Mehmet Nuri Yılmaz

Lüks bir otelde aşçıbaşıyım...

21 Eylül 2006
Lüks bir otelde aşçıbaşıyım. Oruçlu iken yemeklerin tuzunu kontrol edebilir miyim?


Sefer Çevikhan/İSTANBUL


Cevap:

Yemeği yutmamak şartıyla tatmakta bir sakınca yoktur.
Yazının Devamını Oku

Tarikat gerçeği: Ağalık sisteminin adı şeyhlik oldu

15 Eylül 2006
İSMAİLAĞA Camii’nde meydana gelen talihsiz olay, kamuoyunun bakış açısını bir kere daha tarikatlar üzerine yönlendirmiştir. Olay, her yönüyle üzüntü vericidir. En bağışlanamaz yanı ise mabede kan bulaştırılmış olmasıdır. Bu olayla aynı mabette ikinci kez cinayet işlenmektedir. Bu cami içinde ve etrafında olup bitenler, dini ve sosyolojik açıdan en ince noktasına kadar irdelenmeye ve izlenmeye muhtaçtır.

Huzur, dua ve niyaz mekánı olan ve Beytullah’ın şubeleri olarak kabul edilen camilerimizde bu tür olayların cereyan etmesi Müslümanların imajına gölge düşürmesi açısından da üzüntü vericidir. Ardındaki sebepler aranmalı ve bu utanç verici olay bütün yönleriyle aydınlatılarak kamuoyu bilgilendirilmelidir. İlgililerin bu konuda gereken titizliği göstereceğini umarak, biz bugünkü yazımızda tarikatların tarihi seyri ve günümüzdeki konumları üzerinde kısaca duracağız.

* * *

Tarikat, "İnsanları Allah’a ulaştıran yol" demektir. Asrı Saadet Müslümanlarında tasavvuf ve tarikatçılık diye bir cereyan olmamış, sadece ılımlı bir züht (dünya sevgisinden uzaklaşmak) hayatı yaşanmıştır. Başlangıçta bireysel olarak başlayan bu züht hayatı, sonraki yollarda farklı bir şekilde anlamlandırılarak müesseseler haline gelmiştir.

Doğulu ve Batılı bilginler tarafından tasavvuf ve tarikatları reddeden veya savunan birçok eserler yazılmıştır. Türkiye’de de bu konuda kaleme alınmış bir hayli kitap ve makaleler mevcuttur. Ayrıntılara girmeden hemen ifade edelim ki tarikatlar günümüzün bir gerçeğidir. Sadece Müslüman toplumlarda değil, diğer din mensuplarında da bu tür mistik eğilimlerin var olduğunu görüyoruz.

Tarikatlar, geçmişte yönetime karşı bir tepki olarak doğmuştur. Emevi devletinin aşırı safahata düşkünlüğü, zulmü, yoksulluğun ayyuka çıkması, kötü insanların toplumda baskın hale gelmesi, insanların tekkeler etrafında kümelenmelerine neden olmuştur. Tekkeler bir bakıma toplumun yoksul ve ezilen kesimleri için sığınak yerleri olarak kabul edilmiş ve ilgi görmüştür. Ağaların baskı ve zulmünden bıkan halk, çareyi tekkelere sığınmakta bulmuşlardır. Sonradan ağalar da tekkeyi ele geçirince, bu defa eskinin ağalık sistemi şeyhlik adı altında yeni bir yapılanmaya bürünmüştür.

İlk zamanlar bu kurumlarda yüksek ahlaki değer ve ideallere sahip insanların yetiştiği bir vakıadır. İçlerinden edebiyatçılar, musikişinaslar, hattatlar gibi sanat ve kültür adamları çıkmıştır. Ayrıca dini hayata bir duygu, coşku ve vecd boyutu kazandırmış, gönül kapılarını sevgi ve hoşgörüye açarak adeta bir İslam hümanizması meydana getirmişlerdir. Anadolu’nun İslamlaşmasında ve Türkleşmesinde de büyük rol oynamışlardır.

Tanzimat döneminde tekke şeyhleri arasında rekabetten kaynaklanan birtakım çatışmalar meydana gelince merkezde şeyhülislamlık makamına bağlı "Meclis-i Meşayih", taşra da da müftüye bağlı "Encümen-i Meşayih" adı altında kurullar oluşturularak bu müesseselerde disiplin sağlanmaya çalışılmıştır. Tekke şeyhi olmak isteyenler tefsir, hadis ve fıkıhtan sınava tabi tutuluyor, başarılı olanlara "postnişin"lik beratı veriliyordu.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde bu yapı iyiden iyiye bozulmuştu. Erdemlik ve güzelliklerin yerini sahte gösteriş, sömürü, servet, nüfuz ve ikbal kazanma hevesleri, vergi kaçakçılığı, tembellik, meskenet, hurafeler, uydurma kerametler, asılsız menkıbeler almıştı. Saf insanların dini duyguları kurnaz şeyhler elinde ikbal, menfaat ve nüfuz çıkarları için kullanılır olmuştu. 1925 yılında tekkeler ve zaviyeler gibi İslam dininin zorunlu kılmadığı kuruluşların kapatılmasına karar verilmiştir.

Tekke ve tarikatların lehinde hiç kimsenin söz almamış olması da calibi dikkattir. Hatta Meclis-i Meşayih’in eski başkanı Şeyh Saffet bile kanunun lehinde konuşmuş, tekkelerin kapatılması yönünde oy kullanmıştır. Zaten o günkü tarikat şeyhleri, "Cumhuriyet bizi kapatmadı, biz kendi kendimizi kapattık" diyerek itirafta bulunmuşlardır. Kapatılmış olmalarına rağmen gün geçtikçe sayılarını ve etkinliklerini artırmaya devam etmişlerdir.

* * *

Kuran-ı Kerim ve pek çok sahih hadis-i şerifler, 1400 yıl öncesinden zamanımıza kadar bozulmadan ve kaybolmadan gelmiştir. Birtakım hurafe ve bidatler Müslümanlar arasına sokulmuş ise de bu iki önemli kaynakta bozulma ve değişme olmamıştır. Bu iki kaynağı yegáne hakikat ölçüsü olarak kabul eden her Müslüman, tasavvuf ve tarikatlara İslam açısından yaklaşmalı ve onu bu ölçülere göre değerlendirmelidir.

Vatandaşlarımız, kendilerinin temiz dini duygularını kullanarak siyasi ve ticari emellerine alet etmek isteyenlere karşı uyanık olmalılardır. Politikacılarımız da bunları oy deposu olarak görüp kendi çıkarları için kullanmaktan vazgeçmelilerdir. Ayrıca din eğitim ve öğretimi ezberci, şekilci ve yüzeysel olmaktan çıkarılmalı, objektif, bilimsel ve modern pedagojik esaslar üzerine kurulmalıdır.

