Sağımda solumda konuşulanlara kulak kesilmek, çaktırmadan milletin muhabbetini dinlemek gibi bir alışkanlığım gerçekten yoktur. Ama enteresan diyalogları seçtiğimden midir, çektiğimden midir bilinmez, kulak ucuyla acayip tuhaf şeyler duyduğum oluyor. Bu hafta hava alma seanslarımda kulak misafiri olduklarımı bir kenara not edeyim, alt alta yazınca ne olacak bakalım dedim. İlginç bir sonuç elde ettim. Şöyle bir liste halinde sizinle de paylaşayım.
Alt sokakta yanımda geçen biri genç, biri orta yaşlı iki erkek birey:
- Muğla ilçe di mi?
- İl.
- Fethiye ne oluyor peki o zaman?
- Kıta o kardeşim. Avrupa, Asya, Fethiye, Amerika...
(Doğru diyorsun usta, coğrafya kaderdir diye müdahil olmamak için kendimi zor tuttuğum bir diyalogdu bu.)
Kaldırımdaki kafe masasında arkadaşına belli bir yaşın üzerinde baba olmanın zorluklarını anlatan hafif yılgın ama samimi kardeşimiz:
"Maskeyi kolunuza takmayın, nefes alıp verme işini kolunuz yapmıyor.”
“Hayır efendim açık havada maske takmanın bir mantığı yok, üstelik daha az oksijen alıyoruz, o daha tehlikeli.”
Bu maske kavgaları beni sıktı. Şöyle bir sıkıntım daha var: Benim açımdan şehirde yaşamanın mantığı; terazinin bir tarafında trafikten ekonomik meselelere kadar geniş bir skalada uzanan çektiğimiz çileler varken, diğer tarafında şehrin bize sunduğu nimetlerin yer alması. Nimetten kastım da işte büyük sporcuları kanlı canlı izleyebilmek; festivallerde aynı şekilde dünya çapında ünlü sanatçıları görme şansını yakalamak; konser, tiyatro, sinemaya gidebilmek gibi şeyler...
Ama şimdi maskeyi taksan da takmasan da şehirde hareket etmek zor. Bu saydıklarım zaten yok. Böyle olunca şehirde yaşamak anlamsızlaşıyor. Bu anlamsızlığı bir nebze olsun azaltmak ve yaşadığım şehirle bağlarımı biraz güçlendirmek için çevrimiçi gezmeye başladım. Street View’da sevdiğim yerleri geziyorum.
Yalnız şöyle bir sorun oluyor, koyduğumu yerinde bulamıyorum. Oturduğum bütün binalar yıkılmış. Halbusi “Buralar eskiden komple dutluktu, liseliler hatırlamaz” diyecek kadar da yaşlanmış hissetmiyorum kendimi.
Çocukluğumun geçtiği sokağı geziyorum, tanıyan beri gelsin. “Aktüel mahallemde bir gezintiye çıkayım bari” diyorum. Bu oldukça verimli geçiyor. Hatta bir sokakta arkadaşım Ercan’ı çocuğuyla yürürken bile yakalıyorum fotolarda. Hemen ekran görüntüsü alıp atıyorum kendisine “Yalnız masken yok bebeğim, oluyor mu böyle” diyerekten. O da “Oğlum o fotolar pandemi öncesinden, şu ortamda foto çekmekle mi uğraşacak adamlar” diyor. Bu küçük yazılı atışmayla bir sosyalleşme deneyimi bile yaşamayı başardım işte. Sağ olasın Street View.
Elim değmişken aramızdan ayrıldığından beri Taksim’e, gitmeyi reddettiğim AKM’nin tarafına da bir bakayım diyorum. Yok, burada da sadece boş arsa ve vinç var. Ercan haklı, online gezinti offline gezintinin epey gerisinden geliyor.
- E buraya çakıl dökmüşler, nerede ateş?
- Ne ateşi?
- Deniz kenarına böyle bir alan yapılmışsa orada hemen ateş yakıp tek gitarla müzik yapmak icap eder. Az dur, yarın öbür gün görürsün.
