Mehmet İren

Kahraman ben süpermarkete karşı

26 Temmuz 2020
“Şu anda nerede olmak istemezsin” diye sorsanız ‘market’ cevabını veririm. Marketlerin şu sıra delilikle bir ilgisi olduğunu düşünüyor ve mümkünse hiç gitmemek istiyorum. İnsanın gününü bu kadar kötüleştiren bir yer olamaz.

"Marketlerdik, parlak yıldızlardık o zaman” diye bir şarkı tutturmuş marketten dönüyorum. Kahvaltının mutlulukla ilgisi meselesi gibi marketin de ince ince delirmekle bir ilgisi olmalı bu aralar. Bahsi geçen deliliğiyse üç başlıkta inceleyebiliriz:

1. Fiyat-performansın depresyon tetikleyici etkisi,
2. Pandemi konseptiyle beraber mekân içi hissedilen tansiyondaki artış ve
3. Poşetleri eve taşırken sıcak ve nem altında gerçekleştirilen ‘acı beyinde’ yürüyüşü.

Fiyat-performans noktasında, bir kere market kasalarının insanı kendinden şüphe ettiren bir yanı kesin var. Bir şeyler alıyorsun, finalde bir fiyat söylüyorlar. Dönüp elindeki poşete bakıyorsun, ben alışverişin bir noktasında acaba hafızamı kaybettim de alakasız şeyler mi aldım diye...

Şu sıralar sık duyduğumuz “Markete girdim, bir şey almadan çıktım, 72 lira tuttu” esprisinde ciddi haklılık payı var yani. Nitekim bu market ziyaretimde de önümdeki amca aldığı altı kalem ürünün üç haneli fişini görünce “Hey maşallah” demeden edemedi.

Ben bu turu daha küçük bir ‘maşallah’ ile atlattım çünkü öncesinde reyon başında ‘maazallah’ demeyi başarmıştım. “Son kirazlar abi kaçırma” diyen manav reyonunun gazına geliyordum ki üzerinde kilosunun 24 lira olduğunu gösteren etiketi gördüm. Az ilerisinde 33.90’dan 29.90’a inmiş peynir var. “Hızlı inmişsin peynir, dikkat et de vurgun yeme” diyerek geçtim. Kabuklu yemiş zaten kendini kaybetmiş, ağzından çıkan fiyatı kulağı duymuyor. Hepsini pas geçtim, kasada hepsini pas geçmiş olmam haricinde bir sorun yaşamadım.

Pandemi ayağında durum zaten malum. Önlemleri çok ciddiye alanlarla ufak ufak çayıra salan ve Mevla’nın kayırmasını umanlar arasında süzülüyoruz markette.

Yazının Devamını Oku

Espriyi azaltan belediye oyumu alır

19 Temmuz 2020
Sosyal medyada şakacı belediyelerle karşılaşmaktan çok sıkıldım. O cevval performansı telefon açtığımda da bulabilsem sorun etmeyeceğim belki ama ne yazık ki bulamıyorum, o yüzden de tweet’lere bakıp bakıp “Ben gülüyor muyum” demek durumunda kalıyorum.

Twitter’da önüme yine arka arkaya belediye hesaplarının şakaları düşüyor. Kendi kendilerine espri yapıyorlar, ünlülerin tweet’lerine müdahil oluyorlar, gündem şakaları falan... “Peki şakalar dışında nasıl aran belediyelerle” dersen var bazı küçük sıkıntılarım.

Duvar bizim hayırdır?

Mesela apartman kapımın karşısında bir duvar var. Genç bireyler resim ya da komikli yazı yazıyor. Sonra belediye gri boyayla kapatıyor. Geçen boyayan görevli abiyi yakaladım. “Abisi” dedim, “Bu duvara her gün biz bakıyoruz. Bir şikâyetimiz de yok bu halinden. Sen böyle parçalı parçalı hapishane grisi atınca daha iyi olmuyor. Suç muç da yok yazılanda çizilende”. Grileri duvara çalmaya devam ederken “Onu belediyeye söyleyeceksin” dedi.