Bu konuda uyarıcı, seviyeli yayınlar yapılmalıdır. Aydınlarımız, medya ve akademisyenlere bu konuda büyük görevler düşmektedir. Tek çıkar yol, cehaletle savaşmaktır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Afyon’da bir camide 30 Ağustos Zafer Bayramı ile ilgili hutbe okunurken Atatürk’ün adından bahsedilmemesi beni üzdü. Başka camilerde namaz kılanlara sordum, onlar da Atatürk’ün adından bahsedilmediğini söylediler. Neden böyle oluyor, Atatürk bu ülkeyi kurtarmakla suç mu işledi?

Veli SARITOPRAK/ANKARA

Türklerin Anadolu’daki varlığını yakından ilgilendiren iki büyük tarihi olay ağustos ayında meydana gelmiştir. Birincisi, Türklere Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt zaferidir, ikincisi de bundan 9 asır sonra koyu bir haçlı ve sömürgecilik zihniyetiyle Anadolu’yu ele geçirmek isteyen işgalcilere karşı Başkomutan Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının kazandığı büyük zaferdir. Bugünkü Türkiye sınırları içerisinde hür ve bağımsız yaşama onurunu bu zafere borçluyuz. Malazgirt’te Alparslan’ın adını zikredip Mustafa Kemal Atatürk’ü görmezden gelmek, kimsenin tasvip etmeyeceği bir davranıştır. Görevde olduğumuz dönemde, başkanlıkça hazırlanan hutbelerde bütün milli bayramlarda Atatürk ve silah arkadaşları minnetle ve hayırla anılmıştır. Sözünü ettiğiniz olayda bir kasıt olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Milletin hassasiyet gösterdiği bu gibi konularda ilgililerin de hassas ve dikkatli olmaları beklenir.

Cennette uyku var mıdır?

Ali GÜVEN/İZMİR

Bu soru Hazreti Peygamberimize sorulduğunda, "Onları yorgunluk tutmaz" ayetiyle cevap vermiştir. Uyku, bedenin rahat etmesi içindir. Cennette yorulma olmadığına göre uyku da söz konusu olmaz.

Trafik kazası geçirdim. Uzun bir süre yatacağım. Abdest almaya gidip gelirken zorlanıyorum. Teyemmüm yapabilir miyim?

Cenap TÜRKMEN

Abdest almanıza yardımcı olacak birisi varsa teyemmüm etmeniz caiz olmaz. Yerinizden kalkıp abdest alamıyorsanız, o zaman teyemmüm edebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Hazreti Ali’nin Ali’ce sözleri

8 Eylül 2006
DEĞERLİ dostum Sayın Ali Polat, Hz. Ali’nin adalet, ahlak, güven, mutluluk, bağış, dostluk, iyilik, ilim, deneyim, siyaset, yardım, itaat, cesaret, gayret, başarı, güleryüzlülük, ağırbaşlılık ve benzeri birçok konudaki sözlerini ve tavsiyelerini derleyerek bir kitap halinde yayınlamıştır.  Kitabın tamamı Hz. Ali’nin hutbe, mektup ve vecizelerini içeren "Nehcül-Belaga" ve "Gurret-ul-Hikem" adlı eserlerden özenle seçilmiş 1555 hikmetli sözden ibarettir.

Ben bugün de güncelliğini koruyan bu kitaptan Hz. Ali’nin Mısır’a vali olarak atadığı Malik el-Ejder’e yazdığı talimatın önemli bir bölümünü aşağıda vermeye çalışacağım. (Bu mektup Mehmed Akif tarafından daha önce dilimize çevrilmiştir.) Umarım ki bugünkü yöneticiler bundan dersler alırlar.

* * *

"Halk iki sınıftır: Birincisi, dinde senin kardeşindir; ikincisi, yaratılışta senin eşindir, hepsine adaletli davran. Nefis kötülüğü emreder. Güzel amel, senin en sevdiğin zahiren (gerektiğinde kullanılmak üzere saklanan tahıl) olsun. Arzu ve isteklerini kontrol altına al. Kalbinde, halka karşı şefkat ve sevgi hissi uyandır, onlara iyi davran. Allah’ın seni nasıl bağışlamasını istiyorsan, sen de halkı bağışla. Bağışlayınca pişman olma, cezalandırınca sevinme. Öfkelenip ceza vermede acele davranma. Cimriye danışma, senin faziletine leke sürer; korkak birisine danışma, yapacağın işlerden seni alıkoyar; açgözlü kişiye de danışma, zulmü senin gözünde güzel göstermeye çalışır.

Takva sahibi ve doğru sözlü insanlara yakınlık göster. Aşırı övgü, kibre yol açar ve yüceliğe gölge düşürür. İyilik edenle kötülük edeni aynı kefeye koyma. Haksız yere kan dökmekten sakın. Kendini beğenmekten, kendini beğenmene neden olan şeylere güvenmekten ve aşırı övülmeyi istemekten sakın. Halka iyilik yaptığında, onları minnet altında bırakma. Her dileyen bulmaz, her az isteyen de mahrum kalmaz. Başkalarına kulluk etme. Allah seni özgür yaratmıştır. Kötülükle elde edilen iyilik, iyilik değildir. Güçlükle sağlanan kolaylık ise kolaylık sayılmaz.

Elinde bulunanı koruman, başkalarının elindekini istemenden daha hayırlıdır. Ümitsizlik acısı, insanlardan bir şey istemekten daha hayırlıdır. Kişinin namusuyla çalışıp yoksulluk içinde yaşaması, insanlara kötülük ederek zengin olmasından iyidir. Herkes kendi sırrını daha iyi korur. Çok konuşan hata eder. Düşünen basiret sahibi olur. Haram yemek, çok kötüdür. En kötü zulüm, güçsüzlere yapılan zulümdür. Bazen dermanlar, derde; dertler ise dermana dönüşür. Sana öğüt veren tecrübe, en güzel tecrübedir. Her isteyen, elde etmez; her giden, geri dönmez. Her şeyin bir sonu vardır. Nasıl takdir edildiyse, öyle gelir. Bazen az, çoktan daha bereketli olabilir.

Dostunun düşmanını dost edinme, yoksa dostuna düşmanlık etmiş olursun. Öfkeni yen. Söz verdiğinde, sözünden cayma. Doğru olmadığını bildiğin işlere girişme. Doğru olduğundan emin olduğun işlerde ise yavaş davranma. Elinden geldiğince insanların ayıplarını ört. Ordu, halkın kalesidir. Ancak ülke kalkınınca vergi toplanabilir. Bir ülkenin harap olması, o ülke halkının yoksulluğundan ileri gelir. Alışveriş, güzel bir şekilde adalete uygun olarak yapılmalı; fiyatlar, ne alıcıyı ne de satıcıyı mağdur etmelidir. İşleri gününde yap. Düşmana karşı tedbirli ol. Eline ve diline hakim ol."

