Mehmet İren

Karantinadan öğrendiklerim

31 Mayıs 2020
Normalleşme süreciyle birlikte değerlendirmeler de başladı. Anormal günlerden hepimiz bir şeyler öğrendik sonuçta. Ben ne öğrendim? Sıralıyorum.

Başlarda insanlar “Küçük şeylerden mutlu olmayı ve bardağın dolu tarafına bakmayı öğrendim” minvalinde konuşuyordu. 10 hafta sonra aynı yerdeler mi emin değilim. Ruhunu ılık suya bastırıp içine katlananlar var hâlâ ama bunun genelgeçer bir durum olduğunu sanmıyorum. Kendi adıma bu saatten sonra bu kadar büyük şeyler öğrenemiyorum sanırım. Geriye dönüp bakıyorum, sürecin çeşitli aşamalarında neler öğrendim diye. Öyle katlanacak, ütülenecek bir şey çıkmıyor.

Mesela ilk günlerde suratımıza ne kadar çok dokunduğumuzu fark ettim. Burada bir aydınlanma, öğrenme süreci oldu. Ama surata dokunmamaya odaklanmanın ciddi mesai aldığını da görmüş oldum. Çok da kaşınan bir bölgeymiş aksi gibi. Bütün bu süreci beden farkındalığında bir adım olarak görmeye çalıştım çünkü öbür türlü motive olmak zor oluyordu. İnsanın kendi suratına mesafe koyması kolay iş değilmiş.

Göz kararım gelişti. Bu da bir öğrenimdir. İlk iki haftanın sonunda artık 1.5 metreyi gözümle şak diye ölçebiliyordum. İki market arabası boyu mesafe, iki köpek boyu mesafe gibi kerterizlerim oluştu.

Podcast zaten dinliyordum. Arz da fazlalaşınca daha çok dinlemeye başladım. Karantinanın üçüncü haftasında podcast’in aslında büyük hastası olduğum sonucuna vardım. İki hafta sonra çok fazla podcast yapıldığına kanaat getirdim. Şimdi başladığım yerden biraz ileride ama o coştuğum haftanın da bir tık gerisinde süreci tamamlıyorum.

Dördüncü haftada evde ekmek yapma furyası yükselişteydi ve ne zaman zirve noktasına ulaşıp yavaşlamaya başlayacağı henüz öngörülemiyordu. Bence evde ekmek yapmayı göre göre öğrendim ama yapacak vaktim olmadığından yapamadım! Dolayısıyla bu iddiamı kanıtlayamıyorum.

TAM SİSTEMİ OTURTTUK NORMALLEŞME BAŞLADI

Beş ve altıncı hafta yanılmıyorsam evden çalışma işinin aslında ne kadar da mümkün olduğunu görüp sevindiğim... Yedinci de yemek tariflerinde göz kararı gitmenin bazen çok hüzünlü sonuçlar verebildiğini öğrenip üzüldüğüm hafta olsa gerek. Sebze köftesi denememe az galeta unu koymuşum. Tavaya omlet gibi yayıldılar. Hatırladıkça hâlâ sinirim bozuluyor. Neyse.

Sekizinci, dokuzuncu haftanın kazanımı artık iyice mükemmelleşen hızlı dizi izleme tekniği oldu. Hızlı okuma tekniklerine çalışmayı hep isterdim. Kısmet bunaymış.

Yazının Devamını Oku

Yaptıkların yetmedi, bir de en sıcak yıl ol 2020!

23 Mayıs 2020
Bu yıl, bütün olayını bizi bir şeylere hazırlıksız yakalama üzerine kurmuş anladığım kadarıyla. Geçen hafta erken ziyaretimize gelen çöl sıcaklarına da hiç hazır değildim. Güneşe taş atma noktasına gelmediysem de “Erken daha erken” diye bağırma noktasına geldim.