Söylerim belediyeye de; niye söylemeyeyim? “Şikâyet gelebiliyor” diyorlar, “Yo, ben sordum bizim sokağa. Bizim şikâyetimiz sizin çirkin yamalarınız, kim şikâyet ediyorsa gidin, onun duvarını boyayın” diyorum, “Aldık şikâyetinizi” diye sallıyorlar.
Bir başka gün yine heyheylenip “Bu parklardaki koşu pistlerinde, yaya yollarında ve hatta çimenlerde gezen motosikletleri nasıl yapacağız” diyorum. “Oraya Büyükşehir bakıyor” cevabını alıyorum, oraya salça oluyorum, “İlçe Trafik Müdürlüğü’nü aramak gerekir” buyuruyorlar. “Parka niye ilçe trafik baksın” diyorum ama bir yere varamıyoruz. İnat edip oraya da dadanıyorum. Onlar da benimle aynı soruyu soruyorlar: “Park orası, bizi niye ilgilendirsin?” Bir yere varamayıp helalleşerek ayrılıyoruz.

Rahmetli anneannem her fırsatta belediyeyi darlardı: “Bu ağacı kim hangi yetkiyle bu şekilde budadı”, “Bu sokak niye süpürülmüyor”. Ben de bu genetik mirasın bana verdiği yetkiye dayanarak başka başka vesilelerle aramayı sürdürüyorum:

- Merhaba, sahilde şişe kırığı olmayan metrekare bulana semtin altın anahtarını veriyorlar, siz ne diyorsunuz bu işe?

- O konuda çalışmalarımız var.

Yazının Devamını Oku

Ayağımı yerden kesebilmirem

12 Temmuz 2020
‘Bana bir araba lazım, o da bu ara lazım’ diye aylar önce çıktığım yolculuktan projeyi olduramamış olarak geri döndüm. Araba sahibi olamadım, onun yerine boş vakitlerde oto ekspertiz videoları izlemek gibi bir hobi sahibi oldum.

"İyi kulak verin; hepimizin ummadık zamanda başına gelebilecek trajik bir hikâye bu. Öyle bir çakallık ki her şeyi kitabına uydurmuşlar. Neredeyse dolandırılan vatandaş dolandırıcılıktan hapse girecek, öyle bir durum...”

YouTube’da oto ekspertiz videoları izliyor ve sık sık böyle cümleler duyuyorum. Bu aktivite bir süredir yeni bağımlılığım. Netflix’in komplolu, kumpaslı, sağ gösterip sol vurmalı dizileri halt etmiş. Ekspertiz videocu abilerin anlattığı öykülerin yanında hepsi çizgi film gibi kalıyor. Aslında araba almaya niyetim yok. Daha doğrusu vardı da zamanla vazgeçtim. Birkaç ay önce niyetlendiğimde ikinci el araba piyasasında balondan bahsediliyordu. “Bu arabalar bu kadar etmez ama piyasa bir acayip” deniyordu. ‘Balon malon yapacak bir şey yok, bana bir araba lazım’ dediğimden gözümü karartmıştım. Tam o esnada pandemi patladı. Benim niyetlenmem ve ilanlar arasında uzun gezintilere çıkmaya başlamamla günümüz arasındaki dört ayda her şey daha da değişti. Şimdi o gün baktığım ve ‘saçma fiyatlar bunlar’ dediğim arabalar o saçma fiyatlardan ortalama 20’şer bin lira daha yukarı gitmiş durumda.

Okuya okuya kafayı yedim

Arabanın beş yaşında ve 60 bin kilometrede olanı 100 bin lira, sıfırı 140 bin lira... Böyle de garip bir piyasa. İnternetteki ‘satıcı modelleri’ zaten güven telkin etmekten uzak. Mesela “Ben arabama kefilim” veya “Ben arabama kötü parça takmam” tipi abiler var. Onların ilanlarını otomatikman geçiyorum. Çünkü sen kefilsin çok güzel de ben seni tanımıyorum. Kefil olsan ne, olmasan ne? “Aracımda sigorta şişirmesi küçük bir hasar kaydı var” diyen bir takım da var. Bakıyorsun küçük dediği kayda 27 bin lira yazıyor. Bunlardan çok var, bir de maşallah herkesin sigortası şişirmiş de şişirmiş!

“Aracımda değişen yok, sadece temizlik amaçlı boya yaptırdım” diyen var. Önce bir lafa bakıyorsun laf mı diye, bir de arabaya bakıyorsun ne diyor bu diye... Sonra biraz düşününce Renault Symbol arabaya temizlik boyası yaptıracak kadar titizlikten bayılmış insan var mıdır gerçekten Türkiye’de diye düşünüyorsun. Yoktur abisi. Varsa bir tane vardır, bunu iddia eden bu kadar çok olduğuna göre bu arabalar da kazalı. Böyle böyle, “Aracım aile aracıdır, “Dosta gider”, “Boya takıntısı olan aramasın”, “Ölücüler hiç mesaj atmasın” falan diye okuyup kafayı kırdım.