* * *

Bugün ülkemiz aydınlarının bir kısmı, kendi özkaynaklarından ve kültür köklerinden habersizdir. İslamiyet hakkında yetersiz bilgiye sahip oldukları için maalesef yanlış değerlendirme ve yargılara varmaktadırlar. Bu eksik dolayısıyla karşılaşılan maddi ve manevi problemlerin çözümünü, kendi milli ve dini değerlerimiz yerine hep Batı dünyasında aramaktadırlar.

Eğer bütün yönetimler, Hz. Ali’nin Malik el-Ejder’e yazdığı emirler doğrultusunda hareket etseler, bütün ülkelerin barış ve huzur içerisinde yaşayacakları bir gerçektir.

SORALIM  ÖĞRENELİM

Bir adam, "nazar"ıyla insanları öldürüyor. Benim gibi birçok kişi tarafından bu kanıtlanmıştır. Bu konuda ne dersiniz?

H.M

İslam’a göre, gözün, diğer bir ifadeyle nazarın etkili olduğu kabul edilen bir gerçektir. Hukuki sonuç bakımından gözle öldürmek, bilinen fiili öldürme şekillerinden farklıdır. Kendisine kısas veya herhangi bir mali ceza gerekmez. Bazı fakihler, nazar yapmakla tanınan bu tür insanların topluma karışmalarının idareciler tarafından önlenmesi ve geçimlerinin sağlanarak evlerinden çıkmalarına izin verilmemesi (tıpkı cüzamlıların karantinaya alınması gibi) yönünde bir görüş belirtmişlerdir. Bir makalemde bu konuya genişçe değineceğim.

Bir iftiraya uğradım. İnsanlar benden yüz çevirdiler. Halbuki ben suçsuzum. Bu insanların davranışı doğru mu?

Haluk/ESKİŞEHİR

Kesinlikle doğru değil. Bir suçla itham edilen her şahıs, suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum sayılır. Kaldı ki bazen adalet bile yanılabilir.

Son günlerde vatandaşlar suçluları linç etmeye kalkışıyor, ne dersiniz?

Ahmet TURAFAN/İSTANBUL

Vatandaşlar milli veya dini duyarlılıklarından ötürü linç girişiminde bulunuyorlar. Onların hassasiyetlerini takdir ediyoruz. Ancak, bir kişinin suçlu veya suçsuz olduğuna yasalar karar verir, cezalandırılmaları gerekiyorsa yasalar çerçevesinde cezalandırılır. Suçluyu cezalandırma yetkisi fertlere verilmemiştir. Herkes kendini hákim yerine koyarsa adalet sakatlanır, ülkede kargaşa ve kaos yaşanır.

Aklımızdan geçirdiğimiz kötü şeylerden dolayı günah işlemiş olur muyuz?

Sefer ALTIN/İZMİR

Sadece akla gelenden veya niyetten dolayı insan günahkár olmaz. Akıldan geçen şeylerin eyleme dönüşmesi halinde günah yazılır. İnsan zihnini kötü şeylerle meşgul etmemeli, daima güzel şeyler düşünmelidir.
Yazının Devamını Oku

Kendini bulmak

1 Eylül 2006
İNSAN, Allah’ın kendisine bahşettiği bitmez tükenmez zenginliklere sahip bir varlıktır. Ancak, insan sahip olduğu bu zenginlikleri gereği gibi takdir edememekte, her şeyi başkalarından almaya, bilgi ve hikmet dilenmeye kendini mecbur hissetmektedir. Bu biraz da kendimizden çok, başkalarından yararlanmak biçiminde yetiştirilmemizden kaynaklanmaktadır. Siz bir insana kendiliğinden bir şey yapma özgürlüğünü vermezseniz onu korkak bir köle durumuna sokarsınız. Şüphesiz insan başkalarından bir şeyler öğrenecektir. Öğrenimin bize kazandırdıkları çok önemli şeyler vardır; daha iyi, daha akıllı ve daha üretken olmak. Fakat unutulmamalıdır ki, hoca, okul, insana anahtar verir, yol gösterir ancak insan kendi kendisini yetiştirir, başkasının ilham kanatlarıyla uçamaz. Nitekim bir düşünürün ifade ettiği gibi, mabedin gölgelerinde, öğrenciler arasında yürüyen öğretmen, size ne verirse aklından değil, inancından ve sevgisinden verir. Kendisi hakikaten akıllı bir adamsa, sizi kendi akıl evine sokmaz belki sizi kendi aklınızın eşiğine ulaştırır. Astronom, size mesafeler hakkındaki bilgisinden bahsedebilir, fakat idrakini size veremez. Musikişinas, bütün fezadaki nağmeyi size terennüm ettirir, fakat o nağmeyi yakalayan kulağı ve onu aksettiren sesi veremez. İnsandan beklenen fıtratında var olan kabiliyetlerini geliştirmesi ve kazanımlarıyla bir dalgıç gibi kendi ruh okyanusuna dalıp oradan elmaslar, inciler çıkarmasıdır. Bu da yüksek düşünceyle olur. Yine bir fikir adamının dediği gibi, insan düşünce ile görür ve duyar. Her şeyden yararlanan, her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir, geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Kuran da muhtelif ayetlerde bu yüksek düşünceye davet etmiyor mu?