Bir sabah çok erken saatlerde bir arkadaşımla işimiz var. Eşi de her sabah erken çocuklarını ve aynı okuldan bir başka çocuğu okula bırakıyor. Bizi de gideceğimiz yere atacak hazır ayaktayken. Arabaya bindik, diğer ufaklığı aldık. Çocuk arabaya binince arkadaşım olanca tatlılığıyla ona, “Günaydın” deyip nasıl olduğunu sordu. Oğlan üç-dört saniye sonra, “Erkeeen” diye mırıldanabildi sadece. Öğrendik ki her sabah böyleymiş, arabaya bindikten bir 10 dakika sonra anca uykusu açılıyormuş.

Ben de bu aralarda ani bastırıp kaçan sıcaklara doğru kafamı kaldırıp benzer bir ses tonuyla, “Erkeeen” diyebiliyorum. Ara ara temmuz ya da haziranda olduğumuzu sanıp kendimi düzeltirken bir yandan da baktığım her yerde sıcakla ilgili haberler görüyorum. ‘Çöl sıcakları’ gelmiş. Bu yılın, son beş yılın en sıcak yılı olma ihtimali yüzde 99, tüm zamanların en sıcak yılı olma ihtimaliyse yüzde 50-75 arasındaymış.

Bu çöl sıcağı dediğini normalde sokakta yemek ayrı bir tatlı, evde yemek ayrı bir tatlı. Ama sosyal mesafelisi başka oluyormuş. Olumlu yanları da var, olumsuz da...

Mesela olumlu olarak; sıcak basmasından kaynaklı tartışmalar ya çıkamıyor ya da düşük yoğunluklu yaşanıyor. Sokaktaki araç trafiğinde tartışanlar arasında birbirlerine yakın tartışmak için arabadan inmeye niyetlenenler oldu. Ama hemen sosyal mesafe kuralını hatırlayıp yakınlaşmadan ayrıldılar. Kavganın başlamadan bu kadar kolay, üstelik de kimse müdahale etmeden, tamamen tarafların kendi sağduyularıyla dağılabildiğini görmek çok etkileyici. İnsan bazen bu sosyal mesafe işi salgından bağımsız olarak da bize yaradı mı acaba, çok hızlı yakınlaştığımız da oluyormuş diye düşünmeden edemiyor.

Mühendislik, mimari, tasarım anlamında sosyal mesafe-çöl sıcağı kombosuna karşı geliştirilmiş güzel çalışmalar gördüm. Bakkal mesela dükkânın kapısını dışarıdan boş kolilerle çevirmiş. Kapıda adeta bir Fransız balkon oluşturmuş. Kendisi de orada attığı sandalyede, açık havada oturabiliyor. Siparişleri içeriden getirip kolilerin üstünden teslim ediyor. Sen de parayı verirken yine kolilerin üzerinden uzanınca böyle Japonya’ya özgü bir kibarlık havası oluşuyor. Karşılıklı eğilerek alışverişimizi tamamlıyoruz.

İşin olumsuz yanıysa 65 yaş üstü vatandaşlara sıcak çarpması uyarısı yapılma dönemi de gelmiş oluyor. Yapıldı da. Bu insanları da biraz daha, “Şunu yapmayın, bunu etmeyin hatta aslında hiçbir şey yapmayın, siz en temizi...” diye aralıksız uyarmaya devam edersek bir noktada hakikaten kafaları atacak diye endişeleniyorum. Hayatımda gördüğüm ülke ve dünya tarihinin büyük olayları listesine bir de ‘65 yaş üstü vatandaş ayaklanması’, ‘İhtiyarlara yer var’ yürüyüşleri gibi şeyler eklenmesi fikri beni büyük korkutuyor.

Diğer taraftan çöl sıcağını evde karşılayınca o sıcak haliyle duvardan sekip sekip yüzünüze bir tur daha çarpıyor ya. O yüzden de sokak kalabalık. Ev sıcak diye sokağa çıkınca gidemediğimiz yerin bir tek parklar ve sahiller olması enteresan bir tablo oluşturuyor ama. Aşağı yukarı aynı miktar insan darlanıp bir hava almaya çıktığı ve parka, bahçeye gidemediği için caddede, sokakta yürüyüş yapmış oluyor.