Yürüyüşümüzde eşbaşkanım gerçekten haklı bir noktaya parmak basıyor. Ateş başında tek gitar yıllar boyunca türlü türlü şakaya malzeme olmuş, buna rağmen üreticisi bol olan geleneksel bir kültür faaliyetimizdir. Biliyorsunuz işte, ‘Akdeniz akşamları bir başka oluyor’ şekli... Kalabalık ortamlarda kendi müziğini başkasına dinletme meselesi bana hep biraz sıkıntılı gelir. İstemezsen dinlemezsin, “Amatör sanata ters gitmeye gerek yok” diyeceksiniz. Ama o işler öyle olmuyor işte. Misal ben istemediğim halde yan komşumun müziğini gecenin ilerleyen saatlerine kadar dinliyorum, karşı çaprazda bir apartman var, orada da müziğine güvenen bir kardeşimiz var. Onunkini de el mahkûm dinliyorum... Yürüyüşe çıkıyorum, arkamdan gelen bisikletine hoparlör takmış vatandaşın müziğine de yakalanıyorum. İki nefes alalım, deniz kenarında biraz oturalım dersem sahil mahalline hoparlörüyle gelmiş arkadaşların müziğini dinliyorum… Ben sizin müziğinizin neden zorunlu ve aralıksız muhatabı oluyorum?
Özellikle bluetooth hoparlör işi bu oyunu tam anlamıyla değiştiren bir keşif oldu. Eskiden çayırda, çimende, sahilde oturduğunuzda, müzik dinlemek istemiyorsanız en azından sadece gitar çalabilenlerden kaçınmanız gerekiyordu. Gitarı ve ateşi uzaktan görebiliyor, mesafenizi ayarlayabiliyordunuz. Şimdi kimin cebinden hop diye bir hoparlör çıkacağını öngöremiyor ve “Bu akşam dolunay varmış, görebileceğimiz bir yere gidip baksak mı?” diye çıktığınız yolda kendinizi Duman’ın eski albümlerini dinlerken bulabiliyorsunuz. Ayrıca denkleme taşınabilir sehpa ve sandalyeler de eklenirse iş de müzik de rakı masasına dönebiliyor. Açık havada sessiz sakin iki dakika oturayım derken bir anda Müzeyyen Senar...
‘Müşteriler böyle istiyor’ diyorlar
Daha bunun kapının önünden telefonla çaldığı müziğe yüksek sesle eşlik ederek geçeni var, aynı telefonu mekân masasında, mekânın müziğinden bağımsız müzik yapmak için kullananı var, arabasından yayın yapan var, tek müşteri olduğun mekânda arkadaşını duyamayıp “Biraz kısabilir miyiz?” deyince “Müşteriler böyle istiyor” cevabını aldığın mekâncısı var, var oğlu var...
Peki bu kadar sıkılmışım, hiç muhatabına bir şey diyor muyum? Genelde demiyorum. Çünkü müziğine laf etmek insanları genelde kızdırıyor gördüğüm kadarıyla. En son bindiğim takside “Radyoyu kıssak olur mu?” soruma “20 lira veren kendini arabanın sahibi sanıyor, Allah belasını versin böyle mesleğin” diye cevap gelince buna kanaat getirdim. İnip yürüdüm yolun gerisini. En azından yüksek müzik yayını yapan varsa da yanından geçip gidebiliyorsun öyle olunca.
Tüm zamanların en süpersonik dizilerinden ‘Battlestar Galactica’da sıklıkla tekrarlanan “Bunların hepsi daha önce yaşandı ve tekrar yaşanacak” cümlesini derin bir oh çekerek içimden tekrarlıyorum. Çünkü taksici az önce sohbet açma maksatlı bir denemede bulundu ve bunu yaparken de klasik hamlelerinden olan “Memleket nere?” sorusunu tercih etti.
Bendeniz bu sorudan nefret ederim. Çünkü “İstanbul” dediğinizde kafanıza direkt olarak “Tamam da asıl memleket nere?” sorusunu yersiniz. Ayrıca hemşericilik çok gereksiz bir şey. Sırf konu uzamasın diye bir dönem kafama göre birtakım şehirler söyleme alışkanlığı geliştirmiştim. Ankara demeyi denedim. Sonra baktım o da tam olarak beklenen cevap değil, kısa dönem Malatyalılık yaptım. Orada da işin “Neresinden?”e uzandığını fark edince Malatyamızın ilçelerini ezberleyip o günkü keyfime göre Arapgir, Darende, Hekimhan falan diye serpiştirmeye başladım.
Ama bugün kendimi hiç Malatyalı hissetmiyorum. Dolayısıyla “Memleket nere?”ye yapacak bir şeyim de verecek başka bir cevabım da yok:
- Memleket nere?
- İstanbul.
- Yok, asıl memleket nere?
- O da İstanbul.
- Deden?
Fark ettim ki bir süredir sizinle sadece ‘şuna gıcık oldum, buna sinir yaptım’ gibi anılarımı paylaşıyorum. Böyle yapmayayım, biraz da güzel şeylerden konuşalım istedim. Olmadı. Anladım ki daha pozitif bir anlatı hedefini tutturmak için değil hava almaya, bakkala bile mümkün mertebe çıkmamam lazım. Çıktıkça birilerine kuruluyorum. Buyurun bu hafta kurulduklarım sıralı tam liste.