Ne makul arabalara baktım, makul değildiler

Makul arabalara baktım, makul olmadıkları sonucuna vardım. Filo arabası nedir, atmosferik motorun farkı nerede ortaya çıkar, kim kaç kilometrede ne yakar hepsini boşu boşuna öğrendiğimle kaldım. Ekonomi sayfalarını ve ‘İkinci el otoda neler oluyor’ haberlerini okumaktan hem gözüm bozuldu hem de kafam iyice allak bullak oldu. Bir süre sonra YouTube’a transfer oldum. “Ülkemiz şartlarında, İstanbul gibi büyük bir şehirde insanlara güvenmek yanlış olur. Hatta internetteki arabaların yüzde 80’i hakkında verilen bilgiler doğru değil” gibi cümleleri duyunca bir daha siteden ayrılamadım. Sabah akşam ‘otomobilin x abisi’, ‘arabacı dayı’, ‘ekspertizin sultanları’ gibi isimleri olan kanalları gezip duruyorum.

Araba almaya en ufak bir ilgim kalmadı ama hâlâ “Şimdi size öyle bir kilometre düşürme numarası anlatacağım ki...” diye başlayan bir video gördüğüm zaman izlemeden edemiyorum. Bu piyasanın çılgın bir macera olduğunu kavramamla beraber ruh halim de tuhaf bir yere geldi. Madem maceraya giriyoruz tam girelim diyerek tuhaf projelere bakmaya başladım.

Yazının Devamını Oku

Bu ‘korona sonrası’nı gözüm tutmadı

5 Temmuz 2020
Tatile gitmek istesen önce ‘arabaya kaç çamaşır suyu koymalıyım’ diye düşünmek gerekiyor. Kafeye gitsen yarım yamalak uygulanan prosedürlerden geriliyorsun. Sizi bilmem ama benim pandemi sonrası normalleşmede ilk temaslarım hiç de verimli geçmiyor.

"Evet o tarihlerde müsait. Tamam alıyorum rezervasyonunuzu. Kendi çarşaflarınızı, yastık kılıflarınızı ve temizlik malzemelerinizi getirmeniz gerekiyor.”

Ne mi yapıyorum? 10 gün kafa dinlemek için rezervasyon yaptırıyorum. Sonra kiraladığım arabayı ayrıca dezenfekte ettirmem gerekiyor mu, gerekiyorsa nerede ettireceğim, tatile giderken bagajda litre litre çamaşır suyu taşımak biraz anlamsız bir hareket değil mi gibi konuları da değerlendirip programı bağlamaya çalışacağım.

Sonra denizde sosyal mesafe, plajda maske, şezlong silme gibi başlıkları etüt edip bilmemiz gerektiği halde atladığımız, eksik kalan prosedür var mı ona bakacağım. Bütün bunlar bittiğinde “Abi bu kadar zahmetli tatil olmaz ben vazgeçtim. Telefonu kapatır iki hafta evde vantilatör karşısında otururum, sen sağ ben selamet” deme noktasına hâlâ gelmemişsem valiz işiyle ilgilenmeye geçebilirim.
Kafede çene hamağı

Karantina sonrası ‘ilk temas’ meselelerinin tamamında bu sorunu yaşıyorum açıkçası. Mesela kahve içmeye arkadaşlarla buluştum. Mekânda otururken maskeyi çene hamağı modeline geçirmek gerekiyormuş. Gelip uyarıyorlar. Komple çıkarıp çantana falan koyamıyorsun. Çenede duracak. Tek kulaktan sarkıtma yöntemi de kabul görüyor. Ana fikir maskenin varlığının görülmesi yani anladığım kadarıyla. Peki, ben bunu çenede tutuyorum da garson arkadaş az önce iki ayrı masadan hesap alırken paralara dokundu, sonra aynı elle bana vereceği su şişesini ağzından tuttu getirdi masaya bıraktı. Ne anladım böyle olunca çenede maske tutma protokolünden? Önlemlerimizde bir ince samimiyetsizlik var gibi geliyor yani bazen.