Yazının Devamını Oku

Bu saçların bir anlamı olmalı

17 Mayıs 2020
Bu dönemde beni şaşırtan şeylerden biri saç konusu oldu. İnsanlığın buradan zorlanacağını hiç tahmin edememiştim. Gerçi düşününce eskiden başka türlü sıkıntı oluyordu. Bu vesileyle içinden saç geçen eski hikâyelerden birini hatırladım.

Berberlerimizin bu kadar kritik bir iş yaptığını, olayın depoda kaçak saç kesimi baskınlarına kadar varabileceğini bugüne kadar fark etmemişim. Saçtan yana zengin bir kişi olmadığım için gözümden kaçmış herhalde! Eskinin uzun saç modası geri gelecek bu gidişle diyenler de gördüm bol bol. Bu da bana her uzun saç ve polis dendiğinde aklıma gelen hikâyeyi hatırlattı. Anlatayım.

Çok sevdiğim bir arkadaşımın yüzünün yanında bir yara izi var. Olay da esasen o izin olayı. 90’ların ve Anadolu’nun ortasında bir şehirde akşam evine dönerken önünden geçtiği üç kişi “Birader bakar mısın” diye sesleniyor. Yanına geliyorlar. “Bu saç sakal ne manaya geliyor” falan durumu. Ki o dönem saçı uzatanlar bilir bu “Gel seni bir dövelim” demenin kibarcasıydı. Gerçi hâlâ da belli yerlerde tipinizden dolayı kaliteli dayak yeme fırsatı bulabilirsiniz, o ayrı! İlerlediysek bütün alışkanlıklarımızı tamamen kaldırdık değil ya. Neyse, bizimki “Ya” deyip şöyle bir gülümseyecek ve kendince alttan alan bir şeyler diyecek oluyor, tiplerden biri daha bu cümlesini bitiremeden “Ne sırıtıyorsun lan” diye yapıştırıyor gözüne. Düştükten sonra biraz da yerde kakıp gidiyorlar.

Kalkıp hastaneye gidiyor kendi kendine. Yüzüne dikiş atıyorlar. Bu arada hastane adli vakadır diye polise haber etmiş. Gelip “Nedir olay” diye soruyorlar. Sonra da bizim arkadaşı dikişli haliyle ekip arabasına alıp adamları aramaya başlıyorlar. Bir süre sonra bizimki kendisini döven elemanlardan ikisini görüyor. Polis arabadan inince bunlar kaçmaya başlıyor. Birini tutuyorlar. Diğerini kovalayan polis düşünce, kaçan kurtuluyor.

Ekip ve bizim arkadaş yakaladıklarıyla karakola dönerken telsizden bir hırsızlık ihbarı geliyor. Hep beraber olay yerine intikal ediliyor. Apartmana biri girmiş, bir teyze de huylanıp polisi aramış. Apartmandan alınan şahıs “Hırsız değilim, öylesine girdim apartmana” deyince polis, “Birini dövmüşler, bir tanesi koşarak kaçtı, gördün mü” diyor, yakalanan “Abi benim o” itirafında bulunuyor. “Ha” diyor polis, “bi dur o zaman” Arabadaki diğer polisi (bunu kovalarken düşen) çağırıyor. Düşen polis gelip, “Sen mi kaçtın benden” diye sorup “Evet” cevabı alınca da kanayan elini gösterip “Bak senin yüzünden ne oldu elime” diyerek biraz da fiziksel bir şekilde sitem ediyor.

Finalde karakoldalar. Bizimkinin dikişleri feci ağrıyor. Yüzünü açan zatla yan yana oturuyorlar. Komiser saldırana dönüp “Niye dövdünüz lan bu çocuğu” diye soruyor. Karşı tarafın cevabı “Abi ben uzun saçlıları sevmiyorum” şeklinde başlayınca komiser can alıcı sualini yapıştırıyor: “Ne demek lan uzun saçlıları sevmiyorum? Barış Manço’yu sevmiyor musun?” Bir sessizlik oluyor haliyle. Soru yineleniyor: “Sevmiyor musun oğlum Barış Manço’yu?” Eşkıya birey hafif ezilerek cevap veriyor: “Seviyorum abi.” Komiser de şöyle bir arkasına yaslanarak hemen gereğini yapıyor: “Söyle bakalım o zaman bir şarkısını!” Çocuk biraz tereddütten sonra talimat daha kararlı bir şekilde tekrarlanınca başlıyor ‘Dağlar Dağlar’ı söylemeye. Bizim arkadaş da tempo tutuyor eliyle. Bize de yara izinin “Yüzümde kalıcı iz bırakan adam ‘Dağlar Dağlar’ı söyledi, ben de tempo tuttum, adalet yerini bulmuş oldu. Bir-iki saat sonra ikimizi de saldılar” diye bitirdiği hikâyesi kalıyor...