* * *

Zenginliklerinin farkında olmayan insan, gariplikleri, harikaları, mucizeleri hep kendi dışında uzaklarda arar. Halbuki bizi dünyaya getiren tohum, o bir katre su ne müthiş şeydir! İçinde babamızın yalnız beden şekli değil, duyguları düşünceleri, eğilimleri bile var. Daha ne hikmetler var insanda. İnsan henüz keşfedilmemiş bir varlık. O maddesi ile bir çukura sığabilecek kadar küçük, manasıyla kainatı ihata edecek kadar büyük. Şair ne güzel der: "Bir şulesi var ki, şem-i canın/Fanusuna sığmaz asumanın." Yani, can (ruh) mumunun öyle bir ışığı var ki, göklerin lambasına sığmaz. İnsan iç alemindeki zenginliğine erebilmesi için birçok merhaleden geçmesi, olgunlaşması gerekir. Çiçek topraktan filizlendiği andan olgunlaşıp açıncaya kadar bir seyir takip eder. Bir hayvanın yaratılışının kaynağı olan hücre, başlangıcından en güçlü haline gelinceye kadar nereden nereye seyrediyor! Kainatta bütün varlıklar fıtri olarak (yaratılışlarının gereği olarak) kendi nihai kemallerine (olgunlaşmalarının en son düzeyine) aşıktırlar. Çiçek kendi kemalinin aşığı olduğu gibi, cansız varlıklar da kendi nihai kemallerinin (son olgunluk düzeyi) aşkına sahiptirler. İnsanın olgunlaşması ise, nihai noktada Allah’a yönelmesi ile mümkün olur. Bu aynı zamanda insanın kendini bulması, kendi zenginliklerine dalması demektir. Çünkü Allah insana öylesine yakındır ki insanın Allah’ı bilmesi tıpkı onun kendisini bilmesi gibidir. İnsan ancak kendini bildiği zaman Allah’ı bilebilir. Kişinin kendini bilmeden Allah’ı bilmesi imkansızdır. Kendini unutan kimse Allah’ı unutmuş olur. Ne zaman kendine dönerse o zaman Allah’a dönmüş olur. Allah’ı unutan kimse de kendini unutmuş olur. Nitekim Kuran’da "... o kişilere benzemeyin, onlar Allah’ı unuttular da, Allah da onlara kendilerini unutturdu; işte onlardır buyruktan çıkanların ta kendileri" (Haşr, 19) buyrulmuştur. Büyük kayıp insanın kendisini kaybetmesidir. Kendisini kaybeden her şeyini kaybetmiş olur. Hz. Ali "Bir şeyini kaybettiği zaman, onu bulana kadar peşinde koşan, fakat kendini kaybetmiş olduğunu hiç düşünmeyen adama şaşarım! Neden kendini bulmaya koşmuyor? Ey insan! Sen kendini kaybettiğini bilmiyor musun? Git kendini bul, çünkü bu senin için kaybettiğin herhangi bir şeyden daha kıymetlidir..." buyurmuştur.

* * *

İbadetin hikmeti nedir? İnsanın kendisini buluncaya kadar Allah’ı bulma isteğidir. Allah’ı bilme kendini daha çok bilmeyi ve tanımayı gerektirir. Sahip olduğumuz bitmez tükenmez hazineye, ruhi ve manevi zenginliklerimize ancak Kuran’ın rehberliğinde ve onun sayfalarında çağlayan ışığın aydınlığında erebiliriz.

SORALIM  ÖĞRENELİM

İşyerinde bir arkadaşım hemen herkese Allah’ın düşmanı diye hitap ediyor, bunu bir alışkanlık haline getirmiş, bu hususta ne derseniz?

F.Y./İstanbul

Bu sualinize bir hadisle cevap vermek istiyorum. Umarım ki arkadaşınız bu alışkanlığından vazgeçer. Hadis şu: "Her kim bir adama; Ey kafir veya Allah’ın düşmanı! der de o adam dediği gibi değilse o sözler bunları söyleyene döner."

Boy abdesti alırken parmağımdan yüzüğü çıkarmalı mıyım?

Sungur ATA/Erzurum

Yüzüğü hareket ettirerek suyun altına ulaşmasını sağlamanız yeterlidir.

Babam yemek yerken konuşulmaz, günahtır diyor, doğru mu?

Gülnihal KARA/Ankara

Aksine yemek esnasında susmak iyi değildir. Ancak, güzel şeyler konuşulmalıdır.

’Nebi’ ile ’Resul’ arasında bir fark var mıdır?

Arslan TİTİZ/İstanbul

İslam terminolojisinde "Nebi" ve "Resul" deyimlerinin her ikisi de Peygamber anlamına gelmekle birlikte aralarında önemli fark vardır. Nebi eski bir dinin kurallarını sürdüren, Resul ise yeni bir din ve kitap getirendir. Her resul aynı zamanda nebidir, fakat her nebi resul değildir.

Zinanın tanımını yapar mısınız?

S.V./Isparta

Zina, aralarında meşru bir evlilik olmayan, nikah bağı bulunmayan kimselerin cinsel ilişkide bulunmalarıdır. Büyük günahlardandır. Kuran’da şöyle buyurulmuştur: "Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur." (İsra: 32)
Yazının Devamını Oku

Hangi insan

25 Ağustos 2006
MEVLÁNÁ diyor ki: "Şeyh (üstad) dün elinde bir mum şehrin çevresinde dönüp dolaşıyordu. Devden, canavardan bezdim, bir insan istiyorum, insan diyordu. Şu mayaları gevşek yoldaşlardan soğudum, usandım. Tanrı aslanını, Zaloğlu Rüstem’i istiyorum. Dediler ki, biz aradık bulunmuyor. Dedi ki, o bulunmayan yok mu? İşte ben onu istiyorum."

Derler ki, Diyojen’den Nietzsche’ye kadar bu arayış, felsefi sistemlerde asırlar boyunca muhtelif şekillerde ifade edilmiştir. Tasavvufçular da, "Gezmek lazım her yeri/bulmak için bir eri" sözüyle mana erini aramayı; fakat bunun zor bulunacağını dile getirip aynı zamanda insan ile insan arasındaki derece farklılıklarına işaret etmişlerdir.

* * *

Plutarkhos’a göre, bir yerde hayvan ile hayvan arasında pek büyük ayrılık yoktur, insan ile insan arasında olduğu gibi. Montaigne daha ileri giderek, "Kimi insan ile kimi insan arasındaki uzaklık, kimi insan ile kimi hayvan arasındaki uzaklıktan daha büyüktür. Üstelik kafa dereceleri buradan göklere çıkacak bir merdiven basamakları kadar sayısızdır. Ama insanları değerlendirmeye gelince, ne tuhaftır ki varlıklar içinde kendi değerleriyle ölçülmeyen bizleriz. Bir atı güçlü ve çevik olduğu için överiz, kuşamıyla değil. Bir tazı koşmasıyla övülür, tasmasıyla değil. Bir kuş kanadıyla övülür, püskülleri, çıngıraklarıyla değil. Niçin insanı da kendinin olanla değerlendirmiyoruz? Bir sürü adamı varmış, güzel bir köşkü varmış, şu kadar itibarı, bu kadar geliri varmış. Bütün bunlar çevresindedir onun, kendisinde değil. Aradığınız kılıcın değeridir, kının değil. Kınından çıkınca belki de beş para vermezsiniz kılıca. İnsanı kendi değeriyle ölçmeli, süsü püsüyle değil" demektedir.

Hangi yaratığa bakarsanız bakın, kendisini kendisinden ayıracak, özünden soyutlayacak bir özelliği bünyesi kabul etmez. Mesela kaplanın kaplanlığından söz ederiz; köpeklik sıfatı köpeğe mahsus, atlık sıfatı ata hastır deriz. Bu hayvanlar bu sıfatlarıyla vardırlar, onların öz sıfatlarını kendilerinden ayırabilmek mümkün değildir. Yani "at"lığını yitirmiş bir ata, ya da artık kaplan olmayan bir kaplana rastlayabilmek kábil değildir. Halbuki insanlığını yitirmiş bir insana rastlayabilmek pekálá mümkündür; insan olmayan insanlar pekálá vardır.