O sizin lakaytlığınız

Ayrıca bir de gerginlik var tabii. Markete gittim orada da kavga çıktı. Bir abi maskesiz gezen bir çifte “Bütün bunlar sizin lakaytlığınız yüzünden oluyor zaten” diye çemkirdi. Marketin kalanı da çeşitli cephelerde polemiğe katılınca iki dakika bekleyeceğimiz kasa sırasında 14 dakika polemiğin bitmesini beklemiş olduk. Abi de özünde haklıydı bu arada sanki o ayrı. Başka bir gün kasiyer belli ki daraldığından üç saniyeliğine maskesini çıkarıp geri taktı. Aynı sırada iki kişi birden olay çıkardı. Kadın anlatamadı da ‘gerçekten üç saniye çıkardım ve hepinizle aramda iki metreden fazla vardı’yı.

Vazgeç tatilden de!

Yazının Devamını Oku

Ev aletleriyle günlük sohbetler

28 Haziran 2020
Büyüklerimiz televizyonla konuşurdu da arka planda kikir kikir gülerdik. Allah’ın tokadı yok. Şu anda sadece televizyonla değil; ne kadar alet, taşıt vs. varsa hepsiyle diyalog kurmak, muhabbeti esirgememek gerekiyor.

“300 metre sonra hafifçe sağdan ilerleyin.” Ben bu navigasyona dayanamıyorum. Arabanın içinde sürekli bir ukalalık, bir ‘bu yolları ben biliyorumculuk’. Çocukken ‘Kara Şimşek’ izler ve ileride “Benim de konuşan bir arabam olsa” derdim. Allah’tan başka şey isteseymişim keşke. Şimdi araba iki dakika sussun diye farının içine bakıyorum.
“Döner kavşaktan sonra üçüncü çıkıştan çık”, “Şurası daha akıcı bence oradan gir”, “Benim dediğim yerden girmedin, 3 kilometre sonra U dönüşü yap, beni bağırtma” deyip duruyor.
Aslında bu navigasyon denen şeyi hiç açmayacağım bana kalsa. Ama kendi inisiyatifinle girdiğin yolda tıkanıklık ya da herhangi bir başka sorun olursa araçtaki bütün yolcular ağızbirliği edip “İşte navigasyonu açsaydın, dinleseydin” diye alttan alta sitem ediyor. Sırf onları dinlemeyeyim diye navigasyon kadınını dinliyorum.
Navigasyonun adını Sema koydum
Kendisine, bir seslendirme sanatçısı olup bir ara ek gelir olsun diye navigasyon da seslendiren arkadaşıma ithafla Sema adını verdim. O “Şuradan dön” dedikçe “Tamam Sema”, “Ya yine beni abuk sabuk ara yollara yönlendiriyorsun Sema” gibi cevaplar vererek, küçük küçük laf yetiştirerek iletişmeye çalışıyorum. Ağız tadıyla kaybolamaz oldum. Arabayla bir yerden bir yere gitmeye dair en büyük zevkim olan ‘kendi yolumu kendim buluyorum, ne kadar da avcı-toplayıcı bir beceri’ duygusunu komple kaybettim.
Bana laf yetiştiren tek şey araba değil. Telefon “Uyanma vakti” diye sesleniyor, Google “Onu mu demek istedin” diye ukalalaşıyor, buzdolabı evriminin ilk aşamalarında, dilimizi tam sökemedi ama olur olmaz ötüp durarak kendince bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Pandemi sürecinde insan görme sıklığımız da azaldığı için eşyalarla muhabbet gayri ihtiyari ilerledi tabii ki. Muhabbete katılmayan eşyalara tasvip etmeyerek bakar oldum.

Yazının Devamını Oku

Şimdi kim çıkıp normalleşecek, iyi böyle!

21 Haziran 2020
Otura otura patates olmuşum, havuç olmuşum. Normalleşmenin sosyalleşme kısmını bir yana bırak, fiziksel kısmında bile yeterince başarılı olamıyorum. Bir süre daha yine deneyip yine yenilerek ilerleyeceğim.

BoJack Horseman’ izlediyseniz hatırlarsınız. At kahramanımız BoJack bir noktada kendine az dikkat etmeye niyet eder ve koşmayı dener. Dili dışarıda yere yapışır. Başına düzenli koştuğu belli olan bir amca gelir ve “Endişelenme, giderek kolaylaşacak. Ama devam etmek zorundasın. Zor kısmı orası” der. Ben de üzerinize afiyet bir ara çok düzenli yapıyordum sporumu. Haftada minimum dört gün kargalar kahvaltılarını etmeden kendimi yataktan yere düşürüp yüzmeye gidiyordum. Aynen çizgi amcanın dediği gibi devam ettikçe kolaylaşıyor ama asıl zor olan kısmı devam etmek zaten.