 

Yazının Devamını Oku

Mutfaktan bir türlü çıkabilmirem...

10 Mayıs 2020
Evi restorana çeviremedim ama galiba esnaf lokantasına çevirdim. Fakat geldiğimiz noktada karantinadan olmasa da mutfaktan çok sıkıldım.

Annem zamanında “Oğlum ya gitar çalmayı ya yemek yapmayı öğrenmen lazım yoksa işin zor” demişti. Şimdi düşündüğüm zaman “Evladımsın sonuçta ama kabul edelim pek de yakışıklı değilsin” demek istediği sonucuna varıyorum. Kibar kadın tabii direkt söylememiş, etrafından dolaşmış. Gitarı çözemedim, yemek yapmak daha kolay geldi. Öğrenciliği dışarıda yapınca da kendi işimi kendim göreyim diyerek belli temel mutfak becerilerini edindim.

Bu tabii bizim öğrenci evi ve sonrasında aktüel ev de dahil çeşitli ortamlarda bazı yanlış anlaşılmalara kapı açtı. “Yemek yapmayı seviyorsun, o yüzden bu ihale sende kalsın” gibi bir durum oluştu. Böyle bir şey yok, yemek yapmayı öyle özellikle sevmiyorum ama birinin yapması gerekiyor.

Karantina işinin başında da herkes gibi biraz gaza geldim. Ünlü şeflerin evi restorana çevir tariflerini takip ettim. Ev restorana değil de esnaf lokantası gibi bir şeye döndü. Bakliyata ve pirince boğdum ortamı.

Biraz daha değişik şeyler deneyeyim dedim. Bir yandan e-posta yazmaya çalışırken diğer elimle yoğurduğum vejetaryen köftelerim tavada dağıldı. YouTube’dan aldığım fırında erik soslu kuzu kol, karnabahar püresi yatağında narlı levrek gibi adı güzel tarifleri uygulayacak mutfak alanı, malzeme ve peygamber sabrına da sahip olmadığımı fark ettim.

Evde ekmek yapma konusuna zaten hiç giremedim. Girmek isterdim yani de diğer cephelerde yenilince oraya kadar ulaşamadım. Zaten yaptığım araştırmalardan öğrendiğim kadarıyla herkesin ekmeğe bu kadar kaptırmasının sebebi hijyenik kaygılar değilmiş. Kaliforniya’daki The Gourmandise adlı gastronomi okulunun sahibinin yazısından öğrendim bunu da. Şöyle açıklama getirmiş: “İnsanların bu dönemde kendilerini sakinleştirecek, kaygılardan uzaklaştıracak, aynı zamanda da faydalı olan bir şeyle ilgilenmeleri lazım. Hamur yoğurmanın hem meditatif bir etkisi var hem de her türlü üretimde olduğu gibi bir tür kendini dışa vurma yöntemi.” Kendimi şöyle bir tarttım ama açıkçası yemek yapmanın üzerimdeki  etkisini pek meditatif görmedim.Sonuç olarak mutfaktaki mücadelem tam bir mağlubiyet olmadı ama makarna-bakliyat hattına geri çekilmek durumunda kaldım.

Bu çağda yemek işini hapla, kapsülle filan çözebiliyor olmamız lazım!

Geldiğimiz noktada ha bire bir şeylere ara verip bir yemek çözüp geleyim demekten büyük sıkılmış durumdayım. Hâlâ kendimce yenilgiye direniyor ve tost yiyip geçelim demiyor, belli bir çaba sarf ediyorum ama inceden gelenler geliyor.