İnsanın değeri, güç ve kudreti, şekilde, bedende ya da maddede değil onun ruh ve manasındadır. Maddeyi yönetip yönlendiren, şekillendirip hareketlendiren ve canlı tutan ruhtur. Nitekim Mevláná, "Madde bizim manamızdan var oldu, biz ondan değil/ Şarap bizden mest oldu, biz ondan değil" diyerek bu hususa işaret etmiştir. Demek oluyor ki, madde ruha hizmet etmek için Yüce Allah tarafından meydana getirilmiş olan hazır bir malzemedir. Bize sadece bu hazır malzemeden yararlanmak kalıyor. İnsanı değerli kılan şey, içinde taşıdığı "ilahilik"tir. İşte insanı geliştirip, yetiştirip, yükseltip yücelten cevher budur. Her insanın özünde bu cevher bulunmasına rağmen, bazıları bunun şuurunda olmadıklarından tekámül edememişlerdir.

* * *

Mevláná’nın mumla aradığı insan kámil, başka bir ifadeyle evrensel insandır. Evrensel insanın sıradan insanlardan farkı, güçlü bir iman ve ilahi aşkın kazandırdığı seviye yüksekliğine ermiş olmasıdır. Bu insanda ilahi emirlere bağlılık ve saygı vardır. Üstün bir sorumluluk anlayışı vardır. İnsanlara hizmeti kendine şiar edinmiştir. İçi sonsuz bir şefkat ve sevgi doludur. Yüce iradeye karşı şuurlu, istekli ve bilinçli bir sadakat vardır. Tek kelimeyle Kuran’ın tarif ettiği insandır.

Böyle bir insanı karşılaştırın budala, aşağılık, köle ruhlu, zalim, sevgisiz, katı yürekli, değişken, türlü ihtirasların rüzgárında durmadan bir o yana bir bu yana yuvarlanan çamur gibi insanlarımızla. Yer ile gökten daha uzaktır onlar birbirinden. Unutulmamalıdır ki, her yazıya Kuran denilmediği gibi, her şekli Adem olana da insan denilmez. İnsanlık ulvi bir mefhumdur.

İkbal’in bir sözüyle sohbetimi noktalıyorum: "Canım firavundan da bıktı, zulmünden de/ İmran oğlu Musa’nın yüzündeki nuru istiyorum ben."

SORALIM ÖĞRENELİM

Bir ilahiyat hocası geçen hafta televizyonda, "Fıkıhta zina edenin katli vaciptir denildiğinden ve bu cezayı devletin mi şahsın mı uygulaması yolunda bir açıklık olmadığından ötürü, töre cinayetleri işlenmektedir" dedi. Bu doğru mudur?

Davut ŞANGÜZEL/ANKARA

Kesinlikle doğru değildir. İslam fıkhı, zina yapan kadın ve erkeğe had (ceza) tatbik etme hakkını devletten başkasına vermez. Bütün müçtehidler suçluya ceza uygulamanın umuma veya bir şahsa ait olmadığında ittifak halindedirler. Cezalandırma yetkisi sadece hákimlere aittir. Ayrıca töre cinayetlerinin buna bağlanması da isabetsizdir. Çünkü yıllardan beri, müftülerimiz, vaizlerimiz töre cinayetlerinin dinimizde yeri olmadığı hususunda insanları aydınlatmakta ve camilerde bu konuda hutbeler okunmaktadır.

Peygamber efendimiz diyoruz, halbuki efendi sözü günümüzde hizmetliler için kullanılmaktadır. Geçen gün bir kaymakama efendi dedim, ters ters baktı ve rahatsız oldu. Bu konuda bir açıklama yapar mısınız?

Ayhan ALTINYOL/İSTANBUL

Mutlak hákim anlamına gelen "efendi" kelimesinin aslı eski Yunanca’da "authentes", Rumca telaffuzu ise "aftendis"tir. Dilimize fetihler sonucu giren bu kelime 13. asırda Mevlana’nın kızı Melike Hatun için söylenmiş, 15. asırda Fatih Sultan Mehmed, Galata ahalisine verdiği Rumca fermanda kendisi için kullanmıştır. Efendi kelimesi, ilim, irfan ve rütbe sahibi insanlar için kullanılırdı. Padişah efendimiz, Şeyh’ül-İslam efendimiz, hoca efendi gibi. Peygamberimiz için de bu tabir bir saygı ifadesi olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu kelime geniş ölçüde yayılmıştır. Evin efendisi, İstanbul efendisi gibi. Eskiden padişahların nikáhlı eşlerine de kadın efendi denilirdi. Efendi kelimesinin bugün müstahdemler için kullanılması, bu kelimenin asaletine gölge düşürmediği gibi kaymakam veya herhangi bir zatın bundan rahatsızlık duyması yersizdir.

İmam okurken Süphaneke’yi okumalı mıyız?

Hüseyin TARTAN/KARS

Bilindiği üzere, Süphaneke’yi okumak sünnettir. Dolayısıyla, imam okurken onu dinlemeliyiz, artık Süphaneke okunmaz.
Yazının Devamını Oku

Kuran’da tahrif söz konusu olamaz

18 Ağustos 2006
TARAFIMA gönderilen 30 imzalı bir mektupta, "bilgisine güvendikleri bir zatın Kuran’ın Hz. Osman tarafından tahrif edildiğini ve asıl Kuran’ın Hz. Ali’nin yazdığı Kuran olduğunu söylediği" belirtilmektedir. Sayın okurum, Kuran-ı Kerim’in tahrifi konusundaki iddialar yeni değildir. Oryantalistlerin kitapları bu tür iddialarla doludur. Ancak bu tür iddiaların hiçbiri Kuran-ı Kerim’in Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği şeklinde eksiksiz olarak ve tahrif edilmeden zamanımıza kadar ulaştığı gerçeğine gölge düşürememiştir.

Kuran-ı Kerim’in hem ezberlenmesi hem de yazıyla tespitinin baştan beri nasıl titizlikle yapıldığı, yazılırken hangi malzemelerin kullanıldığı, yazanların nasıl metotlar takip ettiği en ince ayrıntılarına kadar tarih kaynaklarında sabittir. Bunlar öylesine tarihi bilgilere dayanmıştır ki bunu herhangi bir iddianın sarsacağını ileri sürmek, son derece temelsiz bir iddiadan öteye geçemez.

* * *

Kendini bilen objektif ehil bir ilim adamının böyle bir iddiada bulunması da mümkün değildir. Çünkü Kuran-ı Kerim, son ilahi kitaptır ve vahiy yoluyla son peygamber Hz. Muhammed’e yaklaşık 23 sene zarfında nazil olmuştur. Her ayet nazil oldukça vahiy kátipleri bizzat peygamberimizin ağzından alarak yazmışlar, ayrıca hafızlar da inen ayetleri hemen ezberlemişlerdir. İleri gelen sahabilerin tamamı hafız olduğu gibi, sadece Yemame savaşında 70 kadar hafızın şehit olması, Kuran’ın ne kadar çok kimse tarafından ezberlendiğinin açık delilleridir.