Geçen hafta sonu sokaktan gelin alınacak diye 1.5 saat aralıksız davul vuranlar. Bütün geleneklerimizi evinde hastası olan var, bebeği olan var falan demeden yaşatmak zorunda mıyız? Bu ‘Biz bu akşam kavuşacağız’ davullarını düğün salonunda gümbürdetsek olmuyor mu? Şimdi ben malımı da biliyorum, gelip “Arkadaşlar Allah bir yastıkta kocatsın da bir noktada bitecek mi davul olayı, ev inliyor da üzerinize afiyet” desem hırs yapıp bu sefer inadına inadına daha gür vurmaya çalışacaksınız. Bizde bazı işler böyledir, adama “Şunu yapmasan mı?” dersen konuyu kişilik haklarına saldırı olarak alıp daha bir coşkuyla yapmaya başlar.
Hiçbirinizi unutmadım
Çöp kutusunun yanındaki yavru kediyi eline alıp uzun uzun mıncıran, hayvanın bariz biçimde korktuğunu ve rahatsızlandığını görmeyi beceremeyen, yetmezmiş gibi uyarılara rağmen elinde dolaştırıp dolaştırıp 300 metre öteye alakasız bir yere bırakan ergen arkadaşlar, size de büyük ayar oluyorum. Ellemeyin abisi kendi halinde takılan hayvanı. Çok seviyorsanız ihtiyaç sahibi tonla hayvan var, alır birini evinize bakarsınız. Garibanı yaşam alanından uzağa naklederek başına dert açıyorsunuz.
“Maskeni takar mısın?” dediğimde burnunun altına takan, “Tam mı taksan onu” deyince de türlü afra tafra yapan taksici kardeşim... Sizi bize parayla mı veriyorlar ya? Her 10 yolculuktan sekizinde taksinize bindiğimize pişman olmak zorunda mıyız? “Burnum benim kırmızı çizgim, örtmem” kafasıyla ne elde etmeyi umuyorsun?
Bitmedi. Kıymetli spor salonları... Pandemi nedeniyle grup derslerinizi açık havaya, parklara taşımışsınız, pek güzel. Yalnız, o alanlar sizin tapulu mülkünüz mü? İşgaliye mi verdiniz? Alanı kendince bayrakla, şunla bunla çeviren, orada oturmak isteyene “Yalnız burada ders var” diyen... Kardak Krizi’nde “O bayrak inecek, o asker gidecek” diyen Tansu Çiller vurgusuyla “O bayrak inecek, o matlar gidecek” diye çemkirmiyorsak ‘spor memlekette az yapılıyor, az toleranslı olalım bari’ dediğimizden...
10 metre açığından geçen köpeğe “Burada insanlar geziyor yalnız” diye sorun çıkaran ama başka hiçbir şeye ses çıkarmayanlar, bisikletini özel tasarım dağ bisikleti parkurunda yarışa katılmış gibi kullanıp “Etrafta çocuklar ve hayvanlar var, az sakin” deyince ağzını eğe eğe cevap yetiştirmeye kalkanlar, elektrikli veya elektriksiz ama her şekilde yol yordam yoksunu scooter’lar...
Bu hafta hepinizi gördüm ve hiçbirinizi unutmadım. Lakin gelin görün ki yerim dar... Sokaktan da kendinizden de tiksindirdiniz, o kadarını söyleyebilirim.
Elektrikli scooter övme trenine binmiş miydiniz? Ben en baştan beri mesafeliydim zaten kendisine. Sonradan Martı arkadaş da baştaki büyük sempatisini kaybetti, ciddi bir sevmeyen kitlesi de yakaladı. Bu tarafa ilk gelenlerden biri olarak kendisinde nelere gıcık olduğumu artık rahatlıkla söyleyebilirim. Önceden hepiniz Martı’yı çok seviyorsunuz, eğlence bozan huysuz adam gibi olmayayım diye rahat söylenemiyordum.
Birincisi, kent içi ulaşımda ekolojik bir model olarak konumlanan bu taşıtı en az kent içi ulaşımda görüyorum. Kaldırımda arkamdan gelip düdük öttürürken görüyorum, aynı kaldırımda ters yönden kapatıp gelirken görüyorum; sahildeki yaya alanlarında görmekle kalmıyor, neredeyse Martı fırtınasından önümü göremeyecek hale geliyorum… Çiftler özellikle sahillerde Martı üzerinde Leonardo DiCaprio ile Kate Winslett’in meşhur Titanik burnu sahnesini canlandırmayı çok seviyor. Yarışan, yanlayan falan da var. Lakin taşıt gibi davranarak taşıt yollarını kullananıysa ara ki bulasın. Var ama tebrik edilecek, elleri sıkılacak, pamuklara sarılıp sarmalanacak oranda.