Yazının Devamını Oku

Bitti de benim mi haberim yok?

3 Mayıs 2020
Sokağa çıkma yasağının ardından dışarı çıktığımda etrafı her zamankinden daha canlı buluyorum. Tehlike geçti de ben kaçırdım gibi bir hisse kapılıp kaygılanıyorum.

Altı ay kadar bir labradora geçici sahiplik yapmıştım. Dünyanın en süpersonik köpeği. Tam da o ara bir köpek eğitmenine denk geldim. Köpeğe baktı, “Aslında labradorlardan çok iyi rehber köpek oluyor ama bizde çok çalışmayabiliyor” dedi. “Niye?” diye sordum. Şu cevabı aldım: “Rehber köpek eğitimi epey uzun ve pahalı. 6 ay ile 1 sene arası eğitiyorsun köpeği. Sonra hayvan ‘yaya geçidi var’ ya da ‘ışık yeşil’ diye alıp sahibini karşıya geçirmeye kalkıyor, minibüs gelip alıyor ikisini de altına. Yani kuralı öğretiyoruz da kurala uyan bir tek köpek olunca işlemiyor tabii.”

Özellikle de sokağa çıkma yasağının ertesine denk gelen günlerde sokağa çıkmam gerekiyorsa genelde bir noktada bu anekdotu hatırlamadan dönmüyorum. Kuralları esnetmeyi genel olarak seven yapımız bir kez daha gözüme giriyor

Kendimi pimpirikli gibi hissediyorum

Bir kere bana halkımız karantinayı kafasında bitirmiş gibi görünüyor. Hele de iki-üç gün ‘evde zoraki kalınacak’ uygulaması çıktıysa... Yasağın kalktığı ilk gün sokak neredeyse normalde olduğundan bile kalabalık.

Maske konusunu zaten komple saldık anladığım kadarıyla. Bir kere maskenin doğru kullanımı oldukça az. Burnu dışarı sallandırarak kullanan çok var. Çene hamağı tasarımı, fark ediyorsunuzdur zaten oldukça popüler. Maske konusunda emniyet kemerini arkamızdan geçirip takılıymış gibi görünme noktasına geldik.

Hiç maske takmayanlar var. İnsanın çevirip “Bir bildiğiniz mi var?” diyesi geliyor. Manava uğrayayım dedim, onda maskeyi bırak eldiven bile yoktu. Vazgeçtim. Eve dönerken paketten cips yiyerek gezen bir çift gördüm. Kız cipsi alıp elini suratına yaklaştırdıkça ben gerildim. Evde kalamamak tamam da bakkaldan paketli cips alıp o eli yüzümüze götürme ihtiyacımıza direnemememiz enteresan.

Maske ve eldiven kullanan bir insan olarak kendimi pimpirikli, hijyenle kafayı bozmuş bir kişi gibi hissetmeye başladım. Zaten kaygılı bir insanım, Zoom toplantılarında arkada kütüphane görünmesi görgüsüzlüktür dediniz, durduk yere bilgisayarı içeri odaya taşımak zorunda kaldım. Üstelik şimdi de arkada bisiklet görünüyor ve bisiklet de pekâlâ kültürel ve sınıfsal bir ayrıcalık olabilir. Ben de onu fona koyarak ‘aktif, dinamik, heyecanlıyım’ mesajı vermeye çalıyor gibi görünebilirim diye kaygılanıyorum.

Yazının Devamını Oku

Biz biliyoruz da mı oynuyoruz?

26 Nisan 2020
Karantinada kafa boşaltma aktivitesi olarak kendime oyunbazlığı seçmek istedim. Bazı şeyler benden biraz geçmiş. Ama kim bilir belki yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferim vardır!