Müslümanlar arasında binlerce insan tarafından Kuran’ın ezberlenmesi geleneği ve ilk andan itibaren komisyonlarca yazıyla tespit edilmiş olması, onun bir harfi bile değişmeden günümüze kadar gelmesini sağlamıştır. Günümüzde de bu gelenek sürmektedir.

Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamber zamanında bizzat onun gözetiminde cem edilmiş olmakla birlikte Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra Halife Hz. Ebubekir döneminde iki kapak arasına alınıp mushaf haline getirilmiştir. Bilahare Hz. Osman bu mushafı esas alarak üslup birliği taşıyan meşhur Kuran nüshasını yazdırmış, sonra çoğalttırarak tüm yöneticilere göndermiş, bu nüshaya yazım yöntemi açısından uyum sağlamayan nüshaların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Bundan önce ise bireysel manada birçok sahabi kendi kendine mushaf yazıp saygıyla evinde saklıyordu.

Ferdi Kuran yazmalarında muhteva bakımından olmasa da surelerin sıralanması ve hat şekilleri bakımından bazı uyumsuzluklar çıkıyordu. Bazıları da ezberleyemediği veya elde edemediği sure ve ayetleri kendi nüshasına yazmıyordu. Yazılan bu kişisel nüshalarda yazan şahıstan kaynaklanan hatalar da söz konusu olabilmekteydi. Özet olarak farklılıklar bu bağlamda ortaya çıkıyordu.

Hz. Osman döneminde yapılan icraat, bu ahenksizlik ve uyumsuzluğun ortadan kaldırılarak Kuran’ın yazılmasına ve korunmasına gerekli saygı ve ihtimamın gösterilmesi çerçevesinde yapılan bir faaliyetti.

Bugün Endonezya’dan Balkanlara, Çin’den Amerika’ya, Orta Asya’dan Afrika’ya varıncaya kadar dünyanın her köşesindeki bütün Müslümanların elinde bir harf değişikliği bile söz konusu olmamak üzere mevcut bulunan mushaf, en baştan yüzlerce sahabe tarafından aralarında herhangi bir ihtilaf söz konusu olmadan tespit edilip nesilden nesile intikalini sağladıkları mushaftır.

* * *

Başlangıçta Kuran, noktasız ve harekesizdi. Yeni Müslüman olan yabancıların Kuran-ı Kerim’i noktasız ve harekesiz şekliyle sık sık yanlış okumaları yüzünden Kuran’ın noktalanması ve harekelenmesine ihtiyaç duyulmuştur. Kuran’ın noktalanması ve harekelenmesi işlemine, Kuran’da değişiklik yapıldı demek ve böyle bir yakıştırmada bulunmak dayanaksız bir iddiadır ve konu açısından bilgisizliktir. Çünkü bu işlem, Arapça’nın kendi tabiatından gelen bir gelişmedir.

Hz. Ali’nin mushafına gelince; Osmanlı padişahı II. Selim’i 1568 tarihinde Revan Valisi Şahkulu Han başkanlığında 720 kişilik bir İran heyeti Edirne’de ziyaret etmiş, 43’ü Şah Tahmasap, 10’u da Şahkulu Han adına olmak üzere 53 deve yükü hediye getirmişti. Bu hediyeler içinde güya Hz. Ali’ye izafe edilen Kuran da bulunuyordu. Ancak bu, mücerret iddiadan öteye gitmemiş ve bugüne değin Hz. Ali’nin nüzul sırasına göre yazdığı Kuran’ın özelliğini taşıyan bir nüsha bulunamamıştır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Kuran’da Arapça olmayan kelimeler var mıdır?

Süleyman SATILMIŞ/ANKARA

Her dile yabancı dillerden kelime girmiştir. Arapça’da da başka dillerden girme kelimeler vardır. Kuran’da bunlar kullanılmıştır. Taşköprülüzade, Mevzuatül Ulüm’de bu konuyu anlatır ve Kuran’da bütün dillerden kelime alınmasının anlamı üzerine dikkati çeker. Subki (1355), Kuran’da Arapça olmayan 27 kelimeyi bir şiirde toplamıştır. İbn Hacer (1448) bunları 51’e çıkarmış, C.Süyüti bunlara 60 kelime eklemiştir. Kahire Şarkiyat Enstitüsü Sami diller profesörü A.Jefferu, 1938’de yayınladığı eserinde Kuran’da 320 yabancı kelime bulmuştur. Bunların çoğu Sami dillerde ortak kelimelerdir. Bu kelimeler arasında tennur (tandır), yakut gibi sözlerin Türkçe olduğu açıklanmaktadır.

Tarikatlarda bir usul, metot var mıdır? Bir örnekle açıklar mısınız?

İhsan DEMİR/İSTANBUL

Tarikatlar birer eğitim kurumları idi. Bazı prensipleri vardı. Örneğin: Nakşiliğin 8 prensibi vardı. Bunlar sırasıyla;

1- Huş der dem: Aklın ve fikrin nefeste olması. Yani gaflet halinde olmamak.

2- Nazar ber kadem: Düşüncenin dağılmaması için insanın önüne bakması.

3- Sefer der vatan: Manevi sefere çıkma. Yani kötü huylardan uzaklaşma.

4- Halvet der encümen: Bedenen halk ile ruhen Hak ile olmak.

5- Yad kerd: Dilin söylediğine kalbin katılması ve duyması.

6- Baz geşt: Allah’ı anarken sadece onun rızasını ummak.

7- Nigah daşt: İç denetim, otokontrol.

8- Yad daşt: Daimi huzur, daimi müşahede.
Yazının Devamını Oku

İnsan ve din

11 Ağustos 2006
KUTSAL bir değer olan din, insanla doğmuş ve tarih boyunca onunla yaşamıştır. İnsan, fert olarak da toplum olarak da dine muhtaçtır. İlkel insandan tutun da bugünkü teknolojik gelişmeleri gerçekleştiren insana varıncaya kadar tarih öncesi ve sonrası hiçbir devirde, din duygusu taşımayan topluluğa rastlanmamıştır.

Din, akıl sahiplerini kendi hür iradeleriyle en iyiye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilahi bir kanundur. Dinin gayesi, insanları dünya ve ahirette mutlu kılmaktır. Dinin kurucusu Allah, muhatabı akıl sahipleri, anlatıcısı da peygamberlerdir. İslam bilginlerinin din tarifleri ile Batılı-Hıristiyan bilginlerin "Din" anlamında kullandıkları "Religion" terimleri arasında kapsam ve ihata açısından bazı farklılıklar vardır.