Durumu idare ederdik ama biz zaten yaya yollarını motosikletlerle paylaşıyor, bir kısmını da araçlara kısmi park alanı olarak tahsis ediyoruz. Buraya bir de Yeşil Öfke Martı’yı aldık mı bisiklet zaten beni kim tutar o zaman diyor, sonuçta artık yer kalmıyor, bizim inmemiz gerekiyor.
Arkadaş bir de bir toplum yürümeye bu kadar mesafeli olur mu ya? Zaten iki adım yürünebilir alan, iki satır yaya yolu var, vatandaşın ciddi bir kısmı bu hatları Martı’yla kat etmekle kafayı bozmuş. İleri geri aynı hatta gezinen var, tekerlekli hamster gibi onlar bir yanda, “Senle şöyle bir sahilde el ele Martı sürsek” gibi bir romantizmi diğer yanda. Bize de yol vere vere, zikzak çizerek yürümek düşüyor. Yayaları komple yeraltına alalım, bitsin bu eziyet gerçekten.
Daha bitmedi... Hız yapası olup ehliyet alamadığı için gönlünce hızlanamayan -18 kardeşlerimizde de sıkıntı var. Geçen akşam deprem oluyor zannettim, meğerse apartmana Martılı ergen çarpmış. Sen yokuştan aşağı inerken gaza gel, sonra o gazdan istesen de geri geleme, yokuşun dibindeki bizim apartmana yapış. Binayı salladı oğlan bir elektrikli scooter’la neyse ki kırmamış bir yerini.
Koşu pistinde kumları ata ata hız yapıyor
Bütün söylenmemi tek bir argümana oturtmam gerekirse, o da şu: Kamusal alan adabı üzerine kafa yormayan toplum ve bireyler için uygun değil bu alet zaten en başta. Ağzında sigarayla motosiklet süren adam kaldırımda ters yönden üzerimize geliyor diyoruz, siz diyorsunuz bunlara bir de elektrikli scooter verelim. O da alıp o scooter’ı kum koşu pistinde, etrafta oturan herkesin üzerine kırmızı kumları ata ata hız denemesi yapıyor, başından atmak istediği çocuğuna oyuncak diye veriyor, yengeyi arkaya atıp kaldırımda gezmeye çıkıyor. Olabilecek olan da buydu zaten.
Metrobüsteyim ama yemin ederim yanlışlıkla bindim. Aslında Marmaray’a binecektim. Buraya her geldiğimde metrobüse binmekten alışkanlık, bir yandan kafamın içinde toplu taşıma fikrini olgunlaştırmaya çalışırken ayaklarımı başıboş bırakmışım. Bu idari boşluğu fark eden ayaklar baş olmuş, beni metrobüse bindirmişler. Birinci durağa geldiğimde “Atatürk Havalimanı’nın oraya gitmek için nerede inersem daha pratik olur?” diye kafayı kaldırdım da orada fark ettim yanlış taşıta bindiğimi. Neyse artık bindik bir kere, yolda hallederim...
İşe gidiş-geliş saati metrobüsünde olmadığımdan yerdeki ‘burada durunuz’ talimatları uygulanabilir durumda. İmkânlar el verdiğince sosyal mesafe bırakma çabası, ciddi bir kısmımızın mecbur kalmadıkça bir yerlere dokunmamaya çalışalım kaygısıyla birleşince ilginç görüntüler ortaya çıkabiliyor. Tutunmadan seyir halindeki metrobüste dengede durmaya çalışırken sanal gerçeklik ortamında sörf oyunu oynayan insanlara benziyoruz.
Vagonda uçma tehlikesi yaşanıyor
Temastan kaçınma işi toplumun geneline yayılmış görünmüyor ama yayıldığı kısmında bile büyük işler başarılmış. İnsanlar birbirlerine çok fazla yanaşmak istemediği için iniş-binişlerdeki itiş kalkış halinde de nispeten azalma var. Şehrimiz toplu taşımalarından kimsenin umursamadığı, adeta bir suya yapılan anons olan “Lütfen inen yolculara öncelik verelim” söylemi neredeyse uygulanır hale gelmiş. Neredeyse diyorum çünkü kapı açılınca içeridekilerin inmesini beklemeden hücum edenler tamamen ortadan kalkmış değil. Ama sayıları gün içinde tek haneli rakamlara düşmüş ki bu da oldukça etkileyici bir düşüş. Başkalarına herhangi bir konuda öncelik vermeyi bütün toplu taşıma kullanıcılarının içselleştirmesine bu pandeminin de gücü yetmez zaten. Tersi yöndeki tutum çoktan kemikleşti bile.