Karantinada kilo verdim

Sonra işler yoğunlaştı, ofisimin semti değişti, havuzumla arama uçurumlar girdi. “Dur şu yeni düzen bir otursun, birkaç ay ara vermekten zarar gelmez” demek durumunda kaldım. Duruş o duruş... Bir yıla yaklaşan aramın sonunda tam düzeni oturtmuş, işle ev arasındaki güzergâhımda kalan bir havuz bulmuştum ki pandemi patladı.

‘Evde kal’, ‘Hayat eve sığar’, ‘Aç bir zoom, sonra bir daha çıkama’, ‘Yemek yapmaya vakit kalmadı, sandviç basalım geçelim’ diye diye günleri geçirdik. Şimdi de ‘Haydi normalleşiyoruz’ noktasındayız. İyi güzel de benim normalimle şimdiki halim arasındaki fark biraz fazla açılmış!


Bir kere otura otura patatese dönmekle kalmamış, üzerine bir de kök salmışım. Gerçi herkesin kilo aldığı karantinayı kilo vererek tamamladığımı göz önüne alırsak patatesten ziyade havuca döndüğüm de söylenebilir. Üç öğün karavana çıkarmayla kariyer bir arada yürümediği için orada bazı fedakârlıklar yaşandı haliyle. Bir de evde patili bir birey olduğundan bizde öyle oturduğum yerde abur cubur yiyeyim gibi bir durum olamıyor. Haraca gelmiş lokal mafya gibi çöküyor kafana, “Ne yiyorsan bir dal alırım” diyerek vuruyor patiyi, vuruyor patiyi. Ya gidip efendi gibi masada ya da mutfakta ayakta, kaçak göçek ağzına tepeleyebiliyorsun. Mutfakta ayakta cips yemek de insana pek anlamlı gelmediğinden tüketim haliyle düşüyor.

Bunun sonucu olarak indik kilo bazında aşağı. İnerken de motor becerileri destekleyen kaslar ve ciğer namına ne varsa bırakmışız gördüğüm kadarıyla. Bunu da şuradan anlıyorum. Geçen “Normalleşiyor muyuz harika, o zaman ben deli gibi oraya buraya koşayım” diye köpeğin arkasından koşmam gerekti. Öyle bir koşamadım ki o kadar olur. Sekizinci adımda falan ciğerim ağzımdan fırlamak üzereydi. “Neyse ki maske var, yere düşmeyecek” diye kendimi rahatlattım.

Vücudu fena bozduk

Yazının Devamını Oku

Biz zaten normal değildik!

14 Haziran 2020
Normalleşmeye hiçbir itirazım yok ama farkı kapatmak için iki kat ‘normal’leşmeye çalışıyoruz gibi geliyor bana. Kaldı ki manzaraya bakınca ‘Eski normalimizde bazı sorunlar vardı tabii’ diye de düşünmeden edemiyorum.


Biraz kafam karışmaya başladı. Sağlık Bakanı’nı dinliyorum “Maske takın, sosyal mesafeyi koruyun” diyor. Markette maskeyi çenesine takmış amcaya soruyorum, “Çok sıcak, bu havada takılmaz” diyor. Sağda solda “İsveç bir şey yapmadı işte” diyen de var, “İnsanlar psikolojik olarak çok zor bir dönem geçirdi. Toplumsal konularda büyük fedakârlıklar bekleyemezsin” diyen de...

Kendimizi, milletimizin İsveç konusundaki bilgisine ve “Bırakınız yapsınlar” yaklaşımına mı bırakacağız, Sayın Bakan’ın ısrarlı uyarılarına mı? İsveç konusundan pek anlamıyorum ama başkentlerinin nüfusunun aşağı yukarı Yenikapı kadar olması ve “Şunlara dikkat edin” denildiğinde dinlemeye meyilli bir ulus izlenimi yaratmaları bu teze olan güvenimi güçleştiriyor.