İslam bilginlerinin "Din" tarifinde, fert ve toplum için hayat felsefesinin özünü teşkil eden bütüncül ve tevhitçi özellikler yer alırken, Batılıların "Religion" anlayışlarında sadece metafizik inançlara sahip olmayı ve teolojiyi çağrıştıran dar bir yorum biçimi ağırlık kazanmaktadır.

* * *

Din öncelikle bireyi ön planda tutar ve onun mutluluğunu hedefler. Bireyi esas alan dinimizin ana gayesi, mutlu ve huzurlu toplumların meydana gelmesidir. Zira insanlar toplu halde yaşarlar, bu onların yaratılışında var olan özelliktir. Bir arada yaşamak durumunda olan insanların birbirlerine karşı birtakım görev, hak ve sorumlulukları vardır. Bu görev ve sorumlulukların yerine getirilmesiyle ancak huzur sağlanır.

Baş döndürücü bir hızla gelişen ve değişen dünyada, toplumsal huzurun ve düzenin sağlanmasında, her geçen gün dinin önem ve anlamı artmakta ve din yükselen bir değer olarak dünya sahnesinde yerini almaktadır.

Arnold Toynbee "İnsanın elindeki maddi kudret ne kadar fazlalaşırsa, insanının kendisiyle ve diğer insanlarla ilişkilerinde Allah’ın rehberliğine ve yardımına ihtiyacı o derece büyük olur. Böylece tekniğin gelişmesiyle din, insan için daha az değil, daha çok ehemmiyet kazanır. Diğer insanlarla mücadele ihtiyacını bir tarafa bırakırsak, insanın tabiata karşı yegáne savunma imkánının teknikten ibaret olduğunu görürüz. Halbuki insanın bizzat insana karşı yegáne savunma vasıtası, ahlaki ve vicdani setler kurmak suretiyle, sadece dindir" demektedir.

* * *

İnsanoğlu bugün kendi dışında kalan canlı veya cansız bütün yaratıklara üstünlüğünü ve hákimiyetini ilan etmiş bulunmaktadır. Yani artık aslan, kaplan, kurt, köpek, çakal gibi yırtıcı hayvanların saldırısından korkmuyor. İnsanlık bugün kendinden korkuyor. Bugün süper güçlerin insanlığı inim inim inleten mezalimi, canavarları utandıracak vahşette değil midir.?

Sonuç olarak toplum halinde yaşamak zorunda bulunan insanların dinin getirdiği yüksek ahlaki prensiplere harfiyen uymaları gerekmektedir. Kutsallık ve maneviyat fikri esas alınmadıkça, iyiliğe mükáfat, her türlü kötülüğe ise ceza verecek bir Allah’a, mutlak adaletin tecelli edeceği bir güne, sorumluluğa ve ebedi hayata inanılmadıkça fazilet ve ahlak için dayanılacak bir nokta, bir merkez yok demektir. Artık o topluluğun kıyameti de kopmuştur.

SORALIM ÖĞRENELİM

10.06.2006 tarihli cevabınız hatalıdır. Çünkü idrardan sonra gelen sıvının meniyle hiçbir ilgisi yoktur. Şeffaf bir sudur. Dolayısıyla boy abdesti gerekmez.

Dr. Ü. HAKTANIR

Elbette idrardan sonra gelen sıvı (vedi) boy abdesti almayı gerektirmez. Benim 10.06.2006 tarihli cevabım bununla alakalı değil, tamamen farklı bir konu. Şöyle ki; cinsel ilişkide bulunan veya ihtilam olan (rüyalanan) kimse, idrar yapmadan yıkandıktan sonra, kendisinden meninin kalanı çıkarsa tekrar boy abdesti alması gerekir. İdrar yaptıktan sonra yıkandığı takdirde sıvının şehvetsiz olarak çıkmasından dolayı tekrar yıkanması gerekmez.

Bazı toplantılara katılıyorum. Yeni ibadetler icat ediyorlar, bu doğru mu?

İ.M./MANİSA

İmanın esasları Kuran’da açıkça belirtilmiştir. Keza ibadetler de belirlenmiştir. Hiç kimse din alanında ne yeni bir iman esası, ne de yeni bir ibadet biçimi getirebilir. Böyle bir yetki kimseye verilmemiştir.

Bir televizyon kanalında dövme yaptıranların boy abdesti olmaz diye fetva veriliyor. Bu hususta ne dersiniz?

Yücel EGAL-Kadir TATLISULUOĞLU

Bu konuyu daha önce birkaç kez açıklamıştım. Dövme yapılırken iğne yardımıyla deri altına geçirilen boya, deri üstünde bir tabaka oluşturmadığından (bu işin uzmanlarının verdiği bilgi) boy abdestinize engel teşkil etmez. Bununla beraber Peygamberimiz dövme yaptırmayı hoş karşılamamıştır.

Hz. Aişe’nin 9 yaşında iken Peygamberimizle evlendiği doğru mu?

Sabit DURAK/AFYON

Hz. Aişe’nin 9 veya daha alt yaşlarda Peygamberimizle sözlü bulunduğu, evliliğinin ise 18 veya 19 yaşında gerçekleştiği güvenilir kaynaklarda kaydedilmektedir ki en isabetli görüş budur.

İsmini açıklamayacağım bir cemaat lideri, mensuplarına hep birlikte sorgusuz sualsiz cennete gireceğiz dedi. Böyle bir şey olur mu?

Hasan/İSTANBUL

İslam’da kitle halinde kurtuluştan söz edilemez. Cennete birey olarak girilir ve ancak Allah’ın lütfuyla hak edenler girer. Böyle bir teminatı Peygamberimiz dahi vermemiştir. O cemaat liderinin tövbe etmesi ve sizin de gerekli cevabı vermeniz lazımdır.
Yazının Devamını Oku

Herkes bu soruyu kendine sormalıdır

4 Ağustos 2006
BİR okuyucumuz soruyor; yüce dinimiz, Müslümanların maddi ve manevi kalkınmalarını, yükselmelerini sağlayacak esasları getirdiği halde, neden Müslümanlar bugün perişan, zelil, güçsüz ve geri kalmışlar; buna mukabil niçin gayrimüslimler, Batılılar kalkınmış ve gelişmişlerdir? Herkes bu soruyu kendine sormalıdır.