Vardığım yerde işim rast gitmiyor. Ulaşmaya çalıştığım devlet dairesinde birinin testi pozitif çıkmış, bütün binayı ilaçlamaya girişmişler. Tüm işlemler iki saatliğine iptal, binaya giriş de yasak. Halledilmesi başka bir bahara kalan işimi arkada bırakıp dönüşe geçerken bu kez doğru taşıttayım. Marmaray’da koltukların boş bırakılması için üzerlerine yazı asılmış ama şöyle bir sıkıntı var: Bu koltuklar boş kalınca hatırı sayılır bir kısmı yaşlı olan yolcular ayakta kalıyor. Sağa sola da çok fazla dokunmak istemedikleri için vagonun içinde oradan oraya uçma tehlikesi atlatıyorlar. Dolayısıyla bu boş bırakma işi pek işlemiyor. Onun dışında bir sıkıntı yok. Havada tatlı bir gerilim, suratta da maskeler...
Vapurlar da metrobüsleşmiş
Madem günaha girdik, hepsine girelim bari dercesine toplu taşımanın incisi vapuru da atlamış olmayayım diyerek o tarafa aktarıyorum kendimi. Normalde herkesin favori ulaşım aracı olan vapur pandemi sonrası metrobüsleşmiş. Karadan gidenlerin alayından daha kalabalık. Açık hava bölümü olması seçilme oranını daha da arttırmış ama bu sefer de o açık havayı alacak santimetre kalmamış.
İstanbul’un üçte ikisi şöyle bir hava almaya gidince bir yerden bir yere gitmek başta olmak üzere her türlü faaliyet kolaylaşıyor ve güzelleşiyor. “Aslında güzel şehir ha” cümlesini birkaç gün boyunca birden fazla kez kuruyorsunuz.
Ben işte bunu bazen unutuyorum bazen de unutmuyorum da konjonktür öyle gerektiriyor, başka tatil fırsatı ufukta bile görünmeyecek kadar uzakta oluyor, kendimi hava almaya giden üçte ikinin içinde buluyorum. Sonra ‘vay efendim ben niye 1.5 saattir İstanbul’dan çıkamadım!’
Bayram uzun yollarının sıkıntısı şehirden çıkışla bitip gidecek değil. Her kilometresi, her sollaması ayrı bir tatlı oluyor. Gittikçe tekrar tekrar ‘aferin bana ne güzel akıl etmişim de çıkmışım bu yola’ diyorsun.
Neyse bazen hedefe giden yol da güzeldir derken ‘bazen’i boşuna koymuyorlar neticede… Güzel olmayan yolumda yolun kendisi kadar geren üç konu var.
Hayvanı araba tutuyor
Birincisi tabii ki korona. Kendisi neyse ki İstanbul’dan çıktıktan sonra yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Bursa’yı geçtikten sonra falan tamamen ortadan kalkıyor. Bunu maske kullanımından takip edebiliyoruz. Benzinliklerde önce yavaş yavaş burun altında yol alıyor. Balıkesir’den aşağı komple ortadan kalkıyor. Komple mübalağa tabii, arada sırada takılı veya asılı olarak tek tük görülüyor.
Diğer faktör gişeler. Burada tabii hür irademle kendimi gişelere mahkûm ettiğim için çok da yapacak bir şey yok ama yine de söyleneceğim. Hayvan taşıdığım, taşıdığım hayvanı da araba tuttuğu için ne kadar paralı yol varsa girdim. Toplam mesafeyi kısalttığım her kilometre yanıma kâr. Özellikle İstanbul-İzmir otobanı çıkışında maddi olarak da epey bir hafiflemiş hissediyorsunuz. Ayrıca bu otoyolun yan AVM’leri henüz yapılmadığı için benzinciden benzinciye yapılan bir yolculuk olma durumu var. İnsan ABD çöllerinde yol alıyor hissine kapılıyor. Benzincilerde de betondan gayrısı henüz olay mahalline ulaşmamış. Durmasına duruyorsun, iki dakika arabadan ineyim desen altında duracak bir tane ağaç yok. Arabada çarpan güneşe doydum, biraz da dışarıda çarpılayım dersen iniyorsun, yoksa gerek yok inmeye.