekli bilgi, ehliyet ve liyakate sahip olmak şartıyla İslam edebi ve terbiyesi dairesinde usulüne göre herkes tenkit edilebilir, düşünce ve görüşleri tartışılabilir.

İslam’da tenkit ve münakaşa hakkı ve serbestisi vardır. Hz. Aişe’nin ve Hz. Ömer’in yaptığı tenkitler ve onlara karşı yapılan tenkitler meşhurdur. Tabiatıyla bu konuda İslam dünyasında birtakım menfi gelişmeler olmamış değildir. Kuran’ın öngördüğü hür ve serbest düşünme prensibine uymayan bu tür uygulamaları, İslam’ın kendisine hamletmek yerine Müslümanların hatalarına bağlamak ve bunları İslam’ın özünden bir sapma olarak değerlendirmek gerekir.

* * *

İslam’ın getirdiği evrensel ilkeler sadece İslam dünyasını değil, tüm insanlığı saadete kavuşturacak mahiyettedir. Ancak bu özgün ve evrensel ilkeler, tarihsel ve mahalli uygulama şekillerinden ayıklanarak insanlığa takdim edilmelidir. Bunu başarabilmek için kendi aklımızın işleyiş tarzını değiştirmemiz lazım gelmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah, Kuran’da statik bir aklı değil, sürekli düşünen dinamik bir akıl istemektedir. (Bakara, 44, 73).

Netice itibarıyla bugün yapılması gereken şey, tarihi tecrübeden ve bilgi birikiminden yararlanmayı ihmal etmeden, İslam düşüncesini hareketli ve bereketli olan ilk kaynağa bağlamaktır. İslam bir saat düşünmeyi, altmış yıl nafile ibadetten daha hayırlı saymıştır. Düşünmeyi ibadet sayan İslam dininin bütün makul ve ilmi faaliyetlere açık olduğu ortadır.

SORALIM  ÖĞRENELİM

Namazın kazaya kalmasını meşru kılacak sebepler var mıdır? Bunlar nelerdir?

Mehmet HATİMOĞLU/KASTAMONU

Namazın kazasının meşru olacağı haller uyku, savaş esnasında düşmandan hiç fırsat bulamamak ve unutmaktır.

Hz. Peygamberimize Arap ve Acem’in Peygamberi deniliyor. Acem’den maksat İranlılar mıdır?

İrtem MANİDAR/ALMANYA

Bizde Acem kelimesinden kastolunan, İranlılardır. Arap dilinde ise Acem, Arap olmayan milletlerdir. Yani Hz. Peygamber, hem Araplara hem de Arap olmayan milletlere gönderilmiştir.

"Güneş tutulması, büyük bir şahsiyetin ölmesine işaret" diyorlar. Böyle bir şey var mı?

Selim DAĞLI/KKTC

Peygamberimizin oğlu İbrahim’in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Halk, İbrahim’in ölümünden dolayı güneş tutuldu dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz; güneş ve ay tutulmasıyla ilgili böyle bir inancın yanlış olduğunu bildirerek şöyle buyurdu: "Güneş ve ay, hiç kimsenin ölümü veya hayatından dolayı tutulmazlar. Bunu görünce namaz kılın ve Allah’a dua edin."

Trabzon’da doğdum, ancak İstanbul’a yerleştim. Trabzon’a gittiğimde seferi olur muyum?

Necati HATIRLIOĞLU/İSTANBUL

İstanbul’a yerleştiğinizden dolayı doğum yeriniz olan Trabzon’a gittiğinizde 15 günden az kalmaya niyet ederseniz misafir sayılırsınız.

Kalu-Bela zamanı neye denir? Nasıl başladı?

Serhat KOÇ/MERSİN

Yani Cenab-ı Hakk ruhlarımızı yarattığı vakit bunlara hitaben "Elestü birabbiküm" yani "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Onlar da "Bela-Evet Rabbimizsin" dediler. O zamandan beri Müslümanım demektir.
Yazının Devamını Oku

Ahlaki değerlerin yozlaşması

17 Şubat 2006
AHLAK, Arapça ‘hulk’ kelimesinin çoğuludur. Ancak Türkçe’de ahlak kelimesi tekil anlamda kullanılır. Latince ‘ethic’ ile Yunanca ‘moral’ sözcükleri ile ifadesini bulan ahlakın öz Türkçe karşılığı ise ‘törebilim’dir.

Ahlakın iyi huy, seciye, doğruyu yanlıştan ayırma özeni, gerçeği belirleme iradesi, adalet hükmünün yüceltilmesi, utanma kabiliyeti gibi tanımları da vardır.

Ahlak yaklaşık 5000 seneden beri bugünkü tartışma konuları ve değerleriyle incelenmeye başlanmıştır. Ahlak ölçüleri ve değerler, Sümer, Babil, Elam tarihlerinde ülkenin temel yönetim ilkesidir. Farabi, ülkeleri erdemli-erdemsiz olarak ikiye ayırmaktadır. ‘Hayır ve iyiliklerin bir arada yaşandığı ülke, erdemli ülkedir’ demektedir. Tarih boyunca insan topluluğunun olduğu her yerde bazen yazılı, bazen gelenek halinde uygulama alanı bulan ahlaki normlar, geçmişte olduğu gibi bugün de yozlaşan değerler olarak karşımıza çıkmaktadır.

* * *

Batı felsefesinde, amaca ulaşmak için her türlü aracı kullanmanın meşru ve geçerli sayılması fikri, İtalyan bilgin Makyavel ile başlamıştır. Gayeye ulaşmak için her türlü çareyi mübah saymak şeklinde tezahür eden yozlaşma belirtileri, özellikle azgelişmiş ülkelerde büyük tahribata ve sosyal çözülme tehlikelerinin artmasına vesile olmuştur ve halen olmaya da devam etmektedir.

Yazının Devamını Oku