Öncelikle şunu ifade edeyim ki; İslam ülkelerinin geri kalmışlıklarına bakılarak, İslam dininin gelişmeye engel olduğu ve bütün ilmi-teknik gelişmelerin Avrupalılarca gerçekleştirildiği, Müslümanların medeniyete katkı sağlamadıkları iddiası tarihi hakikatlerle bağdaşmaz. İbni Sina, İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Miskeveyh, İbn-i Haldun, Cabr İbn-i Hayyam, Ebubekir er-Razi, Kindi, Nasırüddin Tusi, Biruni, Ali Kuşçu, İsmail Gelenbevi, Hoca Tahsin, Hoca İshak, İbn-i Heysem ve yüzlerce bilgin, dünya bilim tarihine yerleşmişlerdir.

* * *

9., 10. ve 11. yüzyıllarda İslam dünyasında yaşanan ilmi, felsefi, teknolojik ve hukuki gelişmelerin çeşitli sebeplerle daha sonraki dönemlerde devam ettirilmemiş olması, İslam medeniyetinin duraklamasına ve daha sonra da Batı medeniyeti karşısında geri kalmasına sebep olmuştur. Bu konuya daha önceki yazılarımda biraz temas etmiştik.

İslam áleminin bu duruma düşmesinin sebebi; yüce dinimizin ilerlemeyi, yükselmeyi, kalkınmayı, ilmi, çalışmayı, güzel ahlakı, birlik ve beraberliği emreden ulvi prensiplerinin aksine, tembelliğe, cehalete, tefrikaya düşen Müslümanlardır. Yükseliş ve düşüş; çalışma ya da tembellik ve ahlaksızlığın tabii sonucudur. Çalışan hangi dinden olursa olsun yükselir, tembel olan mümin olsa bile zelil olur. Bu bir ilahi kuraldır. Milletlerin yükseliş ve düşüşleri bu kural üzere cereyan etmektedir.

Nitekim Yüce Allah, Kuran’ı Kerim’de bu hususta buyuruyor ki: "Bir toplum içinde bulunduğu durumu değiştirmedikçe Allah onların halini değiştirmez" (Ra’d, 11). Yine Kuran diyor ki: "İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhur etti. Belki dönerler diye Allah onların yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırıyor." (Rum, 41). Bir başka ayette şöyle deniyor: "Allah bir beldeyi örnek verdi. Başkalarına ibret gösterdi ki, o belde mutlu ve refah bir hayat yaşarken, rızık hızla her taraftan bol bol gelirken, ahalisi Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiğinden, yani kötülük işlediğinden Allah da bu yaptıkları yüzünden onları açlığa mahkûm etmiştir." (Nahl, 112).

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, bir milletin sahip olduğu mutluluk ve nimeti kaybetmesi zorluk, sıkıntı ve darlığa duçar olması, kendi elindedir. Böyle bir sonucu kendisi hak etmektedir.

İslam’a göre, iman ve ibadet esasları, körü körüne inanılması ve yerine getirilmesi gereken dogmalar değildir. Dinimizde dinamik, harekete geçirici bir iman anlayışı vardır. Yüce dinimiz, insanların sadece iman etmelerini değil, aynı zamanda güzel eylemlerde bulunmalarını ve imanlarını hayatlarının her boyutuna yansıtmalarını da ister. İslam dininin koymuş olduğu ahlaki buyruklar, ideal bir insan ve toplum inşa etmeyi hedefler.

* * *

Ancak günümüzde müminlerin birçoğu, iman ve ibadet esasları ile ahlaki yaşantı arasındaki yakın ilişkiyi gözden kaçırma yanılgısı içindedirler. Bir yandan ibadetlerini şekil olarak yerine getirirlerken, diğer yandan İslam’ın men ettiği bir kısım kötü ve yanlış davranışlar içinde bulunabilmektedirler. Halbuki gerçek müminin, özü ile sözü, inancı ile yaşantısı mutlaka uyumlu olmalıdır.

İşte bu uyum sağlandığı; inandığımız gibi yaşadığımız; cehaleti, ataleti, tefrikayı her türlü kötülüğü terk ederek birlik ve beraberlik içinde memleketimizin imarı ve kalkınması için çalıştığımız ve ahlaki faziletlere sahip olduğumuz takdirde hem fert, hem de millet olarak yükselir, maddi ve manevi mutluluğa erişiriz.

SORALIM ÖĞRENELİM

Güneydoğu’da yaygın olan başlık parasını meşrulaştırmak için kendilerince onu mehre benzetmektedirler. Bu doğru mu?

Sadık Z./ŞANLIURFA

Mehir ile başlık parası arasında asla bir benzerlik söz konusu olamaz. Mehir, kadına dönük bir güvence, bir faydadır. Nikáh akdi sırasında peşin veya sonra verilmek üzere iki taraf arasında tayin ve tespit edilir. Başlık parası ise kız isteme ve söz kesme merasiminde karara bağlanır ve kızın babasına verilir. Baba dilediğini kendine ayırır, dilediğini kızının ihtiyacına sarf eder. Başlık parası adeta bir satış bedelini andırmaktadır. Halbuki hür olan bir insanın satışı kesinlikle haramdır. Mehir, kadının hakkı olduğu için kocasının ölümü halinde eğer alınmamış ise böyle bir durumda kayınpeder olacak şahsa verilir. Başlık parası evlenmeyi zorlaştırmakta, nişanların bozulmasına sebep olmaktadır. Yüce peygamberimiz, "Evlenmeyi kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız" buyurmuştur. Dolayısıyla başlık parası haramdır.

Bir olayın tanığı olan kimse, gördüklerini ve bildiklerini gelip mahkemede anlatmazsa günahkár olmaz mı?

Fidan/İSTANBUL

Şahitlik ağır bir yüktür. Onun için insanlar ondan kaçmaktadırlar ki doğru değildir. Kuran, "Şahitlik yapmaya çağrıldıklarında kaçmasınlar" (Bakara, 282) buyurur. Yine Kuran, insanların haklarının zayi olmasına sebep olacağı için şahitliğin gizlenmesini şiddetle yasaklamıştır. Bakara 283’te şöyle buyurulmaktadır: "Şahitliği gizlemeyin, kim şahitliği gizlerse muhakkak onun kalbi vebaldedir." Bu ayetlerden şahitlik yapmamanın büyük günah olduğu açıkça ifade edilmektedir.

Burnumdan ameliyat olduğum için secdede yere koyamıyorum. Bir sakıncası var mı?

Cemil DEMİR/ANKARA

Özürsüz olarak burnun yere konmaması namazı bozmaz. Sadece mekruh (nahoş) sayılmıştır. Özürlü olduğunuzdan ötürü sizin için bu da söz konusu değildir.

Mevlana Türk olduğuna göre neden "Rumi" deniliyor?

A.Fettah ŞİŞEK/TRABZON

Vaktiyle üzerinde yaşadığımız topraklar Bizans’ın hákimiyeti altında bulunduğundan, etnik kökeni ne olursa olsun buralarda yaşayanlara "Rumi" denilirdi. Mevlana’ya Rumi denilmesinin sebebi de budur.
Yazının Devamını Oku