Bir de şöyle bir şey var: Normalleşiyoruz; iyi güzel de bizim normalimizde de bazı sıkıntılar vardı. Kamusal alan kullanımında bencilliğimizden taviz vermiyorduk. Şimdi sadece ona dönmekle kalmayıp arada bunları yapamadığımız dönemin açığını da kapatmamız gerekiyormuş gibi davranıyoruz. Normalleşirken normalimizi yakalayıp geçtik, ‘yeni anormal’ diye tanımlanabilecek bir yere gidiyoruz gibi.

Örneğin, sahillerde akşamları halay, parti, bir şeyler oluyormuş, ben onu bilmem. İnternetin yalancısıyım. Ben sabah sahilcisiyim. Bu aralar, her sabah, akşam sahilcilerinin arkalarında bıraktıklarının üzerinden atlaya atlaya yürümeye çalışırken “İnsanlar çok sıkıldı, tabii ki kırık şişelerini, midye kabuklarını ve muhtelif çöplerini çimenlerde bırakacaklar. İki ay yapamadılar bunları, sonuçta kolay değil psikolojik olarak” diye söyleniyorum. Midye dolma kabuğu bırakmış arkasında bir torba, normalini sevdiğim!

Sahil normalleşmeleri bu durumda. Mangal da dönmüş, ki kendisi aslında salgından önce yasaklanmıştı hesapta, gerçi tutmayacağı belliydi. Beni asıl şaşırtan mangala normalde bu kadar düşkün olmayanların bile delirmesi oldu. Bir arkadaşımı aradım ne yapıyorsun diye, “Sahile mangala gittim, oradan dönüyorum” dedi. Telefonda bir süre sessizlik olunca ona da bir saçma geldi yaptığı muhtemelen. “Vallaha ben de bilmiyorum, bir an gaza geldim” diye ekledi.

Bu arada geldiğimiz noktada da onun sahilde dip dibe mangal yapması değil, benim bunu yadırgamam tuhaf oluyor. Haftada üç ocakbaşı daveti alıyorum. Reddedince “Aşırı huylusun” diyorlar. 

Hayatın sahiller dışında kalan alanlarında da maske işini de sosyal mesafe işini de iyice yalan ettik gibi görünüyor.

Yazının Devamını Oku

Düğünler hep çevrimiçi kalsaydı!

7 Haziran 2020
Bir işin olumsuzluklarına değil olumlu ve işime gelen yanlarına bakmayı tercih ettim hep. Örneğin düğünlere ekran başından katılmaktan çok memnundum...


Anladığım kadarıyla herkes ofisi, kahvecileri ve meyhaneleri özlemiş. “Saldık sizi, haydi iyi gezmeler” dendiği andan itibaren bu mekânlardan story’ler arka arkaya geldi. Ben bardağın dolu tarafını görürüm... Olaya şuraya, buraya gidemedim noktasından değil, bu süreçte nelerden yırtmış oldum gözüyle bakıyorum. Mesela düğün sezonunun 2.5 ayını pas geçmiş olduk. Ben de bunu olumlu buldum.

Alkollü akrabalardan çekinirim her zaman

Bu süre zarfında çevrimiçi canlı yayın üzerinden üç düğüne katıldım. Bu düğünlerin ‘çevrimdışı’ olanlara göre ciddi artıları olduğunu fark ettim. Sıralayayım:

Altın takmak yerine kalp atıyorsun. Ekonomik ve sürdürülebilir bir model. İlkbahar, sonbahar arasında dokuz düğüne katılınca sona doğru insanın tadı iyice kaçmaya başlıyordu.

Normalde bir tam geceyi kapatan düğün aktivitesi bir saat içinde yaşandı bitti oluyor. Epey olumlu. Ayrıca ‘Biz biliyoruz da mı oynuyoruz’ noktasına hiç gelinemiyor böylece. Bu da büyük bonus.

Giyinmek gerekmiyor. Her düğün öncesi beni darlayan konuların başında gelir kendisi... İstisnasız her seferin bir noktasında kendimi ‘Siz öpüşeceksiniz diye ben niye yaz günü ceket giymek durumunda kalıyorum arkadaşım ya?’ diye söylenirken yakalarım. Bu süreç sonunda gömleğin içime sinmemesi ama ‘Eh tamam olduğu kadar, damat değilim, şahit değilim, konu benimle ilgili değil sonuçta, gömleğimle gündem olacağım bir durum yok’ şeklinde meseleyi kafamda bağlamamla biter. İnternet üzerinden olunca çok rahat bir şekilde ‘Kim evlenecekse o giyinsin kardeşim’ diyebiliyorsun.

 

Yazının Devamını Oku