Arkadaşlar bu karantina işinin başından beri benim “Buradan Foucault olarak, Rousseau olarak çıkacağım” gibi bir derdim olmadı. Böyle bir derdi olanlar da gördüğüm kadarıyla bir tur atıp o işin öyle olmayacağını anladı. Ben boş beleş bir aktiviteye ihtiyacım olacağını öngörmüştüm. O aktivitenin adını oyun koydum. Ama işler istediğim gibi gitmedi. Çünkü biraz paslanmış, biraz da yaşlanmışım.14 dakikada yenildim

Pek ‘gamer’ bir insan olmadığım için oyun konsolum yoktu. Bundan sonra da olmaz herhalde, güzel vergi yapıştırdılar konsolun kafasına.

Bilgisayarıma döndüm, açık açık, “Abi ben 10 yaşından genç hiçbir oyunu çalıştırmam açık söyleyeyim, sen beni alırken bunu konuşmuştuk” gibi baktı. Evet konuşmuştuk, iş için kullanacağım diye masraftan kaçmıştım.

Ama evden çalışma kapsamında bize taşınan şirket bilgisayarından ümitliydim. Ümitli olduğum kadar bilinçli de olsaydım gözüme kestirdiğim iki oyunu da çat diye parasını verip indirmeden önce sistem gereksinimlerimi kontrol ederdim. Ekran kartına bakmayıp “Kurtarıyordur yea” dediğim için bir miktar parayı sokağa atmış olduk. Bu davranış sanırım erken bunamanın modern bir varyantı olan erken boomer’lığa tekabül ediyor.

İlerleyen turlarda hem bilgisayara hem de bana uyar görünen strateji oyununu buldum. Ama önüme açılan çılgın kalabalık mönüyü anlamayı başaramadım bu sefer de. Bu da beni YouTube ve Twitch’te bu oyun nasıl oynanır videoları izlemeye götürdü. İlk karşıma çıkan videodaki eleman lafa, “Babuşlaaar selamlar, hepiniz efsaneye hoş geldiniz” diye bağırarak girdi. Kapattım.

Sonra daha efendice başka bir eleman 40’ar dakikalık ve altı bölümlük videolar halinde bana aynı oyunu anlattı. Oyuna dönüp oynamayı denedim, 14 dakikada yenildim, niye yenildiğimi anlamam da ayrı bir 14 dakika çekti. Sonra karşıma gelen çocuk 54 dakika bana oyunu anlattı. Çok bir yere varamadık.

Lafa, “Bu oyun maalesef orta seviye İngilizce bilgisi ister” diye girdi. “Tamam” dedim, “Bende ondan var”. Devam etti, “Burada diyor ki, advisor seçmen lazım”. Sonra durdu, “Advisor dediği...  Ne diyorlar ona böyle yani akıl sorulan insan gibi bir şey”. Az ileride, ‘conquerer’ kelimesini ‘fetihçi’ diye çevirdi, birkaç dakika sonra da, “‘Nomadic’ dediği göçmen değil de şey işte, bir gün durduğu yerde durmayan” deyince bana iyice bastılar, kapattım.

Amacıma ulaştım

Yazının Devamını Oku

Bu evin insan kaynakları departmanı eksik

19 Nisan 2020
Evden çalışma olayının çok büyük artıları var, kabul. Ama partnerimizin iş hallerini bu kadar yakından görmeye de hepimizin biraz hazırlıksız yakalandığı bir gerçek.

Evde olmakla ilgili çok büyük bir sıkıntım olmadığını söylemiştim. Ancak bu evden çalışma konusunun bazı tuhaflıkları var. Tamam aslında bir yandan ofiste ne kadar fazla zaman geçirdiğimizi fark ettik. Yan toplarla profesyonelce vakit geçirdiğimiz sürelere artık ihtiyacımız yok. Çünkü nasıl olsa evdeyiz. Gerçi böyle olunca işi savsaklamanın da bir zevki kalmadı. Savsakladığımız her dakika ev işlerine gidecek süreden çalıyor. Ama asıl sorun başka yerde.
Mesela günlük iş yüküne çocuklar, onlar yoksa evcil hayvanları eyleme gibi bir kalem eklendi. Misal ben her saat başı kalkıp patili kardeşimizle bir beş dakika ip çekiştirmece oynamak durumundayım. Aksi takdirde bir online toplantının ortasına bomba gibi düşebiliyor. Siz tabii çocuklarınıza bazı küçük işleri kilitleyerek istihdam yaratıyorsunuzdur. Tüylü dostların o taraklarda bezi yok. “Bana bir su getirsen eline mi yapışır” deyince boş boş bakıp sonra tenis topu getiriyor. Bir kere geldi mi de elinden kurtuluş yok.


Çalışırken bu kadar toplanmıyorduk!
Sonra kafama takılan başka bir konu daha var. Biz ofiste çalışırken bu kadar çok toplantı yapıyor muyduk? Bana sanki yapmıyorduk gibi geliyor. Zoom’dan Skype’a, Skype’tan WhatsApp’a, WhatsApp’tan Jitsi’ye zıplayıp duruyorum. Bu toplantılar bir açıldı mı da kimsenin kapatası gelmiyor. Galiba toplantı da işe dahil olduğu ve oradan çıkarsak gerçekten çalışmamız gerekeceği için hepimiz artık bornozla katılma noktasına kadar gevşediğimiz bu internet görüşmelerinin bağımlısı olduk. Ofise döndüğümde iş arkadaşlarımı daha az göreceğim için şimdiden seviniyor, o günlerin hayaliyle yaşıyorum.
Aile içi konular da karıştı tabii. Geçen sosyal medyada gördüm, insanlar eşlerinin toplantılarına kulak misafiri olunca kullandıkları jargon çok canlarını sıkmış. Gerçekten de insanın eşini “Aksiyon alalım”, “Hepimiz aynı sayfada mıyız, onu anlamak için soruyorum” falan diye konuşurken, “Kapatmadan son bir kere daha notlarımızın üzerinden geçelim isterim” cümlesiyle toplantıları yarım saat uzatırken duyunca, büyük canı sıkılıyor. İş ortamlarında sinir olduğum, önümdeki deftere not alıyormuş gibi yaparken aslında ‘emekliliğe kaç yılım kaldıydı’ hesabına düşmeme sebep olan o kişi aslında benim karımmış hissi salgının kendisi kadar büyük bir şok. Ofis içi ilişkiyi yasaklayan şirketlere şimdi hak veriyorum. Bir bildikleri varmış.

Yazının Devamını Oku

O balkonu kesen az gelsin, konuşacağız

30 Mart 2020
Bu Fransız balkon uygulamasına zaten gıcıktım, korona evciliği bittiğinde iyice dolmuş olarak çıkacak ve kendisine savaş açacağım. Türk tipi Fransız balkonda hava almaya çıkılmaz, açıp halkı selamlarsın ancak.

Görüntülü arama ortamındayız. “Prens Charles’ın koronavirüs testi pozitif çıktı” haberi yeni düştü. Bir arkadaş bunun üzerine “Zaten zenginlerin yakalanma şansı daha fazla” dedi. Argüman şu: “Daha çok gezince enfekte olma ihtimalin daha fazla.” Adam Aspen’e, Nice’e gidiyor diye metrobüsle gezen benden daha büyük risk altında yani. Görüntülü aramayı bağlayıp kapattık hemen. Bu aralar hepimizin ilginç tespitleri, saptamaları, akıl yürütmeleri var, çok da üstüne gitmemek lazım insanların.

Ev işleriyle iş işlerinin ayrılması ilkesi ortadan kalkıp üzerine bir de ev işlerinin karantina protokolü kapsamında yoğunluğu artınca, insanın oturup böyle şeylere kafa patlata patlata çatlayacak vakti oluyor.

Ben mesela, bu ara balkon konusuna kurulmaya ayrı bir vakit ayırdım. Bu yeni İstanbul mimarisi kapsamında kentsel dönüşürken balkon olayı komple kesilip atıldı ya! Ne kadar iyi oldu gerçekten o!


Türk tipi Fransız

 Fransız balkon var kimimizde. Onlar da çoğunlukla ‘Türk tipi Fransız balkon’. O yarım adımlık balkon da yok yani. Brüt alandan yemeyelim denmiş, pencere yerine kapı takıp önüne korkuluk konmuş.

Yazının Devamını Oku